İletişim Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İletişim Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2014 Cuma

Hak'sız sabır olur mu? (2)

"İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredebilirsin?" Kehf sûresi, 68.

Vaktiyle "Hak'sız sabır olur mu?" isimli bir yazıda, Asr sûresinde geçen; 'ancak birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtulacağı' ihtarını anlamaya, anladığımca da anlatmaya çalışmıştım. Orada, Bediüzzaman'ın, sabırla ilgili her meselede (veya sabra değindiği her telifinde) bu ayeti rehber edindiğini ve her zaman evveliyetle okurlarına 'sabrı üzerine bina edebilecek bir hak bilgisi' sunmaya çalıştığını söylemiştim. Kısmen alıntılarsam:

“İnsanlara, gerekçesini izah etmeden sabretmelerini söylerseniz; bunu başaramazlar. Çünkü sabredebilmek için önce o ‘sabrın üzerine bina edileceği’ bir mantık, bir izah gerekir. Ki bu meselenin ‘hakkı tavsiye’ boyutudur. Önce hakkı, hakkıyla tahlil edin. Sonra sabrı arkasından söyleyin. Ancak bu şekilde sabır nasihatiniz tesir eder. Üzerine yemin edilen asırlarda/ahirzamanda ‘tavsiyeleşme’ ancak bu şekilde etkili olabilir.”

Bugün de aynı kanaatteyim. Hassaten; Hastalar, İhtiyarlar, Ramazan, İktisat, İhlas gibi risalelerinde Bediüzzaman'ın, ahirzaman (belki de bir yönüyle üzerine yemin edilen, zarar zamanı) insanlarına sabrı öğütlemeden önce, o sabrın ne kazandıracağını ve nasıl kazandıracağını da izah eden metinler ürettiğini düşünüyorum. Yani o eserlerde salt bir sabır tavsiyesi yok. "Sabırlı olun!" deyip insanı öylece emirle başbaşa bırakmıyor bu metinler. Daha sabrı tavsiye etmeden önce o 'sabrın neden sabırsızlıktan daha mantıklı' bir seçenek olduğunu izah ediyor. Öyle ki; onları okuduğunuz zaman hastalık, hapis, ihtiyarlık, fakirlik gibi musibetler 'musibet gibi görünmemeye' başlıyorlar. Adeta kapalı sandığınız kazanç taksimetresi hakkın tavsiyesinin ardından yeniden açılıyor. Demek ki; hak, bu noktada, sabırdan önce 'sabrın amacını ve dayanağını belirleyen bilgi bütünü' olarak düşünülebilir. Asr sûresi de müminlere böylesi bir bilgi üretiminin peşinde olmayı öğütlüyor olabilir.

Peki, "Hak'sız sabır olur mu?" yazısı neden tekrar aklıma geldi? Asıl onu izah edeyim ben: Bir kitaptan ötürü. Gabor Mate'in kaleme aldığı Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli eser. İletişim Yayınlarından okurlara sunulan bu eserde Mate (teolojik değil fakat) benzer birşeyden şikayet ediyor. Modern tıbbın hastalıkları maddeci bir bakış açısına sıkıştırmasından dolayı, tedavi yöntemlerini daraltmasından yakınıyor: "İnsanların yaşam hikayelerinin uygulamada hastalığa ilişkin tıbbi yaklaşımın dışında bırakılması, doktorları etkili iyileştirme araçlarından mahrum bırakmaktadır." Hatta diyor ki: "Bir uzmanın beden ile zihin arasındaki bağlantıyı reddetmesi hiç de şaşırtıcı değil. Sağlık ve hastalık hakkındaki tüm inançlarımıza düalizm (bir olanın ikiye ayrılması) hâkimdir. Bedeni, zihinden ayırarak kavramaya çalışırız. (...) Diğer birçok disiplinin aksine, tıp bilimi Einstein'ın izafiyet teorisinden henüz önemli bir dersi alamamış durumdadır: Gözlemcinin konumu gözlemlenen fenomeni ve gözlem sonuçlarını etkileyecektir."

Nedense burayı okuduğum anda aklıma ilk gelen yer; Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da okurlarına aktardığı, hasta arkadaşıyla arasında geçen konuşmaydı. "'Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım!' diye acı bir şikâyet etti" dediği dostuna birkaç cümleyle öyle bir 'hakkı tavsiye' yapıyordu ki, nihayetinde aynı insanın dilinden şu cümle dökülüyordu: "Elhamdülillah, hastalığım ondan bire indi."

