Bediüzzaman'ın Muhammed Abduh'a 'takipçisi' gibi yamanmasına karşıyım. Hep de karşı olacağım. Çünkü Abduh'un birçok modernist görüşe sahip olduğunu biliyorum. Bediüzzaman'ı ona yamalamak aynı zamanda bid'a görüşlerine de yamalamak anlamına geleceğinden teberri ediyorum. Risale-i Nur'u 18 yıldır okumaktayım. Hiçbir yerinde böyle bir eğilime rastlamadım. Bilakis, ehl-i sünnet içinde konumlanmak hususundaki hassasiyetlerini gördüm, öptüm başıma koydum. Kim bu noktada şüpheye düşerse 'ehl-i sünnet' ıstılahını külliyatta aratabilir. Sonrasında inadından başka hiçbirşey ona "Bediüzzaman ehl-i sünneti sahiplenmiyor!" dedirtmez zannederim.
Ama işte hepimiz karşı koyamadığımız konjonktürler üzerinden birşeyleri bükmeye çalışıyoruz. Bükük birşey bulamadığımızda da iş ikincil metinlere kalıyor. Mesela: Müellif bir yerde Abduh için 'selefim' mi demiştir? "Evreka!" Yani: "Bulduk!" Demek ki Bediüzzaman bir Abduh takipçisidir. Duruşunun eserleri içinde bulamadığımız, bulsak da arzumuzun sûretine yakıştıramadığımız, tarafları pekala Abduh'unkinden çıkarılabilir. Tabir-i diğerle: Bediüzzaman Abduh'a yamanabilir. Gelenekleri mensuplarını da açıklar çünkü.
Görüyorsunuz ya. Geleneksiz olmuyor. Kişioğlunun sırf kendi metinleri/hayatı duruşunu ortaya koymaya yetmiyor. Bu yüzden dönüp gelip bizi bulan soru hep aynı oluyor: Bediüzzaman'ı hangi gelenek içinde konumlandıracağız? Köksüzlükte tatmin edicilik yok. Tehlikesi de bariz. İnsanlar huylanıyor. O halde bir yerlerle bağlamak lazım. Sünnilik? Yapma canım. Oraya bağladığın anda herşey cevabını buluyor zaten. Yeni birşey söyleyemezsin. Söyletemezsin. Daha doğrusu: Bükmek istediğin açıya bükemezsin. En çok bundan kaçınmalısın. Bunu sakın unutma.
O zaman ne yapmak gerekir? Düşünelim, düşünelim, düşünelim. Ha! Tamam! Eserlerinde kendisini bağladığı isimlere baksak? Bilmem kaç defa 'İmam-ı Rabbanî' diyor. Geç onu. Bilmem kaç defa 'İmam-ı Gazalî' diyor. Geç onu. Ha, işte, Divan-ı Harb-i Örfî'de diyor mesela: "Sultan Selim'e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm'daki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim; Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir..." Sultan Selim olmaz. Şeyh Cemaleddin-i Efganî olabilir. Muhammed Abduh olabilir. Ali Suavi'ye 'müfrit âlim' diyor. O da olmaz. Namık Kemal zaten âlim değil. Selef sayılamaz.
Arkadaşlar, bence, Bediüzzaman'a Cemaleddin-i Efganî'yi veya Muhammed Abduh'u selef kılanların başka hiçbir delili yok. Bediüzzaman, ne onların eserlerinden alıntı yapıyor, ne duruşlarını duruşlarıyla bağlıyor, ne de başka amaçlarla isimlerini/fikirlerini nazara veriyor. Yok, yok, yok oğlu yok. Nurcular mabeyninde şu iki ismi Bediüzzaman'a pîr ittihat edenlerin bütün delillerinin toplamı burasıdır. Yahut buna benzer söylediği flû bir-iki anekdottur. Geri kalan taşlar fikir sûretinde arzularla döşenmiştir. Aksini bana, değil yorumları üzerinden, bizzat Risale-i Nur üzerinden isbat edebilecek varsa tartışmaya hazırım. Yalnız şu kadarını elbette kabul ediyorum: Bediüzzaman, yukarıda da belirttiği gibi, İttihad-ı İslam hususunda bu kişilerin söylemlerinden etkilenmiştir. Dikkatinizi çekerim: Başka hiçbir hususta etkilendiğini belirtir bir delil yoktur. Söylemi de yoktur. Bundan gayrısı ikincil yorumlarla kurulan 'üflesen söner' argümanlardır.
