Efendim, malumunuz; hain ilan edilmenin çok kolay olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hatta öyle ki; birazcık ezber bozan şeyler söylemeniz yetiyor hain ilan edilmeniz için. Çok yolu var: Mesela cemaati/hocaefendiyi eleştirirseniz cemaatin haini; devletçiliği, laikliği, Mustafa Kemal'i veya herhangi bir inkılabı eleştirirseniz vatan haini; abileri ve uygulamalarını eleştirirseniz nurculuğun haini sayılabilirsiniz.
Bunun yanında Türk olup da milliyetçilikle bir sorununuz varsa, kanınıza ihanet etmiş olmakla suçlanmanız da mümkün. (Aynısı diğer milletler için de geçerli.) Osmanlı'ya ve sistemine dair eleştirileriniz varsa, yine bir tür hainlikle yaftalanabilirsiniz. Çeşitler bol. Seç, beğen, al. Diyorum ya; kolay bu ülkede hain ilan edilmek. Özellikle de azınlık haklarına dair birşeyler söylüyorsanız. O zaman hemen yakanıza yapıştırılıyor hain damgası. Daha hiçbir lafınıza da güven olmuyor. Hainsiniz ya. Hainin sözünüze itibar edilir mi?
Kürtler, Ermeniler, Araplar, Arnavutlar, Rumlar, vs... Hangi azınlık yahut kurucu millet hakkında siteminiz varsa sisteme; hangi yakın tarih olayı sorgulanıyorsa, işiniz bitti, sizinle konuşulmasına gerek yok artık. Vatan adına ne yapmışsınız, nasıl bir hayat yaşamışsınız artık bunlar hiç mühim değil. Düpedüz hainsiniz. Ezber bozuyorsanız, sınıyorsanız, hainsiniz. Başka şık yok.
Ben bu hastalığın bir günümüz hastalığı olduğunu sanırdım. Ulus-devletçiliğin ve milliyetçiliğin yükselişiyle başımıza açılmış bir bela olduğunu düşünürdüm. Fakat değilmiş. Bugün okuduğum Tâhâ sûresi, meselenin böyle olmadığını bana gösterdi.
Malumunuz, Hz. Musa zamanında, Mısır'da Kıptîler ve İsrailoğulları beraber yaşamaktaydılar. Kıptîler iktidarda ve çoğunluktaydılar. İsrailoğulları da genelde köle olarak çalıştırılıyorlardı. Tamamı köle olmasa da Mısır'daki toplumsal hiyerarşide yerlerinin aşağıda olduğu çok belli. Ve içlerinden Hz. Musa ve Hz. Harun peygamberler çıktı. İki peygamber, beraberce Firavun'un sarayına vardılar ve onu hakikate çağırdılar. Firavun, kabul etmediği gibi, nasıl bir suçlamada bulundu biliyor musunuz? Tâhâ 57, şöyle naklediyor bizlere: "Dedi ki (Firavun): Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin, ey Musa?"
Buraya dikkatinizi istirham edeceğim. Firavun, tehlikeyi nasıl algılıyor? Doğrudan ulus (bizi) ve ülke (yurdumuzdan) bazlı değil mi? Rejim ve toprak tehlikesi gibi görüyor olayı. Onun bu hali, ne kadar da bu zamanın cadı avcılarının haline benziyor. Bugünlerde de siz ezilen/ezilmiş bir azınlık için konuşmuş olsanız, (mesela 6-7 Eylül olaylarını, Dersim'i, Maraş hadisesini hatırlatsanız) sözlerinizin insafına bakılmadan ağzınıza aynı şey yapıştırılıyor: "Bu adam bölücülük yapıyor!" O zaman Firavuncuları veya bu zamanın farklı versiyonları. Tepkiler o kadar aynı ki...
İlerlemeye devam edelim. Birkaç ayet sonra sihirbazlar da fısıldaşırken aynı telkinde bulunuyorlar içlerinden Hz. Musa'ya meyledenlere: "Şöyle dediler: 'Bu ikisi, muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece.'"
