"- İki kurt var. Biri karanlık. Öteki aydınlık. Kavga etseler hangisi kazanır? - Hangisini beslersen." Tomorrowland filminden.
Bir psikolog hanımdan yıllar önce dinlediğim birşeydir. (Yılı, yeri, makamı hatırımda, ama ismi hatırımda kalmamış.) Anımsadığım kadarıyla nakledeceğim. İntihara teşebbüs eden fakat bunu neden yaptığını tam olarak hatırlamayan bir hastası üzerinden demişti ki: Gündelik yaşamda söylediğimiz sözlere dikkat etmeliyiz. Dışarıya doğru söylediğimiz herşey bir açıdan kendimize de söylediklerimizdir. Hiçbir sözümüz sadece dışımızı etkilemez. İnsanın her şikayeti, yorumu, okuması, çıkarımı vs. kendi içine de bir nasihat olarak gider. "Bu hayat yaşanmaz artık!" diye dışarıya dönük olarak ettiğimiz her isyan, sadece bir isyan değil, aynı zamanda bilinçaltımıza kendimizden bir mesajdır. Dinamik aklımızdan statik şuurumuza gönderilmiş bir mektuptur. Hayattan şikayet etmeyi huy haline getirmiş insanlarda, üst bilincin kapanacağı herhangi bir şokta, alt bilinç daha önce depoladığı hazır mesajları iradeye yollamaya başlar. Kem sesleri serbest kalır. İrade de fısıldananları yapar.
Anladığım kadarıyla hastasının sorunu da böyle birşeydi. Küçük küçük birçok şeyden şikayet ediyordu. Bu huyunu kabul ediyordu. Fakat bunlardan hiçbirisi, kendi gözünde dahi, intihara götürecek nedenler değildi.
Yıllar sonra mürşidimin şu ifadelerine rastladığımda hemen bu işittiklerim hatırıma geldi: "Eğer iyi temâşâ etsen göreceksin ki, feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder."
Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli kitabında da, Gabor Mate, hastaları üzerinde yaptığı araştırmaları aktarırken diyordu ki: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Kitabı okuyanların hemen farkedeceği üzere, Mate, hastanın dünyasına girilmeden, salt ilaç üzerine kurgulanmış bir tedavinin yeterli başarıya ulaşamayacağını düşünenlerden birisi. Ona göre hastalıklar sebep değil sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir. (...) Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize. (...) Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."
"Cenab-ı Hakkın ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusu karşısında diyor ki mürşidim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."
"Sabır musibetin ilk anındadır..." buyuruyor Aleyhissalatuvesselam da. Hakikaten o ilk anlarda bir turnusolluk var. İçerinin asl-ı rengi o şok anlarında tasannusuz/yapmacıksız bir şekilde dışarıya vuruyor. Sanıyorum, hem o hanım psikolog, hem Gabor Mate, hem mürşidim aynı noktaya farklı açılardan parmak basıyorlar. Bizim, o şok anlarında doğru çizgide kalabilmek için, sadece dışımıza değil, içimize de olumlu mesajlar vermemiz gerek. Peki bunu nasıl başaracağız? Bunu ancak bizi yaratanın öğrettiği kelimat-ı mübareke ile başarabiliriz.
İbadetler sırasında söylediğimiz herşey, yaptığımız her hareket, tekrar ile kendimize hatırlattığımız bir anlam dünyasına karşılık geliyor kanaatimce. Hayatta kalmalarıyla ancak hayata tutunabileceğimiz manalara cansuyu döküyoruz onlarla. Namazda, her halden hale geçişte tekrar ettiğimiz 'Allahu Ekber'lerin, hayattaki halden hale geçişlerimizde "Nasıl bir sorunla karşılarsan karşılaş, merhametli sahibin Allah, ondan daha büyüktür!" çağrışımı taşıdığı ve hatta aşıladığını söyleyemez miyiz? Yine 'Elhamdülillah'ların, 'Subhanallah'ların, 'Bismillah'ların da bu anlamda 'bizden bize mektuplar' şeklinde okunabileceği düşünemez miyiz? Evet, elbette, ibadetlerle öncelikle rıza-i ilahîyi kazanmaya çalışıyoruz. İhlası da burada zaten. Fakat diğer taraftan, gündelik yaşamda verdiğimiz yanlış mesajlar nedeniyle sürekli yara alan fıtratımızın, bu ibadetler sırasında aldıkları doğru mesajlarla kendisini tazelediği de bir gerçek.