Bu da bir nevi gözlemcinin nazarını/konumunu etkileyerek fenomeni ve gözlem sonuçlarını değiştirmek değil miydi? (Az öncesindeki şekvayı şükre dönüştürüyordu, hem de hastalığı iyileştirmeden.) Mate, İvan İlyiç'ten yaptığı bir alıntıyla, hastanın maneviyatını reddeden modern tıbbı şöyle yeriyordu: "Kimyasal analizler çömlekçiliğin sanatsal değeri hakkında ve anlatabiliyorsa; tıp da iyileşme, ıstırap çekme ve ölme eylemlerinin anlamlı bir şekilde gerçekleşmesi hakkında o kadar şey anlatabilmektedir."

Kitapta bu nazar ve tedavi ilişkisi üzerine verilen pek çok örnek var. Çoğu da Mate'in hastalarıyla yaşadığı şeyler. Örneğin; kanser gibi, ALS gibi, MS gibi hastalıklarda; hatta daha küçük şeylerde bile, insanın manevi dünyasının/karakterinin büyük etkisi olduğunu söylüyor Mate: "Ciddi bir hastalıkla boğuşan hastalarımın hemen hepsi yaşamlarının önemli bir alanında hayır demeyi öğrenememiş kişilerdi." Ve yine: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Yani bir karşı durma yoksunluğu, öğrenilmiş bir acizlik, kendini ifade edememe ezikliği veya Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'gemiye yükünü bırakamama' hali. Hatta Alan ismindeki kanserli bir hastası görüşmeleri sırasında bunu şöyle ifade ediyordu: "Alan: İnsanların benden birşey istemesi yeterli, derhal yaparım. Mate: Kanserden sonra? Mate: Hayır demeyi öğrendim. Sürekli hayır diyorum. (...) Bence hayır demek iyileşmekte büyük bir rol oynuyor." Aynı şeyi astım hastası Joyce da söylüyor: "Hastalığımın bana hayır dedirttiğini farkettim."

Mate, bu yönüyle hastanın dünyasına girilmeden sadece ilaç, gen, hormon, aşı üzerine kurgulanmış bir tedavi sürecinin yeterli başarıyı yakalayamayacağını düşünüyor. Ona göre hastalıklar sebep değil, sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir." Ve yine: "Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize." Ve yine: "Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."

Burası enteresan bir dünyanın kapısını açıyor: Belki de hastalığı yaşamaktaki isteksizliğimiz ve kronik sıkıntılarımızla biz çağırıyoruz? Olamaz mı? Mate'in hastalarıyla yaşadığı birçok olay var buna dair. Mesela; sebebi bulunamayan şiddetli ağrılar çektiği halde, Mate'in tavsiyesiyle, eşiyle yaşadığı sorunlarla yüzleşme kararlılığı göstermiş Fiona'nın birden iyileşmesi gibi.

Her şekilde hayata nasıl bir anlam verdiğimiz, onun bizde nasıl tesir edeceği ile yakından ilintili. Hakkı tavsiyeleşmek bu yönüyle, birbirimizin bakış açısını düzeltmek ve dünyanın üzerimizdeki tesirini gözlemcinin konumuyla oynayarak iyileştirmek gibi. İman bu yüzden güzel, değerli. Çünkü hayatı daha anlamlı ve yaşanılır kılıyor. Hastalıkları bile. Hastalar Risalesi'nde pek çok örneğini okuduğumuz gibi daha katlanılır, hatta okunabilir kılıyor. Yani hastalıklar da bize birşeyler söyletmeye, öğretmeye çalışan araçlara, mektuplara dönüşüyorlar. Kimisi; "Hayır demeyi öğrenmelisin!" diyor. Kimisi; "Eşinle yaşadığın sorunlarla yüzleşmelisin!" Kimisi; "Vergi dairesindeki hiç sevmediğin o işi bırakmalısın!" Kimisi; "Daha sosyal olmalısın!" Kimisi de, Stephen Hawking gibi asıl potansiyelini ölümcül hastalığıyla ortaya çıkarıyor, ki eski eşi şöyle söylüyor hatıralarında: "Her nasılsa, yürüyüş şekli daha sarsak bir hal aldıkça, görüşleri de daha kuvvetli ve cüretkâr bir hal alıyordu."

