Kanser etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kanser etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2023 Perşembe

Dünyanın aklını başından nasıl alıyoruz?

“Kur'ân-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer—el'iyâzübillâh—Kur'ân küre-i arzın başından çıksa, arz divâne olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir.”
14. Şua’dan.

Bazı kelimeler ancak popüler şarkılarda yerli yersiz kullanılınca hayata dönebiliyor. Ne yazık. Benim de dönmesini dilediğim kelimeler var. Onlardan birisi ‘hodendiş.’ Hod-endiş. Sözlükteki karşılığı: “Yalnız kendisi için endişelenen.” Öhöm. Birşey dokundu galiba. Neyse. ‘Bencilliğin tariflerinden birisidir’ diye tanıtabilirim size onu. (Mürşidimin bu amaçla kullandığı üç kelime var: Hodbin, hodgam, hodendiş. Yalnız kendisini bilen, yalnız kendisinin keyfini düşünen, yalnız kendisi için endişelenen. Bencilliğin üç vechi. Herbir kuvveye bir tanesi yakışıyor. Kuvve-i akliyeye hodbin, kuvve-i şeheviyeye hodgam, kuvve-i gadabiyeye hodendiş.) Bense kendisini Risale-i Nur’la tanıdım. İşte, şimdi bir kısa alıntı yapalım da, onunla tanışmış olun. İlk durağımız 2. Söz. Deniliyor ki orada: “Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin/talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin/bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler. Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer.”

Hodbin ‘yalnız kendini bilen’ demek. Yukarıda parantez içi bahsi geçmişti. Bediüzzaman ‘hodbin-talihsiz’ şeklinde beraber kullandığı için taksim koyma ihtiyacı hissettim. Orijinalinde bu imla yok. (Tamamen işgüzarlığım.) Peki bu yakınlıktan çıkardığım ne? O da şöyle birşeydir: Demek ki, mürşidimin tefekküründe, ‘yalnız kendini bilme’ ile ‘talihsizlik’ arasında çok yakın bir ilişki vardır. Hem ‘hüdabinlik’ ile de ‘bahtiyarlık’ birbirine çok yakındır. O olunca bu da olur. Şu olunca o da olur. İnsan Rabbini bildiği zaman bahtı ‘yâri’ olmaya başlar. Bilmesine kapandığı, yani bilişi kendisine münhasır kıldığı, ölçüde de talihsizliği bahtlaşır. Yâri ‘yarı’ olur. Yargısının merkezine göre ‘sevgili’ ile ‘uçurum’ yer değiştirir. Fakat dert bununla da bitmiyor arkadaşım.

Şimdi de Sünuhat’tan bir alıntı geliyor: “Beşerde, hayvanın aksine olarak, kuvâ ve müyul fıtraten tahdit edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor. Evet, ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü'l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.” Yani, bizim hodbin yalnız kendi bahtını karartmakla kalmıyor, bir de talihsizliğini büyütüyor, genişletiyor, herkesin ufkuna yayıyor. Uçurumunu ‘insanlığın da uçurumu’ haline getirebiliyor. Öyle de ürpertici birşeydir.

Neden böyle olur? Çünkü parçasını, bütünün, hatta Bütünün Sahibinin (Rabbü’l-Âlemîn denilir Ona) nihayetsiz kemaldeki hikmeti üzerine kaldırır. Kişisel akledişleri, zevkedişleri, korkuşları sanki hepsinin üstündeymiş gibi ahkâm keser. Manzara tamamen nazarına sığmadığı için de, bütünün asla hakvermediği, fakat has penceresinde mutlak sanrılanan yargılar yumurtlar. Onlarla zalimane tasarruflara girişir. Nihayetinde ‘nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ (Hakikatteyse memleket öyle değildir. Evet. Doğrusu hüdabinin algıladığı gibidir. Çünkü hüdabin kendi göresine kapanmamıştır. Parçalığında kör olmamıştır. Allah’ın varlığına, yani Rabbü’l-Âlemîne, yani Âlemler Rabbine, yani Bütünün Sahibine, vahyine, marifetine, isimlerine, sıfatlarına, şeriatına yaslanmıştır okumalarında. Ezelden haber verdiği şekilde kainatı algılamaya çalışmıştır.) Kendisi de nazarında böyle gözüken memleketi daha fena hale getirmek için elinden geleni yapar. Yanlış dedim. Düzelteyim: Daha fena hale getirmek için yapmaz bunu belki. Düzeltmeye çalışırken yıkar. Tıpkı tavuktan başka kuş bilmeyen bahçevanın tavusu makasla düzeltmesi gibi olur. Ne tavusta tavusluk kalır ne de ele yeni bir tavuk geçer. Bütünü kendisine göre biçimlendirmeye çalışan parça onun kanseridir.