İttihad-ı İslam hakkında bu kişilerin söylediklerindeyse ehl-i sünnet bir âlimi rahatsız edecek hiçbirşey yoktur. Ümmetin birliği zaten ehl-i sünnetin de bir meselesidir. Geçtiğimiz perşembe ortaya çıkan bir konu değildir ki bu! "Mü'minler ancak kardeştirler!" ferman-ı Kur'anîsinin varlığından beri, biz 'İttihad-ı İslam'a iman eder, olmasını da arzu ederiz. Bir zamana kadar bu fiilen başarılmıştır da. Ondan sonra da Yavuz Sultan Selim'in çabaları anılmaya değer. Zira, Bediüzzaman'ın da zikrettiği şekilde, o da bu davanın ikamesine çalışmıştır.
Hem bir de bakalım: Bediüzzaman acaba her hususta Muhammed Abduh'u destekliyor mu? Mesela: İşaratü'l-İ'caz'da bir bölüm var. Bakara sûresinin 25. ayetinin tefsiri sadedinde diyor ki mürşidim: "Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh'un telâkkisine göre: 'İyi şeyler' mânâsında olan 'salihât' kelimesi, beynennâs meşhur ve malûm olduğundan, mutlak bırakılmıştır. Ben de diyorum ki: Sûrenin başına itimaden burada müphem bırakılmıştır. Çünkü, sûre başında zikredilen '(Onlar) gayba iman ederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiklerimizden hayra harcarlar...' âyeti buradaki 'salihât'ın beyanıdır."
Yani ne görülüyor buradan? Bediüzzaman bir yerde "İttihad-ı İslam'da selefim!" dedi diye "Her dediğine katılıyorum!" demek istemiyor. Hatta şuradaki tefsiriyle çok temel bir ayrıma işaret ediyor: 'Salihât' kelimesini yalnız 'iyi şeyler' diye anlayıp içini 'insanlığın ortak değerleri' gibi ucu nereye gider bilinmez dolgularla dolduramazsınız. Kur'an'da 'salihât' denilmekle ne kastedildiğini yine bize Kur'an söyler. İslam'ın salihâtı İslam'ın tarif ettiği gibidir/kadardır.
Bu duruş Bediüzzaman'ın İslamiyeti 'insaniyet-i kübra' ile tarif edişinde de görünür. Evet. Biz insana 'liberaller' veya 'panteistler' gibi inanmayız. Yani insaniyeti 'İslamiyet-i kübra' gibi görmeyiz. "Önemli olan insan olmak. Neye inandığının ne önemi var? İstediğine tapsın/yapsın canım!" demeyiz. Çünkü hiyerarşiye böyle inanmayız. Hiyerarşide İslam insandan üstündür. Mü'min kâfirden üstündür. "İnanıyorsanız üstünsünüz!" buyurur Kur'an bize. Dinin/vahyin hikmeti budur. Elhamdülillah.
Evet. Abduh ekolünün bu husustaki arızalarından dolayıdır ki, modernizm, öğretilerinden yol bularak takipçilerinde yaralar vücuda getirmiştir. Bu konuda malumat sahibi olmak isteyenler Ahmed Davudoğlu Hoca merhumun Din Tahripçileri isimli eserine bakmalıdırlar.
Hasılı: Arkadaşlar, Bediüzzaman'ı yakaladığımıza yamamayalım, bu yanlıştır. O en çok ehl-i sünnete yakışır. Kürdistan medreselerinin eğitimi bellidir. Ekolleri bellidir. Eğer Risale-i Nur'da bulamadığınız bir duruş varsa, ki olabilir elbette, bu boşlukları dolduracağınız yer ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıdır. İçinde de Eş'arî-Şafiî ekolüdür. Onun içinde de mürşidi olarak andığı isimlerdir. "Ahmed'in yine ehl-i sünnet damarı tuttu!" diyorsunuz belki ama söylemekten dur olmuyorum/olmayacağım: Bediüzzaman'ın söyledikleri giderek flûlaşıyor. Herkes bir tarafa çekiyor. Her anlama gelen hiçbir anlama gelmez. İyilik yapmıyoruz ona/yoluna. Hakikatin hakikat kalabilmesi çerçeveyle mümkündür. Bediüzzaman'ın da çerçevesi ehl-i sünnet ve'l-cemaattir. Münazaunfîh bulduğunuzu sahibü'l-yed olana bırakın. Yakın olana bırakın. Yoksa zarar vereceksiniz.
Muhammed Abduh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muhammed Abduh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Ocak 2020 Cumartesi
2 Mart 2016 Çarşamba
Bediüzzaman, Yavuz Sultan Selim'e neden 'selefim' dedi?