Ben şimdi hem Kur'an'da ve sünnette zikrullaha yapılan vurgunun ve hem de tasavvuf mesleğinin ayrıca ona verdiği önemin böylesi bir 'ağaç yeşertici' mana taşıdığını düşünüyorum. İçimizdeki iyi şeylerin de yaşatılmaya ihtiyacı var. Melekler ekmekle doymaz. Latifelerin rızkı kelimat-ı mübarekedir. Onlarda saklı olan anlamdır. Hem tekrarlarında ve hem de tefekkürlerinde bizim ayaklarımızı yerden kesen sır budur. Mürşidim bu sadedde der:
"Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar. Çünkü onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever."
İşte, biz onları terkettiğimizde, yanlış mesajların birikmiş sonuçlarıyla hastalıklar olarak yeniden karşılaşıyoruz. Hastalıklardan da yine 'O manaları diriltmen lazım' dersi alıyoruz. Bedenimiz kendisini ortaya koyarak bizi ruhumuza kulak vermeye çağırıyor. Demek içimizdeki saksıları da bir şekilde sulamamız lazım. İçimizdeki çiçeklere de bakmamız lazım. Bakmadığımızda şu güzel çiçekler yavaş yavaş ölüyor. Belki de intihar bahçevanın bostandaki ölülere bakıp varlığını amaçsız hissetmesidir? En nihayet şu noktaya varıyorum. 'Kendine iyi bak!' dediğimiz kadar demeliyiz: 'Meleklerine iyi bak!'
Gabor Mate etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gabor Mate etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
29 Eylül 2017 Cuma
9 Şubat 2017 Perşembe
Yoksunluk da bir farkındalıktır
Klavyeyi tıklatmaya başladığımda akıp gider cümleler. Ki genelde o cümleler akıp giderken oturmuş olurum bilgisayarın başına. Sayfalar açarım boşa akmasın diye. Bu nedenle benim için yazmak, bir açıdan, akıntının tersine yüzen balıkları yakalamak gibidir. Fakat bugünlerde öyle değil. Bugünlerde akıntının tersine yüzen balık yok. Balıkçı gergin. Yeni birşey mi bu? Değil. Bazen, hesap etsem belki periyotlar içinde, oluyor bu. Böyle zamanlarda farkediyorum: Allah istemese, yani musluğu açmasa veya sürüyü salmasa içimde bir yerlerde, ben kendim balık yaratabilecek güçte değilim. Zaten hiç olmadım. Ne diyor Gabor Mate 'Vücudunuz Hayır Diyorsa'da: "Reçeteler dışarıdan gelir, dönüşüm ise içeride yaşanır." Bunun reçetesi yok fakat dönüşümü var. Bal gibi. Ne olduğunu biliyorum. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Tatsam tanırım. Yapsam yapamam.
Yeknesaklık, bir yönüyle, şirk fikrinin ortaya çıktığı cerbezeye müsait bir yerdir. Birşey tam bir düzenlilik içinde oluyorsa, orada, Allah'ı ve isimlerini görmezden gelmeye başlayabilirsiniz. (Bu tehlike yakındır.) Tekdüzelik dikkati failden alıkoyar. Ama onun gerçekleşmesi (sizce) bir gelişgüzelliğe sahip olduğunda, yani kaideleri sıradanlığı sarstığında (matematikselliğini okuyamaz olduğunuzda), hapı yutarsınız. (Ne güzel bir haptır o!) İşte o zaman içinizde bir yer "Bir Allah olmalı!" diye bağırmaya başlar. "Ben elimde-aklımda tutamıyorum, gidiyorlar, Rahman ve Rahim olan biri ilminde ve kudretinde tutmalı! Güzellikler boşa akmamalı!"
Latife-i Rabbaniye denilen şey bu mu? İhtimallerden ve o ihtimallerin gönlüne yüklediği sıkletten korkan bir yer. Latif olanı, hep olanı, ilmiyle ve kudretiyle her yerde hazır ve nazır olanı hisseden latife. Bir duyu, bir his, bir eksik parça, ama onsuz eksikliğinin de şuurunda olan bir parça. Hepimizin içinde düştüğü o tanımsız boşluk. Yalnız korku değildir insanları Allah'a çağıran kanaatimce. İhtimallerin heybetidir. Olanlardaki cemal kadar olabileceklerdeki celaldir. Demem o ki: Bu açıdan baktığında, perde arkasını görememek, perdenin önündeki mesajı daha güçlü kılıyor. Fakat perde yalnız bundan ibaret değil. Bir de tehlikelisi var.
