Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2023 Çarşamba

Kadir Mısıroğlu'nun Selahaddin Eyyübî hakkındaki sözlerine nasıl bakmalıyız?

Bediüzzaman'a bile "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." dedirten durumlar vardır. Siyahla beyaz kolayca ayrılmaz onlarda. Araya griler karışır. Hatta griden başka renk seçilmez olur. En çok tarihte rastlarız onlara. En çok orada yadırgarız. Yargılarız da bazen. Zaten peygamberler aleyhimüsselam hariç kimse ismet sahibi değildir. Birtek onlar, hayatlarıyla ümmetlerine iletilen vahyin/dinin hakkı için, korunmuşlardır. (Peygamberler günahkâr olursa mesajlarına da şüphe düşer.) Kusur insanın imzasıdır. Hatta kusur mahlukiyetin de imzasıdır. Her ne ki, mahluktur, öyleyse Halık değildir. Halık olmadığı için de sonsuzluğa sahip değildir. Sonsuzluğa sahip olmadığı için de Sonsuzluğun Sahibine kıyasla her zaman kusurludur. Bu kusur derece derece bir imza olarak hayatına yansır. Allah yarattığı için kusurlanmaz varlık. Hâşâ. Ona bakan cihetiyle, yani melekutiyetiyle, herşey olması gerektiği gibidir. Fakat, elimizden göründüğü için, mülkte kusurlanır. Bizim gördüğümüz şekliyle kusurlanır. Bize göründüğü şekliyle kusurlanır. Bizce kusurlanır. Çünkü biz, Descartes'ın Metafizik Üzerine Düşünceler'de belirttiği gibi, varoluşu bütünüyle göremeyiz. O halde gördüğümüz büyük "Kün!/Ol!" emri tecellisinden eksik bir manzaradır sadece. Okuyuşumuz eksiktir. Duyuşumuz eksiktir. Aklımız eksiktir. Eh, işte, eksiğin yargısı da eksiktir. Bundan kaçamayız.

Kadir Mısıroğlu merhumun 'Selahaddin Eyyübî' hakkındaki beyanlarını tahlil ederken de bu hakikat hatırımızda bulunmalıdır bence. Fakat, önce, merhumun yiğitlik hakkı verilmeli. Zor zamanlarda kemalist rejime karşı gösterdiği dik duruş takdir edilmeli. Rahmet dilenmeli. Aziz hatırası incitilmemeli. Ancak insaniyeti de unutulmamalı. Evet. İnsanız. Sınır sahibi olmaktan kurtulamıyoruz. Hepimiz için durum böyle. Ve bakışımız bizi taraf sahibi de yapıyor bazen. Yanlış anlaşılmasın. 'Taraf sahibi olmak her şekilde kötü birşeydir' demiyorum. Hakka taraftar olmaktan daha leziz nimet yoktur zira. Bâtıla taraftarlıksa yenilecek en acı lokma. Cehennem zakkumundan ısırık. Sığınacaksak bundan sığınırız Mevla'ya. Bir de arada kalınan durumlar var tabii. Yani, yine Bediüzzaman'ın ifadelerine atıf yaparsak, "Hak da taaddüd eder..." demeyi mecbur edecek durumlar var.

Yavuz Sultan Selim Han misalinden ilerleyelim. (Ruhuna rahmetler dilemeyi ihmal etmeden.) Onun şehzadelikten padişahlığa yürüyüşü maceralı olmuştur. En küçük kardeşken padişah olmayı dilemiştir. Bu dileği nedeniyle ordu toplayıp babasıyla savaşmıştır. Yenilmiştir. Bahtı hain cezası görmeye doğru akarken yüzüne gülmüştür. Beyazıd-ı Velî Han bir şekilde tahttan çekilmeye mecbur edilmiştir. Hem de kendisine bırakmak üzere. Sonra babası da ölmüştür. (Bazıları bu ölümde parmağı olduğunu söyler.) Tahta geçtikten sonra da meşakkati bitmemiştir üstelik. Ellerinden tahtın çalındığını düşünen kardeşleriyle ters düşmüştür. Kılıçlar yeniden çekilmiştir. Sadece kardeşlerini değil yeğenleri de katletmiştir. Bundan sonrasıysa Osmanlı için, âlem-i İslam için, ehl-i sünnet dünya için büyük bir inşirahtır. Şah İsmail'in üzerine yürüyerek hem şiilerin bölgedeki sünniler üzerindeki baskısını kırmıştır hem de Kürtlerle Türkleri birleştirmiştir. Sonra Suriye'yi, Mısır'ı, Hicaz'ı fethederek Araplarla da birliktelik oluşturmuştur. Şiirinde ifade ettiğini neredeyse başarmıştır yani: "Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi,/Gûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni./İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def’e çâremiz,/İttihâd etmezse millet dâğdâr eyler beni."

Ancak, bir de Bayezid-i Velî Han'ın gözünden izleseydik yaşananları, bugün okuduğumuz şekilde mi okurduk acaba? Yahut da, bahtı yüzüne gülmese idi Yavuz Sultan Selim Han'ın, bir hain olarak yargılanıp boğdurulsaydı mesela, o zaman yine bugünkü takdirkârlığımızla mı tahattur ederdik kendisini? Bunlar cevabı kolay olmayan sorulardır. Ve kabul edelim ki, yanıtlarının, tarihi okuma şeklimizden etkilenen yanları vardır. İşte, Kadir Mısıroğlu merhumun, Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî arasındaki hâdiseleri okuma şeklinde de bu taraftarlığın izleri görünmektedir. O, tabir-i caizse, Beyazıd-ı Velî'nin penceresinden bakmaktadır yaşananlara. Bizse, yine tabir-i caizse, Yavuz Sultan Selim'in nazarıyla görmekteyiz olayları. "Keşke yaşanmasalardı!" demekten kalbimizi geri koyamayız elbette. Ancak Bediüzzaman gibi de deriz: "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." Yahut da yine kendisinin, sahabe ihtilafları sadedinde, Ömer bin Abdülaziz rahimehullahtan naklettiği şu söze kulak veririz: “Allahu Teala ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi biz de dilimizi tutup bulaştırmayalım!” 

Aynı konu daha sonraları kendisine sual edildiğinde İmam Şafiî rahimehullah da benzer bir karşılık vermiştir. Ki ehl-i sünnet ulemanın duruşu da ekseriyetle öyledir. Ümmetin hayırlılarından bilinen insanların yaşadıkları anlaşmazlıklarda, olaylara yalnız birinin gözünden/duygularıyla dahil olmak, bütünü görmekteki kusurumuzu arttırmak yanında, günah sahipliğinden ileriye mana taşımaz. Madem ümmet hayırları üzerine ittifak etmiştir. Hepsine rahmet dilemekten teberri etmeyiz. Aziz hatıralarını incitmemeye çalışırız. Hataları yok mudur? Hangimizin yoktur ki? Elbette onların da vardır-olabilir. Fakat defterleri bu yönüyle kapanmıştır. Bizimkisi halen açık durmaktadır. Üstelik hakkımızda hüsn-i şehadet edecek onlar kadar yoktur. Bediüzzaman'ın aslını Kürtçe olarak alıntıladığı bir muhakkike ait şu sözü biz de hatırlayalım: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i cennettirler." Belki Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî de, İslam'a hizmet etmiş iki büyük isim olarak, dünyadaki meseleleri dünyada bırakarak hem, cennete kolkola girerler de, biz dedikoduları nedeniyle uzaklarında kalırız. Allah bizi böyle bir akıbetten muhafaza eylesin arkadaşım.

30 Aralık 2021 Perşembe

Münazarat 'Vasiyetnameyi' okudu mu?

Cemil Meriç merhum Umrandan Uygarlığa'daki makalelerinden birisini Tanzimat döneminin meşhur sadrazamlarından Mehmed Emin Âli Paşa'nın (1815-1871) Vasiyetname'sine ayırmış. Eserden epeyce alıntı da yapıyor. Fakat sizi yoracak değilim. Sadede geleyim: Bu alıntılardan bir tanesi ayrıca dikkatimi çekti. Çünkü içeriği tanıdık geldi. Önce alıntıyı nakledeyim. Sonra da benzerliği nereyle kurduğuma değineyim:

"(...) Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar 'görevler arasındaki farklılıktan' gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir. Öteki teb'alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar. Bu yüzden müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz. Tarih 'mağlupların imtisal ettiği' fetihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da hristiyanlar gibi ziraatle, sanatla, ticaretle uğraşmalı. Tek devamlı sermaye emektir. Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar hristiyanların inhisarındaki mesleklere el atmalı. Hristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler."

Meriç, Mehmed Emin Âli Paşa'nın vefatının ardından, eserinin el altından dağıtıldığını söylüyor. Az sayıda devlet ricalinin eline geçebilmiş. Çünkü matbaaya verilememiş. O zamanki hükümet vesikanın neşredilmesini uygun görmemiş. Aynı nedenle Sultan Abdülaziz'e de takdim edilememiş. Meriç'se bu Vasiyetname'nin iki nüshasını görmüş. İkisi de Fransızca'ymış. Zaten bu satırları da kendisinin tercümesinden okuyoruz. Bu kısım tamam olduğuna göre şimdi 'tanıdıklık' meselesine değinelim:

Bediüzzaman'ın Münazarat'ını okuyanlar bilirler. Mürşidimin Kürt-Arap aşiretleri arasında dolaşarak meşrutiyeti anlattığı kıymetli bir metindir. Yazım tarihi 1911'dir. Yani 'Eski Said dönemi' eserlerindendir. İşte bu eserdeki kimi cevaplar Mehmed Emin Âli Paşa'nın tesbitlerine büyük benzerlikler göstermektedirler:

"Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı nazar-ı ibrete arz edecektir."

