Bugünü Yaşama Arzusu'nda Irvin D. Yalom'un aktardığına göre, filozof Arthur Schopenhauer'ın annesi, döneminin 'çok satar' bir aşk romanları yazarıymış. Schopenhauer, Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü'nü yazdığı zaman, biraz da alaycılıkla oğluna takılmış: "Korkarım senin bu kitapların hep raflarda kalacak..." Yani "Kimse alıp okumayacak. Öyle duracaklar. Çürüyecekler..." demeye getirmiş. Schopenhauer abimizse, hey maşaallah, kendinden emin bir şekilde raconu kesmiş: "Evet, anne, senin kitapların unutulup gittiğinde dahi benim kitaplarım hâlâ raflarda olacak!" Hakikaten de zaman Schopenhauer'ı haklı çıkarmıştır. Bugün annesinin ismini/kitaplarını hatırlayan yoktur. Ama Schopenhauer'ın eserleri felsefe meraklılarının ilgi gösterdiği metinler olarak varlıklarını hâlâ sürdürmektedir.
John Freeman'ın 'Bir Yazar Nasıl Okunur'unda misafirim ben de bugünlerde. Kitabın altbaşlığı içeriğini fısıldıyor zaten: 'Çağdaş Dünya edebiyatından Yazarlarla Söyleşiler...' Tanıdık isimler var tabii. Bir tanesi Elif Şafak. Şafak, Türkiye'de bir dönem, kitapları 'çok satanlar' listesinde yeralmış bir isim. Evet. Ben de bazı kitaplarını okudum. Romancılığının abartıldığını düşünürüm hep. Hem de onu 'yerli oryantalistler' zümresinden sayarım. 'Oryantalist' demem yurtdışında dünyaya gelmesinden veya şimdi orada yaşamasından vs. değildir. Müslüman Türkiye'yle ilişkisinin bir Batılının nazar-ı sathîsine sahip olmasındandır. Yani, Elif Şafak, bilâd-ı İslam'ı incelerken ne 'Elif' ne de 'Şafak' olabilmektedir. Pierre Loti kıvamında, tam Batı'nın Asya'yı seyretmeyi sevdiği tepeden, metinlerini üretmektedir.
Freeman'la söyleşisinde de aynı ham tavrın izlerini görmek mümkün. Her neyse... Bu bahsi uzatmayayım. Fakat mezkûr bölümde dikkatimi çeken, Şafak'ın verdiği, Kur'an'la ilgili yanlış bir bilgi var. Yerinden okuyalım: "Kur'an'da, kökleri yukarı doğru, havada olan bir ağaçla ilgili çok sevdiğim bir metafor var. Milliyetçi eleştirmenler bana, 'Köklerin yok, sözde bir Türksün' dedikleri zaman 'Hayır, köklerim var, sadece yerde değiller. Yukarıda, havadalar' diyorum." (Bir Yazar Nasıl Okunur, Hep Kitap, s. 186) Müteyakkızların yakaladığı üzere, Elif Şafak, burada birşeyleri fena karıştırıyor. Evet. Kur'an'da bir ağaç tasviri var. Doğru. İbrahim sûresinin 24. ayetinde. Ki kısacık bir meali de şöyledir: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dalları ise semâdadır."
Tasvir tamam. Ancak, hemen farkettiğiniz gibi, ağaçta Elif Şafak'ın bahsettiği türden bir acayiplik yok. Yani, Kur'an-ı Hakîm, bu ağacı tasvir ederken 'kökleri gökte, dalları aşağıda' demiyor. Ya? Bilakis, 'kökü sabit, dalları ise semada' normal bir ağacın tasviri bu. Şafak'ın tahayyül ettiği gibi değil. Peki, Elif Şafak, Kur'an'da böyle bir ağacın tasvir edildiği fikrine nereden kapıldı? İşte, zurnanın 'zort' dediği yere geliyoruz, çünkü 'yerli oryantalizm' illeti burada başlıyor. Evet. Din hakkında nazar-ı sathî ile konuşmak gabîleşmenin başlangıcıdır. Elif Şafak, cennetteki Tûbâ ağacı ile ilgili işittiği tasvirleri, Kur'an'daki bu ayette geçiyor sanıyor. Belki merak edip hiç "Tam olarak ne söyleniyor yahu?" diye bakmamış. Kulağına geldiği kadarıyla yaşayıp gitmiş. Yerli oryantalistler hep böyle yapar zaten.
