işaret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
işaret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2024 Pazartesi

Müslümanlık incir çekirdeğine iade-i itibar etmektir

"Bediüzzaman küfrün belini kırmıştır!" diyoruz haklı olarak. Maşaallah. Fakat, kullanılsa en az onun kadar haklı olacak, "Küfrün ocağına incir ağacı dikmiştir!" ifadesini istimal etmiyoruz. Halbuki yakın manalara sahipler. Belki deyimin hikâyesini unuttuğumuzdan mütevellittir. Yani, 'ocağına incir ağacı dikmek' ne için kullanılır, unutmuşuzdur. Efendim, hatırlatmak kabilinden olsun, şöyle bir arkaplanı var: Tohumunun küçüklüğüne aldanılmasın. İncir pek kuvvetli bir ağaçtır. Kökleri çok geniş bir alana yayılır. Engellere de 'Eyvallah!' etmez pek. O nedenle incir ağacı dikilen evin/ocağın yakında yıkılacağına hükmedilir. Evet. İşte 'ocağına incir ağacı dikmek' tabiri böyle bir asla dayanmaktadır. (En azından kulağımıza gelişi bu şekilde arkadaşım.)

Öyledir, ben, "Bediüzzaman küfrün ocağına incir ağacı dikmiştir!" demeyi beğeniyorum. Zira mürşidim 'incir' misalini çok istimal ediyor. (Şimdi bir 'arama motoru'ndan baktım. 20'ye yakınını gördüm. Belki fazlası da vardır.) O yüzden "İncir ağacı dikmiştir!" demek söze kinayeli bir zenginlik de katıyor gibime geliyor. Yazarlığın gözü 'gör' olsun. Böyle fırsatları bulursak kaçırmak istemeyiz. Ne yapalım? Bizim de oynayacak kelimelerimiz var yalnız. Onlarla da cilveleşmeyi bırakırsak hayattan nasıl lezzet alacağız? O nedenle "Bediüzzaman küfrün ocağına incir ağacı dikmiştir!" diye duyarsanız şakacılığıma vermeyin. Özünde büyük bir hakikat de var. Çekirdeğinin zerre misali acizliğinden binayı yıkacak gücü yaratmak Allah'ın azametine tam delildir.

O kadar andık madem, arkadaşım, bir tanesini teberrüken paylaşalım: "Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünkü, hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc etmek gibi bir harika mucize-i kudreti gösterdiği gibi, taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menâfiindeki nimet-i İlâhiyeyi kasemle hatıra getiriyor. Buna mukàbil, insanı iman ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i sâfilîne düşürmemek için bir ders veriyor."

Bakınız, az kalsın unutuyorduk, hatırladık. Kur'an'da yârendirler incir ve zeytin. Üzerlerine yemin edilir. Yani dikkatler üzerlerine çekilir. Mürşidim yukarıda bu yeminin sırrını bir miktar fâş ediyor. Elhamdülillah. Hem şu da var: 'Ocağına zeytin ağacı dikmek' diye bir tabir yok ama onun da kökleri çok derinlere uzanabilir. (7 metreyi aşabiliyormuş.) Google'da şöyle bir arattığınızda birçok meziyetini öğrenebiliyorsunuz. (Ben biraz karıştırdım mesela.) Mevzu sadece zavallıcıkları kahvaltıda çatalla kovalamak değil yani. (Afiyet olsun. Onu da ihmal etmeyin. Bismillah deyip yeyin. İlla şifalıdır.) Kur'an bunlar üzerine yemin ediyor, ta, insanoğlu aklıyla da kovalasın. İncirin çekirdeğine kadar insin. Zeytinin dallarına kadar çıksın. Hem ondan hem ötekinden alması gereken dersleri alıversin. Ne dedi mürşidim? "İnsanı iman ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i sâfilîne düşürmemek için bir ders veriyor." Yani incir çekirdeği kadar kıymetli potansiyelini incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere sarfetme. Hem incir çekirdeğine bir dakik tefekkürle iade-i itibar et. Çünkü müslümanlık incir çekirdeğine iade-i itibar etmektir.

