Filozof etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Filozof etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2016 Çarşamba

Kim Allah'a daha yakın? (3):

'Akrebiyet' ve 'kurbiyet' yazılarının üçüncüsü için verdiğim söz, onların, bugüne ve özellikle modernizme (ehl-i bid'aya) bakan yönlerine dairdi. Fakat modernistler sadece bugün için var değiller. Onların da bir geçmişi var. Kanaatimce, ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinden ayrılmış her fırkayı, zamanının modernisti sayabiliriz. İşte onlardan birisi de Farabî'dir. Farabî'nin, felsefî okumalarının ve odaklanmalarının yoğun etkisinde kalarak söylediği öyle şeyler vardır ki, ehl-i sünnet mizanlarıyla boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Bunlardan birisi de 'filozofların peygamberlerden üstün oluşu' iddiasıdır.

Farabî'nin bu görüşündeki delili ise; peygamberin isteği ve arzusu olmadığı bir durumda vahiy aldığı, filozofun ise çalışarak İlâhi bilgiyi (hakikati) elde ettiği, bu nedenle çalışanın çalışmayandan her zaman üstün olacağı şeklindedir. İşte, tam da bu noktada mesele yine 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarına bağlanır. Kişinin kendi gayretiyle hakikate ulaşması (kurbiyet), Allah'ın ihsanı olan bir bildirişten (akrebiyet) üstün müdür? Soruya verilecek cevap aslında biraz da 'kıstasın' kim/ne olduğu ile ilgilidir.

Biz, ehl-i sünnet ve'l-cemaat deriz ki: Hakikatin kıstası Allah'tır. Allah, nebîlerine gaybdan haber vermiş ve onları bizden üstün saymışsa, üstün olanlar onlardır. Kulları arasındaki hiyerarşiyi belirleyen odur. Bu konuda kulun kendi gayreti/çabası üzerinden ikinci bir hiyerarşi icat edip onunla hak iddiasında bulunması yanlıştır. Bu hem dayandığı zemin açısından yanlıştır hem de sonuçları açısından yanlıştır. Zira hiçbir filozof, eriştiği sözde marifetle, bir nebîyle boy ölçüşememiştir. Bediüzzaman'ın velayet üzerinden verdiği misal, bir açıdan, böylesi bir argümana da cevap oluşturur:

"Şu sırr-ı gamızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb'ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz."

Eğer üstünlük hakikatin bilgisine erişmenin kendisindeyse, bu bilgiye vahiyle erişenin eriştiği, aklıyla erişenin eriştiğinden elbette kat be kat üstündür. Çünkü vahiy, Malik-i Vahid olandan (yani bütünün tek sahibinden) gelen bütünün bilgisidir. Kulun kendi aklı ve gayretiyle öğrendiği ise parçalardan yol almaktır. Mevlana Celaleddin Hazretlerinin verdiği 'körlerin fili tarifi örneği' ile Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği 'dalgıçların hazineyi tarifi' misali bize bu noktada büyük bir sırrı haber verir. Akıl, hakikate karşı körün fili tanımaya, dalgıcın hazineyi anlamaya çalıştığı gibi ilerler. Tuttuğu parçadan bütüne yönelik çıkarımlar yapar veya yapmaya çalışır.

Fakat aklın imkanı kısıtlıdır. Zira parça her zaman bütünden haber vermez. Haber verse bile bütünün sırrına kendisindeki vurguyla bakar. Bütünün bütün özelliklerini aynı dengeyle bize iletmez. Filin ayağına dokunan elbette bir 'şey' bilgisine erişir, ancak bu 'şey' bilgisi filin tümdetay veya tastamam bilgisi değildir. Hazineden eline bir inci geçen dalgıç, elbette, hazine farkındalığına varır. Ancak inci; elması, zümrüdü, yakutu ve daha nice nice değerli nesneyi anlatmaz. İnci hazineyi ancak kendisi kadar/gibi anlatır.