Bu defa hakkında vaktinizi almak istediğim konu Bediüzzaman'ın Yavuz Sultan Selim Han’a 'selefi' olarak işaret etmesi meselesi. Hatta 'işaret' kelimesi zayıf kalır. Bunu açıkça ifade ediyor:
"Sultan Selim'e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir."
Kimileri böyle metinlere bakınca ‘ismini anma’nın ‘bendesi olmak’la aynı şey olduğunu sanıyorlar. Değildir. Hiç öyle değildir. "Üstad bu isimleri kendisine her konuda rehber edinmiştir!" diye düşünürseniz hata edersiniz. Bediüzzaman mezkûr isimleri İttihad-ı İslam noktasındaki duruşunu ifade edecek misaller olarak kullanmıştır. Yoksa içlerinde duruşları itibariyle birbirlerine uymayan, hele Bediüzzaman'a hiç uymayan, kişiler de mevcuttur.
Ali Suavi'nin duruşu Muhammed Abduh'la bir olmadığı gibi Hoca Tahsin'in mefkuresi de Cemaleddin-i Efganî ile bir değildir. Sultan Selim Han ise hem zaman hem de konum olarak onların en yabancısıdır. Bu nedenle Bediüzzaman'ın 'dinde reform taraftarı olan' kimi isimleri burada anmakla her konuda rehberi gördüğü söylenemez. İçtihad Risalesi müellifinin böyle düşündüğünü söylemek iftira olur. Onun Ehl-i Sünnet hassasiyeti bellidir.
Colin Turner ve Hasan Horkuç da, beraber kaleme aldıkları “Said Nursî” (Etkileşim Yayınları) isimli eserde, meseleyi bu noktada değerlendirirler: "(...) Hareket ve fikirlerinden dolayı bunların hepsi tartışmalı isimlerdi. Said Nursî'nin bu düşünceleri kabul etmesi onların ümmetçilikle ilgili fikirlerinin ötesine geçmiyordu."
Zannımca doğru okuma bu sözlerin Divan-ı Harp’te, isminde ‘ittihat’ olan bir partinin mümessilleri tarafından yargılanırken, söylenildiğini hatırlamakla başlar. Yani seçilecek misallerin, belagat ilmi gereğince, muhatapta bir karşılığının bulunması lazımdır. Herhalde mürşidimin tasavvurunda o anki muhataplarının en iyi derkedeceği misaller onlardır. Burada şu noktaya da bir kapı açalım ki: Bediüzzaman bu isimlerin reformist görüşlerinden haberdar olmaya da bilir. Belki de duyduğu yalnız hayırlı yanlarıdır. Kendisinin Mustafa Kemal’e dair de ‘umutla’ kullandığı sitayişli ifadeler vardır. (Böyle bir mektubu Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunmaktadır.) Ancak zaman geçtikçe kanaatleri belirginleşmiştir.
Asıl konumuza gelelim: Bediüzzaman neden başka bir padişahı değil de Sultan Selim Han’ı misal vermeyi seçmiştir? Bu seçimin kendisinin etnik kimliği ile bir bağı var mıdır? Şunu unutmayalım ki: İttihat ve Terakki yöneticileri Kürtlerin Abdülhamid Han’la olan bağından hep çekinmiştir. Hatta II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kürdistan’da çıkabilecek bir kargaşadan korktukları bilinmektedir. (Bediüzzaman'ın daha sonra aşiretleri gezerek meşrutiyeti anlatma ihtiyacı duyması da bu durumun delillerinden birisi sayılabilir.)
Üstelik Hamidiye Alayları üzerinden Abdulhamid Han’ın Kürtlerle organik bir ilişkisi de bulunmaktadır. Bu noktada Bediüzzaman da dönemin Divan-ı Harp kafasınca bir tür ‘etnik önyargıyla’ değerlendiriliyor olabilir. Osmanlı'yla ilişkisini Yavuz Sultan Selim üzerinden ifade etmesiyse bu önyargıyı kırmaya dönük bir seçim gibi görülebilir. “Burada ‘biat’a dair yaptığı hatırlatma da aynı amaca dönük bir çağrışım taşıyor!” denilebilir.