Buradan şuraya geleceğim: Japon fizikçi Michio Kaku'nun 'İnsanlığın Geleceği' isimli bir eseri var. Orada, Kaku, başka gezegenlere biyolojimizi taşıyabilmemiz için 'ortam hazırlayıcılar' üretmemiz gerektiğine dikkat çekiyor. Nedir bu 'ortam hazırlayıcılar' peki? Robotlar. Yapay zekayla donatılmış, tek amaçları gittikleri gezegeni insanların yaşayacağı bir hale getirmek olan, üstelik kendilerini de çoğaltabilen şeyler olmalı bunlar. Mesela: Bir tanesini Mars'a gönderdiğiniz zaman hemen oraya kurulacak, sonra da kendinden daha fazlasını üretmenin yollarını bularak artacak, bu sırada da ekolojik anlamda gezegeni sizin yaşamanıza hazır hale getirecek. İnsan ömrünün sınırlılığı/hassaslığı düşünülünce, önce kendimiz gitmektense, böyle bir teknolojiyi başka gezegenlere yollamanın daha mantıklı olacağını söylüyor Kaku. Hem de enteresan birşey ekliyor arkasından:

"Kendini çoğaltma konusu hakkında ilk kez çocukken birşeyler öğrendim. Okuduğum bir biyoloji kitabı, virüslerin kendi kopyalarını üretmek için hücrelerimizi gasbettiğini, bakterilerinse bölünerek çoğaldığını açıklıyordu. Bir kolonideki aylar ya da yıllarca denetimsiz bırakılmış bakterilerin sayısı dünyanın boyutuyla yarışır biçimde sarsıcı miktarlara erişebilirdi. Başlangıçta mantıkdışı görünse de sonradan mantıklı gelmeye başladı. Ne de olsa bir virüs 'kendisini yeniden üretebilen kocaman bir molekül'den başka birşey değildir. O moleküllerden bir avuç kadarı burnunuza yerleştiğinde bir hafta içinde soğuk algınlığı yaşamanıza neden olabiliyor. Tek bir molekül hızla kendisinin trilyonlarca kopyasına dönüşerek sizi hapşırtmaya yetecek kadar çoğalabilir. Aslına bakarsanız herbirimiz annemizin içinde, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük tek bir döllenmiş yumurta olarak yaşamaya başlıyoruz. Ne var ki, kısacık bir dokuz ay içinde, bu ufak hücre insana dönüşüyor. Kısacası: İnsan yaşamı bile hücrelerin üstel şekilde büyümesine bağlı. Yaşamın temelini oluşturan kendini çoğaltmanın gücü budur ve sırrı da DNA molekülünde yatar. Bu mucizevi molekülü diğerlerinin tümünden sahip olduğu iki yetenek ayırır: İlki çok büyük bir miktarda bilgi içerebilmesi, ikincisi de yeniden üreyebilmesidir. Belki makineler de bu özellikleri taklit edebilirler..."

Yani aslında biyolojik yaşamın kendisi 'ocağına incir ağacı dikmek' üzerine kurulu gibi. Fakat, bir şekilde, bu bâdireler atlatılıyor. Hastalar iyileşiyor. Anne karnındaki çocuk da dahil 'sürekli kendini çoğaltan' robotlar konak oldukları canlıyı öldürmüyorlar. Ocaklarını yıkmıyorlar. Eceliniz gelmemişse virüsler dahi bir yerde duruyor. Durduruluyor. Çünkü ona karşı cihad edecek mücahidler de vücudunuzda yaratılmış. Allah bu molekül düzeyindeki robotların dizginlerini bırakmıyor. Yoksa kaos teorisinin hakikatiyle yüzleşebilirdik. Bir kelebeğin kanat çırpışı dahi evrenin sonunu getirecek bir yıkıma sebep olabilirdi. Nitekim, kanser dediğimiz hâdise, böylesi bir 'aşırı çoğalma'nın sonucu değil midir? Peki bir incir nasıl hep incir olarak kalabilir?