 Burada söyledikleri "Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?" sualine karşılıktır. İlerisinde "Eskiden İslâmlar zengin onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?" sorusuna yanıt olarak şunları ifade eder: "Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev'i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye olabilir."

"Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" merakına da şöyle cevap verir mürşidim: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vâli 'reis' değiller. Belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki: Memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Elbette Bediüzzaman'ın Vasiyetname'yi okuyup okumadığına dair elimizde bir kayıt yok. Kat'i birşey söyleyemeyiz. Fakat mümkündür ki bu mevzular o dönemde ulema-aydın sınıfı arasında tartışılıyor olsun.  Belki Mehmed Emin Âli Paşa'nın görüşleri 'meşrutiyetin de argümanları olarak' dillerde dolaşmaktır. Belki bu tarz analizlerin Mehmed Emin Âli Paşa'dan önceye uzanan yanları da vardır. Nihayetinde benzerlik dikkat çekicidir. Ben de dikkatim çekildiği için paylaşmayı arzu ettim. Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

10 Nisan 2020 Cuma

Bitlisli Said Nursî'den Bitlisli Fuat Sezgin'e: İslam bilimin neresinde?

"İnsafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir." İlk Dönem Eserleri'nden.

Mürşidim, ta Lemeat'ını telif ettiği Eski Said döneminden beri, şöyle bir iddianın sahibidir: "Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesire. Lâkin onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez." Yeni Said döneminde ise bu görüşünün 'medeniyette vardır mehasin-i kesire' kısmında değişiklik yapar: "Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semâvî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi." Kastamonu Lahikası'nda yeralan bu cevabın sorusu da tam bir ayraç gibidir: "Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan mim'siz diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?"

Ancak tesbitin diğer kısmında hiçbir değişiklik yoktur. Yani, Bediüzzaman, Batı 'deniyeti' (me'siz) dediğimiz şeyin 'mehasin/güzellikler' kısmında, bütün insanlık tarihi, özelde de İslam tarihi adına hak iddia etmektedir. Ondaki gelişmelerin 'umumun malı' olduğunu düşünmektedir. İşte, geçtiğimiz aylarda okuduğum bir kitap vesilesiyle, bir güzel insanın daha bütün hayatını 'bu cümlenin altını doldurmakla' geçirdiğini öğrenmiş oldum. Evet. Sanki onun hayatı/çalışmaları tastamam şu tesbitin bir şerhi idi. Ürettiği eserler/müzelerle insanlığa tastamam bunu anlatmaya çalışıyordu. Elhamdülillah. Bu kadar medihten sonra ismini verelim artık. O kişi merhum Fuat Sezgin Hoca'dır. O eser de Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Tarihi Sohbetleri'dir.

Kitabın girişinde mezkûr 'bakış açısı değişikliği'nin müslümanları nasıl bir vartadan kurtaracağını şöyle izah ediyor Turan: "Fuat Sezgin Hoca, çalışmalarını sürdürürken, İslam âlemindeki okullarda 'İslam bilim tarihi' hakkında olumsuz ve önyargılı bilgilerin kaldırılmasının ve yerine doğru bilgilerin konulmasının gerekli olduğunu vurguladı. Böylelikle dünyaya bakış açımızın değişeceğinin farkındaydı aslında. Zira her türlü tecrübe zorlu olarak perspektifle ilgilidir."

Kitabın ilerleyen kısımlarında bunu bizzat Sezgin Hoca'nın dilinden de okuyoruz: "İlk önce hocalara seslenmek istiyorum. Talebelerini aşağılık duygusundan kurtarmaya çalışsınlar. Türk milletini aşağılık duygusu bir kanser gibi kemiriyor. (...) Müze kurmaya çalışıyoruz. Bu kanserin tedavisine oradan başlayacağız inşaallah." Sefer Bey'in izah istemesi üzerine de şunları ekliyor hoca: "17. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar bakıyorlar ki Avrupalılar teknolojide bizden ileri. Mesela: Avrupalıların ellerindeki topu görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Pusulayı görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Bunları gördükçe aşağılık duygusu gelişiyor."

Kendi okullarımızda bilim tarihimize dair aktarılan yanlış bilgilere de şöyle misal veriyor: "Süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki: 'Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar!' Bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter'in sayesinde etütlere girdim. Gerçekleri gördüm. Frankfurt'taki çalışmalarımdan sonra baktım ki: Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Birûnî dört mevsimin süresini tutuyor. Diferansiyel matematikle çözüyor. Bu bilgilerle hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum."

Peki tarihte aslında yaşanan nedir? Bilim tarihine bakıldığında 'doğru görüş' nasıl şekillenmelidir? Buna dair düşüncelerini de şöyle aktarıyor hoca: "Alman bir âlim arkadaşım vardı. Matthias Schramm diye bir dâhi. İbnü'l-Heysem'in Fiziğe Götüren Yolu diye bir kitap yazdı. (Bende olduğu gibi) onda da bu fikir vardı: 'Bilimler Tarihi insanların müşterek mirasıdır' diye. Ben buna inanıyorum. Bilimler sıçramalar yapmıyor. Esasında yavaş yavaş tekamül ediyor. Bir Fransız âlimi de söylüyor: 'İnsanlar keşfetmiyor, insanlar geliştiriyor.' Bugün biz, 21. yüzyılın başında bütün insanlığın geliştirdiği bu bilimler manzumesinde, maalesef Müslümanların 800 yıllık sıradışı keşiflerinin Bilimler Tarihi'ndeki yerini bulamıyoruz. İşte Almanya'da Bilimler Tarihi profesörü olma mesuliyetini üzerime aldığım günden itibaren, bende bir hasret, bir yanılgı hissi olarak, bu sorumluluk duygusu gelişti. 'Bunu nasıl değiştirebiliriz?' Ona gayret ediyorum."

"Ben şu neticeye vardım: Müslümanlar M.S. 7. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. Bilimi alırken Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, ne olursa olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Müslümanlar onlardan süratli bir şekilde öğrendi. İki yüzyıl sonra müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı geride bırakarak sıradışı eser ortaya koymaya başladı. Hatta Müslümanlar onlardan bilgiyi alırken, hocalarının faziletlerini hiçbir zaman unutmadılar, onu söyleyeyim. Müslümanlar evvela orijinal eserler ortaya koymaya başladılar. Bu süreç 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren, 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar, ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ilerde kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar. Ondan sonra İlimler Tarihinde önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. 'Bugün Avrupa'daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir' diye tanımlıyorum."

Kitapta hayretten damağınızı şaklatacak buna benzer birçok bilgi var. Birkaç cümlecikle hızlı geçişler yapayım: "Meteoroloji tarihini yazarken gördüm ki: Avrupa'nın 18.-19. yüzyılda vardıkları neticelere müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar. Mesela: 'Rüzgar nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?' gibi meteorolojik meseleleri müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı." Yine başka bir bölümde: "Birûnî 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina'yla yazılı bir münakaşaya giriyor. Konu nedir biliyor musunuz? 'Işığın sürati ölçüsüz müdür, yani namütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi? Yani zamanla ölçülebilir mi?' Ne müthiş birşey değil mi!" Ve yine başka bir bölümde: "Mesela: Galen'in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa'da. 1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı yahudi kökenli bir alman bilgini bunun Huneny b. İshak'ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg, İslam'daki göz tıbbının, daha 10. yüzyılda Avrupa'daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti."

Yazıyı uzatmak istemediğim için daha fazla alıntı yapmıyorum. En güzeli kitabı edinip bizzat okumanız. Belki o zaman, Bitlisli Fuat Sezgin'in, yine Bitlisli Said Nursî'nin 1900'lerin başında beyan ettiği şeyin altını nasıl bir ömürle, birçok eserle, müze çalışmasıyla, makaleyle doldurduğunu şaşkınlıkla/takdirle göreceksiniz. Ve Bediüzzaman'ın böyle bir noktada durmasının hikmetini de anlayacaksınız. Evet, güzel insanlar, kafayla-kalple-fikirle tastamam bu toprakların evlatları olarak, dayatılan yalanlara/ezberlere direndiler. Gelecek nesillerin 'algı-gayret yönetici illüzyonlar' karşısında özgüvenlerini yitirmemesi için bunları yaptılar. Şimdi bize düşen de aynı izzeti kuşanıp tekrar ayağa kalmak. Tıpkı Münazarat'ın bağırdığı gibi dünyanın yüzüne bağırmak: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"

26 Mart 2020 Perşembe

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (4)

Tarih bir 'yorum-bilim'e dönüştüğünde tesbitler büyük resme talip olmaya başlarlar. Sözgelimi: Batı'nın tarih anlayışına göre, yine kendisinin tayin ettiği çağların açılıp kapanması, cisimce gayeten küçük olayların sonucu olarak gerçekleşmiştir. İlkçağın bidayeti yazının bulunmasıdır mesela. Yeniçağın başlangıcı ise İstanbul'un fethidir. Fakat, ne yazıyı bulan kişiye/kişilere ne de İstanbul'u fetheden mübarek orduya/komutana sorsanız, böyle bir niyette oldukları bilgisini onlardan alamazsınız. Evet. Onların eylerken Batılı tarihçilerce çıkarılacak sonuçlardan haberleri yoktur. Kendilerine ait niyetleri vardır. Belki biraz da öngörüleri. Ancak işin varacağı nokta tastamam hasbelkaderdir. Yani 'hesabü'l-kader'dir. Kaderin bir hesabıyladır.

