Kıyamet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıyamet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2024 Cumartesi

İsrail'in çağrı cihazlarını patlatması kıyamet alameti olabilir mi?

"Ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek; kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır." Mektubat'tan.

Arkadaşım, şuna dikkat et, ahirzaman hâdiseleriyle ilgili tevillerimiz 'imkan bilgimizle' sınırlanmış şekilde billurlaşıyor. Cenab-ı Hakkın kudreti ne şekilde tezahür edecek? İradesi nasıl tecelli edecek? İlminde bu mevzuun asl-ı hüviyeti nedir? Kesin şekilde bilemiyoruz. Hâşâ. Bilemeyiz de. O yüzden mübarek ulemamız tahkiklerinde "En doğrusunu Allah bilir!" kaydını hep açık tutuyorlar. Evet. Kavrayışımızın sınırları akıl yürütmelerimizin sınırlarını da belirliyor. Hatta yeni tecrübeler eşliğinde yeni teviller de üretebiliyoruz. Mesela: Bediüzzaman Hazretleri, Süfyan'ın (ki bilad-ı İslam'dan çıkacak Deccal'dir) ölümüyle ilgili bir hadise yaptığı tevili, yıllar sonra 'güncelleme' ihtiyacı hissedebiliyor. Kendisinin Şualar'daki müdakkik beyanından okuyalım:

"Sonra birisi sordu ki: 'O öldüğü zaman İstanbul'da dikili taşta şeytan dünyaya bağıracak ki: Filan öldü.' O vakit ben dedim: Telgrafla haber verilecek. Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dârü'l-Hikmette iken dedim: Şeytan gibi radyoyla dünyaya işittirecek." Bahsi geçenin kimliğiyse hemen evvelindeki paragrafta tebeyyün ediyor sanki: "Sonra dediler: 'Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hadise ile Süfyan olduğu bilinecek.' Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama 'Eli deliktir' denilir. Yani 'Elinde mal durmuyor, akıyor, zâyi oluyor' deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya müptelâ olup, onunla hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak." Görünüşü suya benzeyen rakıyı su gibi içip sonunda bundan mütevellit bir hastalıktan ölen kimdir? Herhalde mezkûr soruyu 'kemaliyle' cevapladığımızda deliğin de elini fikren tutmuş oluyoruz. Asıl nazarınıza vermek istediğimse başka birşey. Nedir? Bediüzzaman da tevillerini 'hayallerinin ulaştığı yeni genişlikler üzerinden' güncelleyebiliyor. Belki bugün yaşasa aynı tevili internet üzerinden yeniden güncelleyecekti. Belki ondan önce televizyon üzerinden güncellemiş olacaktı

Fakat aklımızdan hiç çıkarmamalıyız arkadaşım: Bu tarz okumalar 'zamanın müfessirliğine' bırakılmış okumalardır. İsabet edebilirler. Bize 'Bin kere maşaallah!' dedirebilirler. Veyahut da o ifadelerin 'mübareklerin gördüğünden daha ziyade' söyledikleri-söyleyecekleri şeyler olabilir. Zamanı geldiğinde devrin uleması kendi kavrayışlarına dayanarak yeni tevillerini beyan ederler. Hatta İbn-i Arabî Hazretleri bir yerde 'velilerin keşfinin müçtehidlerin içtihadı kabilinden olduğunu' söyler. Yani isabet de edebilirler. Hata da çıkabilirler. Asfiya bu noktada evliyadan daha bahtiyardır. Daha müstakimdir. Fakat nihayetinde insandır. İşte bu yüzden "Allahu a'lem!" her tesbitlerine katıktır. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatine bizleri nail eylesin. Âmin.

Şimdi, velayet meydanının yiğitlerinin ayağının tozu, keşif kartallarının yerdeki köstebek duacısı, dirayet aslanlarının pençelerindeki kurumuş kanın piresi, o büyüklerin papağandan da papağan kupkuru taklitçisi Ahmed kardeşiniz de kendi dünyasındaki yeni bir uyanışı sizlere açık edecek. Takdir edersiniz ki, onlar bir kere "En doğrusunu Allah bilir!" diyorsa, şu cahilin bin kere demeye ihtiyacı var. Çünkü ne ilmi var ne de o yücelerin zekatının zekatının zekatı sayılabilecek kadarcık zekaveti. Fakat cahilane bir cesareti ve de çocukça bir hayalatı var. O yüzden ne çenesini ne kalemini ne de tasavvurlarını tutamaz. İşte, İsrail'in Hizbullah'a, 'çağrı cihazlarını patlatarak' yaptığı suikastin tetiklediği tefekkürümün de özeti şöyledir:

Rivayetlerde bize haber verilir ki: Kıyamet kâfirlerin başına kopacak. Mü'minler onun dehşetini yaşamayacaklar. Çünkü Cenab-ı Hak bir esintiyle hepsinin canını alacak. Âmenna ve saddakna. Şüphesiz Allah Resulu aleyhissalatuvesselam doğruyu söyler. Hüve hüvesine iman ederiz. Aynen böyledir. Ancak esintinin mahiyeti nasıl olacaktır? Allah nasıl bir sebebi bu tecelliye perde edecektir? Bunları izni dairesinde taakkul edebiliriz. el-Ezher öğretim üyelerinden Emin Muhammed Cemalüddin, İslam Ümmetinin Ömrü ve Mehdi Aleyhisselamın Gelmesinin Yakınlığı isimli eserinde, bu sürecin aceleyle yaşanmayacağını, yani kâfirlerin 'müslümanlar hayattan çekildikten sonra' bir zaman daha dünyada kalmaya devam edeceklerini, o yıkım vaktini çeşitli felaketlerle gıdım gıdım yudumlayacaklarını söylüyor. Ebubekir Sifil Hoca ise, Allah ona afiyet versin, müslümanların canını alacak olan meşhur esintiyi "Acaba radyoaktif bir serpinti şeklinde mi olacak?" kabilinden sorularla açıyor. Olabilir mi? Olabilir. Belki de bu zalim kâfirler müslüman coğrafyasına nükleer silahlarla saldıracaklar. Bilemiyoruz. En doğrusunu Allah bilir. Lakin ben, bu elektronik cihazlar üzerinden yapılan saldırının ardından, şöyle bir 'komplo teorisini' de düşümde kurdum:

Aşağı-yukarı hepimizin, yani müslümanların, ellerinde-evlerinde böylesi makineler var. Bu makineler sadece işlerimizi görmüyorlar. Aynı zamanda onlarla yaptığımız her işlemin bilgisini de biriktiriyorlar. Şu an kimbilir kaç Batılı merkezde kimlik-kişilik analizlerimiz arşivlenmiş durumda. (Reklamlardan bile takibi farkedebiliyoruz.) Demek hangi telefon kullanıcısının ne temayüllere sahip olduğu az-çok bilinmektedir. Bu bizi şöyle birşeyin tasavvuruna da ulaştırabilir: Bu teknolojilerin baronları, küresel ağalar, hangi cihazın kullanıcısı müslüman veya değil, öyle bir bilgiye de sahiptirler. Algoritmaları sayesinde bu tarz bilişlerin imkanlarını elde etmişlerdir. Eğer birgün, belki de o gün yakındır, cümle telefonları-cihazları birer suikast âletine dönüştürebilirlerse, taraftarlarının kılına zarar getirmeden canımızı yakabilirler. Müslüman olduklarını yazılımlarıyla tesbit ettikleri kullanıcılara zarar verip diğerlerini işin içinden sıyırabilirler. Ve bu öldürüş de yine bir 'esinti' vasıtasıyla olur. Yani bir sinyal dalgası vasıtasıyla... Zira sinyallerin havada yayılışı da esinti gibidir. Eh bu da bir tevildir. Elbette en doğrusunu Allah bilir.

Toparlayalım. İşte tefekkür demeye bin şahit ister vehmim böyle birşeydi arkadaşım. Hidayet pınarı mürşidler ışık verdiler. Fikrimizi heyecana sürüklediler. Biz de kuru zanlarımızı beyan eder olduk. Hüda taksiratımızı affetsin. Yoluna hidayet eylesin. Razı olmadığı kelimeleri konuşturmasın. Razı olduklarını kalbimize yerleştirsin. Şu fakir Ahmed'in söylediği de kafanızın bir kenarında, korku olarak değil ama, küçüğünden teori olarak kalsın. Ve's-selamün aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu...

4 Ağustos 2024 Pazar

Kıyametin ilk alameti kimdir?

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz kıyametin ilk alametidir. Çünkü o ahirzaman peygamberidir. Kendisiyle kıyamet arasındaki yakınlığa mübarek parmaklarıyla işaret buyurmuştur: "Ben, size, kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim." Mübarek Zâtı öyle olduğu gibi mübarek ümmeti de öyledir. Mübarek ümmeti öyle olduğu gibi mübarek nev'i de böyledir. Evet. İnsanlık da kıyametten önce dünyanın gördüğü son misafirdir. Final bizimle yapılacaktır. Hem biraz da bizden kaynaklanacaktır. Zira mürşidim bir yerde der: "Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir." Demek ibadetimiz kainatın nihayetindeki kemal olduğu gibi isyanımız da felaketinin müessir sebebidir. (Sebep olduğumuz çevresel felaketlere dikkat edenler şu sırrın sırrını hemencecik derkederler.)