Gabor Mate'in kitabında böylesi pekçok bilgi ve örnek var. Ona göre hastalıklar bela değil, bize yine bizim bedenimizin gönderdiği mesajlar. "Bağışıklık sisteminin de bir duyu organı olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız." O halde neden sırf sıhhat ile körleştirsin Allah bizi, sağırlaştırsın? Yazı yine beni Bediüzzaman'ın ifadelerine getirdi: "Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir."

15 Temmuz 2012 Pazar

Nurculuk, ama hangisi?

Bundan yıllar önce Nur cemaatlerinin sadece ismini duymuş ama içlerinde hiç bulunmamış bir arkadaşıma merakını giderici bilgiler verirken bir sorusunda tıkanıp kalmıştım: “Eğer hepiniz aynı kitabı okuyor ve onun öğretisine göre hareket ediyorsanız, neden bu kadar kola ayrılmış durumdasınız?”

Sohbetin devamında bunların küçük farklar olduğunu; fikre değil şekle ait şeyler olduklarını izah etmeye çalışsam da ne muhatabım, ne de ben benim cevabımdan tatmin olmamıştık. Üstelik aynı arkadaşım ne zaman cemaatlar arası bir gerilimi fark etse, beni bir maille bu durumdan haberdar ediyor ve bir açıklama istiyordu. En son da sadeleştirme üzerine yaşanan gerilimde bana yaşadığı yabancı ülkeden bir mesaj attı ve “Hâlâ mı ‘Yeterince konuşmuyoruz’ diyeceksin?” dedi. Doğrusu cevap veremedim. Geçtiğimiz süreçte de eski cevabımı sorguladım durdum.

Derken, İletişim Yayınlarından çıkan Yavuz Çobanoğlu’na ait “Altın Nesil”in Peşinde isimli eseri okurken hatamın farkına vardım. Bizim aramızdaki ayrılıklar, sanıldığı kadar yüzeysel şeyler değildi. Evet, hepimiz aynı metinleri iftiharla okuyor, dersler yapıyor, örnekler veriyorduk; fakat bir farkla: Her birimiz Risalelerdeki kavramların altını kendimize göre doldurarak ilerliyorduk. Bu da aynı metinden yola çıkan hakikat âşıkları olmamıza rağmen ilerleyen safhalarda çok farklı noktalara varabilen cemaatler olmamızı sebep oluyordu.

Mesela o kitapta Yavuz Çobanoğlu’nun uzun yıllar yaptığı müdakkik okumalar çerçevesinde ortaya çıkardığı Hocaefendi profili, aslında birebir Risale-i Nur öğretisiyle uyuşmayan, pekçok yönünü külliyattan almış, ancak oradaki bazı kavramların altını başka şekilde doldurarak yoluna devam etmiş bir fikrin mahsulü olarak göründü bana. Hatta araştırmaları sırasında bunu fark eden yazar da; “Hocaefendi bu noktada takipçisi olduğu Said Nursî’den ayrılmıştır” gibi cümlelerle tespitini dile getiriyordu. Özellikle bu ayrım “devletçilik” ve “milliyetçilik” gibi noktalarda yaşanıyordu.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bizzat külliyattan aldığı metinleri aktardıktan sonra o kavramların içini daha farklı manalarla doldurarak Risale-i Nur mesleği içinde (bilerek veya bilmeyerek) bir kırılmaya neden oluyordu. Yazar, eseri içinde Hocaefendi’nin eserlerinden, söyleşilerinden ve vaazlarından alıntılarla bunları delillendiriyordu.

Mesela bunlardan “asker” ve “millet” kelimelerine yüklenilen manalar, konuyu izah etmesi açısından harika örneklemelerdi. Bediüzzaman’ın kulluk ve askerlik benzetmesini kendi sohbetlerinde ve eserlerinde çokça istimal eden Fethullah Gülen Hoca­e­fendi, kavramı o noktada bırakmıyor; toplumu da bir ordu disiplini içerisinde otoriteye (bununla da Nurettin Topçu gibi devleti kastediyor) itaat içinde hayal ederek Bediüzza­man’ın hiç de hedeflemediği bir sonuca varıyordu.

Bu noktada Hocaefendi’nin hayal ettiği cemaat sistemi kesinlikle Bediüzzaman’ın hayal ettiğinden daha katı kurallara sahip, daha az farklı sese müsait bir yapıdaydı. Bediüzzaman kendi eserinde cemaat kavramını İslam cemaati düze­yine çıkarıp bazı yerlerde dost, talebe, kardeş gibi kavramlarla genişletirken; Fet­hul­lah Gülen Hocaefendi kendi içinde bir “imamlık” sistemine sahip hiyerarşik bir yapıda şekillenmiş ordu misal bir cemaat düşünüyordu. Bediüzzaman kendi sözlerinin bile mihenge vurulmasını istersen, Hocaefendi farklı seslerin daha çıktığı, belki hiç çıkmadığı bir topluluk hayal ediyordu.

