Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘devletin dinsiz olması’ değildir. Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘dinsizlerin kendilerini devlet sanması’dır. Türkiye’nin de yakın tarihinde başına gelen budur. Evet. Bugün %99’unun kendisini müslüman bildiği şu diyar-ı İslam’da, İslam adına yapılmasa bile, hasbelkader İslam’a uygun verilmiş her hüküm, dinsizler tarafından şiddetle sigaya çekilir. Parmak sallanır. Hesap sorulur. ‘Tukaka’ edilir. (Yakın zamanda İstanbul valiliğinin içki yasağıyla ilgili tepkilerde gördük bunu.)
Kendisini devlet sayan dinsizliğin engizisyonudur aslında yaşanan. Bütün köşeler çoktan tutulmuştur. (B)okçular atış yapmaya başlar. %99 ihtimalle de o hatayı(!) yapmış hükümetlere geri adım attırılır. Zira laikliğin ‘pışpışladığı’ üzere hiçbir toplum normsuz yaşayamaz. Devlet de toplumun şahs-ı manevîsi olduğundan normsuz yapamaz. Eğer bu normlar dinin menfaatine bir şekilde şekillenmeyecekse, ister istemez, taraftarlığı dinin aleyhine olur. Arada nötr bir bölge yoktur. Aliya İzetbegoviç merhumun İslam Deklerasyonu’nda da dediği gibi “Dünyasına nizam verme hakkını mahfuz tutan İslam, sahasında, hiçbir yabancı ideolojinin faaliyet göstermesine olanak tanımaz. Bu nedenle ‘laiklik ilkesi’ diye birşey yoktur ve devletin dine ait değerleri desteklemesi gerekmektedir.”
Uygulamaya bakalım. Türkiye kurulurken anayasamızda yazılı olan “Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır!” ifadesinin 1928’de çıkarılması, devletin nötr bir alana geçmesi şeklinde tecelli etmemiş, geçen süre dinin devletle ilgili her alandan ‘dehdehlenmeye’ çalışılmasıyla hakikatini ortaya koymuştur. Peki devletle ilgili alanlar nerelerdir? İnsanın evinin içi dahi bir yanıyla devleti ilgilendirmez midir? İşte, tam bu eşikten bakınca, İslam’ın da tıpkı sekülerizm gibi ‘hayatın tamamını istediğini’ söyleyenler isabet eder. Yani hayatın tamamını istiyorsanız müslüman olursunuz. Müslümanlık da hayatınıza girdiği anda hayatınızın tamamını Allah adına sizden ister. Siz de Allah adına hayatın tamamını istersiniz. Dolayısıyla devleti de istersiniz. Aynı şey laiklik için de geçerlidir. Laiklik de, İslam’ın ‘Allah’ın emri, Muhammed Mustafa’nın kavliyle’ istediği bütün alanları ‘Sekülerizmin emri, Mustafa Kemal’in kavliyle’ kendisine çağırır. Bu yüzden sanıldığının aksine müslüman gibi müslümanlar ile kemalist gibi kemalistler arasında ortak bir alan yoktur. Tıpkı suyla zeytinyağı gibi imtizaç etmezler. Aziz Nesin haklıdır. İmtizaç ettirebileceklerini sananlar, ikisinden birinde olup, ama samimi olarak orada bulunmayanlardır. Mesela: Teoman’ın yakın zamanda Altaylı ile yaptığı söyleşide söylediklerine gelelim:
“Türkiye laik olmalı. Eğer din devleti olursa toplum arasında uzlaşma alanı kalmıyor. Muhafazakârlar ya bu ülkeyi barışa götürecekler ya da bu ülke kan davasıyla sonsuza kadar gidecek.” Basına bu şekilde yansıyan beyanlarında Teoman samimi midir? Belki kalbinde samimiyet vardır. Fakat fikrî anlamda hesabı verilmemiş bir argümanı savunmaktadır. Sözgelimi: Laikliğin hakikaten ‘bir uzlaşı alanı’ oluşturduğu ne kadar doğrudur? Milan Kundera’nın ‘Efendilerin Barışı’ kavramlaştırması eşliğinde bakarsanız Hitler de barışçıl bir insandır. Stalin de barış istemektedir. Amerika’nın savaş çıkardığı bütün ülkelerde amacı zaten barıştır. Lakin bu barışlar acaba Hakkın veya halkın da ne istediğini sormakta mıdırlar? Herkes kendi sözüne gelindikten sonra barışçıldır. Musa aleyhisselam “Sen benim ilahımsın!” deseydi Firavun’un kavgacı bir tarafı kalır mıydı hiç? Laikliğin kendini uzlaşma zemini olarak görmesinin, en azından müslüman gibi müslümanın dünyasında, yukarıdakinden farkı var mıdır? Varsa nedir? Bana sorarsanız yoktur. Laiklik de müslümandan aynı şekilde imanını istemektedir.