İşte yeknesaklık, herşeyin matematiksel bir düzende işlemesi, güneşin her sabah doğması ve her akşam batması, bizi, bir yanıyla Allah'a yaklaştıran, bir yanıyla da Allah'tan uzaklaştıran şeyler bunlar. Alındınız mı bu sözüme? Alınmalısınız, evet. Çünkü bunu yeknesak olana yitirdiğiniz hayret yapıyor. Düzen, faili daha şiddetli göstermesi gereken bir ayna iken, salt kendisine edilen hasr-ı nazarla şeffafiyetini yitiriyor. Perde oluyor. Hayret edilesi olanı sadece 'sıradışı olan' olarak tayin ettiğimiz günden beri 'sıradan' perdeli. Hiç sordun mu kendine: Kur'an neden arıdan, sinekten, taştan, inekten, aydan, güneşten bahsediyor? Neden sana karadeliklerin, Bermuda şeytan üçgeninin veya iki başlı yılanların haberleriyle gelmiyor? Çünkü hastasın arkadaşım. Harika olanı sıradanlaştırmakla hastasın. Tedavi olman lazım.
Kur'an da sana sırlı bir şekilde bu hatanı hatırlatıyor: "Allah bir sinekle veya ondan daha aşağı birşeyle misal vermekten çekinmez.(...) Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır." Fasıklığı yalnız amellerde arama, bakışaçında da olabilir fasıklık. Mesela; hep olanı basit, arada bir olanı harika görmeye başlamışsan; bu da bir nazar hastalığıdır. Nitekim güneş doğdu diye şükreden pek bulunmaz da, yağmur yağmayınca duaya çıkan çok olur. Halbuki; harika olan, zarlar her atıldığında altı gelmesi midir, yoksa her atıldığında değişmesi midir? Yoksa ikisi de eşit midir harikalıkta? Belki de tesadüf ve tevafuk aynı şey. Görürsen tevafuk göremezsen tesadüf oluyor. Düzenini kuşatamadığında tesadüf diyorsun. Yakaladığında tevafuk.
Ben de tam bunu diyecektim sana. Bu sıralar zarlarımı atıyorum ama altı gelmiyor. Yazamıyorum. Demek evvelden de getiren ben değilmişim. "Kalemle yazmasını öğreten" ve hatta "insana bilmediğini öğreten" birisi varmış. Hep olsaydı, yani her istediğimde yazabilseydim, yazdıklarımı kendimden sanabilirdim. Derler ki: Firavun ömründe hiç hastalık görmemiş biriymiş. Calut'un bileği bükülmezmiş. Nemrut'un ordusu yenilmezmiş. Keşke bir kere hasta olsaydı. Keşke bir kere bükülseydi. Keşke bir kere yenilseydi. O zaman Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu anlamaz mıydı? Hep olan, aynı olan, sıradan olan bazen böyle nefsi kandırıyor işte. Yoksunluk var ya, böylesi tefekkürler eşliğinde bakınca, o da bir nimet. Hem mürşidim de demiyor mu: "Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."
Yeknesaklık, bir yönüyle, şirk fikrinin ortaya çıktığı cerbezeye müsait bir yerdir. Birşey tam bir düzenlilik içinde oluyorsa, orada, Allah'ı ve isimlerini görmezden gelmeye başlayabilirsiniz. (Bu tehlike yakındır.) Tekdüzelik dikkati failden alıkoyar. Ama onun gerçekleşmesi (sizce) bir gelişgüzelliğe sahip olduğunda, yani kaideleri sıradanlığı sarstığında (matematikselliğini okuyamaz olduğunuzda), hapı yutarsınız. (Ne güzel bir haptır o!) İşte o zaman içinizde bir yer "Bir Allah olmalı!" diye bağırmaya başlar. "Ben elimde-aklımda tutamıyorum, gidiyorlar, Rahman ve Rahim olan biri ilminde ve kudretinde tutmalı! Güzellikler boşa akmamalı!"