Ocağımıza dikilmesinden korktuğumuz incirin bahçemize dikilmesinden pekâlâ rahatsız değiliz. Zira duracağı yerleri kestirebiliyoruz. Bizimle savaşmadığını biliyoruz. Düşman değil dost olduğunun farkındayız. Eğer "Hayat bir mücalededir!" doğruysa(!) incirle bu kadar arkadaş nasıl kalabiliyoruz? O küçücük tohumda gösterilen muazzam güce rağmen. Muazzam bilgi ve muazzam kendisini çoğaltabilme yeteneğine rağmen. Yine de hiçbirimize incir ağaçlarıyla savaşmak bir gereklilik gibi görünmüyor. Aksine, kesilirse tepki gösteriyoruz, çünkü onun canının canımızla ilgili olduğunu seziyoruz. Varlığını seviyoruz.

Belki zaten mevzuun düğümü de burada saklı arkadaşım. Evet. Hatırlarsanız, İslam, bize dünyaya en son teşrif edenler olduğumuzu öğretti. Yani biz daha gelmeden şartlar hazırlanmıştı. Yer bir döşek kılınmıştı. Dağlar kazık çakılmıştı. Her türlü canlı yeryüzüne yayılmıştı. Bunlar Kur'an'ın ayet ayet bize öğrettiği hakikatler. Kainat da bu bilgiyi tastamam doğruluyor zaten.

Dikkat ediniz: Michio Kaku'ya da 'kendisini çoğaltabilen robotlar' fikrini şahit olduğu biyolojik yaşam veriyor. Yani, bilimadamlarının başka gezegenlere kendi hayat türlerini taşıyabilmek için kurguladıkları senaryolar, hayal ettikleri teknolojiler, düşledikleri imkânlar vs. zaten bu dünyada (hem de daha hayal edemedikleri boyutlarıyla) kurgulanmış, yaratılmış, işlettirilmiş. İnsan bu düzenin son parçası olarak hazır bir ortama konmuş. Hava alabileceği gibi. Toprak ekebileceği gibi. Su içebileceği gibi. İşte, Kur'an'da 'kainatın hazırlanışını' anlatan ayetler, aslında bu yönden de bir uyanışa çağırıyorlar bizleri. Bir farkedişin kapısını kafamızda açmaya çabalıyorlar. Fakat hidayet, yalnız bilgiyle değil ki, bedel ödemeye de hazırolmak lazım. İbadet bedelini ödemek istemeyen elbette bahanesini bulacak. Eh, Cenab-ı Hak, nurunu kalbimizden eksik etmesin. İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler için incir çekirdeğini dolduran bilgiyi görmezden getirmesin. Âmin. Âmin.

3 Ocak 2017 Salı

Kim Allah'a daha yakın? (4)

"Bazı anlar vardır ki uçabileceğini hissedersin. Bazı şeylerin sadece senin için yaratıldığını hissedersin..." Ek Main Aur Ekk Tu filminden...

Serinin üçüncü yazısında dördüncü bir yazı için söz vermiştim. Ancak aradan zaman geçtikten sonra eteğimde dördüncü bir yazıyı dolduracak kadar malzeme olmadığını üzüntüyle farkettim. Fakat yine de, söz tutmak kabilinden, dikkatinizi çekmek istediğim şeye değinmek istiyorum. Anlatmak değil ama işaret etmek kabilinden. Belki altı yeterince dolu bir işaret de olmayacak bu. Fakat yine de işaret olacak. Parmakla gösteremese de kaşı-gözüyle işaret edecek.