Bakınız, argüman aynı. Demek ki, ne o devrin ne de bu zamanın ulusçularında mantık farkı var. Her iki taraf da karşısındakinin sözlerini değerlendirmeden, onların vatan için tehlike oluşturduğu tezi üzerinden çalışıyorlar. İçlerinden meyledebilecekleri bu korkuyla vazgeçiriyorlar. Halbuki Hz. Musa, bir kez bile onları vatanlarıyla ilgili tehdit etmiyor.
Vahyi indiren Rabbe şükürler olsun ki, böyle kıssalarla yalnızlığımızı alıyor. Bu zamandan ta o zamana, haksız ve yalnız olmadığımızı, peygamber kıssalarıyla hatırlatıyor. Başkalarının dediği de artık umurunuzda olmuyor. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de dediğine geliyorsunuz en nihayet: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." İşte Hz. Musa'nın kıssasından bir düstur-u küllî: "Bir ulusçuluğun tağutuna ve sistem anlayışına eleştiri geliştirirseniz, alacağınız ilk tepki 'vatan hainliği' olacaktır."
Not: Burada 30. Söz'ün haşiyelerinden birisini anımsayalım. Sihir ile kastedilenin ne olduğuna dair bakışımızı değiştirebilir: "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafındasihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder."
Devletçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Devletçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Eylül 2013 Cumartesi
15 Temmuz 2012 Pazar
Nurculuk, ama hangisi?
Bundan yıllar önce Nur cemaatlerinin sadece ismini duymuş ama içlerinde hiç bulunmamış bir arkadaşıma merakını giderici bilgiler verirken bir sorusunda tıkanıp kalmıştım: “Eğer hepiniz aynı kitabı okuyor ve onun öğretisine göre hareket ediyorsanız, neden bu kadar kola ayrılmış durumdasınız?”
Sohbetin devamında bunların küçük farklar olduğunu; fikre değil şekle ait şeyler olduklarını izah etmeye çalışsam da ne muhatabım, ne de ben benim cevabımdan tatmin olmamıştık. Üstelik aynı arkadaşım ne zaman cemaatlar arası bir gerilimi fark etse, beni bir maille bu durumdan haberdar ediyor ve bir açıklama istiyordu. En son da sadeleştirme üzerine yaşanan gerilimde bana yaşadığı yabancı ülkeden bir mesaj attı ve “Hâlâ mı ‘Yeterince konuşmuyoruz’ diyeceksin?” dedi. Doğrusu cevap veremedim. Geçtiğimiz süreçte de eski cevabımı sorguladım durdum.
Derken, İletişim Yayınlarından çıkan Yavuz Çobanoğlu’na ait “Altın Nesil”in Peşinde isimli eseri okurken hatamın farkına vardım. Bizim aramızdaki ayrılıklar, sanıldığı kadar yüzeysel şeyler değildi. Evet, hepimiz aynı metinleri iftiharla okuyor, dersler yapıyor, örnekler veriyorduk; fakat bir farkla: Her birimiz Risalelerdeki kavramların altını kendimize göre doldurarak ilerliyorduk. Bu da aynı metinden yola çıkan hakikat âşıkları olmamıza rağmen ilerleyen safhalarda çok farklı noktalara varabilen cemaatler olmamızı sebep oluyordu.
Mesela o kitapta Yavuz Çobanoğlu’nun uzun yıllar yaptığı müdakkik okumalar çerçevesinde ortaya çıkardığı Hocaefendi profili, aslında birebir Risale-i Nur öğretisiyle uyuşmayan, pekçok yönünü külliyattan almış, ancak oradaki bazı kavramların altını başka şekilde doldurarak yoluna devam etmiş bir fikrin mahsulü olarak göründü bana. Hatta araştırmaları sırasında bunu fark eden yazar da; “Hocaefendi bu noktada takipçisi olduğu Said Nursî’den ayrılmıştır” gibi cümlelerle tespitini dile getiriyordu. Özellikle bu ayrım “devletçilik” ve “milliyetçilik” gibi noktalarda yaşanıyordu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bizzat külliyattan aldığı metinleri aktardıktan sonra o kavramların içini daha farklı manalarla doldurarak Risale-i Nur mesleği içinde (bilerek veya bilmeyerek) bir kırılmaya neden oluyordu. Yazar, eseri içinde Hocaefendi’nin eserlerinden, söyleşilerinden ve vaazlarından alıntılarla bunları delillendiriyordu.
