15 Temmuz 2012 Pazar

Nurculuk, ama hangisi?

Bundan yıllar önce Nur cemaatlerinin sadece ismini duymuş ama içlerinde hiç bulunmamış bir arkadaşıma merakını giderici bilgiler verirken bir sorusunda tıkanıp kalmıştım: “Eğer hepiniz aynı kitabı okuyor ve onun öğretisine göre hareket ediyorsanız, neden bu kadar kola ayrılmış durumdasınız?”

Sohbetin devamında bunların küçük farklar olduğunu; fikre değil şekle ait şeyler olduklarını izah etmeye çalışsam da ne muhatabım, ne de ben benim cevabımdan tatmin olmamıştık. Üstelik aynı arkadaşım ne zaman cemaatlar arası bir gerilimi fark etse, beni bir maille bu durumdan haberdar ediyor ve bir açıklama istiyordu. En son da sadeleştirme üzerine yaşanan gerilimde bana yaşadığı yabancı ülkeden bir mesaj attı ve “Hâlâ mı ‘Yeterince konuşmuyoruz’ diyeceksin?” dedi. Doğrusu cevap veremedim. Geçtiğimiz süreçte de eski cevabımı sorguladım durdum.

Derken, İletişim Yayınlarından çıkan Yavuz Çobanoğlu’na ait “Altın Nesil”in Peşinde isimli eseri okurken hatamın farkına vardım. Bizim aramızdaki ayrılıklar, sanıldığı kadar yüzeysel şeyler değildi. Evet, hepimiz aynı metinleri iftiharla okuyor, dersler yapıyor, örnekler veriyorduk; fakat bir farkla: Her birimiz Risalelerdeki kavramların altını kendimize göre doldurarak ilerliyorduk. Bu da aynı metinden yola çıkan hakikat âşıkları olmamıza rağmen ilerleyen safhalarda çok farklı noktalara varabilen cemaatler olmamızı sebep oluyordu.

Mesela o kitapta Yavuz Çobanoğlu’nun uzun yıllar yaptığı müdakkik okumalar çerçevesinde ortaya çıkardığı Hocaefendi profili, aslında birebir Risale-i Nur öğretisiyle uyuşmayan, pekçok yönünü külliyattan almış, ancak oradaki bazı kavramların altını başka şekilde doldurarak yoluna devam etmiş bir fikrin mahsulü olarak göründü bana. Hatta araştırmaları sırasında bunu fark eden yazar da; “Hocaefendi bu noktada takipçisi olduğu Said Nursî’den ayrılmıştır” gibi cümlelerle tespitini dile getiriyordu. Özellikle bu ayrım “devletçilik” ve “milliyetçilik” gibi noktalarda yaşanıyordu.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bizzat külliyattan aldığı metinleri aktardıktan sonra o kavramların içini daha farklı manalarla doldurarak Risale-i Nur mesleği içinde (bilerek veya bilmeyerek) bir kırılmaya neden oluyordu. Yazar, eseri içinde Hocaefendi’nin eserlerinden, söyleşilerinden ve vaazlarından alıntılarla bunları delillendiriyordu.

Mesela bunlardan “asker” ve “millet” kelimelerine yüklenilen manalar, konuyu izah etmesi açısından harika örneklemelerdi. Bediüzzaman’ın kulluk ve askerlik benzetmesini kendi sohbetlerinde ve eserlerinde çokça istimal eden Fethullah Gülen Hoca­e­fendi, kavramı o noktada bırakmıyor; toplumu da bir ordu disiplini içerisinde otoriteye (bununla da Nurettin Topçu gibi devleti kastediyor) itaat içinde hayal ederek Bediüzza­man’ın hiç de hedeflemediği bir sonuca varıyordu.

Bu noktada Hocaefendi’nin hayal ettiği cemaat sistemi kesinlikle Bediüzzaman’ın hayal ettiğinden daha katı kurallara sahip, daha az farklı sese müsait bir yapıdaydı. Bediüzzaman kendi eserinde cemaat kavramını İslam cemaati düze­yine çıkarıp bazı yerlerde dost, talebe, kardeş gibi kavramlarla genişletirken; Fet­hul­lah Gülen Hocaefendi kendi içinde bir “imamlık” sistemine sahip hiyerarşik bir yapıda şekillenmiş ordu misal bir cemaat düşünüyordu. Bediüzzaman kendi sözlerinin bile mihenge vurulmasını istersen, Hocaefendi farklı seslerin daha çıktığı, belki hiç çıkmadığı bir topluluk hayal ediyordu.

Yine Bediüzzaman’ın millet kavramını kullandığı yerlerden çoklukla alıntı yapan Hocaefendi, o kavramı çoğu yerde Bedi­üzza­man’ın anladığı gibi millet-i İslamiye olarak anlamıyor, bunu da metnin devamında söylediği (Yavuz Çobanoğlu bunu kitaplarından örneklerle ortaya koyuyordu) “bin yıllık mazimiz” veya “bin yıllık şanlı tarihimiz” gibi ifadelerle Türklerin İslamiyete giriş tarihine bağlıyordu. (Halbuki kastettiği millet-i İslamiye olsa belki bindörtyüz sene demeliydi.) Millet kavramının altını bu şekilde doldurduğu için de Risale-i Nur öğretisine göre daha Türk milliyetçisi bir çizgide devam etmeye mecbur oluyordu. Türkçeyi vacip sayarak herkese öğretmeye çalışıyor, ama Kürtçenin caizi­yeti­ni hiç gündemine almıyordu.

Hocaefendi’nin anlamında bir kırılma yaptığı kavramlardan birisi de müsbet hareketti. Müsbet hareketi yalnızca hükmeden otoriteye itaat olarak algılayan Hocaefendi, bu nedenle tesettür konusunda bile bazen “Gerekiyorsa örtünmeyebilirler” tarzı açıklamalar yapabiliyordu. Kitabın içinde örnekleri verildiği şekilde seksen darbesini bile “Keşke olmasa, ama gerekliydi” tarzı yorumlarla değerlendirebiliyordu. Gücü elinde bulunduranlara karşı kesinlikle dik bir çıkış sergilemiyordu.

Bu noktada da Hoca­efendi’nin öğretisi Bediüzzaman’dan ay­rılı­yordu ki, Bediüz­za­man kesinlikle müsbet hareketi bu tarz bir “onaylama” hareketi olarak algılamamıştı. Her zaman tavrını net koymuş, Tesettür Risalesi’nin (yüzdeyüz mahvolacakları ihtimalle yargılandıkları bir mahkemede) savunmasını yapmış ve orada söylediği iki cümle yüzünden aylarca hapis yatmayı göze almıştı. Yine mahkeme safahati esnasında bazı zamanlar Eski Said’in dilini kuşanmaktan çekinmemiş, otoriteyi sorgulayan bir tavır takınmıştı.

Bu gibi farklar bile sanıyorum bir örnek üzerinden bizdeki kırılmaların sebebini anlamaya yetiyor. Bizler aynı metinleri okuyor, ama onların altını başka şekillerde dolduruyoruz. Kavramlarının altının müellifin ifadelerinden daha başka şekilde doldurulmadığı bir Risale öğretisi; sanıyorum bütün dünyayı kucaklayacak olan meslek bu... Yoksa yaşanan her kırılma, davanın önünde bir perde, bir engel olup karşımıza çıkıyor. Bu noktada bizim de artık Risale-i Nur’u Risale-i Nur’dan öğrenmeye başlamamız şart. Daha müdakkik okumalar, bu yolda yardımcımızdır. Tevfik Allah’tan...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...