Kerbela etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kerbela etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2020 Perşembe

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (4)

Tarih bir 'yorum-bilim'e dönüştüğünde tesbitler büyük resme talip olmaya başlarlar. Sözgelimi: Batı'nın tarih anlayışına göre, yine kendisinin tayin ettiği çağların açılıp kapanması, cisimce gayeten küçük olayların sonucu olarak gerçekleşmiştir. İlkçağın bidayeti yazının bulunmasıdır mesela. Yeniçağın başlangıcı ise İstanbul'un fethidir. Fakat, ne yazıyı bulan kişiye/kişilere ne de İstanbul'u fetheden mübarek orduya/komutana sorsanız, böyle bir niyette oldukları bilgisini onlardan alamazsınız. Evet. Onların eylerken Batılı tarihçilerce çıkarılacak sonuçlardan haberleri yoktur. Kendilerine ait niyetleri vardır. Belki biraz da öngörüleri. Ancak işin varacağı nokta tastamam hasbelkaderdir. Yani 'hesabü'l-kader'dir. Kaderin bir hesabıyladır.

Buna benzer birçok misal verilebilir ki, bir yorum-bilim olarak tarih, küçük olaylara sahiplerinin niyetçe kaldıramayacağı kadar büyük ağırlıklar yükler. İsabetsiz de değildir üstelik. Çünkü tetkikini daha büyük bir resme göre yapar. Sonuçları eylem sahiplerinin öngöremeyeceği bir genişlikte görür. Onları analiz eder. Atılan taşın dalgalarının nerelere kadar vardığını seyreder. Bütün bu okumalarının ardından da mezkûr olayları çağlarının başlangıcı olarak atar. Ha, elbette, nazarını etkileyen kendi imanıdır. İdeolojisinin öğrettiği önem sırası tayinlerde belirleyicidir. Şüphesiz bu tarihi yazan biz müslümanlar olsaydık çağların durumu bambaşka olurdu.

Bu nedenle, ben, kimilerinin 'Muaviye radyallahu anhı sevmeye engel' gibi gördüğü meşhur metni, Bediüzzaman'ın tarih okuması olarak da analiz ediyorum. Nedir? Yeniden misafir edelim: "Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. (...) Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. (...) Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi."

Kısaltarak aldığım metne baktığımızda şunu görüyoruz: Bediüzzaman olayları sadece başındaki insanların niyetleriyle okumuyor. Büyük resimdeki yerlerini tayin ederek okuyor. Sözgelimi: Cemel Savaşı hakkında sahabenin 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' gibi kavramlar eşliğinde bir tartışma yaşadıklarına rastlamıyoruz. Allahu'l-a'lem. Zahirde görünen Osman radyallahu anhın katillerinin cezalandırılmasıdır. Harbin çıkmasının sebebi budur. Ha, evet, bu mevzuun 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' anlayışlarına bakan bir yanı vardır. Lakin bu daha sonraki bir meseledir. Yani Cemel'le başlayan çatlak genişleyerek iki kavramı ve peşinden sürüklenen meseleleri gündemimize sokmuştur. Öyledir. Sahabe bir konuda ihtilaf ederse ümmetin geri kalanı kıyamete kadar o konuda ittifak edemez. Temel onlardır çünkü.

Yine kaynaklarımız bize, Muaviye radyallahu anhın, değil saltanatı kurmak için Ali radyallahu anha isyan ettiğini, Sıffin Savaşı'nın ahirine kadar hilafet iddiasında dahi bulunmadığını aktarıyorlar. Hakem Olayı'nın ardından Hz. Muaviye'nin hilafet iddiası şekilleniyor. Bakınız, hâlâ hilafet, saltanat değil. Çünkü yıllar sonra Hasan radyallahu anhla da 'vefatından sonra onun yerine geçmesi' üzerine anlaşma yapıyorlar. Yani Sıffin 'saltanat kurmak' için yapılan bir savaş değil. En azından bidayetinde-nihayetinde böyle bir misyon görünmüyor. Fakat Bediüzzaman yine büyük resme bakıyor ve çatlağın ismini koyuyor: Bu iş nihayetinde saltanat-hilafet meselesinde bir kırılma noktası oluşturdu. Dediği de doğrudur. Aynen öyle oldu. Lakin işin başındaki insanların niyeti "Nasıl Ali halife olur? Ben ondan daha layığım. Babadan-oğula saltanatımı kurarım!" falan değildi. Güç tutkusu değildi. Ancak kırılma noktasını teşkil etti.

Hızlı ilerleyelim: Arkadaşlar, Ehl-i Sünnet kaynakları içinde, Muaviye radyallahu anh ile Hasan radyallahu anh arasında veya Yezit zalimi ile Hüseyin radyallahu anh mabeyninde "Sen milliyetçisin. Sen de fazla dindarsın..." gibilerinden bir diyaloğu-çekişmesi olduğunu gören/okuyan varsa lütfen benimle paylaşsın. Ben okuduğum hiçbir metinde böyle bir tartışmaya rastlamadım. Eğer saltanat iddiasıyla zulmeden birisinden bahsedilecekse, işte, o Yezit'tir. Muaviye radyallahu anh değildir. Yezit'in saltanat iddiası cisimleşmiş bir şekilde vardır. Lakin onun da saltanatının bidayetinde milliyetçilik diye bir iddiası görünmemektedir. Ancak şu var: Benî Ümeyye ile Benî Haşim arasındaki rekabetin o zalimin damarlarında dolaşması, Benî Haşim'in taraftarlarının genelde acemlerden oluşması, kavmiyetçilik milliyetçiliğin anası olduğu için, Emevilerde hakikaten böyle bir siyaseti netice vermiştir. 