Elbette kaşıma ve gözüme eski yazılarımın destek olması için 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarını bir miktar anmakla işe başlayacağım. Hatırlarsınız, mezkûr kavramların bir mü'minin sadece nübüvvete ve velayete bakışına değil; tarih ve sosyoloji algısına kadar daha birçok şeye tesir ettiğini ifade etmiştim. Hatta şimdi diyebilirim ki: Bir mü'minin bütün ilim ve bilim dallarına bakışı dünyasında varolan bu iki kavramın 'ikili kemal sistemine' göre şekillenir. Bu ikili kemal sisteminde akrebiyet elbette daha üst bir kemal sınıfını temsil eder. Kurbiyet ise hayatta daha çok karşımıza çıkandır. Ancak her ikisinin varlığından da haberdar olmak, bizi; hayata, bilime, tarihe, dine vs. bakışta daha istikametli kılar. Biraz daha cüretle diyeceğim ki: Varlık algımızı imanın istediği şekle sokan bu ikili kemal sistemini doğru bir şekilde anlamamızdır.

Kavramların ne anlattığına dair daha detaylı izahları serinin önceki yazılarına havale ederek, bu yazıda, akrebiyetin kurbiyetin tekdüzeliğine vurduğu Ehadî darbeyi ele almak istiyorum. Evet, biz, Allah'ın Ehad olduğunu daha çok akrebî tecellilerinden farkederiz. Kurbiyetle ilgili şeyler, 'özel ihsanlar' olmaktan çok, bizi ve benzerlerimizi müşterek kılan 'genel ihsanlar' kabilinden olduğundan, onlardan Ehadiyete uzanmak zordur. Hepimizin iki göze, iki kulağa, iki kola sahip oluşu; her ne kadar bunlar pahabiçilmez bağışlar olsa da; bizi 'bize özel muhatabiyetlere' karşı duyarlı kılmaz. Tabir-i caizse: Daha özel hissettirmez.

Herkesin işini düzenli bir şekilde yaptığı ve maaşını aldığı bir fabrika düşünelim. Bu düzeyde bir ilişkiyle 'patronun duyarlılığına' ve 'her personelle ayrı ayrı ilgili olduğuna' dair bir bilişimiz olmaz. Ancak acilen paraya ihtiyacı olan bir personelin patrondan özel bir ikramiye alması veya çocuğu doğan bir personele patron tarafından hediye yollanması veya hasta olduğu için verimi düşmüş bir personele patronun telefon edip halini-hatırını sorması... işte bunlar patronunuzu farklı bir şekilde yanımızda hissetmemizi sağlar.

Peki, ne değişti? Bir önceki ilişki düzeyinde patronun varlığından haberdar değil miydik? Hayır, farkındaydık. Fabrikayı onun idare ettiğine inanmıyor muyduk? Evet, inanıyorduk. Bu sorulara cevabımız mezkûr olaydan önce ve sonra değişmedi. Ancak şu oldu: Patronun diğerlerinden ayrı ve özel olarak bize bulunduğu ihsan veya teveccüh, bizimle ayrıca da ilgili olduğunu gösterdi bize. İşte, biz, Ehadiyet ve Vahidiyet arasındaki nüansı, aslında hakikati aktarmakta pek de eksik olan, bu temsille anlamaya çalıştık. Fakat bu örneği beğenmeyenleri, 1. Lem'a'ya, yani Hz. Yunus aleyhisselam kıssasına havale etmem kaçınılmaz:

"Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münacat birden bire geceyi, denizi ve hût'u musahhar etmiştir."

Biz, her neye baksak, Allah'ın Ehadiyetiyle (yani ona has tecellileri ve onu bütünün içinde onu gözetir ilgisiyle) yanında hazır ve nazır olduğuna inanarak bakarız. Çünkü izlerini her yerde görürüz. Evet, her birimizin benzer şekilde iki gözü, iki kulağı, iki kolu ve bir yüzü vardır. Ancak onlar öyle gözler, öyle kulaklar, öyle kollar ve yüzlerdir ki, her birisi, bir diğerine benzemez. Hem benzer hem benzemez. Benzedikleri yerlerde Allah'ın Vahidiyetine delil buluruz. Benzemedikleri yerde Ehadiyetine şahit oluruz.