Buna benzer birçok misal verilebilir ki, bir yorum-bilim olarak tarih, küçük olaylara sahiplerinin niyetçe kaldıramayacağı kadar büyük ağırlıklar yükler. İsabetsiz de değildir üstelik. Çünkü tetkikini daha büyük bir resme göre yapar. Sonuçları eylem sahiplerinin öngöremeyeceği bir genişlikte görür. Onları analiz eder. Atılan taşın dalgalarının nerelere kadar vardığını seyreder. Bütün bu okumalarının ardından da mezkûr olayları çağlarının başlangıcı olarak atar. Ha, elbette, nazarını etkileyen kendi imanıdır. İdeolojisinin öğrettiği önem sırası tayinlerde belirleyicidir. Şüphesiz bu tarihi yazan biz müslümanlar olsaydık çağların durumu bambaşka olurdu.

Bu nedenle, ben, kimilerinin 'Muaviye radyallahu anhı sevmeye engel' gibi gördüğü meşhur metni, Bediüzzaman'ın tarih okuması olarak da analiz ediyorum. Nedir? Yeniden misafir edelim: "Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. (...) Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. (...) Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi."

Kısaltarak aldığım metne baktığımızda şunu görüyoruz: Bediüzzaman olayları sadece başındaki insanların niyetleriyle okumuyor. Büyük resimdeki yerlerini tayin ederek okuyor. Sözgelimi: Cemel Savaşı hakkında sahabenin 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' gibi kavramlar eşliğinde bir tartışma yaşadıklarına rastlamıyoruz. Allahu'l-a'lem. Zahirde görünen Osman radyallahu anhın katillerinin cezalandırılmasıdır. Harbin çıkmasının sebebi budur. Ha, evet, bu mevzuun 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' anlayışlarına bakan bir yanı vardır. Lakin bu daha sonraki bir meseledir. Yani Cemel'le başlayan çatlak genişleyerek iki kavramı ve peşinden sürüklenen meseleleri gündemimize sokmuştur. Öyledir. Sahabe bir konuda ihtilaf ederse ümmetin geri kalanı kıyamete kadar o konuda ittifak edemez. Temel onlardır çünkü.

Yine kaynaklarımız bize, Muaviye radyallahu anhın, değil saltanatı kurmak için Ali radyallahu anha isyan ettiğini, Sıffin Savaşı'nın ahirine kadar hilafet iddiasında dahi bulunmadığını aktarıyorlar. Hakem Olayı'nın ardından Hz. Muaviye'nin hilafet iddiası şekilleniyor. Bakınız, hâlâ hilafet, saltanat değil. Çünkü yıllar sonra Hasan radyallahu anhla da 'vefatından sonra onun yerine geçmesi' üzerine anlaşma yapıyorlar. Yani Sıffin 'saltanat kurmak' için yapılan bir savaş değil. En azından bidayetinde-nihayetinde böyle bir misyon görünmüyor. Fakat Bediüzzaman yine büyük resme bakıyor ve çatlağın ismini koyuyor: Bu iş nihayetinde saltanat-hilafet meselesinde bir kırılma noktası oluşturdu. Dediği de doğrudur. Aynen öyle oldu. Lakin işin başındaki insanların niyeti "Nasıl Ali halife olur? Ben ondan daha layığım. Babadan-oğula saltanatımı kurarım!" falan değildi. Güç tutkusu değildi. Ancak kırılma noktasını teşkil etti.

Hızlı ilerleyelim: Arkadaşlar, Ehl-i Sünnet kaynakları içinde, Muaviye radyallahu anh ile Hasan radyallahu anh arasında veya Yezit zalimi ile Hüseyin radyallahu anh mabeyninde "Sen milliyetçisin. Sen de fazla dindarsın..." gibilerinden bir diyaloğu-çekişmesi olduğunu gören/okuyan varsa lütfen benimle paylaşsın. Ben okuduğum hiçbir metinde böyle bir tartışmaya rastlamadım. Eğer saltanat iddiasıyla zulmeden birisinden bahsedilecekse, işte, o Yezit'tir. Muaviye radyallahu anh değildir. Yezit'in saltanat iddiası cisimleşmiş bir şekilde vardır. Lakin onun da saltanatının bidayetinde milliyetçilik diye bir iddiası görünmemektedir. Ancak şu var: Benî Ümeyye ile Benî Haşim arasındaki rekabetin o zalimin damarlarında dolaşması, Benî Haşim'in taraftarlarının genelde acemlerden oluşması, kavmiyetçilik milliyetçiliğin anası olduğu için, Emevilerde hakikaten böyle bir siyaseti netice vermiştir. 

Bakınız, Bediüzzaman'ın analizleri burada durmuyor, Hüseyin radyallahu anhın taraftarlarına da uzanıyor: "Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş." Peki, bu metni bir 'tarih yorum' olarak değil de, birebirmiş gibi okuyanlara sormazlar mı şimdi: Hz. Hüseyin'in taraftarlarıyla beraber girdiği bir savaş mı vardı ki onda mağlup olsun? Hepimizin bildiği şekilde o 'taraftarlarınca terkedildiği için' Kerbela'da katledildi. Allah orada şehid olanların makamlarını âlî kılsın. Yani o katliamda Hüseyin radyallahu anhın yanında kendi âlinden/ailesinden başka kimi vardı? Burası da bir büyük resim okumasıdır. Hilafetin saltanata mağlubiyetini anlatır.

Uzatmayayım. Mektubat'ta yeralan İkinci Sual'de değil yalnız Üçüncü Sual'de yapılan analizler de böyledir. Bediüzzaman buralarda çatlağın bidayetine bakıp nihayette vardığı şeyleri okumuştur. Tabir-i caizse İslam siyasi tarihi açısında çağ analizleri yapmıştır. Ben böyle görüyorum. Çünkü diğer türlü anlamak, en azından benim okuduğum kadarıyla, kaynaklarda bulunan bilgilerle uyuşmuyor. Özellikle Sıffin'deki savaştan önce, dediğim gibi, Muaviye radyallahu anhın ne hilafet ne de saltanat iddiası var. Hasan radyallahu anhla yaptığı anlaşmada da böyle birşey yok. Bu sanki takındığı ruhsat tutumunun götürdüğü bir yer olarak resmediliyor. Elbette bu ruhsat tutumu Sıffin'de başlıyor. Bu açıdan elbette Bediüzzaman isabetlidir.

En doğrusunu Allah bilir. Cenab-ı Hak o mübareklerin günahına girmekten kalbimizi muhafaza eylesin. Ahirette şefaatlerine nail eylesin. Bu yazılarda niyetimi hep hayır üzerine tutmaya çalışıyorum. Fakat niyeti bazen sahibine bile meçhuldür. Yaramızı Malik-i Hakiki'ye arzediyoruz. Şaşıracağımız yerde lütfetsin. Tutsun. Dostlarına düşmanlık ettirmesin. Âmin.

3 Ocak 2017 Salı

Kim Allah'a daha yakın? (4)

"Bazı anlar vardır ki uçabileceğini hissedersin. Bazı şeylerin sadece senin için yaratıldığını hissedersin..." Ek Main Aur Ekk Tu filminden...

Serinin üçüncü yazısında dördüncü bir yazı için söz vermiştim. Ancak aradan zaman geçtikten sonra eteğimde dördüncü bir yazıyı dolduracak kadar malzeme olmadığını üzüntüyle farkettim. Fakat yine de, söz tutmak kabilinden, dikkatinizi çekmek istediğim şeye değinmek istiyorum. Anlatmak değil ama işaret etmek kabilinden. Belki altı yeterince dolu bir işaret de olmayacak bu. Fakat yine de işaret olacak. Parmakla gösteremese de kaşı-gözüyle işaret edecek.

Elbette kaşıma ve gözüme eski yazılarımın destek olması için 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarını bir miktar anmakla işe başlayacağım. Hatırlarsınız, mezkûr kavramların bir mü'minin sadece nübüvvete ve velayete bakışına değil; tarih ve sosyoloji algısına kadar daha birçok şeye tesir ettiğini ifade etmiştim. Hatta şimdi diyebilirim ki: Bir mü'minin bütün ilim ve bilim dallarına bakışı dünyasında varolan bu iki kavramın 'ikili kemal sistemine' göre şekillenir. Bu ikili kemal sisteminde akrebiyet elbette daha üst bir kemal sınıfını temsil eder. Kurbiyet ise hayatta daha çok karşımıza çıkandır. Ancak her ikisinin varlığından da haberdar olmak, bizi; hayata, bilime, tarihe, dine vs. bakışta daha istikametli kılar. Biraz daha cüretle diyeceğim ki: Varlık algımızı imanın istediği şekle sokan bu ikili kemal sistemini doğru bir şekilde anlamamızdır.