Yine Bediüzzaman’ın millet kavramını kullandığı yerlerden çoklukla alıntı yapan Hocaefendi, o kavramı çoğu yerde Bedi­üzza­man’ın anladığı gibi millet-i İslamiye olarak anlamıyor, bunu da metnin devamında söylediği (Yavuz Çobanoğlu bunu kitaplarından örneklerle ortaya koyuyordu) “bin yıllık mazimiz” veya “bin yıllık şanlı tarihimiz” gibi ifadelerle Türklerin İslamiyete giriş tarihine bağlıyordu. (Halbuki kastettiği millet-i İslamiye olsa belki bindörtyüz sene demeliydi.) Millet kavramının altını bu şekilde doldurduğu için de Risale-i Nur öğretisine göre daha Türk milliyetçisi bir çizgide devam etmeye mecbur oluyordu. Türkçeyi vacip sayarak herkese öğretmeye çalışıyor, ama Kürtçenin caizi­yeti­ni hiç gündemine almıyordu.

Hocaefendi’nin anlamında bir kırılma yaptığı kavramlardan birisi de müsbet hareketti. Müsbet hareketi yalnızca hükmeden otoriteye itaat olarak algılayan Hocaefendi, bu nedenle tesettür konusunda bile bazen “Gerekiyorsa örtünmeyebilirler” tarzı açıklamalar yapabiliyordu. Kitabın içinde örnekleri verildiği şekilde seksen darbesini bile “Keşke olmasa, ama gerekliydi” tarzı yorumlarla değerlendirebiliyordu. Gücü elinde bulunduranlara karşı kesinlikle dik bir çıkış sergilemiyordu.

Bu noktada da Hoca­efendi’nin öğretisi Bediüzzaman’dan ay­rılı­yordu ki, Bediüz­za­man kesinlikle müsbet hareketi bu tarz bir “onaylama” hareketi olarak algılamamıştı. Her zaman tavrını net koymuş, Tesettür Risalesi’nin (yüzdeyüz mahvolacakları ihtimalle yargılandıkları bir mahkemede) savunmasını yapmış ve orada söylediği iki cümle yüzünden aylarca hapis yatmayı göze almıştı. Yine mahkeme safahati esnasında bazı zamanlar Eski Said’in dilini kuşanmaktan çekinmemiş, otoriteyi sorgulayan bir tavır takınmıştı.

Bu gibi farklar bile sanıyorum bir örnek üzerinden bizdeki kırılmaların sebebini anlamaya yetiyor. Bizler aynı metinleri okuyor, ama onların altını başka şekillerde dolduruyoruz. Kavramlarının altının müellifin ifadelerinden daha başka şekilde doldurulmadığı bir Risale öğretisi; sanıyorum bütün dünyayı kucaklayacak olan meslek bu... Yoksa yaşanan her kırılma, davanın önünde bir perde, bir engel olup karşımıza çıkıyor. Bu noktada bizim de artık Risale-i Nur’u Risale-i Nur’dan öğrenmeye başlamamız şart. Daha müdakkik okumalar, bu yolda yardımcımızdır. Tevfik Allah’tan...

3 Temmuz 2012 Salı

Altın nesil tasavvur mu, yoksa ütopya mı?


1910 yılında Doğudaki aşiretlere meşrutiyeti anlatmak için çıktığı yolculukta Bediüzzaman’a şöyle bir sual sorarlar: “Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.” Bediüzzaman bu suale şöyle cevap verir: “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”

Bu dersin eşliğinde başlıyorum yazıma. Çünkü bu yazı, hakikaten faziletçe hakkının verilmesi gerektiğini düşündüğüm bir kişiye dair yazılmış olacak. Daha doğrusu, onun fikriyatı üzerine yazılmış bir kitabın yorumlanması olacak. Ancak bu yazı, bir methiye yazısı değil. Hatta hiç değil. Bu yazı, faziletlerini takdir etmekle birlikte faziletinin esiri olmadan bir insanın fikriyatını mihenge vurabiliyor muyuz sorusunun cevabı olacak. Evet, bu yazı cüretkâr olacak. Fakat Hakkın hatırı âlidir. Benim hakkında konuşacağım şahıstan küçük olmam da onun hakkında konuşamayacağım anlamına gelmez. Nihayetinde Hz. Ömer’e (r.a.) “Seni kılıcımızla düzeltiriz” diyen sahabi de ondan daha faziletli değildir. Ancak ortada Hakkın hatırı olduğundan başka hatırlara bakılmaz.