İşte, kanaatimce, Ehadiyete mazhar olduğumuzu farkettiğimiz her nakış, aynı zamanda, akrebiyetten nasipdar olduğumuzu hissettiğimiz bir bakıştır. Yani Allah'ın bütün kullar ve hatta mahluklar içinde bizi kendisine yakınlaştırdığını, özel ihsanlarda bulunduğunu, akrebiyet üzerinden onunla ayrı ve özel bir ilişki kurduğumuz anlarda farkederiz.

Demek akrebî yakınlaşmanın izleri kurbî yakınlaşmanın izleri içinde bizi Allah'la daha farklı bir şekilde muhatap ediyor. Bunu, ben, Fatiha sûresi üzerine yaptığım bir tefekküre dair "O tefekküründen sen tefekkürüne..." isimli yazımda ele almaya çalışmıştım. Hakikaten de Fatiha'da 'Malikiyevmiddin'den 'İyyake na'büdü...'ye atlanan eşik, Allah'ı 'o' olarak anmaktan 'sen' olarak anmaya bir geçiştir. Bediüzzaman bunu 'gaibane' ve 'hazırane' muhatabiyetler olarak isimlendirir. Vahidiyet gaibane muhatabiyete, Ehadiyet hazırane muhatabiyete bakar. Akrebiyet hazırane muhatabiyete, kurbiyet gaibane muhatabiyete bakar. Rahman gaibane muhatabiyete, Rahim hazırane muhatabiyete bakar. Şimdi, bu kısmı çok uzun tuttuğum için, aceleyle asıl meseleye geçiyorum:

Biz biyolojiye bakarken neden 'maymundan gelip mükemmele giden' bir insan tasvir etmiyoruz? Veyahut bizim toplum idealimiz neden seküler sosyoloji anlayışında olduğu gibi mevhum bir gelecekte, bir ütopyada değil de, Asr-ı Saadet diye tarif ettiğimiz bir zaman diliminde, çoktan gerçekleşmiş ve imrenilir oluyor? Biz neden teknolojik icadları insan eliyle 'yoktan yaratılmış şeyler' olarak değil, peygamberlerin mucizeleriyle kapılarını araladığı 'öğretilmiş hayaller' olarak görüyoruz? Neden tarih bizim için 'vahşetten medeniyete' değil de 'peygamberden peygambere' bir seyir izliyor? Neden bizim dinimizin istikbali gelecekte bir yerde değil de ilk müslüman nesillerin ellerinde/işlerinde yeralıyor? Neden bizim ilk insanımız yarı-maymun yarı-insan bir canavar değil de cennetten düşmüş yarı-melek yarı-insan (bu ifadeyi insanın özündeki melekî yöne atıf yapmak için kullandım) bir peygamber?

"Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim."

Bütün bu soruların cevabı bence akrebiyet ve kurbiyet kavramlarını doğru anlamakta saklı. Bu iki kavramı, isim/tanım olarak zihnimizde tutalım veya tutmayalım, kabul ettiğimiz için nazarlarımız değişiyor. Biz bu sorulara modern medeniyetin dayattığı şekilde 'az gelişmişten-çok gelişmişe' mantığıyla cevap vermiyoruz, çünkü Allah'ın o kurbî düzene akrebî bir yakınlaştırmayla, yani Ehadî dokunuşlarla, ayrıca yön verdiğini biliyoruz. Allah'ın kainatı yaratıp öylece bıraktığına ve artık salt insanlığın kendisini geliştirmeye çalıştığına inanmıyoruz ki, sırf kurbiyetle gelişebilir bir âlem tahayyülümüz olsun veya ahirzamanın hayırsız çocukları Asr-ı Saadet'in salih evlatlarını geçsin.