Kur'an'da, Ra'd sûresinin 29. ayetinde zikredilen 'Tûbâ'nın ne olduğu ise, mübarek müfessirlerimiz tarafından başka başka şekillerde açıklanmaya çalışılmıştır. Sorularla İslamiyet'te, Abdulbaki Turan imzalı 'Tûbâ' makalesinde, şöyle icmalî bir bilgi veriliyor:
"İman edip güzel amel edenler için Tûbâ ve dönüp gidecek güzel yurd vardır, (er-Ra'd, 13/29) ayetinde geçen 'tûbâ' hakkında İbn Abbas'tan iki rivâyet vardır: Birisi Cennet veya Cennette bir ağaç. Müfessir Kurtubî, Tûbâ'nın Cennette bir ağaç olduğu görüşünü tercih eder ve 'Sahih olan görüş, Tûbâ'nın bir ağaç olduğudur' der (Kurtubî Tefsiri, IX, 317). Zira Süheylî'nin zikrettiği gibi, Utbe İbn Abd es-Sülemî'den rivâyet edilen merfü bir hadis vardır: 'Tûbâ diye adlandırılan ağaç ne iyi ağaçtır!' Tûbâ ile ilgili olarak İmam Ahmed'in Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği mevzu bir hadis de şöyledir: 'Tûbâ, Cennette bir ağaçtır. Uzunluğu yüz yıldır. Cennet ehlinin elbisesi onun çiçek kapçıklarındandır.' Buharî ve Müslim, Sehl İbn Sa'd'dan rivâyet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: 'Şüphesiz Cennette bir ağaç vardır ki, bir binici gölgesinde yüz yıl yürür de o gölgenin sonuna erişemez' Bir rivâyete göre 'süratle koşan at binicisi' olarak geçer. Bundan maksat, o ağacın büyüklüğünü belirtmektir. Mezkûr ayette geçen Tûbâ'ya güzellik, hayır anlamını verenler de olmuştur. Saîd İbn Cübeyr'den gelen bir rivâyete göre Tûbâ'nın hintçe Cennet'in adı olduğu da söylenmiştir."
TDV İslam Ansiklopedisi'ndeki 'Tûbâ' maddesindeyse şu bilgi nakledilmiş: "Mi‘râciyyelerde anlatıldığına göre tûbâ cennetteki ağaçların en büyüğüdür. Kökü arştadır. Dalları cennet halkının meyvelerini kolayca toplayabilmesi için cennetin üstünden zemine doğru sarkmış, ters duran bir ağaçtır. Yüz bin dalı budağı vardır. Budakları la‘l, yaprakları mücevherdendir. Her bir yaprağı binbir türlü görünür. Her dalında çeşit çeşit, bir yiyenin bir daha yediği, dünyadaki yemişlere benzemeyen meyveleri vardır. Baldan, şekerden tatlı ve lezzetlidir. Tûbâ ağacı Hz. Muhammed’e ve ümmetine hastır..." Yani, hülasa, Kur'an'da 'kökleri yukarı doğru' bir ağaç tasviri yok. Bu tasvir Tûbâ ağacına dair rivayetlerde yeralan bir tasvir. Şafak, Tûbâ ağacına dair tasvirlerle İbrahim sûresindeki tasviri karıştırmış, öyle söylemiş.