Bu hususu bazı inkârcılar lakırdı ediniyorlar arkadaşım. Herşeyin insan için yaratılmış olmasının mümkün olmayacağını, çünkü, varlığının evrenin yaşı karşısında çok az bir vakit kaldığını söylüyorlar. Onlara göre hazırlık dönemi fazlasıyla uzun. Ve insanlığın ömrü övünmek için fazlasıyla kısa. Peh, peh, peh. Lakin ıskaladıkları birşey var: Ehemmiyetin ölçüsü 'hayat sürülen zaman aralığı' olmak zorunda değildir. Nihayetinde biz müslümanlar dehrîyyûndan değiliz. Zamana tapmıyoruz. Zamanı da maddeyi de halkeden tek bir Allah'a iman ediyoruz. Öyleyse değerlilik kıstası olarak 'varlık süresini' kabul etmeye mecbur değiliz. Bize göre birşeyin önemi Allah'ın ona verdiği kıymetle ilgilidir. Allah ona 'daha kıymetli' olduğunu buyurursa bir ân-ı seyyale bütün zamanlardan önemli olabilir. Bir tane birçoğu aşabilir. Nitekim yine kudsî metinlerimizde buyrulmuştur ki: "Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır." Ve yine denilmiştir ki: "Bazen, ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibâdet hükmüne geçebilir." Öyleyse, şuraya dikkat, 'fonksiyonu maddeye önceleyen bir itikadımız var' demektir. Evet. Biz, sayıca ne kadar az olursa olsun, insanı dağa-taşa, ota-ağaca, böceğe-sineğe önceleriz. Çünkü onun Rabbin katındaki fonksiyonunu önceleriz. Fonksiyonunu yerine getirdikçe de giderek eşsizleşir. Getirmezse, ne yazık ki, 'herhangi'leşmiş olur.

Biraz da insanın kainatın merkezinde olmasıdır bizi böyle cesaretle konuşturan. Ne yönüyle? Maddesi yönüyle değil. Coğrafyası yönüyle değil. Bilmek yönüyle. Kulluk yönüyle. Hatta hayal yönüyle... Öyle ya, anlamanın merkezinde insan vardır, bunu kâfirler bile kabul eder. Eteğimizdeki şu çeşit incilerin âlemlerde dengi yoktur. İşte bu! Merkeziyetimizi 'varoluşun başından sonuna herşeyin maddeten merkezinde olmayışımızla' gözden düşürmek isteyenlere 'merkeziyetin bu şeklinin zorunluluk olmadığını' ifade ederek karşı koyarız. Biz, Cenab-ı Hakkın mahlukatı yaratmaktaki amacının merkezindeyiz, yoksa maddesinin merkezinde sayılmayabiliriz. (Dünya da coğrafî olarak evrenin merkezinde olmak zorunda değildir.)

Yaratmanın manevî merkezinde olansa yalnız Allah'tır. Herşey Ondan gelir ve Ona döner. Müslümanlar, hâşâ, kendilerini böyle bir yere koymuyor. Müslümanlar kendilerini meyvenin ağacı için oluşturduğu amaç/anlam merkeziyeti gibi bir ölçüyle değerlendiriyorlar. (İnsanlık içinde de insaniyet-i kübra olan İslamiyeti böyle değerlendiriyorlar.) Herşey nihayetinde Necip Fazıl merhumun mısralarına bağlanıyor: "Son Peygamber, son Peygamber! İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip Ona geldi." Süreç tamamlanırken sahneye çıkmamız boşuna değil yani. Aksine süreçler böyle tamamlanırlar zaten. Halkalığın şanında bu vardır. Bu bir sırr-ı kavuşmadır. Başlangıçla son bir olur. Ancak böyle 'son' olur. 

Elbette kainatın bizden başka amaçları da var. Bir kere Rabbü'l-Âlemîn'in nazarında ifade ettiği anlamlar var. Ona aynalığı var. Onu zikredişi var. Ona ibadeti var. Biz, bu şiirin en güzel mısrası olmakla, asla şiiri kendiliğimize hasrettirmedik. Fakat "Şiirin akışı bizi haber veriyor!" dedik. Bunu da Subhaniyet sahibi Şairinin varlığına bir delil saydık. Çünkü o da böyle saydı: "Rabbiniz ki, size yeri bir döşek, göğü bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi. O suyla size ürünlerden rızık çıkardı. Bütün bunları bile bile kimseyi Allah'a denk tutmayın." Âmenna. Şiirin tamamı, evrenin başından sonuna, Onu övüyor, Onu anlatıyor, Onu tesbih ediyor. Hakettiği senayı Ustası olarak önce O seyrediyor, işitiyor, takdir ediyor. Şu manaya değil milyonlar sene, milyarlar sene de olsa yetmez, çünkü sonsuzu sonsuza anlatmaya kelimeler yetmez. O anlamda, evet, biz yokken evren elbette âtıl kalmadı arkadaşım. Kainat fonksiyonunu yine görüyordu. Vazifesi olan ibadetleri yapıyordu. Melekler dönüyordu. Semekler yüzüyordu. Yalnız çorbanın son tuzu eksikti. Gelişimizle kıvamı tamam oldu. Gidişimizle de görevi tamam olacak..

2 Şubat 2024 Cuma

Bediüzzaman kâhinlik mi yapıyor?