Üstelik tarihsel zeminde de bir gerçeğe isabet etmiyor Teoman. Türkiye dediğimiz bölgenin varlığı yeni değil. Bin yıldır müslümanlar buralarda yaşıyorlar. (Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde bu tarihlerden de daha eskidir.) Bin yıldır İslam üzerine varolmuş bir uzlaşmayı Batılılaşma adına yıktıktan sonra, geçen yüzyıllık kavgayı, ‘Laiklikte uzlaşalım gitsin!’ diye bitirmek(!) biraz ‘asma köprü’ hikâyesine benzemiyor mu? Hani anlatılır: Tek insanın ancak dikkatle ilerleyebildiği bir asma köprüden iki hasım karşıya geçiyormuş. Biri önde diğeri arkada. Arkadan geleni öndekinin dönememesini fırsat bilerek yol boyunca ensesine tokat atıp duruyormuş. Gelgelelim köprünün de bir sonu var. Genişe çıkılınca mazlum intikamını almak üzere hışımla dönmüş. Hasmı hemen ellerine yapışmış: “Yolda ne olduysa oldu. Hadi öpüşüp barışalım. Hakkını helal et.”
Seçimden önce CHP’nin, seçimden sonra da Teoman gibi argümanlar dillendirenlerin, müslüman gibi müslümanlarla hali biraz buna benziyor. Tokat vurabildikleri her darlıkta ensemizi affetmediler. Ne camimize, ne ezanımıza, ne de tesettürümüze acıdılar. Dehdehleyebildikleri her yerden bizi dehdehlediler. Lakin işler değişti. Vaziyet bizim de biraz intikam alabileceğimiz genişliğe döküldü. Şimdi hemen helallik istemeye davranıyorlar. Dahası da var. Bir de “Ensenizi tokatlamamız konusunda uzlaşalım!” diyorlar. “Yoksa kavga edip duracağız.” Gülecek kadar bile dermanımız kalmıyor şaşkınlıktan arkadaşlar. Pişkinliğin bu derecesine ne denilebilir? Ancak susulur. Ama ben böyle şeyler duyduğumda Keloğlan gibi sormadan yapamıyorum: “Adaletin bu mu cazgır?”
Ve Bediüzzaman’ın neredeyse yüzyıl önce bulunduğu öngörünün haklılığını Teoman gibi kabulleniyorum: “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.” Evet. Enerjimizin kaybolduğu doğrudur. Evet. Gündemde çok vakit kaybediyoruz. Fakat kavgayı biz başlatmadık. ‘Allah, Allah’ diyerek aldığımız memlekete “Yallah Arabistan’a!” diyenler çöktüğü için ortalık karıştı. Bir asırdır da bu karışıklık devam ediyor. Beyne beyne enseler kızarıyor. Yakın bir zamanda da sonlanacağa benzemiyor, doğrudur. Ama haberler yine de iyi: Biz de usanası değiliz. Bitirmek isteyenlere çözümü de söylüyoruz: Anayasadan çıkarılan yerine döndüğünde sulh olmaya hazırız. Siz bir ‘Efendi Barışı’ istiyorsanız, biz de ‘Âlemlerin Efendisi’nin barışını istiyoruz, Onun da adı İslam’dır.
Laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Eylül 2023 Pazartesi
7 Eylül 2013 Cumartesi
Firavun'dan günümüze ulusçuluk...
Efendim, malumunuz; hain ilan edilmenin çok kolay olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hatta öyle ki; birazcık ezber bozan şeyler söylemeniz yetiyor hain ilan edilmeniz için. Çok yolu var: Mesela cemaati/hocaefendiyi eleştirirseniz cemaatin haini; devletçiliği, laikliği, Mustafa Kemal'i veya herhangi bir inkılabı eleştirirseniz vatan haini; abileri ve uygulamalarını eleştirirseniz nurculuğun haini sayılabilirsiniz.
Bunun yanında Türk olup da milliyetçilikle bir sorununuz varsa, kanınıza ihanet etmiş olmakla suçlanmanız da mümkün. (Aynısı diğer milletler için de geçerli.) Osmanlı'ya ve sistemine dair eleştirileriniz varsa, yine bir tür hainlikle yaftalanabilirsiniz. Çeşitler bol. Seç, beğen, al. Diyorum ya; kolay bu ülkede hain ilan edilmek. Özellikle de azınlık haklarına dair birşeyler söylüyorsanız. O zaman hemen yakanıza yapıştırılıyor hain damgası. Daha hiçbir lafınıza da güven olmuyor. Hainsiniz ya. Hainin sözünüze itibar edilir mi?