İlginçtir, Bediüzzaman Hazretleri de, mezkûr ayetin 'tevafuk-i cifrî' ile Risale-i Nur'a baktığını düşünüyor. Daha doğrusu: "Risale-i Nur'a da baktığını düşünüyor." Evet. Kastamonu Lahikası'nda bununla ilgili bir mektubu var. (Kastamonu Lahikası, Söz Basım, s. 82) Demek ki, o ayetten asıl anlaşılması gereken, köklerini havaya/hevaya salmış olmak değil. Hayır. Asla. (Zaten ayetin lafzı da böyle anlaşılmasına izin vermiyor.) Aksine, kökünü hakikatin zeminine sabitleyerek, Kur'an'a-sünnete uygun beyanlarda bulunarak, ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinde ilim izhâr etmektir. Dalları semada ağacımız işte budur. Özsuyunu toprağımızdan alacaktır. Ve bu sahih istikamette zaman sayfasına 'Sözler-kelimeler' eken herkes ayetin kanunu dairesine dahildir. Yani himayesindedir. Onların dallarını Allah göklere kadar uzatacaktır. Ki uzatıyor da... Risale-i Nur'un telif-neşir süreci bu konuda da ayetin tam bir masadakıdır. Hem de bir delilidir. Cenab-ı Hak, kökü hevâda Elif Şafakların değil, kökü Asr-ı Saadet'te Bediüzzamanların sözlerini yeşertmektedir. Tek sezonluk 'çok satan' listelerine aldanmamak gerek. Allah'ın pazarında neyin 'çok satar' olduğu mahşer günü teraziye vurulunca belli olacaktır.
Söyleşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Söyleşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Eylül 2025 Pazar
4 Eylül 2023 Pazartesi
Teoman da Bediüzzaman’a hakverdi sonunda!
Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘devletin dinsiz olması’ değildir. Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘dinsizlerin kendilerini devlet sanması’dır. Türkiye’nin de yakın tarihinde başına gelen budur. Evet. Bugün %99’unun kendisini müslüman bildiği şu diyar-ı İslam’da, İslam adına yapılmasa bile, hasbelkader İslam’a uygun verilmiş her hüküm, dinsizler tarafından şiddetle sigaya çekilir. Parmak sallanır. Hesap sorulur. ‘Tukaka’ edilir. (Yakın zamanda İstanbul valiliğinin içki yasağıyla ilgili tepkilerde gördük bunu.)
Kendisini devlet sayan dinsizliğin engizisyonudur aslında yaşanan. Bütün köşeler çoktan tutulmuştur. (B)okçular atış yapmaya başlar. %99 ihtimalle de o hatayı(!) yapmış hükümetlere geri adım attırılır. Zira laikliğin ‘pışpışladığı’ üzere hiçbir toplum normsuz yaşayamaz. Devlet de toplumun şahs-ı manevîsi olduğundan normsuz yapamaz. Eğer bu normlar dinin menfaatine bir şekilde şekillenmeyecekse, ister istemez, taraftarlığı dinin aleyhine olur. Arada nötr bir bölge yoktur. Aliya İzetbegoviç merhumun İslam Deklerasyonu’nda da dediği gibi “Dünyasına nizam verme hakkını mahfuz tutan İslam, sahasında, hiçbir yabancı ideolojinin faaliyet göstermesine olanak tanımaz. Bu nedenle ‘laiklik ilkesi’ diye birşey yoktur ve devletin dine ait değerleri desteklemesi gerekmektedir.”