Hazret-i Üstadın Kastamonu Lahikası'nda 'kıyametin vakti'ne dair söyledikleri yıllardır tartışılır. Esasında tartışılacak birşey yoktur ya. Anlatamazsınız. Nihayetinde müellif-i muhterem metninin içerisinde "Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâh!" demeyi ihmal etmemiştir. Yani istihracının kesinlik ifade etmediğinin farkındadır. Lakin kronik alerji sahipleri bu tür insaf ifadelerine kulak vermezler. Onu, hâşâ, 'kâhinlik yapmakla' suçlarlar. Sanki o gelecek hakkında kat'î bildirimlerde bulunmuştur. Gayba dair acip sırları açıklamıştır. Ehl-i Sünnet usûlünün dışında bir yol tutmuştur.

Bunun böyle olmadığını bu yakınlarda okuduğum bir kitap vesilesiyle tekrar gördüm. Eserin ismi: İslam Ümmetinin Ömrü ve Mehdi Aleyhisselamın Gelmesinin Yakınlığı. Yazarı: Emin Muhammed Cemalüddin. (Yayınevi ismi veremiyorum. Zira kitapta herhangi bir yayınevi bilgisi yok. Hatta jenerik sayfası da ihmal edilmiş.) 2. baskısını 1996'da yaptığı anlaşılan kitapta yazarı hakkında görebildiğimiz sıfat: el-Ezher Üniversitesi Davetü'l-İslamiye Fakültesi Öğretim Görevlisi.

Kitap '2. Baskının Takdimi' bölümüyle başlıyor. Bu bölümün eklenmesinin nedeni daha önceki baskısının aldığı bazı eleştiriler. İçlerinden bir tanesi özellikle önplana çıkıyor: Yazarın isimde 'İslam Ümmetinin Ömrü' ifadesini kullanması. Yani Emin Muhammed Cemalüddin de, tıpkı Bediüzzaman gibi, kâhinlik yapmakla suçlanıyor. Girmesi doğru olmayan bir alana girdiği iddia ediliyor. O da kendisini bu suçlamalara karşı savunuyor. Savunurken de, Ehl-i Sünnet bir âlim olarak, geçmiş ulemanın kaynaklarından faydalanıyor. Onlara atıf yapıyor. Yaslanıyor. Okurken farkediyorsunuz ki: Kıyametin zamanına dönük tahminler sadece Bediüzzaman'a veya Emin Muhammed Cemalüddin'e ait şeyler değilmiş. Ya? Başkaları da benzer istihraçlarda bulunmuşlar.

Şimdi, mezkûr takdimden küçük alıntılar yaparak, ben de bu aziz yola girmek istiyorum:

"Doğrusu sizin yeryüzünde kalış süreniz... manasındaki hadisi İbn-i Hacer (r.h.) şerhetmiştir. Kim 'Bu hesap meselesi asla caiz olmaz!' derse yahut 'İbn-i Hacer bunu kesin hesap manasında değil de yaklaşık bir ifade ile yorumlamıştır...' diyecek olursa ona deriz ki: (...) Bu tür deliller İbn-i Hacer'de çokça bulunmaktadır. İbn-i Hacer bu hadisleri zahirî manalarına göre yorumlamıştır. Bu da hesap anlamına geldiğini göstermektedir. (...) Bir de bu hesap konusunu İbn-i Hacer'den önce de muhterem ilim adamları süre olarak değerlendirmişlerdir. Nitekim İbn-i Hacer diyor ki: 'Daha önce konuyu bu şekilde ele alan Ebu Cafer b. Cerir b. Taberî (r.h.) olmuştur.' O Tarih'inin mukaddimesinde İbn-i Asakir'den naklederek... (...) Yukarıda saydığımız o büyük önder ve ilim adamları kervanına İmam Süyûtî'yi (r.h.) de ekleyin. Çünkü o bu meseleye, yani dünyanın ömrünün hesabı konusuna, çok cesurca dalmıştır. (...) el-Keşfu fi Mücavezeti Hazihi'l-Ümmeti el-Elfe adlı risalesinde diyor ki: 'Haberlerin gösterdiğine göre bu ümmetin dünyada kalış süresi bini aşacak fakat esas olarak binbeşyüzü geçmeyecektir.' (...) İslam ümmetinin ömrü konusunu bir hurafe olarak değerlendirenler, taşlamalarda bulunanlar bilsinler ki, öncelikle adı geçen âlimleri sözlerine hedef edinmiş olurlar."