Söylediklerim abartılı geldiyse şu dünyanın gidişatına bak isterim arkadaşım. Modern medeniyet denilen ‘deniyet’ beşeriyet parçasını kainat bütünlüğüne dayattıkça işleri daha çıkılmaz hale getirmedi mi? Allah’ın rızası yerine insanlığın menfaati(!) arandıkça düzenimiz bozulmadı mı? Kur’an çekilip alındıkça arz başının döndüğünü belirtir tavırlar sergilemiyor mu? Tamam. Şimdi belki herşey yalnız bizim menfaatimize göre oluyor. Fabrikalarımız çalışıyor. Uçaklarımız uçuyor. Bir tıkla gözümüz dünyayı dolaşıyor. Fakat, ne garip, bu parçalı menfaatlerimiz büyük resimde sonumuzu da hızlandırıyor. Küresel ısınma artıyor. Çevre kirliliği yükseliyor. Buzullar eriyor. Birçok hayvanın nesli tükeniyor. Üstelik nükleer bir savaş başlatırsak iş daha hızlı da bitebilir. Bütün bunlar olurken herşeyi parçamıza göre okuyorduk işte. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik yapıyorduk. Yalnız kendimiz için endişelendiğimizden evrenin ömrünü kısalttık. Nazarımızda memleket hâlâ fenadır bir de. İdeolojiler çözüm getirmediler görünene. Belki de görüneni değil göremizi değiştirmeliydik ha? Merkezden kendimizi çeksek, zaten olduğu gibi Kur’an’ı yerinde bıraksak, yok, onun için de geç kalındı sanki.

25 Kasım 2018 Pazar

Kanser vakıaları neden artıyor?

Belki yeterince farkında değiliz fakat kadere imanımız mühim bir sırrı da algımıza yüklüyor: "Herşeyin anlamı öncesindedir." Yani, birşey zâhirde nasıl bir sebep-sonuç ilişkisiyle ortaya çıkarsa çıksın, o şey özünde bir mana üzerinde dikilidir. Herşeyin öncesinde anlamı vardır. Herşeyin öncesinde bilgisi vardır. Şeyler ancak 'bilgi' ve 'anlam' üzerine inşa edilirler. Bu açıdan bir müslümanın imanında 'tesadüf' diye birşey yoktur. Herşey bir kasıtladır. Fakat bu kastın ne olduğunu çözemediğimiz yerlerde 'hasbelkader' veya (daha doğru bir ifadeyle) 'hesabü'l-kader/kaderin hesabıyla' tabir ettiğimiz işler vücuda gelirler.

'Anlamın önceliği'ne imanımız, şeylerle muhatabiyetimizi, onlardan edindiğimiz bilginin niteliği yönüyle de etkiler. Bir mü'min için sanat varlığın özündedir. Herşey hayır üzerinedir. Bu nedenle edindiği bilginin 'her hayır elinde' olan bir Allah'ın katından ihsan olduğunu bilir. Fakat münkirin gözünde varlığın durumu, en iyi ihtimalle, nötrdür. Tarafsızdır. Bu nedenle 'görecelilik kuramı' etkisinde istediği rengi alır. Şeylere güvenemez münkir insan. Çünkü şeyler tekinsizdir. Hatta bazen öyle kem bir bakış açısıyla iman eder ki onlara, kalbi mühürlenir, iyiliklerini göremez olur. Sahip olduğumuz önyargılar/fobiler bunun şahididir.