Bugün size anlatacağım kitabın ismi; “Altın Nesil”in Peşinde: Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak ve Otorite... Yazarı; Yavuz Çobanoğlu... Yayınevi; İletişim. Hocaefendi’nin fikriyatı hakkında yazılmış bu eseri belki duymamış olabilirsiniz, çünkü biz onu övmeyen eserleri, hele birazcık eleştirel bir dille yaklaşanları çok paylaşmayız. Hatta mümkünse üstünü kapatırız. Yok eğer övmüşse azıcık birisi, onu da binbir nümayişle paylaşırız, tavsiye ederiz. Eleştiriyi sevmeyiz çünkü. Biz fazilet esiriyiz. Esaretimizden ötürü yukarılara dair kelam edemeyiz.

Halbuki haklı bir çift kelamın muhataba vereceği katkıyı hangi iltifat verebilir? İltifat belki insanı nefsin dalga boyuna da kaptırabilir, ama insaflı bir eleştiri bunu yapmaz. İnsaflı bir eleştiri, nefs-i emmareden, nefs-i levvameye geçişin de kapısıdır. Bu geçişi sağlamanın ve diri tutmanın anahtarıdır. Bu yüzden eleştiri kıymetlidir ve insaflı bir şekilde varlığı sürmelidir. Binanaleyh Hz. Osman’ın da (r.a.) şehadetine sebep olan fitne Hz. Ebu Zer’in (r.a.) muhalefetinden dolayı Medine’den sürülmesinden sonra yaşanmıştır. İnsaflı muhalefete müsaade edilmelidir ki, insafsızlar yerini alıp ortalığa ateş saçmasın.

Ben de Yavuz Çobanoğlu’nun kaleme aldığı bu eserin Hocaefendi’nin fikriyatı üzerine çok insaflı bir eleştiri dili içerdiğini düşünüyorum. Hatta dikkat ile okunsa pekçok sapmadan cemaat mensuplarını koruyabileceğini sanıyorum. Evet, müellifin ne cemaatle ne de (belki) dindarlıkla bir ilgisi var. Fakat öyle müdakkik bir eleştiri üslubu var ki; bu eleştirileri okuyunca taklidî bir imanın dışında başka bir gerekçeyle oklarından kaçılamıyor. Tamam, belki kimi yerlerde bizim çok dışımızda birisi gibi geliyor dili, olabilir. Ama kitabın genelinde Hocaefendi’nin fikriyatı ile ilgili tespitlerde (delilleri sayılmış) haklılıklar var. İnkar edilemez bir şekilde gözünüze batıyor bunlar.

Mesela Hocaefendi’nin devletçiliği ve milliyetçiliği yazarın yakaladığı iki zayıf damarı. Zayıf damar diyorum, zira bu iki kanal, onun İslam öğretisi anlatırken çekinceli bir dil kullanmasına neden oluyor. Ahlak dilinin pekçok yerde yara almasına sebep oluyor. İffet konusunda birçok nasihatlerde bulunurken İslam’da iffetin bir sembolü olan tesettür konusunda belirsiz kalıyor Hocaefendi. Devletin darbe yaşadığı veya korkusunu çektiği dönemlerde ise özellikle çekiniyor bu konularda konuşmaktan. Hatta bazen “Gerekiyorsa açık olabilirler” tarzında açıklamalar yaparak takva ve devlet çizgisinde devletten yana tavır koyabiliyor.

Yine hiçbir darbe esnasında (80’den itibaren) yapıldıkları sırada onların karşısında durmuyor Hocaefendi. Yazarın örneklerle açıkladığı bir şekilde bazılarını ehven-i şer olarak görüyor. Emniyetin sağlanması adına, antidemokratik yönetimleri de sineye çekmek gerektiğini düşünüyor. Ululemre itaat dersi veriyor. Fakat bunu böyle söylerken diğer yandan Milli Eğitim’i eğitim konusunda eleştirmekten çekinmiyor.