Müellif, başka isimleri de sayıyor, onlardan da alıntılar yapıyor. Fakat yazıyı uzatmamak için küçük bir buketle yetindim. Bütün bu beyanlardan özetle anlaşılması gereken şu gibi geliyor bana: Bediüzzaman'ın girdiği bu yol sadece kendisinin yürüdüğü bir yol değil. Bir bid'a değil. Yine ulemadan referansları olan bir yol. Evet, inanabilirsiniz-inanmayabilirsiniz, lakin İslam'a aykırı birşey yapılmış gibi bakamazsınız. Geçmiş ulemamızdan da yakın-uzak istihraçlarda bulunanlar olmuş çünkü. Elbette bu tahminler büsbütün ilimsiz yapılmamış. Hepsi kendilerince bir usûle yaslanmışlar. Nakillerden de bazı deliller bulmuşlar. Öyle ya. Bediüzzaman'ın da dayandığı yine bir hadistir. Hatta mektubun başlığı da şöyle zaten: "Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis."

"(...) Hattâ ye'tiyallahu bi emrihi... (şedde sayılır) fıkrası dahi makam-ı cifrîsi binbeşyüzkırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder. Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâh. Cây-ı dikkat ve hayrettir ki: Üç fıkra bil'ittifak binbeşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette binbeşyüzaltıdan (1506) ta kırkbeşe (1545) kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez, fakat böyle îmalarla bir nevi kanaat, bir gâlip ihtimal gelebilir."

27 Temmuz 2023 Perşembe

Dünyanın aklını başından nasıl alıyoruz?

“Kur'ân-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer—el'iyâzübillâh—Kur'ân küre-i arzın başından çıksa, arz divâne olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir.”
14. Şua’dan.

Bazı kelimeler ancak popüler şarkılarda yerli yersiz kullanılınca hayata dönebiliyor. Ne yazık. Benim de dönmesini dilediğim kelimeler var. Onlardan birisi ‘hodendiş.’ Hod-endiş. Sözlükteki karşılığı: “Yalnız kendisi için endişelenen.” Öhöm. Birşey dokundu galiba. Neyse. ‘Bencilliğin tariflerinden birisidir’ diye tanıtabilirim size onu. (Mürşidimin bu amaçla kullandığı üç kelime var: Hodbin, hodgam, hodendiş. Yalnız kendisini bilen, yalnız kendisinin keyfini düşünen, yalnız kendisi için endişelenen. Bencilliğin üç vechi. Herbir kuvveye bir tanesi yakışıyor. Kuvve-i akliyeye hodbin, kuvve-i şeheviyeye hodgam, kuvve-i gadabiyeye hodendiş.) Bense kendisini Risale-i Nur’la tanıdım. İşte, şimdi bir kısa alıntı yapalım da, onunla tanışmış olun. İlk durağımız 2. Söz. Deniliyor ki orada: “Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin/talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin/bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler. Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer.”

Hodbin ‘yalnız kendini bilen’ demek. Yukarıda parantez içi bahsi geçmişti. Bediüzzaman ‘hodbin-talihsiz’ şeklinde beraber kullandığı için taksim koyma ihtiyacı hissettim. Orijinalinde bu imla yok. (Tamamen işgüzarlığım.) Peki bu yakınlıktan çıkardığım ne? O da şöyle birşeydir: Demek ki, mürşidimin tefekküründe, ‘yalnız kendini bilme’ ile ‘talihsizlik’ arasında çok yakın bir ilişki vardır. Hem ‘hüdabinlik’ ile de ‘bahtiyarlık’ birbirine çok yakındır. O olunca bu da olur. Şu olunca o da olur. İnsan Rabbini bildiği zaman bahtı ‘yâri’ olmaya başlar. Bilmesine kapandığı, yani bilişi kendisine münhasır kıldığı, ölçüde de talihsizliği bahtlaşır. Yâri ‘yarı’ olur. Yargısının merkezine göre ‘sevgili’ ile ‘uçurum’ yer değiştirir. Fakat dert bununla da bitmiyor arkadaşım.

Şimdi de Sünuhat’tan bir alıntı geliyor: “Beşerde, hayvanın aksine olarak, kuvâ ve müyul fıtraten tahdit edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor. Evet, ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü'l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.” Yani, bizim hodbin yalnız kendi bahtını karartmakla kalmıyor, bir de talihsizliğini büyütüyor, genişletiyor, herkesin ufkuna yayıyor. Uçurumunu ‘insanlığın da uçurumu’ haline getirebiliyor. Öyle de ürpertici birşeydir.

Neden böyle olur? Çünkü parçasını, bütünün, hatta Bütünün Sahibinin (Rabbü’l-Âlemîn denilir Ona) nihayetsiz kemaldeki hikmeti üzerine kaldırır. Kişisel akledişleri, zevkedişleri, korkuşları sanki hepsinin üstündeymiş gibi ahkâm keser. Manzara tamamen nazarına sığmadığı için de, bütünün asla hakvermediği, fakat has penceresinde mutlak sanrılanan yargılar yumurtlar. Onlarla zalimane tasarruflara girişir. Nihayetinde ‘nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ (Hakikatteyse memleket öyle değildir. Evet. Doğrusu hüdabinin algıladığı gibidir. Çünkü hüdabin kendi göresine kapanmamıştır. Parçalığında kör olmamıştır. Allah’ın varlığına, yani Rabbü’l-Âlemîne, yani Âlemler Rabbine, yani Bütünün Sahibine, vahyine, marifetine, isimlerine, sıfatlarına, şeriatına yaslanmıştır okumalarında. Ezelden haber verdiği şekilde kainatı algılamaya çalışmıştır.) Kendisi de nazarında böyle gözüken memleketi daha fena hale getirmek için elinden geleni yapar. Yanlış dedim. Düzelteyim: Daha fena hale getirmek için yapmaz bunu belki. Düzeltmeye çalışırken yıkar. Tıpkı tavuktan başka kuş bilmeyen bahçevanın tavusu makasla düzeltmesi gibi olur. Ne tavusta tavusluk kalır ne de ele yeni bir tavuk geçer. Bütünü kendisine göre biçimlendirmeye çalışan parça onun kanseridir.