Latife-i Rabbaniye denilen şey bu mu? İhtimallerden ve o ihtimallerin gönlüne yüklediği sıkletten korkan bir yer. Latif olanı, hep olanı, ilmiyle ve kudretiyle her yerde hazır ve nazır olanı hisseden latife. Bir duyu, bir his, bir eksik parça, ama onsuz eksikliğinin de şuurunda olan bir parça. Hepimizin içinde düştüğü o tanımsız boşluk. Yalnız korku değildir insanları Allah'a çağıran kanaatimce. İhtimallerin heybetidir. Olanlardaki cemal kadar olabileceklerdeki celaldir. Demem o ki: Bu açıdan baktığında, perde arkasını görememek, perdenin önündeki mesajı daha güçlü kılıyor. Fakat perde yalnız bundan ibaret değil. Bir de tehlikelisi var.
İşte yeknesaklık, herşeyin matematiksel bir düzende işlemesi, güneşin her sabah doğması ve her akşam batması, bizi, bir yanıyla Allah'a yaklaştıran, bir yanıyla da Allah'tan uzaklaştıran şeyler bunlar. Alındınız mı bu sözüme? Alınmalısınız, evet. Çünkü bunu yeknesak olana yitirdiğiniz hayret yapıyor. Düzen, faili daha şiddetli göstermesi gereken bir ayna iken, salt kendisine edilen hasr-ı nazarla şeffafiyetini yitiriyor. Perde oluyor. Hayret edilesi olanı sadece 'sıradışı olan' olarak tayin ettiğimiz günden beri 'sıradan' perdeli. Hiç sordun mu kendine: Kur'an neden arıdan, sinekten, taştan, inekten, aydan, güneşten bahsediyor? Neden sana karadeliklerin, Bermuda şeytan üçgeninin veya iki başlı yılanların haberleriyle gelmiyor? Çünkü hastasın arkadaşım. Harika olanı sıradanlaştırmakla hastasın. Tedavi olman lazım.
Kur'an da sana sırlı bir şekilde bu hatanı hatırlatıyor: "Allah bir sinekle veya ondan daha aşağı birşeyle misal vermekten çekinmez.(...) Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır." Fasıklığı yalnız amellerde arama, bakışaçında da olabilir fasıklık. Mesela; hep olanı basit, arada bir olanı harika görmeye başlamışsan; bu da bir nazar hastalığıdır. Nitekim güneş doğdu diye şükreden pek bulunmaz da, yağmur yağmayınca duaya çıkan çok olur. Halbuki; harika olan, zarlar her atıldığında altı gelmesi midir, yoksa her atıldığında değişmesi midir? Yoksa ikisi de eşit midir harikalıkta? Belki de tesadüf ve tevafuk aynı şey. Görürsen tevafuk göremezsen tesadüf oluyor. Düzenini kuşatamadığında tesadüf diyorsun. Yakaladığında tevafuk.
Ben de tam bunu diyecektim sana. Bu sıralar zarlarımı atıyorum ama altı gelmiyor. Yazamıyorum. Demek evvelden de getiren ben değilmişim. "Kalemle yazmasını öğreten" ve hatta "insana bilmediğini öğreten" birisi varmış. Hep olsaydı, yani her istediğimde yazabilseydim, yazdıklarımı kendimden sanabilirdim. Derler ki: Firavun ömründe hiç hastalık görmemiş biriymiş. Calut'un bileği bükülmezmiş. Nemrut'un ordusu yenilmezmiş. Keşke bir kere hasta olsaydı. Keşke bir kere bükülseydi. Keşke bir kere yenilseydi. O zaman Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu anlamaz mıydı? Hep olan, aynı olan, sıradan olan bazen böyle nefsi kandırıyor işte. Yoksunluk var ya, böylesi tefekkürler eşliğinde bakınca, o da bir nimet. Hem mürşidim de demiyor mu: "Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."
19 Eylül 2014 Cuma
Hak'sız sabır olur mu? (2)
"İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredebilirsin?" Kehf sûresi, 68.