Kürtler, Ermeniler, Araplar, Arnavutlar, Rumlar, vs... Hangi azınlık yahut kurucu millet hakkında siteminiz varsa sisteme; hangi yakın tarih olayı sorgulanıyorsa, işiniz bitti, sizinle konuşulmasına gerek yok artık. Vatan adına ne yapmışsınız, nasıl bir hayat yaşamışsınız artık bunlar hiç mühim değil. Düpedüz hainsiniz. Ezber bozuyorsanız, sınıyorsanız, hainsiniz. Başka şık yok.
Ben bu hastalığın bir günümüz hastalığı olduğunu sanırdım. Ulus-devletçiliğin ve milliyetçiliğin yükselişiyle başımıza açılmış bir bela olduğunu düşünürdüm. Fakat değilmiş. Bugün okuduğum Tâhâ sûresi, meselenin böyle olmadığını bana gösterdi.
Malumunuz, Hz. Musa zamanında, Mısır'da Kıptîler ve İsrailoğulları beraber yaşamaktaydılar. Kıptîler iktidarda ve çoğunluktaydılar. İsrailoğulları da genelde köle olarak çalıştırılıyorlardı. Tamamı köle olmasa da Mısır'daki toplumsal hiyerarşide yerlerinin aşağıda olduğu çok belli. Ve içlerinden Hz. Musa ve Hz. Harun peygamberler çıktı. İki peygamber, beraberce Firavun'un sarayına vardılar ve onu hakikate çağırdılar. Firavun, kabul etmediği gibi, nasıl bir suçlamada bulundu biliyor musunuz? Tâhâ 57, şöyle naklediyor bizlere: "Dedi ki (Firavun): Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin, ey Musa?"
Buraya dikkatinizi istirham edeceğim. Firavun, tehlikeyi nasıl algılıyor? Doğrudan ulus (bizi) ve ülke (yurdumuzdan) bazlı değil mi? Rejim ve toprak tehlikesi gibi görüyor olayı. Onun bu hali, ne kadar da bu zamanın cadı avcılarının haline benziyor. Bugünlerde de siz ezilen/ezilmiş bir azınlık için konuşmuş olsanız, (mesela 6-7 Eylül olaylarını, Dersim'i, Maraş hadisesini hatırlatsanız) sözlerinizin insafına bakılmadan ağzınıza aynı şey yapıştırılıyor: "Bu adam bölücülük yapıyor!" O zaman Firavuncuları veya bu zamanın farklı versiyonları. Tepkiler o kadar aynı ki...
İlerlemeye devam edelim. Birkaç ayet sonra sihirbazlar da fısıldaşırken aynı telkinde bulunuyorlar içlerinden Hz. Musa'ya meyledenlere: "Şöyle dediler: 'Bu ikisi, muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece.'"
Bakınız, argüman aynı. Demek ki, ne o devrin ne de bu zamanın ulusçularında mantık farkı var. Her iki taraf da karşısındakinin sözlerini değerlendirmeden, onların vatan için tehlike oluşturduğu tezi üzerinden çalışıyorlar. İçlerinden meyledebilecekleri bu korkuyla vazgeçiriyorlar. Halbuki Hz. Musa, bir kez bile onları vatanlarıyla ilgili tehdit etmiyor.
Vahyi indiren Rabbe şükürler olsun ki, böyle kıssalarla yalnızlığımızı alıyor. Bu zamandan ta o zamana, haksız ve yalnız olmadığımızı, peygamber kıssalarıyla hatırlatıyor. Başkalarının dediği de artık umurunuzda olmuyor. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de dediğine geliyorsunuz en nihayet: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." İşte Hz. Musa'nın kıssasından bir düstur-u küllî: "Bir ulusçuluğun tağutuna ve sistem anlayışına eleştiri geliştirirseniz, alacağınız ilk tepki 'vatan hainliği' olacaktır."
Not: Burada 30. Söz'ün haşiyelerinden birisini anımsayalım. Sihir ile kastedilenin ne olduğuna dair bakışımızı değiştirebilir: "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafındasihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder."