Söylediklerim abartılı geldiyse şu dünyanın gidişatına bak isterim arkadaşım. Modern medeniyet denilen ‘deniyet’ beşeriyet parçasını kainat bütünlüğüne dayattıkça işleri daha çıkılmaz hale getirmedi mi? Allah’ın rızası yerine insanlığın menfaati(!) arandıkça düzenimiz bozulmadı mı? Kur’an çekilip alındıkça arz başının döndüğünü belirtir tavırlar sergilemiyor mu? Tamam. Şimdi belki herşey yalnız bizim menfaatimize göre oluyor. Fabrikalarımız çalışıyor. Uçaklarımız uçuyor. Bir tıkla gözümüz dünyayı dolaşıyor. Fakat, ne garip, bu parçalı menfaatlerimiz büyük resimde sonumuzu da hızlandırıyor. Küresel ısınma artıyor. Çevre kirliliği yükseliyor. Buzullar eriyor. Birçok hayvanın nesli tükeniyor. Üstelik nükleer bir savaş başlatırsak iş daha hızlı da bitebilir. Bütün bunlar olurken herşeyi parçamıza göre okuyorduk işte. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik yapıyorduk. Yalnız kendimiz için endişelendiğimizden evrenin ömrünü kısalttık. Nazarımızda memleket hâlâ fenadır bir de. İdeolojiler çözüm getirmediler görünene. Belki de görüneni değil göremizi değiştirmeliydik ha? Merkezden kendimizi çeksek, zaten olduğu gibi Kur’an’ı yerinde bıraksak, yok, onun için de geç kalındı sanki.

16 Kasım 2020 Pazartesi

Celal korkutucu güzelliktir

Mürşidim bir yerde "Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar, dört arş-ı İlâhîsi var..." diyor. Bunlardan 'dördüncüsü'nü de "Emir ve irâdenin arşıdır ki unsur-u havadır..." diyerek tesbit ediyor. Ben, "Allahu'l-a'lem!" kaydını unutmadan konuşursam, burada söylenileni bir nebze 'rüzgarın tabiatına bakarak' çözebildiğimi zannediyorum. Sıcağından soğuğuna, esintisinden fırtınasına, melteminden ayazına cümle rüzgarlarda aynı çevik-çalak hizmetin tezahürü var. Yani, sürekli emir bekliyor, hem alıyor ve hem de hemen ittiba ediyor bir ahlakı var rüzgarların. Böyle eliçabuk bir hizmetkârın üzerinden de elbette 'emir' ve 'irade'nin okunması daha kolay oluyor. Hem de zaten onun bu hali, yoğunluğu, mesaisi, telaşı, böyle bir aynalıkta istihdam edildiğini gösteriyor. Sanki. En doğrusunu Sahib-i Arş-ı Âzam bilir.

Yine "İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur..." diyor Bediüzzaman. Şunun düşündürdüklerini de burada arzetmek belki yazıyı uzatacağından, eteğini öperek, bana sırlı gelen bir ayet-i kerimeye dair konuşmak istiyorum. Ancak, hepten de ümidini kesmeyeyim arkadaşım, belki o ayeti konuşurken bu bahse de değinmiş olacağız. İnşaallah. Evet: A'râf sûresi 57. ayettir peteğinden ballanmak istediğim. Orada bir kısacık mealiyle buyruluyor ki:  "Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız."

Ayetin bize evvelemirde söylediği açık: Diriliş hakikati kainatta her an yaşanmakta. İnsanoğlu, eğer merak gözünü açıp da bakarsa, zaten haşir hakikatini kainatın her anında müşahade etmekte. Yani: Topraktan yeniden yeniden bedenini kaldıran, yeniden yeniden meyve veren, yeniden yeniden başak çıkaran, yeniden yeniden köklerinden yeşeren canlıları görmekte. Elhamdülillah. Bunlar arzda her an olmakta. Toprak emanet edileni hatırlamakta. 