Biz hem akrebiyete hem kurbiyete inanıyoruz. Bu yüzden insanlığın her çağı, bizim inancımıza göre, özel ihsanlarla kurbî açıklamaları anlamsız bırakabilecek bir yapıya ve düzene sahip. Ve yine bu yüzden Fahr-i Âlem aleyhissalatuvesselamın dizinin dibindeki o insanlara bugünün hiçbir süper modern aydını ve entelektüeli yetişemiyor. Hadis-i şerifin ifadesiyle; onların bir dirhem sadakasına sonrakilerin dağlar kadar altınları kavuşamıyor. Hem çünkü varlığı sadece kurbiyetle açıklamaya çalışmak bizi ya deizme, ya determinizme veya evrime götürür. Akrebiyeti reddetmek kurbiyet anlayışını giderek neden-sonuç ilişkisine hapseder. (Bir deist olarak ölen Yaşar Nuri Öztürk buna ne ibretlik bir delildir.) Her şekilde burnumuzun batacağı çamur aynıdır. Varlığı Allah'ın kurup kendi haline bıraktığı bir saat şeklinde açıklamak.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

17 Aralık'tan sonra gözü açılmamışa 15 Temmuz'dan sonra güvenilir mi?

"Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." İşaratü'l-İ'caz, Bakara sûresinin 9 ve 10. ayetlerinin tefsirinden...

"Andolsun ki Yusuf ve kardeşlerinde, (almak) isteyenler için ibretler vardır." Dikkatimi bu detaya ilk kez Metin abi çekmişti: Hz. Yusuf aleyhisselam kardeşlerini ne zaman affetti? Görür görmez mi? Hayır! Ancak hatalarını itiraf etmelerinin ardından affa mazhar oldu Yusuf'un kardeşleri. "Yusuf dedi ki: Siz, cahilliğiniz yüzünden Yusuf ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz? Yoksa sen, gerçekten Yusuf musun, dediler. O da: (Evet) ben Yusuf'um, bu da kardeşim. (Birbirimize kavuşmayı) Allah bize lütfetti. Çünkü kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez, dedi."

Benzeri bir durum kıssanın bir diğer kahramanı Züleyha için de geçerlidir. Yusuf aleyhisselamın Züleyha'yı affı onun hatalarını itirafından sonra olmuştur: "(Kral kadınlara) dedi ki: Yusuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? Kadınlar: Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler. Azizin karısı da dedi ki: Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir."

Peki, bütün bunlar gizli-kapaklı yaşanan şeyler midir? Hayır! Kıssasını dikkatle okuduğumuzda Yusuf aleyhisselamın bütün bu itirafları özellikle 'herkesin içinde' aldığını görürüz: "(Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: Onu bana getirin! Elçi, Yusuf'a geldiği zaman, (Yusuf) dedi ki: Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi, diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir." Neden bu affedişi herkesin içinde alınmış itiraflardan sonra yaptı Yusuf aleyhisselam? Ona da sûrenin başka bir ayeti cevap veriyor sanırım: "(Yusuf dedi ki): Bu, azizin yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir."

Demek "Allah'ın hainlerin hilesini boşa çıkaracağını herkese bildirmek" Yusuf aleyhisselamdan aldığımız ders. Ve 'kardeşlik hukuku'nda da kıymeti görmezden gelinemeyecek bir öğreti. Ben bu kıssadan yaşadığımız süreç için de alınabilecek nasihatler olduğu kanaatindeyim. Asla affedilmeyeceklerin çekmesi gereken cezalar bir tarafa. (Onların takipçisi olacağız hem bu dünyada hem öteki dünyada.) Affedilebilecek konumda olanların da üzerine düşen görevler var. Öncelikle: Hatalarını itiraf edecekler. Hem de herkesin içinde itiraf edecekler. Ve kıvırmadan, lafı dolaştırmadan, samimiyetle itiraf edecekler. Daha önce böyle bir çukura düştüklerini ve düşebilir tıynette/yapıda olduklarını saklamayacaklar. Yokmuş gibi, olmamış gibi, yaşanmamış gibi davranmayacaklar.