Bugünün modernizminde de aynı hastalık var. Parçalarla fazla meşguliyetten eline geçen bilgiyi 'bütünün haberinden' daha yüksekte tutuyor. Çünkü parçayı kuşatabiliyor. Somut, ona göre, kuşatılabilir ve üstün olan. Soyutun bilgisi, yani kuşatamadığının bilgisi, onun için makbul değil. İnternet, bilgisayar, başka kolaylaştırıcı donanımlar vs. gibi daha çok bilgiye ulaşmasını sağlayan herşeyi bizzat doğruluğun üstünde sanıyor. Bu gibi araçlarla eriştiği kurbiyeti, böyle cihazların hiç varolmadığı bir dönemde erişilen akrebiyete yeğ tutuyor, hatta akrebiyetle alay ediyor.

Sahabenin ve hadisin dindeki konumunun bu insanlar tarafından tartışılmaya açılması aslında yine aynı marazın bir sonucu. Bu insanların dünyasında her kurbiyetten aşkın bir akrebiyet tarifi yok. Akrebiyet kavramına dünyalarında yer vermedikleri için akrebî bir bilginin kurbî gayretlerinden daha üstün olabileceğine dair bir inançları da yok. Okuma-yazması olmayan bir sahabinin, hepsine canımız kurban olsun, hakikate kendisinden daha yakın olacağı kabul edilemez bunlar için. Çünkü hakikati 'daha çok şey bilmekle ilgili' sanıyor. Halbuki hakikat bütünün marifetinin bağışladığı istikametle ilgili birşeydir. Sadece 'ne söylemiş'e hâkim olmakla 'kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş' bilgisine sahip olanın marifetini aşamazsın. İstediğin kadar bal hakkında kitap oku. Kütüphaneler devir. Külliyatlar hatmet. Bu bal kurbiyetiyle balın aslında ne olduğunu anlayamazsın. Balın aslında ne olduğunu akrebiyet ile parmağını bala çalanlar bilir. Nitekim mürşidimin İçtihad Risalesi isimli eseri de bize hep aynı şeyi söyler: Akrebiyetle bahşedilen yakınlık ile kurbiyet ile kurulan yakınlık asla bir olmaz.

"Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'ân'ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin.

Çünkü, Süfyan'ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, 'Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?' diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez."

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dizinin dibinden, sahabesinin dizinin dibinden, tabiinin dizinin dibinden, tebe-i tabiinin dizinin dibinden kalkanla televizyonunun başından henüz kalkanın bu ilimden hissesi bir olmaz. Pınara yakın olanın içtiğiyle denize döküldüğü yerden suyu yudumlayanın içtiği bir olmaz. Biz biliyoruz ki; namazda bile, ilk safta duran ile son safta duranın sevabı bir olmaz. Böyle bir bilişe sahip ümmetin torunları olarak ahirzaman yeniyetmelerinin istikamet ve isabette sahabeyi, tâbiini veya tebe-i tâbiini geçtiklerine nasıl inanırız? Her neyse... Bir dahaki yazıda 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarının modern zamanlara bakan başka bir yönüne daha değinmeye çalışacağım. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca ona...

5 Temmuz 2015 Pazar

Kadere iman etmek neden kaçınılmazdır?

Bugün sizinle 'gayba iman etmek' ve 'hakikati arayış şeklimiz' arasındaki bağı konuşmak istiyorum. Çünkü bu meselede kimileri bizi 'kolaycılık' yapmakla suçluyorlar. Bu doğrudur. Ama doğru olarak doğrudur. Yanlış olarak doğru değildir. Sohbetimize şöyle bir yerden başlayalım: Bir insan gaybı iken varlığına iman etmediği bilginin şahidi olamaz. Onu elde edemez. Ona ulaşamaz. Bunu söylemekle kastım aslında şudur: Eğer siz, bir 'şey'in olabileceğine (en azından) ihtimal verip (henüz vücudu müşahade edilmemişken) onun peşine düşmezseniz bilgisine de ulaşamazsınız. Yani, bir açıdan, hayaliniz dahi gaybınızdır sizin.