Düzen eşyanın hafızasıdır. Tekerrür bu hafızanın tezahürüdür. Kur'an'da gösterilen ayetleri tefekkür etmesini bilen her mü'min için, 'haşir' sırf kıyametten sonra yaşanacak insana özgü bir hâdise değil, varlıkta sürekli tekerrür eden kanundur. Kıyametten sonraki dirilişse bu kanunun mâkul, mümkün, hatta beklenir tekrarıdır. Nasıl ki havaya atılan her nesne düşer. Nasıl ki kaynatılan her su buharlaşır. Nasıl ki şartlarına uyulduğuna su üstündekini yüzdürür. Bunlarda dün-bugün-yarın ayrımı gözetilmez. Aynen öyle de şartları oluştuğunda Allah'ın bir emriyle cümle ölüler dirilir. Toprak altındakini unutmaz. Zaten hep dirilmektedir. Haşir Risalesi'nin merkezi/ruhu sayılan Rum sûresinin 50. ayeti aynı 'muhyi'l-mevta' yasasına dikkatimizi çeker: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah'tır. Onun gücü herşeye yeter!" 

Sırası geldi. Analım: Mürşidim arşlardan birincisini şöyle tarif eder: "Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır." Şimdi üç arşımız tamam oldu. Yani yukarıdaki ayette üç arşa dair de izler bulduk. 1) Rüzgarların müjdeciliğini işittik. 2) Rahmetin gönderilmesine neşelendik. 3) Topraktan meyvelerin çıkarıldığına sevindik. Peki dördüncüsü? Dördüncüsü de ayette geçiyor aslında. Ama üstü biraz daha örtülü şekilde. Nasıl? Meyvelerin olgunlaşması için gereken dördüncü şeyi düşündüğünüzde hemen gülümsüyor. "Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur." Öyle ya: Işığın bahşı olmadan meyveler pişirilmez ki. Böylece arşlarımız tamam oldu. Dört arşımız birden bir ayet-i kerimenin içine sığdı. Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı olandan ne 'yaş' arşlarımız ne de 'kuru' arşlarımız kaçabildi.

Fakat, arkadaşım, şu 'rüzgarların müjdeciliği' de sanki başka bir kanuna dikkatimizi çağırıyor. Hani yine Kur'an'da buyrulur: Cenab-ı Hak Zülcelal-i ve'l-İkram'dır. Yani celalî tecellilerinin içi ikramlarla doludur. Bunu bize bahsimize misafir olan yağmur da söyler: Gök gürlediği zaman insan işitir: Zülcelal'dir. Yağmur yağdığında hisseder: Ve'l-İkram'dır. Hatta Mesnevî-i Nuriye'de celal-cemal ilişkisine dair ufuk açıcı şu tesbitte bulunulur: "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Misal: İnsan baharda şöyle bir kıra çıkıp koca bir gelincik tarlasıyla karşılaşsa heybetinden irkilir. Güzelliğin türdeki görünüşü şiddetli gelir. O yüzden bazı ârifler derler: Celal korkutucu güzelliktir. Yani tezahürürün şiddeti insanın hayretine sebep olmuştur. Ancak tarlanın içine girilse, tek tek gelincikler görülse, ele alınsa da bakılsa, farkedilir ki: Cemalîdir. Nazenin bir heybeti vardır.

İşte, şimdi diyorum ki arkadaşım, artık hayatımızdaki herşeyi bu tezahürler eşliğinde tefekkür etmeliyiz. Yani rüzgarların soğukluğu/şiddeti arkalarından gelen rahmeti görmemize engel olmasın. Onların o çabuk çabuk hizmetlerindeki gelişigüzellik(!) fehmimizi aldatmasın. Bu işlerde bir düzen var. Bu düzende bir tesbit var. Bu tesbitte bir kanuniyet var. Hayatındaki gelişigüzellikleri(!) ömrünün rüzgarı gibi göremeyenler, ne yazık, rahmeti sezemiyorlar. Gelişigüzellik diyoruz ya, katıldığımızdan değil, kuşatamadığımızdan. Sanatın şekli kitabete vardığında okumanın şekli de bütünü kuşatmaya mecbur olur. Yahut da yine Bediüzzaman'ın o müthiş cümlesine uğramalı: "İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al." 

Ben, rüzgara uğradım da yağmura vardım, sen başka şeylerden yola çıkıp farklı sonuçlara varabilirsin. Ancak her nereyi bu gözle zevketsen balından kaçamazsın. Çünkü bu bal da bir kanuniyettir. Allah rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Bugün nasıl bir düzenle hareket ettiğini çözemediğimiz emirler-iradeler yine dizginleri o Rahman u Rahim'in elinde piyadeler. Başka yöne gitmiyorlar. Başka yöne götüremeyecekler. Arşların birbirinden farklı hükümlerini/tezahürlerini karıştırıp rüyalarını zehirleme. Emirlerin çabukluğunu çözemeyip rahmetin varlığını da inkâr etme. Bu ölüler elbette dirilecekler. O vaadinden dönmez. Âmin.

31 Ocak 2020 Cuma

Yoksa Corona Dabbetü'l-Arz mı?