Mesela bunlardan “asker” ve “millet” kelimelerine yüklenilen manalar, konuyu izah etmesi açısından harika örneklemelerdi. Bediüzzaman’ın kulluk ve askerlik benzetmesini kendi sohbetlerinde ve eserlerinde çokça istimal eden Fethullah Gülen Hocaefendi, kavramı o noktada bırakmıyor; toplumu da bir ordu disiplini içerisinde otoriteye (bununla da Nurettin Topçu gibi devleti kastediyor) itaat içinde hayal ederek Bediüzzaman’ın hiç de hedeflemediği bir sonuca varıyordu.
Bu noktada Hocaefendi’nin hayal ettiği cemaat sistemi kesinlikle Bediüzzaman’ın hayal ettiğinden daha katı kurallara sahip, daha az farklı sese müsait bir yapıdaydı. Bediüzzaman kendi eserinde cemaat kavramını İslam cemaati düzeyine çıkarıp bazı yerlerde dost, talebe, kardeş gibi kavramlarla genişletirken; Fethullah Gülen Hocaefendi kendi içinde bir “imamlık” sistemine sahip hiyerarşik bir yapıda şekillenmiş ordu misal bir cemaat düşünüyordu. Bediüzzaman kendi sözlerinin bile mihenge vurulmasını istersen, Hocaefendi farklı seslerin daha çıktığı, belki hiç çıkmadığı bir topluluk hayal ediyordu.
Yine Bediüzzaman’ın millet kavramını kullandığı yerlerden çoklukla alıntı yapan Hocaefendi, o kavramı çoğu yerde Bediüzzaman’ın anladığı gibi millet-i İslamiye olarak anlamıyor, bunu da metnin devamında söylediği (Yavuz Çobanoğlu bunu kitaplarından örneklerle ortaya koyuyordu) “bin yıllık mazimiz” veya “bin yıllık şanlı tarihimiz” gibi ifadelerle Türklerin İslamiyete giriş tarihine bağlıyordu. (Halbuki kastettiği millet-i İslamiye olsa belki bindörtyüz sene demeliydi.) Millet kavramının altını bu şekilde doldurduğu için de Risale-i Nur öğretisine göre daha Türk milliyetçisi bir çizgide devam etmeye mecbur oluyordu. Türkçeyi vacip sayarak herkese öğretmeye çalışıyor, ama Kürtçenin caiziyetini hiç gündemine almıyordu.
Hocaefendi’nin anlamında bir kırılma yaptığı kavramlardan birisi de müsbet hareketti. Müsbet hareketi yalnızca hükmeden otoriteye itaat olarak algılayan Hocaefendi, bu nedenle tesettür konusunda bile bazen “Gerekiyorsa örtünmeyebilirler” tarzı açıklamalar yapabiliyordu. Kitabın içinde örnekleri verildiği şekilde seksen darbesini bile “Keşke olmasa, ama gerekliydi” tarzı yorumlarla değerlendirebiliyordu. Gücü elinde bulunduranlara karşı kesinlikle dik bir çıkış sergilemiyordu.
Bu noktada da Hocaefendi’nin öğretisi Bediüzzaman’dan ayrılıyordu ki, Bediüzzaman kesinlikle müsbet hareketi bu tarz bir “onaylama” hareketi olarak algılamamıştı. Her zaman tavrını net koymuş, Tesettür Risalesi’nin (yüzdeyüz mahvolacakları ihtimalle yargılandıkları bir mahkemede) savunmasını yapmış ve orada söylediği iki cümle yüzünden aylarca hapis yatmayı göze almıştı. Yine mahkeme safahati esnasında bazı zamanlar Eski Said’in dilini kuşanmaktan çekinmemiş, otoriteyi sorgulayan bir tavır takınmıştı.