Kavramların ne anlattığına dair daha detaylı izahları serinin önceki yazılarına havale ederek, bu yazıda, akrebiyetin kurbiyetin tekdüzeliğine vurduğu Ehadî darbeyi ele almak istiyorum. Evet, biz, Allah'ın Ehad olduğunu daha çok akrebî tecellilerinden farkederiz. Kurbiyetle ilgili şeyler, 'özel ihsanlar' olmaktan çok, bizi ve benzerlerimizi müşterek kılan 'genel ihsanlar' kabilinden olduğundan, onlardan Ehadiyete uzanmak zordur. Hepimizin iki göze, iki kulağa, iki kola sahip oluşu; her ne kadar bunlar pahabiçilmez bağışlar olsa da; bizi 'bize özel muhatabiyetlere' karşı duyarlı kılmaz. Tabir-i caizse: Daha özel hissettirmez.

Herkesin işini düzenli bir şekilde yaptığı ve maaşını aldığı bir fabrika düşünelim. Bu düzeyde bir ilişkiyle 'patronun duyarlılığına' ve 'her personelle ayrı ayrı ilgili olduğuna' dair bir bilişimiz olmaz. Ancak acilen paraya ihtiyacı olan bir personelin patrondan özel bir ikramiye alması veya çocuğu doğan bir personele patron tarafından hediye yollanması veya hasta olduğu için verimi düşmüş bir personele patronun telefon edip halini-hatırını sorması... işte bunlar patronunuzu farklı bir şekilde yanımızda hissetmemizi sağlar.

Peki, ne değişti? Bir önceki ilişki düzeyinde patronun varlığından haberdar değil miydik? Hayır, farkındaydık. Fabrikayı onun idare ettiğine inanmıyor muyduk? Evet, inanıyorduk. Bu sorulara cevabımız mezkûr olaydan önce ve sonra değişmedi. Ancak şu oldu: Patronun diğerlerinden ayrı ve özel olarak bize bulunduğu ihsan veya teveccüh, bizimle ayrıca da ilgili olduğunu gösterdi bize. İşte, biz, Ehadiyet ve Vahidiyet arasındaki nüansı, aslında hakikati aktarmakta pek de eksik olan, bu temsille anlamaya çalıştık. Fakat bu örneği beğenmeyenleri, 1. Lem'a'ya, yani Hz. Yunus aleyhisselam kıssasına havale etmem kaçınılmaz:

"Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münacat birden bire geceyi, denizi ve hût'u musahhar etmiştir."

Biz, her neye baksak, Allah'ın Ehadiyetiyle (yani ona has tecellileri ve onu bütünün içinde onu gözetir ilgisiyle) yanında hazır ve nazır olduğuna inanarak bakarız. Çünkü izlerini her yerde görürüz. Evet, her birimizin benzer şekilde iki gözü, iki kulağı, iki kolu ve bir yüzü vardır. Ancak onlar öyle gözler, öyle kulaklar, öyle kollar ve yüzlerdir ki, her birisi, bir diğerine benzemez. Hem benzer hem benzemez. Benzedikleri yerlerde Allah'ın Vahidiyetine delil buluruz. Benzemedikleri yerde Ehadiyetine şahit oluruz.

İşte, kanaatimce, Ehadiyete mazhar olduğumuzu farkettiğimiz her nakış, aynı zamanda, akrebiyetten nasipdar olduğumuzu hissettiğimiz bir bakıştır. Yani Allah'ın bütün kullar ve hatta mahluklar içinde bizi kendisine yakınlaştırdığını, özel ihsanlarda bulunduğunu, akrebiyet üzerinden onunla ayrı ve özel bir ilişki kurduğumuz anlarda farkederiz.

Demek akrebî yakınlaşmanın izleri kurbî yakınlaşmanın izleri içinde bizi Allah'la daha farklı bir şekilde muhatap ediyor. Bunu, ben, Fatiha sûresi üzerine yaptığım bir tefekküre dair "O tefekküründen sen tefekkürüne..." isimli yazımda ele almaya çalışmıştım. Hakikaten de Fatiha'da 'Malikiyevmiddin'den 'İyyake na'büdü...'ye atlanan eşik, Allah'ı 'o' olarak anmaktan 'sen' olarak anmaya bir geçiştir. Bediüzzaman bunu 'gaibane' ve 'hazırane' muhatabiyetler olarak isimlendirir. Vahidiyet gaibane muhatabiyete, Ehadiyet hazırane muhatabiyete bakar. Akrebiyet hazırane muhatabiyete, kurbiyet gaibane muhatabiyete bakar. Rahman gaibane muhatabiyete, Rahim hazırane muhatabiyete bakar. Şimdi, bu kısmı çok uzun tuttuğum için, aceleyle asıl meseleye geçiyorum:

Biz biyolojiye bakarken neden 'maymundan gelip mükemmele giden' bir insan tasvir etmiyoruz? Veyahut bizim toplum idealimiz neden seküler sosyoloji anlayışında olduğu gibi mevhum bir gelecekte, bir ütopyada değil de, Asr-ı Saadet diye tarif ettiğimiz bir zaman diliminde, çoktan gerçekleşmiş ve imrenilir oluyor? Biz neden teknolojik icadları insan eliyle 'yoktan yaratılmış şeyler' olarak değil, peygamberlerin mucizeleriyle kapılarını araladığı 'öğretilmiş hayaller' olarak görüyoruz? Neden tarih bizim için 'vahşetten medeniyete' değil de 'peygamberden peygambere' bir seyir izliyor? Neden bizim dinimizin istikbali gelecekte bir yerde değil de ilk müslüman nesillerin ellerinde/işlerinde yeralıyor? Neden bizim ilk insanımız yarı-maymun yarı-insan bir canavar değil de cennetten düşmüş yarı-melek yarı-insan (bu ifadeyi insanın özündeki melekî yöne atıf yapmak için kullandım) bir peygamber?

"Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim."

Bütün bu soruların cevabı bence akrebiyet ve kurbiyet kavramlarını doğru anlamakta saklı. Bu iki kavramı, isim/tanım olarak zihnimizde tutalım veya tutmayalım, kabul ettiğimiz için nazarlarımız değişiyor. Biz bu sorulara modern medeniyetin dayattığı şekilde 'az gelişmişten-çok gelişmişe' mantığıyla cevap vermiyoruz, çünkü Allah'ın o kurbî düzene akrebî bir yakınlaştırmayla, yani Ehadî dokunuşlarla, ayrıca yön verdiğini biliyoruz. Allah'ın kainatı yaratıp öylece bıraktığına ve artık salt insanlığın kendisini geliştirmeye çalıştığına inanmıyoruz ki, sırf kurbiyetle gelişebilir bir âlem tahayyülümüz olsun veya ahirzamanın hayırsız çocukları Asr-ı Saadet'in salih evlatlarını geçsin.

Biz hem akrebiyete hem kurbiyete inanıyoruz. Bu yüzden insanlığın her çağı, bizim inancımıza göre, özel ihsanlarla kurbî açıklamaları anlamsız bırakabilecek bir yapıya ve düzene sahip. Ve yine bu yüzden Fahr-i Âlem aleyhissalatuvesselamın dizinin dibindeki o insanlara bugünün hiçbir süper modern aydını ve entelektüeli yetişemiyor. Hadis-i şerifin ifadesiyle; onların bir dirhem sadakasına sonrakilerin dağlar kadar altınları kavuşamıyor. Hem çünkü varlığı sadece kurbiyetle açıklamaya çalışmak bizi ya deizme, ya determinizme veya evrime götürür. Akrebiyeti reddetmek kurbiyet anlayışını giderek neden-sonuç ilişkisine hapseder. (Bir deist olarak ölen Yaşar Nuri Öztürk buna ne ibretlik bir delildir.) Her şekilde burnumuzun batacağı çamur aynıdır. Varlığı Allah'ın kurup kendi haline bıraktığı bir saat şeklinde açıklamak.

2 Mart 2016 Çarşamba

Bediüzzaman, Yavuz Sultan Selim'e neden 'selefim' dedi?

Bu defa hakkında vaktinizi almak istediğim konu Bediüzzaman'ın Yavuz Sultan Selim Han’a 'selefi' olarak işaret etmesi meselesi. Hatta 'işaret' kelimesi zayıf kalır. Bunu açıkça ifade ediyor:

"Sultan Selim'e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir."

Kimileri böyle metinlere bakınca ‘ismini anma’nın ‘bendesi olmak’la aynı şey olduğunu sanıyorlar. Değildir. Hiç öyle değildir. "Üstad bu isimleri kendisine her konuda rehber edinmiştir!" diye düşünürseniz hata edersiniz. Bediüzzaman mezkûr isimleri İttihad-ı İslam noktasındaki duruşunu ifade edecek misaller olarak kullanmıştır. Yoksa içlerinde duruşları itibariyle birbirlerine uymayan, hele Bediüzzaman'a hiç uymayan, kişiler de mevcuttur.