Fakat tam da burada bir soru daha karşılıyor bizi: Neden Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir İstanbul fatihi 'selef' olmamıştır? Halbuki hem doğu hem de batı tarafına seferleri vardır. Şah İsmail'in anne tarafından dedesi olan Uzun Hasan'ı Otlukbeli'de o mağlup etmiştir. Yahut da neden Kanuni bir 'selef' olarak anılmamıştır? Onun döneminde de İslam coğrafyasının pekçok beldesi Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Teorim şu: Bediüzzaman'ın gözünde Sultan Selim Han’ı diğerlerinden ayıran ve 'selef' kılan şey, sadece doğuya dönük fetihlerde bulunması değil, Ehl-i Sünnet kimliğinin Osmanlı'nın kodlarında ne denli önemli bir yer tuttuğunu da anlamasıydı. Fatih Sultan Mehmed'in kendisini 'Yeni Roma İmparatoru' ve Osmanlı'yı 'Yeni Roma' olarak tanımladığı aktarılırken; Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'yı tastamam bir İslam devleti olarak gördüğü kesindir. Hatta Balkanlardaki gayrimüslimlerin cebren İslamlaştırılmasına dönük düşünceleri olduğu fakat dönemin şeyhülislamı tarafından vazgeçirildiği söylenmektedir. (Neredeyse aynı yıllarda, İspanya'da müslümanlar zorla hristiyanlaştırılıyor, İran'da da sünniler zorla şiileştiriliyordu.)
Bunun yanısıra, Dulkadiroğlu Beyliği ile akrabalık bağı ve dolaylı ilgisi/iletişimi; Trabzon valiliği yapmasından dolayı doğuda artan şii etkisine ve sünnilere yapılan katliamlara karşı haberdar/duyarlı oluşu; şehzadelik dönemine dair yazılmış metinlerde de altı çizilen bir konudur. Hatta, daha ileriye gidelim, Kürtleri karşısında birleşmeye çağırdığı Avrupalı düşmanları değil, birçok sünni Kürt şehrinde katliam yapan Şah İsmail taraftarlarıdır. Bu noktada, mukaddes beldelerle arasında kurmak istediği bağ, 'tehlikede olduğunu anlayan gövdenin kalple yeniden kurmak istediği bağ' gibi, yani bir nevi ‘damar açma’ gibi anlaşılabilir.
Uzatmayayım. Meramımı anladınız. Belki bu yazımı da bazıları yine 'ehl-i sünnetçilik' olarak görecekler. Eh, ne yapalım, gören görsün. Ben yine de Sultan Selim Han’ın ayrı bir hassasiyete sahip olduğundan dolayı seçildiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın 'selef' tayinini de böyle anlıyorum. Yazdıklarım elbette ki zanlarımdır. En doğrusunu Alîm-i Mutlak olan Allah bilir. Cenab-ı Hak bu İslam binasına taş koyan herkese rahmet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.
"Sultan Selim'e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir."
Kimileri böyle metinlere bakınca ‘ismini anma’nın ‘bendesi olmak’la aynı şey olduğunu sanıyorlar. Değildir. Hiç öyle değildir. "Üstad bu isimleri kendisine her konuda rehber edinmiştir!" diye düşünürseniz hata edersiniz. Bediüzzaman mezkûr isimleri İttihad-ı İslam noktasındaki duruşunu ifade edecek misaller olarak kullanmıştır. Yoksa içlerinde duruşları itibariyle birbirlerine uymayan, hele Bediüzzaman'a hiç uymayan, kişiler de mevcuttur.
Ali Suavi'nin duruşu Muhammed Abduh'la bir olmadığı gibi Hoca Tahsin'in mefkuresi de Cemaleddin-i Efganî ile bir değildir. Sultan Selim Han ise hem zaman hem de konum olarak onların en yabancısıdır. Bu nedenle Bediüzzaman'ın 'dinde reform taraftarı olan' kimi isimleri burada anmakla her konuda rehberi gördüğü söylenemez. İçtihad Risalesi müellifinin böyle düşündüğünü söylemek iftira olur. Onun Ehl-i Sünnet hassasiyeti bellidir.
Colin Turner ve Hasan Horkuç da, beraber kaleme aldıkları “Said Nursî” (Etkileşim Yayınları) isimli eserde, meseleyi bu noktada değerlendirirler: "(...) Hareket ve fikirlerinden dolayı bunların hepsi tartışmalı isimlerdi. Said Nursî'nin bu düşünceleri kabul etmesi onların ümmetçilikle ilgili fikirlerinin ötesine geçmiyordu."
Zannımca doğru okuma bu sözlerin Divan-ı Harp’te, isminde ‘ittihat’ olan bir partinin mümessilleri tarafından yargılanırken, söylenildiğini hatırlamakla başlar. Yani seçilecek misallerin, belagat ilmi gereğince, muhatapta bir karşılığının bulunması lazımdır. Herhalde mürşidimin tasavvurunda o anki muhataplarının en iyi derkedeceği misaller onlardır. Burada şu noktaya da bir kapı açalım ki: Bediüzzaman bu isimlerin reformist görüşlerinden haberdar olmaya da bilir. Belki de duyduğu yalnız hayırlı yanlarıdır. Kendisinin Mustafa Kemal’e dair de ‘umutla’ kullandığı sitayişli ifadeler vardır. (Böyle bir mektubu Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunmaktadır.) Ancak zaman geçtikçe kanaatleri belirginleşmiştir.