Vaktiyle "Hak'sız sabır olur mu?" isimli bir yazıda, Asr sûresinde geçen; 'ancak birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtulacağı' ihtarını anlamaya, anladığımca da anlatmaya çalışmıştım. Orada, Bediüzzaman'ın, sabırla ilgili her meselede (veya sabra değindiği her telifinde) bu ayeti rehber edindiğini ve her zaman evveliyetle okurlarına 'sabrı üzerine bina edebilecek bir hak bilgisi' sunmaya çalıştığını söylemiştim. Kısmen alıntılarsam:
“İnsanlara, gerekçesini izah etmeden sabretmelerini söylerseniz; bunu başaramazlar. Çünkü sabredebilmek için önce o ‘sabrın üzerine bina edileceği’ bir mantık, bir izah gerekir. Ki bu meselenin ‘hakkı tavsiye’ boyutudur. Önce hakkı, hakkıyla tahlil edin. Sonra sabrı arkasından söyleyin. Ancak bu şekilde sabır nasihatiniz tesir eder. Üzerine yemin edilen asırlarda/ahirzamanda ‘tavsiyeleşme’ ancak bu şekilde etkili olabilir.”
Bugün de aynı kanaatteyim. Hassaten; Hastalar, İhtiyarlar, Ramazan, İktisat, İhlas gibi risalelerinde Bediüzzaman'ın, ahirzaman (belki de bir yönüyle üzerine yemin edilen, zarar zamanı) insanlarına sabrı öğütlemeden önce, o sabrın ne kazandıracağını ve nasıl kazandıracağını da izah eden metinler ürettiğini düşünüyorum. Yani o eserlerde salt bir sabır tavsiyesi yok. "Sabırlı olun!" deyip insanı öylece emirle başbaşa bırakmıyor bu metinler. Daha sabrı tavsiye etmeden önce o 'sabrın neden sabırsızlıktan daha mantıklı' bir seçenek olduğunu izah ediyor. Öyle ki; onları okuduğunuz zaman hastalık, hapis, ihtiyarlık, fakirlik gibi musibetler 'musibet gibi görünmemeye' başlıyorlar. Adeta kapalı sandığınız kazanç taksimetresi hakkın tavsiyesinin ardından yeniden açılıyor. Demek ki; hak, bu noktada, sabırdan önce 'sabrın amacını ve dayanağını belirleyen bilgi bütünü' olarak düşünülebilir. Asr sûresi de müminlere böylesi bir bilgi üretiminin peşinde olmayı öğütlüyor olabilir.
Peki, "Hak'sız sabır olur mu?" yazısı neden tekrar aklıma geldi? Asıl onu izah edeyim ben: Bir kitaptan ötürü. Gabor Mate'in kaleme aldığı Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli eser. İletişim Yayınlarından okurlara sunulan bu eserde Mate (teolojik değil fakat) benzer birşeyden şikayet ediyor. Modern tıbbın hastalıkları maddeci bir bakış açısına sıkıştırmasından dolayı, tedavi yöntemlerini daraltmasından yakınıyor: "İnsanların yaşam hikayelerinin uygulamada hastalığa ilişkin tıbbi yaklaşımın dışında bırakılması, doktorları etkili iyileştirme araçlarından mahrum bırakmaktadır." Hatta diyor ki: "Bir uzmanın beden ile zihin arasındaki bağlantıyı reddetmesi hiç de şaşırtıcı değil. Sağlık ve hastalık hakkındaki tüm inançlarımıza düalizm (bir olanın ikiye ayrılması) hâkimdir. Bedeni, zihinden ayırarak kavramaya çalışırız. (...) Diğer birçok disiplinin aksine, tıp bilimi Einstein'ın izafiyet teorisinden henüz önemli bir dersi alamamış durumdadır: Gözlemcinin konumu gözlemlenen fenomeni ve gözlem sonuçlarını etkileyecektir."
Nedense burayı okuduğum anda aklıma ilk gelen yer; Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da okurlarına aktardığı, hasta arkadaşıyla arasında geçen konuşmaydı. "'Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım!' diye acı bir şikâyet etti" dediği dostuna birkaç cümleyle öyle bir 'hakkı tavsiye' yapıyordu ki, nihayetinde aynı insanın dilinden şu cümle dökülüyordu: "Elhamdülillah, hastalığım ondan bire indi."