Bu gibi farklar bile sanıyorum bir örnek üzerinden bizdeki kırılmaların sebebini anlamaya yetiyor. Bizler aynı metinleri okuyor, ama onların altını başka şekillerde dolduruyoruz. Kavramlarının altının müellifin ifadelerinden daha başka şekilde doldurulmadığı bir Risale öğretisi; sanıyorum bütün dünyayı kucaklayacak olan meslek bu... Yoksa yaşanan her kırılma, davanın önünde bir perde, bir engel olup karşımıza çıkıyor. Bu noktada bizim de artık Risale-i Nur’u Risale-i Nur’dan öğrenmeye başlamamız şart. Daha müdakkik okumalar, bu yolda yardımcımızdır. Tevfik Allah’tan...
Sohbetin devamında bunların küçük farklar olduğunu; fikre değil şekle ait şeyler olduklarını izah etmeye çalışsam da ne muhatabım, ne de ben benim cevabımdan tatmin olmamıştık. Üstelik aynı arkadaşım ne zaman cemaatlar arası bir gerilimi fark etse, beni bir maille bu durumdan haberdar ediyor ve bir açıklama istiyordu. En son da sadeleştirme üzerine yaşanan gerilimde bana yaşadığı yabancı ülkeden bir mesaj attı ve “Hâlâ mı ‘Yeterince konuşmuyoruz’ diyeceksin?” dedi. Doğrusu cevap veremedim. Geçtiğimiz süreçte de eski cevabımı sorguladım durdum.
Derken, İletişim Yayınlarından çıkan Yavuz Çobanoğlu’na ait “Altın Nesil”in Peşinde isimli eseri okurken hatamın farkına vardım. Bizim aramızdaki ayrılıklar, sanıldığı kadar yüzeysel şeyler değildi. Evet, hepimiz aynı metinleri iftiharla okuyor, dersler yapıyor, örnekler veriyorduk; fakat bir farkla: Her birimiz Risalelerdeki kavramların altını kendimize göre doldurarak ilerliyorduk. Bu da aynı metinden yola çıkan hakikat âşıkları olmamıza rağmen ilerleyen safhalarda çok farklı noktalara varabilen cemaatler olmamızı sebep oluyordu.
Mesela o kitapta Yavuz Çobanoğlu’nun uzun yıllar yaptığı müdakkik okumalar çerçevesinde ortaya çıkardığı Hocaefendi profili, aslında birebir Risale-i Nur öğretisiyle uyuşmayan, pekçok yönünü külliyattan almış, ancak oradaki bazı kavramların altını başka şekilde doldurarak yoluna devam etmiş bir fikrin mahsulü olarak göründü bana. Hatta araştırmaları sırasında bunu fark eden yazar da; “Hocaefendi bu noktada takipçisi olduğu Said Nursî’den ayrılmıştır” gibi cümlelerle tespitini dile getiriyordu. Özellikle bu ayrım “devletçilik” ve “milliyetçilik” gibi noktalarda yaşanıyordu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bizzat külliyattan aldığı metinleri aktardıktan sonra o kavramların içini daha farklı manalarla doldurarak Risale-i Nur mesleği içinde (bilerek veya bilmeyerek) bir kırılmaya neden oluyordu. Yazar, eseri içinde Hocaefendi’nin eserlerinden, söyleşilerinden ve vaazlarından alıntılarla bunları delillendiriyordu.
Mesela bunlardan “asker” ve “millet” kelimelerine yüklenilen manalar, konuyu izah etmesi açısından harika örneklemelerdi. Bediüzzaman’ın kulluk ve askerlik benzetmesini kendi sohbetlerinde ve eserlerinde çokça istimal eden Fethullah Gülen Hocaefendi, kavramı o noktada bırakmıyor; toplumu da bir ordu disiplini içerisinde otoriteye (bununla da Nurettin Topçu gibi devleti kastediyor) itaat içinde hayal ederek Bediüzzaman’ın hiç de hedeflemediği bir sonuca varıyordu.