Asıl konumuza gelelim: Bediüzzaman neden başka bir padişahı değil de Sultan Selim Han’ı misal vermeyi seçmiştir? Bu seçimin kendisinin etnik kimliği ile bir bağı var mıdır? Şunu unutmayalım ki: İttihat ve Terakki yöneticileri Kürtlerin Abdülhamid Han’la olan bağından hep çekinmiştir. Hatta II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kürdistan’da çıkabilecek bir kargaşadan korktukları bilinmektedir. (Bediüzzaman'ın daha sonra aşiretleri gezerek meşrutiyeti anlatma ihtiyacı duyması da bu durumun delillerinden birisi sayılabilir.)
Üstelik Hamidiye Alayları üzerinden Abdulhamid Han’ın Kürtlerle organik bir ilişkisi de bulunmaktadır. Bu noktada Bediüzzaman da dönemin Divan-ı Harp kafasınca bir tür ‘etnik önyargıyla’ değerlendiriliyor olabilir. Osmanlı'yla ilişkisini Yavuz Sultan Selim üzerinden ifade etmesiyse bu önyargıyı kırmaya dönük bir seçim gibi görülebilir. “Burada ‘biat’a dair yaptığı hatırlatma da aynı amaca dönük bir çağrışım taşıyor!” denilebilir.
Fakat tam da burada bir soru daha karşılıyor bizi: Neden Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir İstanbul fatihi 'selef' olmamıştır? Halbuki hem doğu hem de batı tarafına seferleri vardır. Şah İsmail'in anne tarafından dedesi olan Uzun Hasan'ı Otlukbeli'de o mağlup etmiştir. Yahut da neden Kanuni bir 'selef' olarak anılmamıştır? Onun döneminde de İslam coğrafyasının pekçok beldesi Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Teorim şu: Bediüzzaman'ın gözünde Sultan Selim Han’ı diğerlerinden ayıran ve 'selef' kılan şey, sadece doğuya dönük fetihlerde bulunması değil, Ehl-i Sünnet kimliğinin Osmanlı'nın kodlarında ne denli önemli bir yer tuttuğunu da anlamasıydı. Fatih Sultan Mehmed'in kendisini 'Yeni Roma İmparatoru' ve Osmanlı'yı 'Yeni Roma' olarak tanımladığı aktarılırken; Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'yı tastamam bir İslam devleti olarak gördüğü kesindir. Hatta Balkanlardaki gayrimüslimlerin cebren İslamlaştırılmasına dönük düşünceleri olduğu fakat dönemin şeyhülislamı tarafından vazgeçirildiği söylenmektedir. (Neredeyse aynı yıllarda, İspanya'da müslümanlar zorla hristiyanlaştırılıyor, İran'da da sünniler zorla şiileştiriliyordu.)
Bunun yanısıra, Dulkadiroğlu Beyliği ile akrabalık bağı ve dolaylı ilgisi/iletişimi; Trabzon valiliği yapmasından dolayı doğuda artan şii etkisine ve sünnilere yapılan katliamlara karşı haberdar/duyarlı oluşu; şehzadelik dönemine dair yazılmış metinlerde de altı çizilen bir konudur. Hatta, daha ileriye gidelim, Kürtleri karşısında birleşmeye çağırdığı Avrupalı düşmanları değil, birçok sünni Kürt şehrinde katliam yapan Şah İsmail taraftarlarıdır. Bu noktada, mukaddes beldelerle arasında kurmak istediği bağ, 'tehlikede olduğunu anlayan gövdenin kalple yeniden kurmak istediği bağ' gibi, yani bir nevi ‘damar açma’ gibi anlaşılabilir.
Uzatmayayım. Meramımı anladınız. Belki bu yazımı da bazıları yine 'ehl-i sünnetçilik' olarak görecekler. Eh, ne yapalım, gören görsün. Ben yine de Sultan Selim Han’ın ayrı bir hassasiyete sahip olduğundan dolayı seçildiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın 'selef' tayinini de böyle anlıyorum. Yazdıklarım elbette ki zanlarımdır. En doğrusunu Alîm-i Mutlak olan Allah bilir. Cenab-ı Hak bu İslam binasına taş koyan herkese rahmet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...