Bu da bir nevi gözlemcinin nazarını/konumunu etkileyerek fenomeni ve gözlem sonuçlarını değiştirmek değil miydi? (Az öncesindeki şekvayı şükre dönüştürüyordu, hem de hastalığı iyileştirmeden.) Mate, İvan İlyiç'ten yaptığı bir alıntıyla, hastanın maneviyatını reddeden modern tıbbı şöyle yeriyordu: "Kimyasal analizler çömlekçiliğin sanatsal değeri hakkında ve anlatabiliyorsa; tıp da iyileşme, ıstırap çekme ve ölme eylemlerinin anlamlı bir şekilde gerçekleşmesi hakkında o kadar şey anlatabilmektedir."
Kitapta bu nazar ve tedavi ilişkisi üzerine verilen pek çok örnek var. Çoğu da Mate'in hastalarıyla yaşadığı şeyler. Örneğin; kanser gibi, ALS gibi, MS gibi hastalıklarda; hatta daha küçük şeylerde bile, insanın manevi dünyasının/karakterinin büyük etkisi olduğunu söylüyor Mate: "Ciddi bir hastalıkla boğuşan hastalarımın hemen hepsi yaşamlarının önemli bir alanında hayır demeyi öğrenememiş kişilerdi." Ve yine: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Yani bir karşı durma yoksunluğu, öğrenilmiş bir acizlik, kendini ifade edememe ezikliği veya Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'gemiye yükünü bırakamama' hali. Hatta Alan ismindeki kanserli bir hastası görüşmeleri sırasında bunu şöyle ifade ediyordu: "Alan: İnsanların benden birşey istemesi yeterli, derhal yaparım. Mate: Kanserden sonra? Mate: Hayır demeyi öğrendim. Sürekli hayır diyorum. (...) Bence hayır demek iyileşmekte büyük bir rol oynuyor." Aynı şeyi astım hastası Joyce da söylüyor: "Hastalığımın bana hayır dedirttiğini farkettim."
Mate, bu yönüyle hastanın dünyasına girilmeden sadece ilaç, gen, hormon, aşı üzerine kurgulanmış bir tedavi sürecinin yeterli başarıyı yakalayamayacağını düşünüyor. Ona göre hastalıklar sebep değil, sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir." Ve yine: "Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize." Ve yine: "Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."
Burası enteresan bir dünyanın kapısını açıyor: Belki de hastalığı yaşamaktaki isteksizliğimiz ve kronik sıkıntılarımızla biz çağırıyoruz? Olamaz mı? Mate'in hastalarıyla yaşadığı birçok olay var buna dair. Mesela; sebebi bulunamayan şiddetli ağrılar çektiği halde, Mate'in tavsiyesiyle, eşiyle yaşadığı sorunlarla yüzleşme kararlılığı göstermiş Fiona'nın birden iyileşmesi gibi.
Her şekilde hayata nasıl bir anlam verdiğimiz, onun bizde nasıl tesir edeceği ile yakından ilintili. Hakkı tavsiyeleşmek bu yönüyle, birbirimizin bakış açısını düzeltmek ve dünyanın üzerimizdeki tesirini gözlemcinin konumuyla oynayarak iyileştirmek gibi. İman bu yüzden güzel, değerli. Çünkü hayatı daha anlamlı ve yaşanılır kılıyor. Hastalıkları bile. Hastalar Risalesi'nde pek çok örneğini okuduğumuz gibi daha katlanılır, hatta okunabilir kılıyor. Yani hastalıklar da bize birşeyler söyletmeye, öğretmeye çalışan araçlara, mektuplara dönüşüyorlar. Kimisi; "Hayır demeyi öğrenmelisin!" diyor. Kimisi; "Eşinle yaşadığın sorunlarla yüzleşmelisin!" Kimisi; "Vergi dairesindeki hiç sevmediğin o işi bırakmalısın!" Kimisi; "Daha sosyal olmalısın!" Kimisi de, Stephen Hawking gibi asıl potansiyelini ölümcül hastalığıyla ortaya çıkarıyor, ki eski eşi şöyle söylüyor hatıralarında: "Her nasılsa, yürüyüş şekli daha sarsak bir hal aldıkça, görüşleri de daha kuvvetli ve cüretkâr bir hal alıyordu."
Gabor Mate'in kitabında böylesi pekçok bilgi ve örnek var. Ona göre hastalıklar bela değil, bize yine bizim bedenimizin gönderdiği mesajlar. "Bağışıklık sisteminin de bir duyu organı olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız." O halde neden sırf sıhhat ile körleştirsin Allah bizi, sağırlaştırsın? Yazı yine beni Bediüzzaman'ın ifadelerine getirdi: "Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir."