PKK’ya ve teröre karşı çok sert tavır koyarken, diğer taraftan Kürtlerin kimlik haklarına dair (yakın zamanda söyledikleri hariç) bir kelam etmiyor. Oradaki sorunun insanlara şefkat eli uzatmakla çözüleceğini söyleyerek devletin ezberine düşmüş oluyor. Haklarının arkasında durmuyor. Dil konusunda Türkçeyi vacip olarak kabul ediyor, bütün dünyaya öğretilmesine çalışıyor; fakat diğer yandan caiz olan Kürtçeye (yakın zamana kadar) destek vermiyor. Devletin asimilasyon çalışmalarına dair ne 80’lerde, ne de 90’larda bir çıkış yapmıyor. Ancak devlet bir cesaret gönderip bu meselelere dair birşey söylerse, onlara katıldığını beyan ediyor.

Bediüzzaman’ın içinde millet geçen ifadelerini kullanıyor, fakat o milleti Bediüzzaman’ın kullandığı şekilde millet-i İslamiye olarak değil; pekçok yerlerde devamındaki cümlelerle belirttiği şekilde Türk milleti şeklinde anlıyor ve hep Türk tarihi vurgusunu yapıyor. Bu yönüyle İslam’ın genel mesajını, yalnız bir milletin omuzlarında olan yükmüş gibi gösteriyor. Diğerlerini bir nevi görmezden geliyor. Bunun yanısıra Batı’ya 80’lerde çok sert ifadeler kullanırken, 90’lardan sonra aniden hoşgörü mesajlarına dönüştürüyor bunu. O yıllarda basılmış kitaplarını bugünkü baskılarında bile onlara dair çok sert ifadeler bulunuyor. Fakat günümüzde cemaatin, bu sert eleştirilerin uzağında, en azından elit kadrosuyla, olduğunu söylemek güç değil.

Hasılı bu kitap; Hocaefendi’nin fikriyatındaki dalgalanmaları görmek adına sıkı bir metin. Ha, çok insafsız gelecek yerleri olmayacak mıdır, olacaktır elbette. Canımız birazcık yanacaktır. Fakat dışarıdan nasıl göründüğümüzü bilmek şart. Üzerimizde akrep olduğunu söyleyen insana kızılmayacağı gibi bu tarz eleştirilere de kızılmaz. Ben şahsen ortaokul ve lise hayatının büyük bir kısmı cemaatin içinde geçmiş birisi olarak (hâlâ da onlarla temas halinde birisi olarak) kitaptaki eleştirilerin çok kısmını haklı buldum. Hatta içimdeki hislere tercüman olmuş bildim.

Girişte belirttiğim gibi; bize faziletinin esiri olmadan düşüncelerini sınayabileceğimiz kanaat önderleri gerek. Bediüzzaman bile sözümü mihenge vurun derken başkalarının sözlerini eleştirisiz bir şekilde kabul etmek, tahkik mesleğine pek uygun gelmiyor. Biz de artık takkemizi önümüze koyup düşünebilelim: Acaba hatamız var mı? Varsa nerelerde? Nefsi olan sadece kişiler değil, cemaatlerin de bir nefsi var. Ve onları emmareden levvameye çıkarabilmek sağlam bir eleştiri dili oluşturmakla mümkün ancak...

(Not: Bu yazıda kitaba çok konsantre olamadım belki. Ne yapayım, eser çok dolu. Böyle kısa metinler izah etmeye yetmiyor. Şu kadarını söyleyeyim: Kitabın meyvelerini son iki yüz sayfada toplamaya başlayacaksınız. Beş on tashih var, ama küçük şeyler. Yalnız bir zaaf; müellif yeterince Bediüzzaman okuması yapmamış gibi. Kimi yerlerde Gülen Hocaefendi ile Bediüzzaman’ın düşüncelerini birbirinden ayıramıyor. Bediüzzaman’dan aldığını Hocaefendi’nin fikriymiş gibi, Hocaefendi’den aldığını ise Bediüzzaman’ın da düşüncesi böyleymiş gibi sunabiliyor. Keşke cemaatin içinden böyle birisi çıksa da Bediüzzaman ve Hocaefendi fikriyatı arasındaki farkları ortaya koyabilse. Ne diyelim, inşaallah böyleleri de ortaya çıkar. Zira bence Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikriyatında Risalelerle tam anlamıyla uyuşmayacak çok yer var. Mesela yukarıdaki iki örnek, buna misal sayılabilir: Milliyetçilik ve devletçilik... Kitapta çok yerin altını çizdim, ama dedim ya; paylaşmaya kalksam yazı uzar gider. Ne yapalım, bu seferlik böyle olsun. Hepinize güzel okumalar.)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...