Ali Suavi'nin duruşu Muhammed Abduh'la bir olmadığı gibi Hoca Tahsin'in mefkuresi de Cemaleddin-i Efganî ile bir değildir. Sultan Selim Han ise hem zaman hem de konum olarak onların en yabancısıdır. Bu nedenle Bediüzzaman'ın 'dinde reform taraftarı olan' kimi isimleri burada anmakla her konuda rehberi gördüğü söylenemez. İçtihad Risalesi müellifinin böyle düşündüğünü söylemek iftira olur. Onun Ehl-i Sünnet hassasiyeti bellidir.

Colin Turner ve Hasan Horkuç da, beraber kaleme aldıkları “Said Nursî” (Etkileşim Yayınları) isimli eserde, meseleyi bu noktada değerlendirirler: "(...) Hareket ve fikirlerinden dolayı bunların hepsi tartışmalı isimlerdi. Said Nursî'nin bu düşünceleri kabul etmesi onların ümmetçilikle ilgili fikirlerinin ötesine geçmiyordu."

Zannımca doğru okuma bu sözlerin Divan-ı Harp’te, isminde ‘ittihat’ olan bir partinin mümessilleri tarafından yargılanırken, söylenildiğini hatırlamakla başlar. Yani seçilecek misallerin, belagat ilmi gereğince, muhatapta bir karşılığının bulunması lazımdır. Herhalde mürşidimin tasavvurunda o anki muhataplarının en iyi derkedeceği misaller onlardır. Burada şu noktaya da bir kapı açalım ki: Bediüzzaman bu isimlerin reformist görüşlerinden haberdar olmaya da bilir. Belki de duyduğu yalnız hayırlı yanlarıdır. Kendisinin Mustafa Kemal’e dair de ‘umutla’ kullandığı sitayişli ifadeler vardır. (Böyle bir mektubu Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunmaktadır.) Ancak zaman geçtikçe kanaatleri belirginleşmiştir.

Asıl konumuza gelelim: Bediüzzaman neden başka bir padişahı değil de Sultan Selim Han’ı misal vermeyi seçmiştir? Bu seçimin kendisinin etnik kimliği ile bir bağı var mıdır? Şunu unutmayalım ki: İttihat ve Terakki yöneticileri Kürtlerin Abdülhamid Han’la olan bağından hep çekinmiştir. Hatta II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kürdistan’da çıkabilecek bir kargaşadan korktukları bilinmektedir. (Bediüzzaman'ın daha sonra aşiretleri gezerek meşrutiyeti anlatma ihtiyacı duyması da bu durumun delillerinden birisi sayılabilir.)

Üstelik Hamidiye Alayları üzerinden Abdulhamid Han’ın Kürtlerle organik bir ilişkisi de bulunmaktadır. Bu noktada Bediüzzaman da dönemin Divan-ı Harp kafasınca bir tür ‘etnik önyargıyla’ değerlendiriliyor olabilir. Osmanlı'yla ilişkisini Yavuz Sultan Selim üzerinden ifade etmesiyse bu önyargıyı kırmaya dönük bir seçim gibi görülebilir. “Burada ‘biat’a dair yaptığı hatırlatma da aynı amaca dönük bir çağrışım taşıyor!” denilebilir.

Fakat tam da burada bir soru daha karşılıyor bizi: Neden Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir İstanbul fatihi 'selef' olmamıştır? Halbuki hem doğu hem de batı tarafına seferleri vardır. Şah İsmail'in anne tarafından dedesi olan Uzun Hasan'ı Otlukbeli'de o mağlup etmiştir. Yahut da neden Kanuni bir 'selef' olarak anılmamıştır? Onun döneminde de İslam coğrafyasının pekçok beldesi Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Teorim şu: Bediüzzaman'ın gözünde Sultan Selim Han’ı diğerlerinden ayıran ve 'selef' kılan şey, sadece doğuya dönük fetihlerde bulunması değil, Ehl-i Sünnet kimliğinin Osmanlı'nın kodlarında ne denli önemli bir yer tuttuğunu da anlamasıydı. Fatih Sultan Mehmed'in kendisini 'Yeni Roma İmparatoru' ve Osmanlı'yı 'Yeni Roma' olarak tanımladığı aktarılırken; Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'yı tastamam bir İslam devleti olarak gördüğü kesindir. Hatta Balkanlardaki gayrimüslimlerin cebren İslamlaştırılmasına dönük düşünceleri olduğu fakat dönemin şeyhülislamı tarafından vazgeçirildiği söylenmektedir. (Neredeyse aynı yıllarda, İspanya'da müslümanlar zorla hristiyanlaştırılıyor, İran'da da sünniler zorla şiileştiriliyordu.)

Bunun yanısıra, Dulkadiroğlu Beyliği ile akrabalık bağı ve dolaylı ilgisi/iletişimi; Trabzon valiliği yapmasından dolayı doğuda artan şii etkisine ve sünnilere yapılan katliamlara karşı haberdar/duyarlı oluşu; şehzadelik dönemine dair yazılmış metinlerde de altı çizilen bir konudur. Hatta, daha ileriye gidelim, Kürtleri karşısında birleşmeye çağırdığı Avrupalı düşmanları değil, birçok sünni Kürt şehrinde katliam yapan Şah İsmail taraftarlarıdır. Bu noktada, mukaddes beldelerle arasında kurmak istediği bağ, 'tehlikede olduğunu anlayan gövdenin kalple yeniden kurmak istediği bağ' gibi, yani bir nevi ‘damar açma’ gibi anlaşılabilir.

Uzatmayayım. Meramımı anladınız. Belki bu yazımı da bazıları yine 'ehl-i sünnetçilik' olarak görecekler. Eh, ne yapalım, gören görsün. Ben yine de Sultan Selim Han’ın ayrı bir hassasiyete sahip olduğundan dolayı seçildiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın 'selef' tayinini de böyle anlıyorum. Yazdıklarım elbette ki zanlarımdır. En doğrusunu Alîm-i Mutlak olan Allah bilir. Cenab-ı Hak bu İslam binasına taş koyan herkese rahmet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

17 Eylül 2015 Perşembe

Eskimek, uyum sağlamaktır

Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.[1]

Bizde eskimek hep kötü anılıyor. Fakat eskimek aslında uyum sağlamaktır. Kalabildiğini, kabul edildiğini gösterir. Varolan her nesne, bir fıtrî temayül gibi, içinde varolduğu nesnelerle uyum sağlamaya gayret eder. (Tarihî eserler neden güzeldir?) İstediğiniz kadar sıradışı yapılar inşa edin. Onları sıradışı renklere boyayın. Sıradışı kılıflar giydirin biçimlerine. Bir süre geçtikten sonra, nesnenin, çevresine göre büküldüğünü görürsünüz. Bükülmek derken, sadece anladığımız tarzda bir bükülmeden bahsetmiyorum. Mesela; boyadığınız en parlak renkler solar. Yavaş yavaş çevresindeki renklere karışır. Kibri gider, tevazusu artar. "Bana bakın!" demekten vazgeçer. (Tevazu da bir uyumdur.) Verdiğiniz keskin hatlar, biraz da kullanılmanın verdiği yıpranmayla, o keskinliklerini yitirirler. Bazen çukurlaşır, bazen yuvarlaklaşır, bazen kırılırlar. Civarlarındaki sair nesnelerin/hatların devamı gibi olmaya başlarlar. Gözleriniz bile onu sıradanlaştırır.

Etraftaki bitkiler, herşeyin üstünü kapladıkları gibi, o nesnenin de üstünü sararlar yavaş yavaş. Ağır ağır kendileştirir çevre, sıradışıyı. Böcekleri, kuşları, kokuları, sesleri, tatları... Ve daha nice tür eskimeler var ki, aslında, hepsi bir tür uyumun ifadesi. Herşey, biz ne kadar onu sıradışı müdahalelerimizle bozmaya çalışırsak çalışalım, kevnî şeriata uyum sağlamaya çalışıyor. Yaşlanmak bile bir uyumdur. Yaşlılara biz neden olgun diyoruz? Çevreyle daha uyumlu (mantık da belki bu demek) kararlar verebildikleri için değil mi? Demek ki, insan da zamanla çevresine, daha doğrusu kevnî şeriata uygun adımlar atabilmeyi öğreniyor. İçimizdeki fıtrat, dışımızdaki fıtrat ile sulhün yollarını buluyor. Bana öyle geliyor ki; salt dünya için yaratılmış olsaydık, yani ki imtihan olmasaydı, en doğru formumuz yaşlılıktı. Daha az zarar verdiğimiz, daha az bencil olduğumuz bir devrimizdir çünkü yaşlılığımız. Ve bilirsin: Yaşlının değişmesi de zordur. Çünkü alışkanlıklarının üzerinde yılların izleri vardır.

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."

Pekçok ahlakî öğütün mahiyeti de bu perspektiften bakınca anlaşılıyor. "İsli kazana yaklaşma isi sana bulaşır..." veya "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim..." gibi atasözleri bizim 'iradesiz' veya 'akılsız' oluşumuza değil, içimizde varolduğumuz dünyayla uyum arayışımıza işaret ediyor. Çoğu genç, bu sözleri duyduğu anda, aptallıkla veya iradesizlikle suçlandığını sanır. Fakat eskimek/uyum sağlamak insanda bir fıtrî temayül olarak hep varolmuştur. Bunu yaparken yaptığınızı bile farketmezsiniz çoğu zaman. Coğrafyanın karakter üzerinde yaptığı etkiler de bu nevidendir.