“İnsanlara, gerekçesini izah etmeden sabretmelerini söylerseniz; bunu başaramazlar. Çünkü sabredebilmek için önce o ‘sabrın üzerine bina edileceği’ bir mantık, bir izah gerekir. Ki bu meselenin ‘hakkı tavsiye’ boyutudur. Önce hakkı, hakkıyla tahlil edin. Sonra sabrı arkasından söyleyin. Ancak bu şekilde sabır nasihatiniz tesir eder. Üzerine yemin edilen asırlarda/ahirzamanda ‘tavsiyeleşme’ ancak bu şekilde etkili olabilir.”
Bugün de aynı kanaatteyim. Hassaten; Hastalar, İhtiyarlar, Ramazan, İktisat, İhlas gibi risalelerinde Bediüzzaman'ın, ahirzaman (belki de bir yönüyle üzerine yemin edilen, zarar zamanı) insanlarına sabrı öğütlemeden önce, o sabrın ne kazandıracağını ve nasıl kazandıracağını da izah eden metinler ürettiğini düşünüyorum. Yani o eserlerde salt bir sabır tavsiyesi yok. "Sabırlı olun!" deyip insanı öylece emirle başbaşa bırakmıyor bu metinler. Daha sabrı tavsiye etmeden önce o 'sabrın neden sabırsızlıktan daha mantıklı' bir seçenek olduğunu izah ediyor. Öyle ki; onları okuduğunuz zaman hastalık, hapis, ihtiyarlık, fakirlik gibi musibetler 'musibet gibi görünmemeye' başlıyorlar. Adeta kapalı sandığınız kazanç taksimetresi hakkın tavsiyesinin ardından yeniden açılıyor. Demek ki; hak, bu noktada, sabırdan önce 'sabrın amacını ve dayanağını belirleyen bilgi bütünü' olarak düşünülebilir. Asr sûresi de müminlere böylesi bir bilgi üretiminin peşinde olmayı öğütlüyor olabilir.
Peki, "Hak'sız sabır olur mu?" yazısı neden tekrar aklıma geldi? Asıl onu izah edeyim ben: Bir kitaptan ötürü. Gabor Mate'in kaleme aldığı Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli eser. İletişim Yayınlarından okurlara sunulan bu eserde Mate (teolojik değil fakat) benzer birşeyden şikayet ediyor. Modern tıbbın hastalıkları maddeci bir bakış açısına sıkıştırmasından dolayı, tedavi yöntemlerini daraltmasından yakınıyor: "İnsanların yaşam hikayelerinin uygulamada hastalığa ilişkin tıbbi yaklaşımın dışında bırakılması, doktorları etkili iyileştirme araçlarından mahrum bırakmaktadır." Hatta diyor ki: "Bir uzmanın beden ile zihin arasındaki bağlantıyı reddetmesi hiç de şaşırtıcı değil. Sağlık ve hastalık hakkındaki tüm inançlarımıza düalizm (bir olanın ikiye ayrılması) hâkimdir. Bedeni, zihinden ayırarak kavramaya çalışırız. (...) Diğer birçok disiplinin aksine, tıp bilimi Einstein'ın izafiyet teorisinden henüz önemli bir dersi alamamış durumdadır: Gözlemcinin konumu gözlemlenen fenomeni ve gözlem sonuçlarını etkileyecektir."
Nedense burayı okuduğum anda aklıma ilk gelen yer; Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da okurlarına aktardığı, hasta arkadaşıyla arasında geçen konuşmaydı. "'Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım!' diye acı bir şikâyet etti" dediği dostuna birkaç cümleyle öyle bir 'hakkı tavsiye' yapıyordu ki, nihayetinde aynı insanın dilinden şu cümle dökülüyordu: "Elhamdülillah, hastalığım ondan bire indi."
Bu da bir nevi gözlemcinin nazarını/konumunu etkileyerek fenomeni ve gözlem sonuçlarını değiştirmek değil miydi? (Az öncesindeki şekvayı şükre dönüştürüyordu, hem de hastalığı iyileştirmeden.) Mate, İvan İlyiç'ten yaptığı bir alıntıyla, hastanın maneviyatını reddeden modern tıbbı şöyle yeriyordu: "Kimyasal analizler çömlekçiliğin sanatsal değeri hakkında ve anlatabiliyorsa; tıp da iyileşme, ıstırap çekme ve ölme eylemlerinin anlamlı bir şekilde gerçekleşmesi hakkında o kadar şey anlatabilmektedir."