Meseleyi bu noktaya sürükleyişim bir amaç ile. Mürşidimin metinlerinde rastladığım bazı uyanışlar nedeniyle herşeyin arkasındaki anlamı kovalamayı seviyorum. Halimi biraz şuna benzetiyorum: Bir filmdeki katil ve maktül ilişkisini, bir "Katil ateş etti. Maktül bu nedenle öldü. Olay bundan ibaret!" diye okumak vardır, bir de bu çerçeveden aşkın olarak "Senarist bununla şunu anlatmak istedi" diye okumak vardır. Ben, varlığın okunuş şeklinin, kadere imanla birlikte ikincisine evrildiğini düşünüyorum. Kader bize bütün bunların ardında bir 'takdir' olduğunu haber veriyor. Mevzu yatayta görünenden ibaret değil. Film perdede yaşanmıyor. Yaşandığı bir stüdyo, bir mekan, hatta birçok mekan var.

Bir kurguyla önümüze geliyor bu işler. Yatayda silahı ateşleyen katil olabilir. Fakat esasında onun elindeki silah kurusıkı. Belki de oyuncak. Maktülün yaşadıkları gerçek değil. Vurulmuş gibi yapıyor. Göğsünde patlayan ise sadece fünye. Göz aldatmacası. Asıl bunların arkasında bize öğretilmek istenen birşey var ki o da senarist veya yönetmenin sırrıdır. Nasibi olan ona dadanır. Onu alır. Onu okuyanlar makbul izleyici olur.

İşte mürşidim de böylesi dikey okumalar öğretiyor pekçok kereler bana. Sebepler perdesini aşıp Müsebbibü'l-Esbab olan Allah'ın şeylere yüklediği anlamlara yönlendiriyor beni. Mesela peygamber mucizeleri hakkında diyor ki: "Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu'cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu'cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dahi zamanında Ceziretü'l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi: Birincisi: Belâğat ve fesahat. İkincisi: Şiir ve hitabet. Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek. Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti. İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu. Başta, ehl-i belâğate birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler. İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü. Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi. Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi. İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar."

Hem yine Batılı miras hukukunun Türkiye'de uygulanmaya başlamasıyla yaşanan anne mağduriyetleri hakkında diyordu ki: "Herşeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var. Biri: Zâhiren esbaba bakan beşerdir. Diğeri: Kader-i İlâhîdir. Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi. Birinci suâl: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi? Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, 'Evlâdım şan ü şeref rütbesinde memuriyet kazansın' diye, bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ, mütedeyyin de olsa, Kur'ânî ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti."

Arkadaşım, Allahu'l-a'lem, bu ve şu gibi metinler bana şöyle bir sırrı fısıldadılar: En çok neye güveniyorsak Allah'a karşı, en çok o alınıyor elimizden. Mısırlılar sihirlerine güveniyor. Hz. Musa aleyhisselam gelip asâsıyla yılanlarını yutuveriyor. İsrailoğulları tababetlerine güveniyor. Hz. İsa aleyhisselam gelip ölülerini diriltiyor. Ve anneler, gaflete düşüp en çok evlatlarına yaslandıklarında dünyaya dair, Cenab-ı Hak oradan umdukları ümidi alıyor, yeni bir hukuka müsaade ederek. Yani, zamanın ve zeminin şartlarına göre, kim ne ile Allah'a (hâşâ) kafa tutabileceğini sanıyor, Kadir-i Zülcelal onu ellerinden çekerek veya zayıflığını göstererek veya gafil ümitlerini dağıtarak akıllarını başlarına getiriyor. En azından yüzü hidayete bakanlarını. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi...

Ben şimdilerde ahirzamanda kanser vakıalarının/türlerinin çoğalmasını da böylesi manevî bir sebebe bağlıyorum. Peki nedir o manevî sebep? Bence Darwinizmdir. Genetik üzerine inşa edilen sapkınlıktır. Bu dönemin insanı, 'tesadüflerine' genler üzerinden öyle bir büyük paye veriyor ki, neredeyse, her canlının yaratılışını ona bağlıyor. Onun eseri olarak ortaya çıktığını söylüyor. Ona vardırıyor.