Sık rastlanan 'uzun boyluların kamburlaşması' biraz da çevrelerindeki kısalarla sağlamak istedikleri uyumun neticesidir. Eğilerek konuşurlar. O kadar sık yaparlar ki bunu, sonunda vücutları da uyuma geçer. Buradan seni bir ayete de götürmek istiyorum. Nisa sûresi, 140. Diyor ki: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Belki bu da söylemek istediklerime bir karine oluşturur. Neyin içinde eskiyorsan, hem onu normalleştiriyor, hem de ona uyum sağlıyorsun. Çünkü eskimek, uyum sağlamaktır. Zaman, bizi içinde bulunduğumuz ortamın rengine boyayan bir mürekkep gibi. Yalnız kendimize değil, ona da dikkat etmemiz gerek.



[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3; Feyzü'-l Kadîr, 15:776.

6 Mayıs 2014 Salı

"Evlat mı, devlet mi?"

"Neden tarih yazmağa kalkışıyorsunuz? En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter. Usul böyle değil mi? Yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? Sakın ha! Okuyucuyu tedirgin edersiniz. Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır."[1]

"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur." (Maide Sûresi: 32)
"Şu âyet haktır, akla münâfi olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.
Birinci Cümle: Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir...
"[2]


Tarihi, yalnızca tarihçilere bırakmak bazen korkutucu sonuçlara götürüyor bizi. Zira tarihçi, bir bilimadamının sahip olması gereken vicdanî duruşa sahip değilse ve sorgulama anında ihtimallerin tamamına eşit mesafede durmuyorsa; kutsallık atfettiği şeyleri savunurken, başka kutsalları ayakaltı etmekten çekinmiyor. Mesela insanı. Mesela masumiyeti. Mesela adaleti. Evet, hikmet-i hükümeti konuşmaktan; ondan bağımsız olması gerekeni, yani apaçık hakikati konuşamaz oluyoruz. Bu da bizi, konjonktürel hazlarla, aslolanı her zaman görmezden gelen, bulunduğu çağın genel kabullerine hapsolmuş ve sorgulamadığı için de huzurlu/sıradan bireyler haline getiriyor. Ta ki, birisi çıkıp ezberlerimizi bozuncaya kadar. Öyle birisi olduğunda da tavrımız önceleri onu çürütmeye çalışma. Başaramazsak, görmezden gelme. Onu da başaramazsak, tevil etme. Hakikati esneterek çıkış yolları arama. Tıpkı Emeviye ve Cebriye örneğinde olduğu gibi.

Belki biliyorsunuz; kaderi, beşerin iradesini yok sayacak kadar, yani hayatı boyunca yaptıklarını, sırf Allah öyle emrettiği için, ister istemez, kaçınılmaz, hiçbir sorumluluk yüklenemez bir şekilde, hatalarını bile omuzlamaz bir anlayışla yorumlayan sapkın bir itikat anlayışıdır Cebriye. Emeviler zamanında ortaya çıkmıştır. En güçlü zamanlarını yine Emeviler zamanında yaşamıştır. Bu itikadî sapmanın Emevilerin en çok işine yarayan tarafı, belki de ortaya çıkarılış sebebi: Halifeliğin, kan emici saltanata evrildiği hengamda; başta Hz. Hüseyin’in ve ehlibeytin Kerbela’daki katli olmak üzere, daha pek çok zulmün Emevilerce içselleştirilmesini sağlamasıdır. 

Öyle ya, eğer bütün bunlar kaderde yazılıysa ve beşerin iradesi yoksa, o zaman böylesi zulümlerden Yezit ve diğer Emevî sultanları nasıl sorumlu tutulabilirler? Bunlar, ister istemez olacak şeylerdir. Kaçınılmazlardır. Kaçınılamadığına göre buradan Emevîlere bir eleştiri üretmek, onları sorumlu tutmak mümkün değildir. Onlar mecbur kaldıkları şeyi yapmışlardır.

Tarihin böylesi fıkha temas eden yerleri de var. Bu yüzden tarihi, tarihçilere bırakmak olmuyor. En azından tarihi, yalnızca tarihçilerin değil; fıkıhçıların da (hatta başka bilimdallarında uzman olanların da) konuşması gerekiyor. Farklı seslerin duyulması gerekiyor. Devleti önemseyen seslere bedel, insanı önemseyen seslerin de... İnsanî seslerin... 

Bu yüzden kendisi bir tarihçi sayılmayacak Bediüzzaman’ın, evlat katli meselesinde şöyle bir tesbitte bulunması bana çok anlamlı, vicdanî ve dinî geliyor: "Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hatta, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hatta, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde, mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor."

Görüldüğü gibi; Bediüzzaman burada ne ’padişahın dindarlığını’ reddediyor, ne de ’masum evlatlarını katlettiklerini...’ Hatta ’halife oldukları halde’ kaydını düşerek bu yaptıkları zulmün, onların durdukları yerle bağdaşmadığının altını da çiziyor. Fakat ne hazindir; Bediüzzaman’ın, bu masum katli meselesine bakışı gayet açıkken, hâlâ, bu ekolden beslendiğini söyleyen yazarlarımız, Osmanlıya ve hanedanına atfettikleri kutsallık ve kusursuzluk nedeniyle, tevillerle çıkış yolu arayarak hakikati incitebiliyorlar. Hakikati, yani bir yönüyle insanî olanı. İnsaniyet-i kübra olan İslamiyete uygun olanı... 

Bunlardan birisi de abonesi olduğum (ve bundan şikayetçi de olmadığım) Moraldünyası dergisinde okudum geçtiğimiz gün. Yavuz Bahadıroğlu imzalı yazı, daha başlık kısmıyla bile, ciğerime saplandı: "Evlat mı, devlet mi?" Allah böylesi bir seçim yapmak zorunda bırakmasın kimseyi. Fakat neden yol sadece iki? Bu da yeni bir Cebriye mi? İslamî olmayan saltanat düzeni ne zaman ümmetin başına geçse, hep böyle zor seçimlere mecbur mu edecek bizleri? Hz. Hüseyin hep mi kaçınılmaz olarak, devletin selameti için, katledilecek? Yezit, bütün yezitliğine rağmen, hep mi ’mecbur olan’ olacak?

Bu mecbur ediliş çok sineme dokunduğu ve yazar, ilerleyen bölümlerde, kendisi gibi düşünmeyenleri "Tabii, bana ne devletten, bana ne İslamiyetten de diyebilirsiniz, ancak bu gerçekçi olmaz" diyerek itham ettiği için, cevap yazmadan duramadım. Tarihçi değilim. Ama insanım. İnsanî olandan anlarım birazcık. Hocamdan da, hikmet-i hükümeti pek bilmeyen içimdeki insanı konuşturduğum için, hoşgörüyle bakmasını beklerim. Fakat her ne olursa olsun, evvelemirde; "Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez." Ben de edemem: 

1. Öncelikle; yazıda, tekrar tekrar, içinde kardeş katline cevaz bulunduğu iddia edilen, Bakara sûresinin 191. ayetini tam olarak alıntılayalım: "Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir." 

Görüldüğü gibi ayet-i kerime, yazı boyunca, Bahadıroğlu’nun kasettiği türden fitne potansiyeline karşılık birilerinin katlini değil; ’Mekke’den çıkaran, sizinle savaşan insanlara savaşmayı’ salık veriyor. Bu ayetin bütünü böyleyken ve nazil olduğu durumu da lafızlar gayet açık haber verirken, sağını solunu kesip oradan "İleride fitne çıkarabilir tehlikesiyle kardeş katletmek caizdir..." hükmüne varmak, cevaz bulmuş gibi kaynak aktarmak, bana tuhaf geldi. Bilmiyorum, okurlarıma da böyle geliyor mu? 

Üstelik ayet, yazı içinde bile istikrarlı bir şekilde meallendirilmiyor. Bir yerde "Fitneye sebep olmak adam öldürmekten beterdir" denilirken, diğer bir yerde "Fitne katilden daha şiddetlidir" diye meallendiriliyor. Sebep olmak nere, fitnenin bizzat kendisi nere? Fakat benim alıntıladığım Diyanet mealinde bu kısım şöyle: "Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır." Burada da, Asr-ı Saadet döneminde, kâfirlerin müslümanlara ettikleri zulümler kastediliyor. Bir potansiyel tehdit değil. Yapılmış şeyler. Üstelik ayetin sonu da şöyle: "Kafirlerin cezası böyledir." Osmanlı hanedanında isyan etmiş veya etmemiş tüm şehzadeleri önüme koyuyorum. Hangisi (hâşâ) kafir statüsüne giriyor da ayet onlara hitap ediyor? 