Kitapta bu nazar ve tedavi ilişkisi üzerine verilen pek çok örnek var. Çoğu da Mate'in hastalarıyla yaşadığı şeyler. Örneğin; kanser gibi, ALS gibi, MS gibi hastalıklarda; hatta daha küçük şeylerde bile, insanın manevi dünyasının/karakterinin büyük etkisi olduğunu söylüyor Mate: "Ciddi bir hastalıkla boğuşan hastalarımın hemen hepsi yaşamlarının önemli bir alanında hayır demeyi öğrenememiş kişilerdi." Ve yine: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Yani bir karşı durma yoksunluğu, öğrenilmiş bir acizlik, kendini ifade edememe ezikliği veya Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'gemiye yükünü bırakamama' hali. Hatta Alan ismindeki kanserli bir hastası görüşmeleri sırasında bunu şöyle ifade ediyordu: "Alan: İnsanların benden birşey istemesi yeterli, derhal yaparım. Mate: Kanserden sonra? Mate: Hayır demeyi öğrendim. Sürekli hayır diyorum. (...) Bence hayır demek iyileşmekte büyük bir rol oynuyor." Aynı şeyi astım hastası Joyce da söylüyor: "Hastalığımın bana hayır dedirttiğini farkettim."
Mate, bu yönüyle hastanın dünyasına girilmeden sadece ilaç, gen, hormon, aşı üzerine kurgulanmış bir tedavi sürecinin yeterli başarıyı yakalayamayacağını düşünüyor. Ona göre hastalıklar sebep değil, sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir." Ve yine: "Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize." Ve yine: "Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."
Burası enteresan bir dünyanın kapısını açıyor: Belki de hastalığı yaşamaktaki isteksizliğimiz ve kronik sıkıntılarımızla biz çağırıyoruz? Olamaz mı? Mate'in hastalarıyla yaşadığı birçok olay var buna dair. Mesela; sebebi bulunamayan şiddetli ağrılar çektiği halde, Mate'in tavsiyesiyle, eşiyle yaşadığı sorunlarla yüzleşme kararlılığı göstermiş Fiona'nın birden iyileşmesi gibi.
Her şekilde hayata nasıl bir anlam verdiğimiz, onun bizde nasıl tesir edeceği ile yakından ilintili. Hakkı tavsiyeleşmek bu yönüyle, birbirimizin bakış açısını düzeltmek ve dünyanın üzerimizdeki tesirini gözlemcinin konumuyla oynayarak iyileştirmek gibi. İman bu yüzden güzel, değerli. Çünkü hayatı daha anlamlı ve yaşanılır kılıyor. Hastalıkları bile. Hastalar Risalesi'nde pek çok örneğini okuduğumuz gibi daha katlanılır, hatta okunabilir kılıyor. Yani hastalıklar da bize birşeyler söyletmeye, öğretmeye çalışan araçlara, mektuplara dönüşüyorlar. Kimisi; "Hayır demeyi öğrenmelisin!" diyor. Kimisi; "Eşinle yaşadığın sorunlarla yüzleşmelisin!" Kimisi; "Vergi dairesindeki hiç sevmediğin o işi bırakmalısın!" Kimisi; "Daha sosyal olmalısın!" Kimisi de, Stephen Hawking gibi asıl potansiyelini ölümcül hastalığıyla ortaya çıkarıyor, ki eski eşi şöyle söylüyor hatıralarında: "Her nasılsa, yürüyüş şekli daha sarsak bir hal aldıkça, görüşleri de daha kuvvetli ve cüretkâr bir hal alıyordu."
Gabor Mate'in kitabında böylesi pekçok bilgi ve örnek var. Ona göre hastalıklar bela değil, bize yine bizim bedenimizin gönderdiği mesajlar. "Bağışıklık sisteminin de bir duyu organı olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız." O halde neden sırf sıhhat ile körleştirsin Allah bizi, sağırlaştırsın? Yazı yine beni Bediüzzaman'ın ifadelerine getirdi: "Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...