Peki kanser bize özünde ne söylüyor? Bence tam tersini. O aksine diyor ki: "Eğer genler üzerinde sizin tesadüften umduğunuz şekilde değişiklikler olursa sonuçları benim gibi olur. Çünkü ben, işte gözünüz önünde, hücrelerin genlerinde meydana gelen değişikliğim. Bozulmayım. İster ciğerde olayım, ister karaciğerde, ister beyinde... Nerede olursam olayım, hangi etmenle ortaya çıkarsam çıkayım, görüyorsunuz, sizi öldürüyorum. Hâlâ mı tesadüflerin esintisiyle bize tapacaksınız?"

Hem psikolojik rahatsızların tür ve sayı olarak artmasında da sanki böylesi bir 'uyarının' izleri var. Evet. Allah'a karşı en çok neye dayanıyorsak en çok o parçalanıyor. Ahirzaman insanının Cenab-ı Hakka karşı en çok güvendiği şeylerden birisi olan 'hodbin benliği' yani enesi. İşte ahirzamanda da yine en çok o parçalarına bölünüyor. Bütün o teknolojik tırı-vırı, güç kalkanı, imkan ziyadeliği içinde ahirzaman insanı dertlerine karşı daha latif. Daha dokunaklı. Daha çabuk sarsılıyor. Daha çok boşluğa düştüğü gibi daha kolay hayatından vazgeçebiliyor.

İşte, arkadaşım, Bediüzzaman'dan aldığım bir bakış açısıyla ben hem bedenlerimizde hem de ruhlarımızda artan kanser vakıalarına böyle baktım. Düştüğümüz yerden kaldırılıyoruz en çok. Daha doğrusu: Düştüğümüz yerden uyarılıyoruz. Kaldığımız dersten sınava tutuluyoruz. Geçebilirsek ne âlâ. Cenab-ı Hak, cümlemize, zayıflıklarımızla barışmayı nasip etsin. Âmin. Zira onlarla barışmadan varlıklarını itiraf edemeyiz.

29 Eylül 2017 Cuma

Meleklerine iyi bak!

"- İki kurt var. Biri karanlık. Öteki aydınlık. Kavga etseler hangisi kazanır? - Hangisini beslersen." Tomorrowland filminden.

Bir psikolog hanımdan yıllar önce dinlediğim birşeydir. (Yılı, yeri, makamı hatırımda, ama ismi hatırımda kalmamış.) Anımsadığım kadarıyla nakledeceğim. İntihara teşebbüs eden fakat bunu neden yaptığını tam olarak hatırlamayan bir hastası üzerinden demişti ki: Gündelik yaşamda söylediğimiz sözlere dikkat etmeliyiz. Dışarıya doğru söylediğimiz herşey bir açıdan kendimize de söylediklerimizdir. Hiçbir sözümüz sadece dışımızı etkilemez. İnsanın her şikayeti, yorumu, okuması, çıkarımı vs. kendi içine de bir nasihat olarak gider. "Bu hayat yaşanmaz artık!" diye dışarıya dönük olarak ettiğimiz her isyan, sadece bir isyan değil, aynı zamanda bilinçaltımıza kendimizden bir mesajdır. Dinamik aklımızdan statik şuurumuza gönderilmiş bir mektuptur. Hayattan şikayet etmeyi huy haline getirmiş insanlarda, üst bilincin kapanacağı herhangi bir şokta, alt bilinç daha önce depoladığı hazır mesajları iradeye yollamaya başlar. Kem sesleri serbest kalır. İrade de fısıldananları yapar.

Anladığım kadarıyla hastasının sorunu da böyle birşeydi. Küçük küçük birçok şeyden şikayet ediyordu. Bu huyunu kabul ediyordu. Fakat bunlardan hiçbirisi, kendi gözünde dahi, intihara götürecek nedenler değildi.

Yıllar sonra mürşidimin şu ifadelerine rastladığımda hemen bu işittiklerim hatırıma geldi: "Eğer iyi temâşâ etsen göreceksin ki, feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder."

Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli kitabında da, Gabor Mate, hastaları üzerinde yaptığı araştırmaları aktarırken diyordu ki: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Kitabı okuyanların hemen farkedeceği üzere, Mate, hastanın dünyasına girilmeden, salt ilaç üzerine kurgulanmış bir tedavinin yeterli başarıya ulaşamayacağını düşünenlerden birisi. Ona göre hastalıklar sebep değil sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir. (...) Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize. (...) Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."

"Cenab-ı Hakkın ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusu karşısında diyor ki mürşidim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

"Sabır musibetin ilk anındadır..." buyuruyor Aleyhissalatuvesselam da. Hakikaten o ilk anlarda bir turnusolluk var. İçerinin asl-ı rengi o şok anlarında tasannusuz/yapmacıksız bir şekilde dışarıya vuruyor. Sanıyorum, hem o hanım psikolog, hem Gabor Mate, hem mürşidim aynı noktaya farklı açılardan parmak basıyorlar. Bizim, o şok anlarında doğru çizgide kalabilmek için, sadece dışımıza değil, içimize de olumlu mesajlar vermemiz gerek. Peki bunu nasıl başaracağız? Bunu ancak bizi yaratanın öğrettiği kelimat-ı mübareke ile başarabiliriz.

İbadetler sırasında söylediğimiz herşey, yaptığımız her hareket, tekrar ile kendimize hatırlattığımız bir anlam dünyasına karşılık geliyor kanaatimce. Hayatta kalmalarıyla ancak hayata tutunabileceğimiz manalara cansuyu döküyoruz onlarla. Namazda, her halden hale geçişte tekrar ettiğimiz 'Allahu Ekber'lerin, hayattaki halden hale geçişlerimizde "Nasıl bir sorunla karşılarsan karşılaş, merhametli sahibin Allah, ondan daha büyüktür!" çağrışımı taşıdığı ve hatta aşıladığını söyleyemez miyiz? Yine 'Elhamdülillah'ların, 'Subhanallah'ların, 'Bismillah'ların da bu anlamda 'bizden bize mektuplar' şeklinde okunabileceği düşünemez miyiz? Evet, elbette, ibadetlerle öncelikle rıza-i ilahîyi kazanmaya çalışıyoruz. İhlası da burada zaten. Fakat diğer taraftan, gündelik yaşamda verdiğimiz yanlış mesajlar nedeniyle sürekli yara alan fıtratımızın, bu ibadetler sırasında aldıkları doğru mesajlarla kendisini tazelediği de bir gerçek.

Ben şimdi hem Kur'an'da ve sünnette zikrullaha yapılan vurgunun ve hem de tasavvuf mesleğinin ayrıca ona verdiği önemin böylesi bir 'ağaç yeşertici' mana taşıdığını düşünüyorum. İçimizdeki iyi şeylerin de yaşatılmaya ihtiyacı var. Melekler ekmekle doymaz. Latifelerin rızkı kelimat-ı mübarekedir. Onlarda saklı olan anlamdır. Hem tekrarlarında ve hem de tefekkürlerinde bizim ayaklarımızı yerden kesen sır budur. Mürşidim bu sadedde der:

"Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar. Çünkü onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever."

İşte, biz onları terkettiğimizde, yanlış mesajların birikmiş sonuçlarıyla hastalıklar olarak yeniden karşılaşıyoruz. Hastalıklardan da yine 'O manaları diriltmen lazım' dersi alıyoruz. Bedenimiz kendisini ortaya koyarak bizi ruhumuza kulak vermeye çağırıyor. Demek içimizdeki saksıları da bir şekilde sulamamız lazım. İçimizdeki çiçeklere de bakmamız lazım. Bakmadığımızda şu güzel çiçekler yavaş yavaş ölüyor. Belki de intihar bahçevanın bostandaki ölülere bakıp varlığını amaçsız hissetmesidir? En nihayet şu noktaya varıyorum. 'Kendine iyi bak!' dediğimiz kadar demeliyiz: 'Meleklerine iyi bak!'

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...