Bunun yanında Türk olup da milliyetçilikle bir sorununuz varsa, kanınıza ihanet etmiş olmakla suçlanmanız da mümkün. (Aynısı diğer milletler için de geçerli.) Osmanlı'ya ve sistemine dair eleştirileriniz varsa, yine bir tür hainlikle yaftalanabilirsiniz. Çeşitler bol. Seç, beğen, al. Diyorum ya; kolay bu ülkede hain ilan edilmek. Özellikle de azınlık haklarına dair birşeyler söylüyorsanız. O zaman hemen yakanıza yapıştırılıyor hain damgası. Daha hiçbir lafınıza da güven olmuyor. Hainsiniz ya. Hainin sözünüze itibar edilir mi?
Kürtler, Ermeniler, Araplar, Arnavutlar, Rumlar, vs... Hangi azınlık yahut kurucu millet hakkında siteminiz varsa sisteme; hangi yakın tarih olayı sorgulanıyorsa, işiniz bitti, sizinle konuşulmasına gerek yok artık. Vatan adına ne yapmışsınız, nasıl bir hayat yaşamışsınız artık bunlar hiç mühim değil. Düpedüz hainsiniz. Ezber bozuyorsanız, sınıyorsanız, hainsiniz. Başka şık yok.
Ben bu hastalığın bir günümüz hastalığı olduğunu sanırdım. Ulus-devletçiliğin ve milliyetçiliğin yükselişiyle başımıza açılmış bir bela olduğunu düşünürdüm. Fakat değilmiş. Bugün okuduğum Tâhâ sûresi, meselenin böyle olmadığını bana gösterdi.
Malumunuz, Hz. Musa zamanında, Mısır'da Kıptîler ve İsrailoğulları beraber yaşamaktaydılar. Kıptîler iktidarda ve çoğunluktaydılar. İsrailoğulları da genelde köle olarak çalıştırılıyorlardı. Tamamı köle olmasa da Mısır'daki toplumsal hiyerarşide yerlerinin aşağıda olduğu çok belli. Ve içlerinden Hz. Musa ve Hz. Harun peygamberler çıktı. İki peygamber, beraberce Firavun'un sarayına vardılar ve onu hakikate çağırdılar. Firavun, kabul etmediği gibi, nasıl bir suçlamada bulundu biliyor musunuz? Tâhâ 57, şöyle naklediyor bizlere: "Dedi ki (Firavun): Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin, ey Musa?"
Buraya dikkatinizi istirham edeceğim. Firavun, tehlikeyi nasıl algılıyor? Doğrudan ulus (bizi) ve ülke (yurdumuzdan) bazlı değil mi? Rejim ve toprak tehlikesi gibi görüyor olayı. Onun bu hali, ne kadar da bu zamanın cadı avcılarının haline benziyor. Bugünlerde de siz ezilen/ezilmiş bir azınlık için konuşmuş olsanız, (mesela 6-7 Eylül olaylarını, Dersim'i, Maraş hadisesini hatırlatsanız) sözlerinizin insafına bakılmadan ağzınıza aynı şey yapıştırılıyor: "Bu adam bölücülük yapıyor!" O zaman Firavuncuları veya bu zamanın farklı versiyonları. Tepkiler o kadar aynı ki...
İlerlemeye devam edelim. Birkaç ayet sonra sihirbazlar da fısıldaşırken aynı telkinde bulunuyorlar içlerinden Hz. Musa'ya meyledenlere: "Şöyle dediler: 'Bu ikisi, muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece.'"
Bakınız, argüman aynı. Demek ki, ne o devrin ne de bu zamanın ulusçularında mantık farkı var. Her iki taraf da karşısındakinin sözlerini değerlendirmeden, onların vatan için tehlike oluşturduğu tezi üzerinden çalışıyorlar. İçlerinden meyledebilecekleri bu korkuyla vazgeçiriyorlar. Halbuki Hz. Musa, bir kez bile onları vatanlarıyla ilgili tehdit etmiyor.
Vahyi indiren Rabbe şükürler olsun ki, böyle kıssalarla yalnızlığımızı alıyor. Bu zamandan ta o zamana, haksız ve yalnız olmadığımızı, peygamber kıssalarıyla hatırlatıyor. Başkalarının dediği de artık umurunuzda olmuyor. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de dediğine geliyorsunuz en nihayet: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." İşte Hz. Musa'nın kıssasından bir düstur-u küllî: "Bir ulusçuluğun tağutuna ve sistem anlayışına eleştiri geliştirirseniz, alacağınız ilk tepki 'vatan hainliği' olacaktır."
Not: Burada 30. Söz'ün haşiyelerinden birisini anımsayalım. Sihir ile kastedilenin ne olduğuna dair bakışımızı değiştirebilir: "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafındasihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...