2. Yazar, daha başlarda kardeş katlinin bir tarihsel sorumluluk icabı olduğunu belirtiyor. Alıntılayayım: "Bir anlamda, tarihsel sorumluluklarının icabını yapmak için evlatlarını, kardeşlerini ve yeğenlerini katletmek gibi, acıtıcı ve yıpratıcı bir fedakârlığa imza atıyorlardı." (Bizi de en çok biz istemediğimiz halde yapılan fedakârlıklar esir alır.) Bir kere, sormadan yapamıyorum, ’göreceli’ bir tarihsel sorumluluk anlayışı, nasıl fıkhî zeminde karşılığı olan katl fiiline cevaz sağlayabiliyor? Dinî hükümlerin hangisi ’tarihsel sorumlulukla’ cevazlandırılabilir? Kur’an, hadis, icma ve kıyas dışında; bir de böyle tarihsel sorumluluk denen, haramı helal kılma gücüne sahip, bir cevaz kanalı mı var? Yine dikkatinizi çekerim: İş ’tarihsel sorumluluk’a kalırsa, Yezit de "Ben devletin selametini, tarihsel sorumluluğumu düşünerek Hz. Hüseyin’i katlettirdim" diyebilir. Tarihsel sorumluluk böyle her yöne esner birşey. Bakanın gözüne bağlı birşey. Fıkha ne derece zemin olabilir ki?

3. Bir de yazı boyunca yazarın yaptığı bir muğalataya dikkat çekmek istiyorum. Yazar, kardeş veya evlat katlinin tamamını isyan eden bireyler üzerinden örneklendiriyor. Mesela; I. Murad’ın oğlu Savcı Bey, Osman Bey’in amcası Dündar Bey, Musa Çelebi ve Düzmece Mustafa... Bunların tamamı isyana fiilen teşebbüs etmiş, yani potansiyel tehdit olarak kalmamış örnekler. Bunları misal olarak dizdikten sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ın kardeş katli fermanını tırnaklayıp, onun çocuk yaşta katlettirdiği, hiçbir teşebbüste de bulunmamış masum biraderini anmamak, ancak hakikati yönlendirme ve renkli gösterme çabasıdır. Kardeş katlinde veya evlat katlinde asıl eleştirilen nokta zaten bu potansiyel tehditlerin katl sebebi sayılmasıdır. Yoksa isyan eden, ordu toplayan insanlar elbette bağy statüsü içinde değerlendirilebilir. Bizim eleştirdiğimiz nokta: İsyan etmemiş, sadece ’edebilir’ vehmiyle masumların katledilmesidir. Buna da yine Bediüzzaman’ın mahkeme savunmalarından bir örnek vermek istiyorum: 

"Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder?"

İşte mezkur yazıda da tıpkı Bediüzzaman’ın burada itiraz ettiği gibi şu yöntem kullanılıyor: Savcı Bey ayaklandı, Dündar Bey ayaklandı, Düzmece Mustafa ayaklandı. Eeee? O zaman diğerleri de ayaklanır. Bunlar da şehzade ne de olsa! Tıpkı İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkancıyı mahkûm etmek gibi birşey bu da. Ne farkı var ki, buradan bir cevaz kapısı çıkarılabiliyor? Kaldı ki; Bediüzzaman’ın yine başka bir savunmasında dediği gibi: "Hükümet ele bakar, kalbe bakmaz." Elinden bir günah ortaya çıkmadıktan sonra, ihtimalle insan cezalandırmak nasıl âdil olabilir? Tom Cruise’un Azınlık Raporu filmini anımsayalım.

4. Yazı içinde Ahmet Akgündüz Hoca’ya dayandırılan şöyle bir bilgi var: "İslam hukuku, hükümdara bir takım suçlar ihdas edebilme ve bunlara cezalar koyabilme salahiyeti tanımıştır, buna ta’zir denir. Padişah bir kimseyi bu çerçevede cezalandırabilir ve bu İslam hukukuna aykırı değildir. Siyaseten katl, yani devlet başkanının, devletin birliği ve milletin dirliği için yaşaması zararlı görülen kimseleri öldürtmesi de ta’zir cezalarındandır. Bütün monarşilerde olduğu gibi, İslam hukukuna göre de devlet başkanı yani padişah, yargı gücünü elinde tutar..." 

Tabii yazının başından itibaren şüpheci gittiğim için burada da ta’zir nedir diye internette biraz gezmek ihtiyacı hissettim. Bakın, ta’zir neymiş: "Ta’zîr (men etmek, engellemek): Ta’zir cezası yüce Allah’ın miktarını takdir ve beyan etmediği ve takdirini devlet başkanına ya da müctehid olan hakimlere bırakmış olduğu cezalar­dır. Çeşitli olup (azarlamak, kınamak, terbiye etmek, sopa), hâkimin dilediği kadar verilir. Otorite cezayı affedebilir. Cezaların miktarı zamana göre değişebilir." 

Yani sizin anlayacağınız ta’zir, hakkında kesin hüküm bulunmayan suçlara içtihadî olarak verilen cezaları kapsıyor. Yani ne suçsuzluk durumunda işliyor ne de ihtimallere ceza verebilme hakkı sağlıyor. Sadece Kur’an’da, sünnette hakkında kesin bir ceza olmayan noktalarda hüküm vermeye yarıyor. Buradan, yine altını çiziyorum, potansiyel/ihtimal suç tehdidine karşı, çok suistimal edilmesi mümkün, bir cezalandırma yöntemine meşruiyet bulmak nasıl mümkün oluyor? Kaldı ki, monarşiyle İslam hukuku arasında kurulan bağı da anlayamadım ben. Monarşi, İslamî bir rejim mi? Saltanat İslamî mi? Eğer öyleyse, saltanatı kötüleyen hadisleri nereye koyacağız? Bediüzzaman bile Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında olan savaşı ’saltanatın ve hilafetin savaşı’ olarak niteler. 

5. Bir de Hz. Ömer’den bir anekdotla alınan bir cevaz var ki; akıllara zarar. Neden böyle söylüyorum: Çünkü Hz. Ömer’in meşrebi aslında bu masum katline en aykırı meşreptir. Adalet-i mahzanın en sağlam uygulayıcılarından birisidir Hz. Ömer. Hatta daha sonra kendisini katledecek olan Firuz isimli kölenin açık tehditine maruz kalmış, "Vallahi bu köle beni tehdit etti" dedikten sonra "O halde katledelim" diyenlere. "Daha elinden bir cürüm sâdır olmadı ki..." cevabını vermiştir. Yazıda örnek verilen Nasr b. Haccac’ın sürgünü meselesi ise; yine Hz. Ömer’in altını çizdiği gibi, ortada ondan kaynaklı bir suç yoktur. Fakat Hz. Nasr, çok yakışıklı olduğu için bölgede kıskançlık ve fitne oluşmaktadır. Hz. Ömer de buradan hareketle, Hz. Nasr’ı hem kendisi hem de başkaları zarar görmesin diye oradan uzaklaştırmıştır. Hayat hakkını elinden almadığı gibi, kendisine bir zarar da vermemiştir. Ancak kardeş/evlat katli, geridönüşümü olmayan bir şekilde hayat hakkını insanın elinden almaktır. Nasıl bu olayla kıyaslanabilir?

6. Her neyse... Yazı çok uzadı. Son birşeye daha temas edip bitirmek istiyorum. Yazıda örnek verilen Cem Sultan ve II. Bayezid Han meselesi. Burada Cem Sultan’ın haksızlığının altı çiziliyor. Tamam, öyle olsun. Fiilen de isyana girişmiş zaten. Bağy sayılabilir belki. Peki ben Yavuz Hocama sormak istiyorum: Bu kardeş isyanlarında başarılı olanlar kahraman, başarısız olanlar hep suçlu mu sayılıyor? 

Yavuz Sultan Selim Han mesela, veliaht kendisi değilken, isyan edip babasıyla savaşsa ve başarsa kahraman; Cem Sultan, kardeşiyle savaşıp kaybetse isyankâr mı oluyor? (Amca haksız, yeğen haklı yani.) Hatta öyle ki; II. Bayezid kardeşlerine birşey yapmaması şartıyla onu tahta geçirmesine rağmen, kardeşlerini ve yeğenlerini tamamıyla katlettirebiliyor? Burada "el-hükmü li’l-galip: galip gelen her zaman haklıdır" düsturuyla mı hareket ediyoruz? Eğer öyleyse bilelim, çünkü ona da Bediüzzamanca bir itirazımız var. Bu kaidenin felsefenin kem bir kaidesi olduğunu Bediüzzaman Ene Risalesi’nde söylüyor.

Hülasa; şu kardeş katli meselesi ciğerimizi yakan bir mesele. Neden bu mevzuda padişahları günahlardan beri tutmaya çalıştığımızı doğrusu anlayamıyorum. Öyle kem bir kaide ki, bu; buradan çıkarılacak devlet menfaatine uygunluk hükmüyle tarih boyunca her türlü zulüm işlenmiş. Devletin menfaati denmiş; bireylerin masumiyeti, hakları hiçe sayılmış. Bütün bunlar yaşanmışken, tarafsızca tarihi anlatmak yerine, dinin içinden padişahlara referanslar bulmaya çalışma, onların bu yaptıklarını masumlaştırma, ne işe yarar? Şu işe yarar belki: Bugün şehzade katline meşruiyet bulursan, yarın tehcire de aynı mantıkla meşruiyet bulursun. Sonra Dersim katliamı da (madem isyan var) meşru hale gelebilir. İçlerinden biri isyan etti diye, devlet menfaati için, on masumu onlarla beraber katledebilirsin. (Potansiyel var çünkü.) PKK yüzünden bütün Kürtler, Asala yüzünden bütün Ermeniler suçlu olabilir. 

"Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor."

Bugün de en çok buradan darbe yiyoruz. Dindar hürriyetperverler, yine dindar devletseverler tarafından devlet menfaatinin gereklerine ikna edilmeye çalışılıyor. Halbuki hiç üçüncü yol aranmamış. Hep "Devlet mi, evlat mı?" denmiş. Ta ki, Sultan Ahmed’e kadar. Üçüncü yol aranmadan, nasıl insanlar böyle bir seçimle ve soruyla başbaşa bırakılıyor? Ben buna itiraz ediyor ve "Hakikatin yolu bu değil, hem Kur’an, hem sünnet böyle söylemiyor!" diyorum. Bediüzzaman’ı da şahit tutuyorum. Sesim ne Ahmet Akgündüz ne de Yavuz Bahadıroğlu kadar güçlü çıkar, ama olsun. Karınca safını belli eder. Christopher Hitchens’ın dediği gibi: "(...) zihin, kanıtlanması gereken şeyin varsayılması öğretilerek eğitilemez."

Not: Daha muhterem hocama, verdiği misalden hareketle; Hz. Hızır’ın beşerî kayıtların bir kısmından kurtulmuş ve nebî ferasetine sahip olduğunu; ancak siyasilerimizin ne böyle bir kayıtsızlığa, ne de böyle bir ferasete sahip olmadıklarını, ismetle korunmadıklarını; ayrıca tırnaklanan misale rağmen ululazm peygamberler içinde Hz. Musa’nın isminin geçtiğini, Hz. Hızır’ın makamca ondan geride olduğunu ve bu yüzden yolunun Hz. Musa’nın yoluna nazaran genel olmadığını hatırlatacaktım. Padişahlara (hâşâ) bir peygamberlik atfetmiyorsak, kardeş katline buradan nasıl bir cevaz çıktığını da hayretle soracaktım. Ama yazı çok uzadı. Birçok noktasına temas etmekten vazgeçtim. Cemil Meriç’ten bir alıntıyla bitirelim: "Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?" Ha, bu arada, yazının sonundaki adalet-i izafiye tarifi de yanlış. Doğrusunu bu yazının başında, Bediüzzaman'ın ifadeleri içinde bulabilirsiniz.



[1] Anatole Franse’ın Penguenler Adası eserinden (Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabına yaptığı alıntıdır).
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat’tan.

30 Aralık 2012 Pazar

Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı üzerine...


“İstanbul’a geldim, gördüm ki, sair şuubata nisbeten medâris az terakki etmiştir. Bunun da sebebi, kitaba nazarla istinbat-ı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.” Bediüzzaman Said Nursî, İçtimaî Reçeteler

Bundan yıllar yıllar önce, daha ortaokul talebesiyken kimya öğretmenimiz Ayşe Hoca’dan bir ihtar almıştım. Sebebi ne şımarıklığımdı, ne de tembelliğimden kaynaklanan bir sorundu. Hayır, hiçbirisi değildi. Sadece derste söz aldığımda müfredatta olmayan şeyler anlatıyordum. Mesela bu uyarıyı aldığım gün de maddenin halleri üzerine işlenen bir derste, dördüncü bir halinin daha bulunduğunu, bunun da plazma hali olarak isimlendirildiğini söylemiştim. (Artık hangi belgeselden, kitaptan duyduysam?)

İşte o zaman Ayşe Hoca artık böyle çıkışlarımdan canına tak demiş olacak ki; bir daha söz aldığımda böyle şeyler anlatmamamı, çünkü bunların müfredatta yer almadığını söylemiş ve beni ihtar etmişti. Ona göre kitaptakini öğrensek ve sınavlarda öğrendiğimiz gibi cevap versek bize yeterdi. Fazlasıyla aklımızı karıştırmaya hiç gerek yoktu. Ben de bunu yapmamalıydım.

Şimdi gülerek o anı hatırlasam da milli eğitim sisteminde en çok törpülenmeye çalışılan yanımızın bu olduğu kanısındayım. Yani, bilimi müfredatın dışında takip edebiliyor olmak. Kitapta öğretilenle yetinmemek. Bu yanımız sınav sınav alınıyor elimizden. Bırakın sınavda bir konuyu farklı bir yorumla ele almayı, müfredattaki bir hatayı düzeltseniz bile, hocanızdan uyarı almanız işten bile değil. Bu yönüyle milli eğitim bizim gelişimimize hiçbir katkı sağlamıyor. Aksine, kitaptakine kanaatkâr hale getirilmiş tembel beyinlerle mezun olmamızı sağlıyor.

Sanıyorum bu noktada en muzdarip bilim dallarından birisi de tarih. Tarih, insanla bağı itibariyle sadece nesneye dair birşey olmadığından, bizde de duygusal karşılıkları bulunduğundan, resmi tarih öğretisi içinde yetişmiş gençlerin duygu durumları da diğerlerinden farklı oluyor. Örneğin; sizin için gayet rahat konuşulabilir ve tartışılabilir olan birşey, onlar için adeta dogmatik bir gerçek addediliyor. Kesinlikle sorgulanmıyor. Hasbelkader sorgulayanlar da en aşağısı alet olmaktan başlayan ve en nihayet vatan hainliğine kadar varan suçlamalara maruz kalıyorlar. Tarih derslerinde, hassaten inkılap tarihi derslerinde farklı düşündüğünü belirten insanlar bu anlattığıma benzer şeyler yaşamışlardır mutlaka.

“İyi de Ahmet, sen de herşeyi eleştiriyorsun. Peki milli eğitimdeki gibi olmazsa ders tarzı, başka nasıl olacak?” diye soracak olursanız, işte tam bugünlerde en azından tarih dersleri noktasında bir metot oluşturabilecek bir kitap okuduğum kanaatindeyim. Kitabın ismi; Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı. Yayınevi; Etkileşim Yayınları. Doç. Dr. Ahmet Yıldız’ın yerli/yabancı pekçok akademisyenle söyleşilerinden oluşan bu eser, benim kafamdaki ders sistemine tam isabet ediyor. Neden mi? Bir parça izah edeyim:

Sanıyorum, bizi, ileri yaşlarımıza dogmatik öğretiler taşıyan robotlar haline getiren en büyük etken bilginin tekliği ve yoruma açık olmayışı. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi; üstüne yeni birşey konuyor ve söyleniyor olamayışı. İsterse NASA’dan onay alsın sözleriniz, eğer müfredatta yoksa, onu yazmanızla sınav kağıdınızda kocaman eksileri görebiliyor oluşunuz. Bizim ilk mücadelesini vermemiz gereken kavga bu: Bilginin sorgulanabilir olması gerek. Bunun da tarih bilimi açısından açık yegane kapısı bilginin yorumlanış şekline bakıyor.

İşte bu kitapta da Ahmet Yıldız; Şükrü Hanioğlu, Kemal Karpat, Mehmet Altan, Mümtaz’er Türköne gibi yerli; John Esposito, Jenny White, Andrew Arato, Alfred Stepan gibi yabancı akademisyenlere aşağı yukarı aynı dönemi (demokrasi tarihimizi diyeyim) benzer başlıklar ve sorular altında yorumlattırarak; özü aynı olan bilgiyi farklı tonlarda nasıl okuyabileceğimizi gösteriyor. Yani düpedüz beynin aktif olduğu ve her okuduğu metinde daha bir heyecanlandığı bir yolculuğa çekiyor. ‘Münazara ve sual ve cevap’ın kapısını açıyor.

Böyle metinleri peşpeşe okumanın şöyle bir faydası var ki; her birisinin bakış açısı, size aynı bilgi içinde farklı yönleri açarak hangisinin tercih edilebilir olduğunu (mecbur etmeden) iradenize bırakması. Yani tek bir resmi öğreti yerine, birçok özgür düşünce adamının öğretisini masanın üzerine yatırmanızı sağlaması. İçlerinden biri veya birkaçını seçmek veya hepsini birden terketmek elinizde. Mantığınız, verileni kabul etmek zorunda değil. Değil, çünkü bazen birisinin öğrettiğini diğerinin bilgisi eşliğinde kendiniz çürütüyorsunuz. Böylesi kitaplarla yetişseydik eğer, bizim uyanık beyinlere sahip olma açısından yaşıtlarımızdan daha yukarılarda olacağımızı düşünüyorum. Söyleşi kitapların kıymetini daha iyi anlıyorum.

Bu kitap belirli bir zaman aralığı için tasarlanmış (genel anlamda böyle, yoksa kişi kişi bazı açılmalar, odaklanmalar var) karşılaştırmalı bir tarih okuması olarak ele alınabilir. Söyleşilerinin çok açılımcı olduğunu düşündüğüm birkaç isim var bu kitapta, onların okunmasını özellikle tavsiye edeyim. Bir tanesi, Mehmet Ali Kılıçbay; diğeri, Prof Dr. Ayhan Aktar. Bu iki ismin yazısına özellikle bakmanızı öneririm. Bu kitap hakkında söylenecek şey çok, ama anlatmaya o kitap kadar bir kitap daha yazmak gerek. Belki başka yazılar yazarak bu kitaptaki ilgimi çeken bazı konuları işleyeceğim. O suretle bu yazıdaki eksik yan da kaza olur diye düşünüyorum. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...