Uygulamaya bakalım. Türkiye kurulurken anayasamızda yazılı olan “Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır!” ifadesinin 1928’de çıkarılması, devletin nötr bir alana geçmesi şeklinde tecelli etmemiş, geçen süre dinin devletle ilgili her alandan ‘dehdehlenmeye’ çalışılmasıyla hakikatini ortaya koymuştur. Peki devletle ilgili alanlar nerelerdir? İnsanın evinin içi dahi bir yanıyla devleti ilgilendirmez midir? İşte, tam bu eşikten bakınca, İslam’ın da tıpkı sekülerizm gibi ‘hayatın tamamını istediğini’ söyleyenler isabet eder. Yani hayatın tamamını istiyorsanız müslüman olursunuz. Müslümanlık da hayatınıza girdiği anda hayatınızın tamamını Allah adına sizden ister. Siz de Allah adına hayatın tamamını istersiniz. Dolayısıyla devleti de istersiniz. Aynı şey laiklik için de geçerlidir. Laiklik de, İslam’ın ‘Allah’ın emri, Muhammed Mustafa’nın kavliyle’ istediği bütün alanları ‘Sekülerizmin emri, Mustafa Kemal’in kavliyle’ kendisine çağırır. Bu yüzden sanıldığının aksine müslüman gibi müslümanlar ile kemalist gibi kemalistler arasında ortak bir alan yoktur. Tıpkı suyla zeytinyağı gibi imtizaç etmezler. Aziz Nesin haklıdır. İmtizaç ettirebileceklerini sananlar, ikisinden birinde olup, ama samimi olarak orada bulunmayanlardır. Mesela: Teoman’ın yakın zamanda Altaylı ile yaptığı söyleşide söylediklerine gelelim:
“Türkiye laik olmalı. Eğer din devleti olursa toplum arasında uzlaşma alanı kalmıyor. Muhafazakârlar ya bu ülkeyi barışa götürecekler ya da bu ülke kan davasıyla sonsuza kadar gidecek.” Basına bu şekilde yansıyan beyanlarında Teoman samimi midir? Belki kalbinde samimiyet vardır. Fakat fikrî anlamda hesabı verilmemiş bir argümanı savunmaktadır. Sözgelimi: Laikliğin hakikaten ‘bir uzlaşı alanı’ oluşturduğu ne kadar doğrudur? Milan Kundera’nın ‘Efendilerin Barışı’ kavramlaştırması eşliğinde bakarsanız Hitler de barışçıl bir insandır. Stalin de barış istemektedir. Amerika’nın savaş çıkardığı bütün ülkelerde amacı zaten barıştır. Lakin bu barışlar acaba Hakkın veya halkın da ne istediğini sormakta mıdırlar? Herkes kendi sözüne gelindikten sonra barışçıldır. Musa aleyhisselam “Sen benim ilahımsın!” deseydi Firavun’un kavgacı bir tarafı kalır mıydı hiç? Laikliğin kendini uzlaşma zemini olarak görmesinin, en azından müslüman gibi müslümanın dünyasında, yukarıdakinden farkı var mıdır? Varsa nedir? Bana sorarsanız yoktur. Laiklik de müslümandan aynı şekilde imanını istemektedir.
Üstelik tarihsel zeminde de bir gerçeğe isabet etmiyor Teoman. Türkiye dediğimiz bölgenin varlığı yeni değil. Bin yıldır müslümanlar buralarda yaşıyorlar. (Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde bu tarihlerden de daha eskidir.) Bin yıldır İslam üzerine varolmuş bir uzlaşmayı Batılılaşma adına yıktıktan sonra, geçen yüzyıllık kavgayı, ‘Laiklikte uzlaşalım gitsin!’ diye bitirmek(!) biraz ‘asma köprü’ hikâyesine benzemiyor mu? Hani anlatılır: Tek insanın ancak dikkatle ilerleyebildiği bir asma köprüden iki hasım karşıya geçiyormuş. Biri önde diğeri arkada. Arkadan geleni öndekinin dönememesini fırsat bilerek yol boyunca ensesine tokat atıp duruyormuş. Gelgelelim köprünün de bir sonu var. Genişe çıkılınca mazlum intikamını almak üzere hışımla dönmüş. Hasmı hemen ellerine yapışmış: “Yolda ne olduysa oldu. Hadi öpüşüp barışalım. Hakkını helal et.”
Seçimden önce CHP’nin, seçimden sonra da Teoman gibi argümanlar dillendirenlerin, müslüman gibi müslümanlarla hali biraz buna benziyor. Tokat vurabildikleri her darlıkta ensemizi affetmediler. Ne camimize, ne ezanımıza, ne de tesettürümüze acıdılar. Dehdehleyebildikleri her yerden bizi dehdehlediler. Lakin işler değişti. Vaziyet bizim de biraz intikam alabileceğimiz genişliğe döküldü. Şimdi hemen helallik istemeye davranıyorlar. Dahası da var. Bir de “Ensenizi tokatlamamız konusunda uzlaşalım!” diyorlar. “Yoksa kavga edip duracağız.” Gülecek kadar bile dermanımız kalmıyor şaşkınlıktan arkadaşlar. Pişkinliğin bu derecesine ne denilebilir? Ancak susulur. Ama ben böyle şeyler duyduğumda Keloğlan gibi sormadan yapamıyorum: “Adaletin bu mu cazgır?”