Bu noktada Hocaefendi’nin hayal ettiği cemaat sistemi kesinlikle Bediüzzaman’ın hayal ettiğinden daha katı kurallara sahip, daha az farklı sese müsait bir yapıdaydı. Bediüzzaman kendi eserinde cemaat kavramını İslam cemaati düzeyine çıkarıp bazı yerlerde dost, talebe, kardeş gibi kavramlarla genişletirken; Fethullah Gülen Hocaefendi kendi içinde bir “imamlık” sistemine sahip hiyerarşik bir yapıda şekillenmiş ordu misal bir cemaat düşünüyordu. Bediüzzaman kendi sözlerinin bile mihenge vurulmasını istersen, Hocaefendi farklı seslerin daha çıktığı, belki hiç çıkmadığı bir topluluk hayal ediyordu.
Yine Bediüzzaman’ın millet kavramını kullandığı yerlerden çoklukla alıntı yapan Hocaefendi, o kavramı çoğu yerde Bediüzzaman’ın anladığı gibi millet-i İslamiye olarak anlamıyor, bunu da metnin devamında söylediği (Yavuz Çobanoğlu bunu kitaplarından örneklerle ortaya koyuyordu) “bin yıllık mazimiz” veya “bin yıllık şanlı tarihimiz” gibi ifadelerle Türklerin İslamiyete giriş tarihine bağlıyordu. (Halbuki kastettiği millet-i İslamiye olsa belki bindörtyüz sene demeliydi.) Millet kavramının altını bu şekilde doldurduğu için de Risale-i Nur öğretisine göre daha Türk milliyetçisi bir çizgide devam etmeye mecbur oluyordu. Türkçeyi vacip sayarak herkese öğretmeye çalışıyor, ama Kürtçenin caiziyetini hiç gündemine almıyordu.
Hocaefendi’nin anlamında bir kırılma yaptığı kavramlardan birisi de müsbet hareketti. Müsbet hareketi yalnızca hükmeden otoriteye itaat olarak algılayan Hocaefendi, bu nedenle tesettür konusunda bile bazen “Gerekiyorsa örtünmeyebilirler” tarzı açıklamalar yapabiliyordu. Kitabın içinde örnekleri verildiği şekilde seksen darbesini bile “Keşke olmasa, ama gerekliydi” tarzı yorumlarla değerlendirebiliyordu. Gücü elinde bulunduranlara karşı kesinlikle dik bir çıkış sergilemiyordu.
Bu noktada da Hocaefendi’nin öğretisi Bediüzzaman’dan ayrılıyordu ki, Bediüzzaman kesinlikle müsbet hareketi bu tarz bir “onaylama” hareketi olarak algılamamıştı. Her zaman tavrını net koymuş, Tesettür Risalesi’nin (yüzdeyüz mahvolacakları ihtimalle yargılandıkları bir mahkemede) savunmasını yapmış ve orada söylediği iki cümle yüzünden aylarca hapis yatmayı göze almıştı. Yine mahkeme safahati esnasında bazı zamanlar Eski Said’in dilini kuşanmaktan çekinmemiş, otoriteyi sorgulayan bir tavır takınmıştı.
Bu gibi farklar bile sanıyorum bir örnek üzerinden bizdeki kırılmaların sebebini anlamaya yetiyor. Bizler aynı metinleri okuyor, ama onların altını başka şekillerde dolduruyoruz. Kavramlarının altının müellifin ifadelerinden daha başka şekilde doldurulmadığı bir Risale öğretisi; sanıyorum bütün dünyayı kucaklayacak olan meslek bu... Yoksa yaşanan her kırılma, davanın önünde bir perde, bir engel olup karşımıza çıkıyor. Bu noktada bizim de artık Risale-i Nur’u Risale-i Nur’dan öğrenmeye başlamamız şart. Daha müdakkik okumalar, bu yolda yardımcımızdır. Tevfik Allah’tan...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...