Hollywood'un bu sıralar etinden en çok beslendiği mevzulardan birisi de dabbe. "Nasıl olur?" diyeceksiniz. Efendim, malumunuz, Dabbetü'l-Arz hem Kur'an'da hem sünnette delilleri bulunan bir meseledir. Bir alamettir. Kıyamete dair bir işarettir. Neml sûresinin 82. ayetinde kısa bir mealiyle buyrulur ki: "Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman, yerden bir dabbe çıkarırız da, âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." Dabbe hakkındaki hadisler de bu manayı tasdik eder. Hatta hadislerin dabbenin niteliğine dair daha açıklayıcı bir yapıları da vardır. Ebu Hüreyre radyallahu anhtan nakledilen bir rivayette denilir ki: "Dabbetü'l-Arz kıyamete yakın çıktığında beraberinde Süleyman’ın mührü ve Musa’nın asâsı da bulunacaktır. Mü’minin yüzü pırıl pırıl olacak, kafirin burnu da mühürle mühürlenecektir. Bu yüzden ahali birbirini tanıyacaklar ve 'Bu mü’mindir, bu da kâfirdir' diyebileceklerdir."

Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Tefsirlerde daha bunun gibi Dabbetü'l-Arz'a dair birçok teviller/yorumlar yeralmaktadır. Bediüzzaman ise, biraz daha Elmalılı Hamdi Yazır'ın yukarıdaki izahına yakın bir şekilde, şöyle der:

"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."

Devamında ise Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş."

Yani, Bediüzzaman'a göre, dabbenin konuşması 'lisan-ı kâl' ile değil 'lisan-ı hâl' ile olacaktır. Rağıb el-İsfahanî rahmetullahi aleyhin de el-Müfredat'ında “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur!” dediği nakledilir. Daha bunun gibi birçok tefsir/tevil kaynaklarımızda bulunmaktadır. Alıntılarla yazıyı daha fazla uzatmadan asıl söylemek istediğimize gelirsek: Ahirzamanda AIDS mikrobunun bir tür 'dabbe' olduğunu söyleyenler de, daha başka şeyleri 'dabbe'ye bağlayanlar da, aslında şunun altını çizerler: Dabbetü'l-Arzların hakikisi ahirzamanda ortaya çıkmakla birlikte, 20. Söz'deki söylenişiyle 'düstûr-i külli' veya 'kanun-i umumî uçları' mesabesinde, her zamanda bazı fertleri bulunur.

Yani: Her zamanda, hem 'kevnî şeriata' hem 'İslam şeriatına' uygun hareket etmeyişlerin, ayetlere yakîn kesbetmeyişlerin, hükümlere boyun eğmeyişlerin bedelleri çeşitli türde 'biyolojik felaketlerle' insanoğluna/kızına yaşatılır. Esasında yaşadığı iradesini kötüye kullanmasının bir sonucudur. Nasıl ki, tarihteki en büyük veba salgınları, temizlik konusunda Allah'ın fıtratına uygun hareket etmemenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Aynen öyle de, başka birçok biyolojik felaket dahi, Allah'ın koyduğu yasalara uygun hareket etmemenin sonucu olarak gelip bizi bulmuştur. Bu yönüyle tüm biyolojik felaketler mezkûr ayet-i kerimenin ahirini tasdik ederler: "(...) âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."

İşte bugün de bunu Corona olarak karşımızda buluyoruz. "İnşaallah daha fazla büyümez!" diye dua ediyoruz. Çünkü bu 'göze görünmez kurt' da hücrelerin içine girerek onları yiyip bitiyor. Ağaç değil insan yiyor. Odun değil insan kemiriyor. Nasıl ortaya çıktığına emin değiliz. Ancak bütün yorumlarımız bir 'sapma'nın altını çiziyor. Yenmesinde hayır olmayan birşey mi yendi? Yapılmasında hayır olmayan bir deney mi yapıldı? Hangi günahımız ile bu belayı başımıza aldık? Hepimiz şimdi bunları kurcalıyoruz.

Ahirzamanla ilgili rivayetler bize şunu apaçık gösteriyor: Dünyanın bir ucunda başlayan bir salgının bütün dünyayı sarabileceği ölçekte bir küreselleşme çağına doğru ilerliyoruz. Kıyamete yakın böyle bir dönem geldi gelecek. Eskiden bu tür salgınlar bir-birkaç yöreye has kalırdı. Şimdi Çin'de başlayan salgın soluğu birkaç günde Fransa'da alıyor. Süleyman aleyhisselamın hızıyla havada dolaşıyor. Musa aleyhisselamın asâsı gibi denizler aştırıyor. Yani zaman ne kadar eskirse eskisin Kur'an eskimiyor. Aksine, verdiği derslerle Kur'an ve hadisler giderek daha fazla hayatımıza katılıyorlar. Bediüzzaman'ın 20. Söz'deki şu ifadesi her gün hayatımızla yeniden doğrulanıyor: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...