Ve Bediüzzaman’ın neredeyse yüzyıl önce bulunduğu öngörünün haklılığını Teoman gibi kabulleniyorum: “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.” Evet. Enerjimizin kaybolduğu doğrudur. Evet. Gündemde çok vakit kaybediyoruz. Fakat kavgayı biz başlatmadık. ‘Allah, Allah’ diyerek aldığımız memlekete “Yallah Arabistan’a!” diyenler çöktüğü için ortalık karıştı. Bir asırdır da bu karışıklık devam ediyor. Beyne beyne enseler kızarıyor. Yakın bir zamanda da sonlanacağa benzemiyor, doğrudur. Ama haberler yine de iyi: Biz de usanası değiliz. Bitirmek isteyenlere çözümü de söylüyoruz: Anayasadan çıkarılan yerine döndüğünde sulh olmaya hazırız. Siz bir ‘Efendi Barışı’ istiyorsanız, biz de ‘Âlemlerin Efendisi’nin barışını istiyoruz, Onun da adı İslam’dır.
Kendisini devlet sayan dinsizliğin engizisyonudur aslında yaşanan. Bütün köşeler çoktan tutulmuştur. (B)okçular atış yapmaya başlar. %99 ihtimalle de o hatayı(!) yapmış hükümetlere geri adım attırılır. Zira laikliğin ‘pışpışladığı’ üzere hiçbir toplum normsuz yaşayamaz. Devlet de toplumun şahs-ı manevîsi olduğundan normsuz yapamaz. Eğer bu normlar dinin menfaatine bir şekilde şekillenmeyecekse, ister istemez, taraftarlığı dinin aleyhine olur. Arada nötr bir bölge yoktur. Aliya İzetbegoviç merhumun İslam Deklerasyonu’nda da dediği gibi “Dünyasına nizam verme hakkını mahfuz tutan İslam, sahasında, hiçbir yabancı ideolojinin faaliyet göstermesine olanak tanımaz. Bu nedenle ‘laiklik ilkesi’ diye birşey yoktur ve devletin dine ait değerleri desteklemesi gerekmektedir.”
Uygulamaya bakalım. Türkiye kurulurken anayasamızda yazılı olan “Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır!” ifadesinin 1928’de çıkarılması, devletin nötr bir alana geçmesi şeklinde tecelli etmemiş, geçen süre dinin devletle ilgili her alandan ‘dehdehlenmeye’ çalışılmasıyla hakikatini ortaya koymuştur. Peki devletle ilgili alanlar nerelerdir? İnsanın evinin içi dahi bir yanıyla devleti ilgilendirmez midir? İşte, tam bu eşikten bakınca, İslam’ın da tıpkı sekülerizm gibi ‘hayatın tamamını istediğini’ söyleyenler isabet eder. Yani hayatın tamamını istiyorsanız müslüman olursunuz. Müslümanlık da hayatınıza girdiği anda hayatınızın tamamını Allah adına sizden ister. Siz de Allah adına hayatın tamamını istersiniz. Dolayısıyla devleti de istersiniz. Aynı şey laiklik için de geçerlidir. Laiklik de, İslam’ın ‘Allah’ın emri, Muhammed Mustafa’nın kavliyle’ istediği bütün alanları ‘Sekülerizmin emri, Mustafa Kemal’in kavliyle’ kendisine çağırır. Bu yüzden sanıldığının aksine müslüman gibi müslümanlar ile kemalist gibi kemalistler arasında ortak bir alan yoktur. Tıpkı suyla zeytinyağı gibi imtizaç etmezler. Aziz Nesin haklıdır. İmtizaç ettirebileceklerini sananlar, ikisinden birinde olup, ama samimi olarak orada bulunmayanlardır. Mesela: Teoman’ın yakın zamanda Altaylı ile yaptığı söyleşide söylediklerine gelelim:
“Türkiye laik olmalı. Eğer din devleti olursa toplum arasında uzlaşma alanı kalmıyor. Muhafazakârlar ya bu ülkeyi barışa götürecekler ya da bu ülke kan davasıyla sonsuza kadar gidecek.” Basına bu şekilde yansıyan beyanlarında Teoman samimi midir? Belki kalbinde samimiyet vardır. Fakat fikrî anlamda hesabı verilmemiş bir argümanı savunmaktadır. Sözgelimi: Laikliğin hakikaten ‘bir uzlaşı alanı’ oluşturduğu ne kadar doğrudur? Milan Kundera’nın ‘Efendilerin Barışı’ kavramlaştırması eşliğinde bakarsanız Hitler de barışçıl bir insandır. Stalin de barış istemektedir. Amerika’nın savaş çıkardığı bütün ülkelerde amacı zaten barıştır. Lakin bu barışlar acaba Hakkın veya halkın da ne istediğini sormakta mıdırlar? Herkes kendi sözüne gelindikten sonra barışçıldır. Musa aleyhisselam “Sen benim ilahımsın!” deseydi Firavun’un kavgacı bir tarafı kalır mıydı hiç? Laikliğin kendini uzlaşma zemini olarak görmesinin, en azından müslüman gibi müslümanın dünyasında, yukarıdakinden farkı var mıdır? Varsa nedir? Bana sorarsanız yoktur. Laiklik de müslümandan aynı şekilde imanını istemektedir.
Üstelik tarihsel zeminde de bir gerçeğe isabet etmiyor Teoman. Türkiye dediğimiz bölgenin varlığı yeni değil. Bin yıldır müslümanlar buralarda yaşıyorlar. (Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde bu tarihlerden de daha eskidir.) Bin yıldır İslam üzerine varolmuş bir uzlaşmayı Batılılaşma adına yıktıktan sonra, geçen yüzyıllık kavgayı, ‘Laiklikte uzlaşalım gitsin!’ diye bitirmek(!) biraz ‘asma köprü’ hikâyesine benzemiyor mu? Hani anlatılır: Tek insanın ancak dikkatle ilerleyebildiği bir asma köprüden iki hasım karşıya geçiyormuş. Biri önde diğeri arkada. Arkadan geleni öndekinin dönememesini fırsat bilerek yol boyunca ensesine tokat atıp duruyormuş. Gelgelelim köprünün de bir sonu var. Genişe çıkılınca mazlum intikamını almak üzere hışımla dönmüş. Hasmı hemen ellerine yapışmış: “Yolda ne olduysa oldu. Hadi öpüşüp barışalım. Hakkını helal et.”
Seçimden önce CHP’nin, seçimden sonra da Teoman gibi argümanlar dillendirenlerin, müslüman gibi müslümanlarla hali biraz buna benziyor. Tokat vurabildikleri her darlıkta ensemizi affetmediler. Ne camimize, ne ezanımıza, ne de tesettürümüze acıdılar. Dehdehleyebildikleri her yerden bizi dehdehlediler. Lakin işler değişti. Vaziyet bizim de biraz intikam alabileceğimiz genişliğe döküldü. Şimdi hemen helallik istemeye davranıyorlar. Dahası da var. Bir de “Ensenizi tokatlamamız konusunda uzlaşalım!” diyorlar. “Yoksa kavga edip duracağız.” Gülecek kadar bile dermanımız kalmıyor şaşkınlıktan arkadaşlar. Pişkinliğin bu derecesine ne denilebilir? Ancak susulur. Ama ben böyle şeyler duyduğumda Keloğlan gibi sormadan yapamıyorum: “Adaletin bu mu cazgır?”