Nitekim ne Edison'un ampulü ne de başka bir ismin başka şeyi keşfi 'tesadüf işi'dir. Yani, bu isimler, yolda ıslık çalarak yürürlerken aniden ceplerinden ampul veya başka bir teknolojik icad çıkmamıştır. Bizzat onu bulmaya yönelik özenli/kararlı adımları vardır. Emek emek, dilek dilek, hayal hayal duaları vardır. Onlar, bunların varolabileceğine ihtimal verip, hatta ne ihtimal vermesi, çılgıncasına iman edip çalışmalarıyla bu icadlara (yani gıyabında iman ettikleri şeyin hakikatine) ulaşmışlardır.

Tamam, meşhur hikayede Newton yerçekimini ararken başına elma düşmüştür, fakat hüner ne Nasreddin Hoca'nın kavuğunda ne de elmadadır. Elma sadece aranılanın üzerinden verildiği sebep olmuştur. Düşmesine tesadüf dense bile okunuşuna tesadüf denemez. Newton'un açlığını taşımayan bu okumayı yapamaz. Bu yüzden diyorum ki: Gayb iken iman edilmeyen şeyin marifetine ulaşılamaz. Çünkü her bilinen önce 'bilinmeyen'dir. Kestirilmeden önce sezilendir. Tahakkuk etmeden önce tahayyül edilendir. Bilmek yolculuğunun kaçınılmaz adımlarıdır bunlar. Kimse bu adımları atlayamaz. Gaybken imanı olmayan hakikate ulaşamaz.

Bu noktada, gayet hikmetli bir şekilde, tesadüfün kollarını en çok kıran şeyin gayba iman olduğu görülüyor. Ancak tersten bir bakışla. Tesadüf eseri bilim olmuyorsa (ki olmuyor), yani herşey önce zan/tahmin içeren bir teori üretimiyle başlıyorsa, o halde hiçbir keşfediş tesadüf işi değildir. İnsan tesadüfen hiçbir harikalığa rastlamamıştır. Ancak olabileceğine ihtimal verdikleri, bu ihtimale dikkat ettikleri ve dikkatinde zaman harcadıkları şahitliği olmuştur. Yani imanı ilmini doğurmuştur.

Ne gariptir ki, elde ettiği ve pek güvendiği modern harikalara taparcasına ve onlardan kendisine ilahlık payesi çıkarırcasına rağbet eden modern insan; elde ettiği payenin ardından varlığı tesadüflerle açıklamayı seçiyor. Öncesinden hayali dünyasına girmemiş hiçbirşeye ulaşamayan beşer, her nasıl oluyorsa, varlığın ötesinde daha 'önceki aşamalar' ve 'sonraki aşamalar' olduğuna iman etmede tereddütler yaşıyor. Orada olanı şurada inkâr ediyor. Halbuki varlık âleminin bir ara âlem olduğunu beyninde yakinen biliyor. Vücudu olmayanların önce hayalde varolup sonra dünyasına teşrif etmesi; giderken de hatırasını yine başka bir vücud şeklinde bırakması; bu âlemin sadece bu âlemle açıklanamayacağının en büyük delilini oluşturuyor. Yani, insan, hayali ve hafızası üzerinden bile kadere iman edebilir kolayca. Gelenlerin gelmeden önceki sezilişinden ve gidenlerin hatırlanmak kaydıyla gidişinden şu çıkarımı yapabilir.

"Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi âlem-i misâlde mahfuz kalır. Hem hayatının etvâriyle 'mukadderat-ı hayatiye' denilen sergüzeşte-i hayatiyesi, âlem-i misâlin defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider."

Unutmaya çalışmak bile bir tür hatırlamaktır. Buradan kadere de önemli bir delil vardır. Nasıl? Belki şöyle: Dünyasında, hayal/tasavvur/akıl sahalarında bir 'takdir'den geçirmeden varlık sahasına hiçbirşey çıkaramayan insan ve yine bunları kendince yokettikten(!) sonra hiçbir şekilde tam anlamıyla dünyasındaki izlerini yokedemeyen aynı canlı; nasıl oluyor da dışındaki âlemde varoluş ve yokoluşu sadece burayla açıklıyor?