İtirafsız istiğfar olmaz. Hatasına hata diyemeyeni affetmek onu hatasında daha şımarık ve ısrarcı bir hale getirir. Irvin Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi ancak suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar." O halde 'kardeşlik hukuku' adına bize 'aptallığa varan bir hoşgörüyü' tavsiye edenlere Yusuf aleyhisselamın sünnetiyle cevap verebiliriz: Hatalarınızın affedilmesini istiyorsanız istiğfarınızı ve itirafınızı herkesin içinde yapacaksınız. Kıvırmadan yapacaksınız. Saklamadan yapacaksınız. Fitneyi tutuştururken sergilediğiniz açıklıkta yapacaksınız. Ancak bundan sonra affedişe mazhar olabilirsiniz. Eğer itirafınızdan kalbimiz mutmain olursa...

Şahsen, bu dakikadan sonra, ancak 15 Temmuz gecesi sokağa çıkıp vurulmuş bir FETÖ'cü duyursam tevbesine inanırım. Böyle birşey yapmamış hiçbir FETÖ'cüye inanabilir durumda değilim. İstediği meydanda nutuk, istediği yürüyüşte slogan, istediği mitingde fink atsın. Hiçbir anlamı yok benim için. Ancak şu var: Onunla uğraşmayı bırakabilirim. Temkinli bir suskunlukla ve dikkatle izleyerek 'kendi halinde yaşamasına' izin verebilirim. Böyle bir açık itirafın/istiğfarın olmadığı hiçbir isme karşı merhamet hissetmiyorum. Teklif edilince de tiksiniyorum. Süreç içerisinde kendilerine uyarılar/eleştiriler yaptığım: Cemil Tokpınar, İhsan Atasoy, Gülay Atasoy, Nuriye Çeleğen, Vehbi Vakkasoğlu, Halit Ertuğrul, Âdem Güneş, Vedat Demir vs... Hepsi bu başlığın altına dahildir. Eskiden ne yaptıkları umurumda değil. Bize 15 Temmuz'u yaşatan cehenneme taşıdıkları odun yüzünden gözümde suçlular.

Bu isimlerden bazılarının tevbekâr olduğunu duyuyorum. Bu iyi birşey. Fakat kapı arkalarında fısıltıyla dilenmiş tevbelerin benim açımdan hiçbir ehemmiyeti yok. Üstelik bunlardan bazıları sanki daha önce bu sürece destek vermemiş, hiçbir zaman FETÖ'nün yanında/safında yeralmamış, sanki 17 Aralık'tan beri bütün bunlar yaşanmamış gibi davranıyorlar. Mitinglerde de kimseye boşluk bırakmıyorlar. Böyle davranan hiçkimse benim nazarımda affa mazhar değildir. Ve isimlerinin de unutulmaması gerekir.

Çünkü tevbeleri samimi bir itiraftan sonra gerçekleşmediği için sahici değildir. Konjonktür gereğidir. Bu insanların öncelikle yedikleri naneyi bizi inandıracak bir samimiyetle itiraf etmeleri gerekir. Ancak ondan sonra pişman olduklarına inanırız. Ama bu inanmamız bile 'kendi haline bırakma' inanmasıdır. Yoksa temkini ve tereddüdü asla yitirmemeliyiz. Bir daha bu insanları ehl-i âkıl ve vicdan bilmemeliyiz. Yaşayacağımız (Allah korusun) bir ikinci krizde de bu insanların kimden yana olacakları belli olmaz. Güvenmemeliyiz. 17 Aralık'ta gözü açılmamışa 15 Temmuz'dan sonra güvenilmez.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...