Ve Bediüzzaman’ın neredeyse yüzyıl önce bulunduğu öngörünün haklılığını Teoman gibi kabulleniyorum: “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.” Evet. Enerjimizin kaybolduğu doğrudur. Evet. Gündemde çok vakit kaybediyoruz. Fakat kavgayı biz başlatmadık. ‘Allah, Allah’ diyerek aldığımız memlekete “Yallah Arabistan’a!” diyenler çöktüğü için ortalık karıştı. Bir asırdır da bu karışıklık devam ediyor. Beyne beyne enseler kızarıyor. Yakın bir zamanda da sonlanacağa benzemiyor, doğrudur. Ama haberler yine de iyi: Biz de usanası değiliz. Bitirmek isteyenlere çözümü de söylüyoruz: Anayasadan çıkarılan yerine döndüğünde sulh olmaya hazırız. Siz bir ‘Efendi Barışı’ istiyorsanız, biz de ‘Âlemlerin Efendisi’nin barışını istiyoruz, Onun da adı İslam’dır.
30 Aralık 2012 Pazar
Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı üzerine...
“İstanbul’a geldim, gördüm
ki, sair şuubata nisbeten medâris az terakki etmiştir. Bunun da sebebi, kitaba
nazarla istinbat-ı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikâme
olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak sebebiyle
şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.” Bediüzzaman
Said Nursî, İçtimaî Reçeteler
Bundan yıllar yıllar önce, daha ortaokul talebesiyken kimya
öğretmenimiz Ayşe Hoca’dan bir ihtar almıştım. Sebebi ne şımarıklığımdı, ne de
tembelliğimden kaynaklanan bir sorundu. Hayır, hiçbirisi değildi. Sadece derste
söz aldığımda müfredatta olmayan şeyler anlatıyordum. Mesela bu uyarıyı aldığım
gün de maddenin halleri üzerine işlenen bir derste, dördüncü bir halinin daha
bulunduğunu, bunun da plazma hali olarak isimlendirildiğini söylemiştim. (Artık
hangi belgeselden, kitaptan duyduysam?)
İşte o zaman Ayşe Hoca artık böyle çıkışlarımdan canına tak
demiş olacak ki; bir daha söz aldığımda böyle şeyler anlatmamamı, çünkü
bunların müfredatta yer almadığını söylemiş ve beni ihtar etmişti. Ona göre
kitaptakini öğrensek ve sınavlarda öğrendiğimiz gibi cevap versek bize yeterdi.
Fazlasıyla aklımızı karıştırmaya hiç gerek yoktu. Ben de bunu yapmamalıydım.
Şimdi gülerek o anı hatırlasam da milli eğitim sisteminde en
çok törpülenmeye çalışılan yanımızın bu olduğu kanısındayım. Yani, bilimi
müfredatın dışında takip edebiliyor olmak. Kitapta öğretilenle yetinmemek. Bu
yanımız sınav sınav alınıyor elimizden. Bırakın sınavda bir konuyu farklı bir
yorumla ele almayı, müfredattaki bir hatayı düzeltseniz bile, hocanızdan uyarı
almanız işten bile değil. Bu yönüyle milli eğitim bizim gelişimimize hiçbir
katkı sağlamıyor. Aksine, kitaptakine kanaatkâr hale getirilmiş tembel
beyinlerle mezun olmamızı sağlıyor.
Sanıyorum bu noktada en muzdarip bilim dallarından birisi de
tarih. Tarih, insanla bağı itibariyle sadece nesneye dair birşey olmadığından,
bizde de duygusal karşılıkları bulunduğundan, resmi tarih öğretisi içinde
yetişmiş gençlerin duygu durumları da diğerlerinden farklı oluyor. Örneğin;
sizin için gayet rahat konuşulabilir ve tartışılabilir olan birşey, onlar için
adeta dogmatik bir gerçek addediliyor. Kesinlikle sorgulanmıyor. Hasbelkader
sorgulayanlar da en aşağısı alet olmaktan başlayan ve en nihayet vatan
hainliğine kadar varan suçlamalara maruz kalıyorlar. Tarih derslerinde,
hassaten inkılap tarihi derslerinde farklı düşündüğünü belirten insanlar bu
anlattığıma benzer şeyler yaşamışlardır mutlaka.