Varlığın en iradelisi, en akıllısı, en ihtiyarlısı olan insanın elinden bile önceden takdir edilmemiş, karar kılınmamış, planlanmamış işler varolmazken; varlık sahasındaki harikalar nasıl takdir edilmeden meydana gelebilir? 'Nasıl olacağı önceden bilinmeyen' nasıl düzen içinde yaratılabilir? İnsan pastanın nasıl olacağını bilmeden ununu karıştıramıyorsa ondan milyon kere milyon daha düzenli olan âlem, her an, nasıl öncesinde bir ilim olmadan varlık sahasına çıkabiliyor?

İşte kadere delil olarak Kur'an'da bize öğretilen bir hakikat: "Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz." Takdir, sadece bu ayette değil, Kur'an'ın genelinde altı çizilen birşeydir. Âlem düzenlidir. Düzen takdirle olur. Takdir ise kaderi gerektirir. Tesadüf düzensizliği iktiza eder. Sanırım böyle 'takdirli bir âlem' algısını da aşılıyor bize Kur'an. Olanları tesadüf penceresinden okumamızı yanlışlıyor.

Buradan şuna da geleceğim: Bir mümin ile kafirin âleme bakışı, bilgiyi arayışı bu noktadan da farklılık arzeder. Prof. Dr. Kenan Gürsoy'un 'Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?' kitabında ilk kez dikkatimi çektiği şeydi bu. Orada dinin ve felsefenin bilgiye bakışları arasında şöyle bir nüans zikrediliyordu: Din önceden varlığına iman ettiği şeyin bilgisini arar. Yani vahiy zaten mü'mine ulaşılacak sonuçların en uçlarını vermiştir. Okumalarının nihayetini bağışlamıştır.

İslam bu yüzden tefekküründen, yeni bir akide şekli değil, o akideye yeni deliller çıkarır. Akide, istikametten sapılmadıkça, hep aynı kalır. Yani, mürşidimin tabirince, ürettikleri yeni bir dava olmaz da davanın içinde bir burhan olur. Fakat felsefe için ulaşılacak sonuçlar kesin değildir. Kesin sonuçlara imanı yoktur. O hem delil hem sonuç çıkarır. Tam anlamıyla 'bilinmeyeni' arar... Gaybı hakikaten kayıptır. Her defasında silbaştan bulunmalıdır. Bugünün modernist müslümanlarının düştüğü hata da budur. Yani, dini de felsefe gibi algılayarak, itikadı üzerinde 'görüş oynatılacak' bir saha sanmalarıdır.

Felsefeyle ilgilenenler kızmasınlar. Fakat zannederim vahyi kuşananların salt felsefe ile âleme bakanlara karşı en büyük kazancı bu: Sizin tırmanmaya çalıştığınız dağın tepesinde duruyoruz zaten. Ve bu yüzden sizin kadar yamaçlarda yıpranmıyoruz. Sadeyiz. Belki sizin kadar kelime oyunları yapamıyoruz. O dolambaçlı yollardan nasıl gelinir (belki) bilmiyoruz. Çilesiyle tanışık değiliz. Sonuçların netliği nedeniyle her istediğimizi söyleme konusunda sizin kadar hür de değiliz. Ancak şu var: Daha huzurluyuz. Daha netiz. Ve ürettiğimiz marifet taş taş üstüne koyuyor. Neticenin belirginliği nedeniyle deliller birbirine yardım ediyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır."

Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu hatırlayarak bitirelim: Biz Kur'anî asansörle şıp diye geldik hakikate. Siz dağları/ovaları aştınız geldiniz (o da belki). Bu çileyi çekmek sizin hüneriniz değil kabahatiniz. Hamakatiniz. Çilenizle hava atamazsınız. Nihayetinde Bediüzzaman'ın da dediği gibi: "Zararsız yol zararlı yola müreccahtır." Seçmediyseniz sorumluluk kimde?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...