“İyi de Ahmet, sen de herşeyi eleştiriyorsun. Peki milli
eğitimdeki gibi olmazsa ders tarzı, başka nasıl olacak?” diye soracak
olursanız, işte tam bugünlerde en azından tarih dersleri noktasında bir metot
oluşturabilecek bir kitap okuduğum kanaatindeyim. Kitabın ismi; Cumhuriyetin
Demokrasiyle İmtihanı. Yayınevi; Etkileşim Yayınları. Doç. Dr. Ahmet Yıldız’ın
yerli/yabancı pekçok akademisyenle söyleşilerinden oluşan bu eser, benim kafamdaki
ders sistemine tam isabet ediyor. Neden mi? Bir parça izah edeyim:
Sanıyorum, bizi, ileri yaşlarımıza dogmatik öğretiler
taşıyan robotlar haline getiren en büyük etken bilginin tekliği ve yoruma açık
olmayışı. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi; üstüne yeni birşey konuyor ve
söyleniyor olamayışı. İsterse NASA’dan onay alsın sözleriniz, eğer müfredatta
yoksa, onu yazmanızla sınav kağıdınızda kocaman eksileri görebiliyor oluşunuz.
Bizim ilk mücadelesini vermemiz gereken kavga bu: Bilginin sorgulanabilir olması
gerek. Bunun da tarih bilimi açısından açık yegane kapısı bilginin yorumlanış
şekline bakıyor.
İşte bu kitapta da Ahmet Yıldız; Şükrü Hanioğlu, Kemal
Karpat, Mehmet Altan, Mümtaz’er Türköne gibi yerli; John Esposito, Jenny White,
Andrew Arato, Alfred Stepan gibi yabancı akademisyenlere aşağı yukarı aynı
dönemi (demokrasi tarihimizi diyeyim) benzer başlıklar ve sorular altında
yorumlattırarak; özü aynı olan bilgiyi farklı tonlarda nasıl okuyabileceğimizi
gösteriyor. Yani düpedüz beynin aktif olduğu ve her okuduğu metinde daha bir
heyecanlandığı bir yolculuğa çekiyor. ‘Münazara
ve sual ve cevap’ın kapısını açıyor.
Böyle metinleri peşpeşe okumanın şöyle bir faydası var ki;
her birisinin bakış açısı, size aynı bilgi içinde farklı yönleri açarak
hangisinin tercih edilebilir olduğunu (mecbur etmeden) iradenize bırakması.
Yani tek bir resmi öğreti yerine, birçok özgür düşünce adamının öğretisini
masanın üzerine yatırmanızı sağlaması. İçlerinden biri veya birkaçını seçmek
veya hepsini birden terketmek elinizde. Mantığınız, verileni kabul etmek
zorunda değil. Değil, çünkü bazen birisinin öğrettiğini diğerinin bilgisi
eşliğinde kendiniz çürütüyorsunuz. Böylesi kitaplarla yetişseydik eğer, bizim
uyanık beyinlere sahip olma açısından yaşıtlarımızdan daha yukarılarda
olacağımızı düşünüyorum. Söyleşi kitapların kıymetini daha iyi anlıyorum.
Bu kitap belirli bir zaman aralığı için tasarlanmış (genel
anlamda böyle, yoksa kişi kişi bazı açılmalar, odaklanmalar var)
karşılaştırmalı bir tarih okuması olarak ele alınabilir. Söyleşilerinin çok
açılımcı olduğunu düşündüğüm birkaç isim var bu kitapta, onların okunmasını
özellikle tavsiye edeyim. Bir tanesi, Mehmet Ali Kılıçbay; diğeri, Prof Dr.
Ayhan Aktar. Bu iki ismin yazısına özellikle bakmanızı öneririm. Bu kitap
hakkında söylenecek şey çok, ama anlatmaya o kitap kadar bir kitap daha yazmak
gerek. Belki başka yazılar yazarak bu kitaptaki ilgimi çeken bazı konuları
işleyeceğim. O suretle bu yazıdaki eksik yan da kaza olur diye düşünüyorum.
Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Erdoğan Enver Sedat olmuyorsa biraz da Bediüzzaman sayesinde
Bediüzzaman Hazretlerini sevmemek için herkesin bir gerekçesi var. Mesela: Irkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Türkçüyseniz ...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...