Bakınız, Bediüzzaman'ın analizleri burada durmuyor, Hüseyin radyallahu anhın taraftarlarına da uzanıyor: "Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş." Peki, bu metni bir 'tarih yorum' olarak değil de, birebirmiş gibi okuyanlara sormazlar mı şimdi: Hz. Hüseyin'in taraftarlarıyla beraber girdiği bir savaş mı vardı ki onda mağlup olsun? Hepimizin bildiği şekilde o 'taraftarlarınca terkedildiği için' Kerbela'da katledildi. Allah orada şehid olanların makamlarını âlî kılsın. Yani o katliamda Hüseyin radyallahu anhın yanında kendi âlinden/ailesinden başka kimi vardı? Burası da bir büyük resim okumasıdır. Hilafetin saltanata mağlubiyetini anlatır.

Uzatmayayım. Mektubat'ta yeralan İkinci Sual'de değil yalnız Üçüncü Sual'de yapılan analizler de böyledir. Bediüzzaman buralarda çatlağın bidayetine bakıp nihayette vardığı şeyleri okumuştur. Tabir-i caizse İslam siyasi tarihi açısında çağ analizleri yapmıştır. Ben böyle görüyorum. Çünkü diğer türlü anlamak, en azından benim okuduğum kadarıyla, kaynaklarda bulunan bilgilerle uyuşmuyor. Özellikle Sıffin'deki savaştan önce, dediğim gibi, Muaviye radyallahu anhın ne hilafet ne de saltanat iddiası var. Hasan radyallahu anhla yaptığı anlaşmada da böyle birşey yok. Bu sanki takındığı ruhsat tutumunun götürdüğü bir yer olarak resmediliyor. Elbette bu ruhsat tutumu Sıffin'de başlıyor. Bu açıdan elbette Bediüzzaman isabetlidir.

En doğrusunu Allah bilir. Cenab-ı Hak o mübareklerin günahına girmekten kalbimizi muhafaza eylesin. Ahirette şefaatlerine nail eylesin. Bu yazılarda niyetimi hep hayır üzerine tutmaya çalışıyorum. Fakat niyeti bazen sahibine bile meçhuldür. Yaramızı Malik-i Hakiki'ye arzediyoruz. Şaşıracağımız yerde lütfetsin. Tutsun. Dostlarına düşmanlık ettirmesin. Âmin.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Kerbela Hz. Hasansız anlaşılır mı?

Şuradan başlayayım. Etyen Mahçupyan Yüzyıllık Parantez’de mürşidime dair şöyle bir analizde bulunuyor: "Bediüzzaman kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi, diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Bu analize ister istemez katılıyorum. Çünkü, bizi irşad edenin sadece 'güzel cümleler' olmadığını, arkalarına konulmuş 'istikametli hayatlar' sayesinde o cümlelerin hikmetine-imkanına inandığımızı düşünüyorum. Evet. Öyledir. Her mürşid tebliğde bulunduğu topluluk tarafından önce 'eylem-söylem' uyumuyla sınanır. Eğer hayatı beyanının arkasında durmuş bir hayatsa sözüne hak verilir ve de ondan etkilenilir. Değilse tesiri de zayıf olur veya hiç olmaz. Bu yüzden peygamberlerin sıfatlarından birisi de 'ismet'tir. Elhamdülillah. Gönderdiği vahyin insanlığı hayra yönlendirmesini murad eden Cenab-ı Hak, elbette, o mesajın bir parçası olan elçinin hayatını da gözetişinden hariçte bırakmayacaktır. Yani emanetini eminlere verecektir.

Bu eşikten diyebiliriz ki: Nebilerin hayatları da aktardıkları vahiy gibi korunmuştur. Korunmalıdır. Temiz olmayan tasta şerbet taşınmaz. Allah, o hayatları 'ismet' ile korur. Ümmetse 'zapt ve kayt' ile bu hizmeti deruhte eder. Yani boşvermeyerek, hıfzederek, naklederek, ders vererek, tefakkuh ederek vs. Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da kaçınılmaz olarak tebliğinin parçasıdır ve aynı koruyuştan elbette nasiptardır. Onun hayatının detaylarına dair bilgi sahibi olmak bir yönüyle sözün ardındaki sapasağlam duruşun detaylarına vakıf olmaktır. 'Eylem-söylem' uyumunu sınamak, şahit olmak ve yaşamaktır. Yani kelamı deliliyle birlikte öğrenmektir. Bu sebeple de derim ki: Sünneti dinden ayırmak dini parçalamaktır arkadaşım. Sözü, ‘delili’ ve ‘idrakinin yolu’ olan tecrübeden mahrum bırakmaktır. Hatta Bediüzzaman da bir yerde buyurur ki: "Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî'nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır."

Bir metni gözden düşürmek metnin ardındaki hayatı gözden düşürmeden mümkün olamaz. Bediüzzaman, talebelerine yazdığı birçok mektupta, şahsına dair yapılan saldırılara dönük şöyle bir tahlilde bulunur: "Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." Bu yönüyle hiçbir irşad metni-bilgisi, onu size taşıyanın hayatını görmezden gelerek okunamaz. Hatta bu hayatın şahitliğiyle birlikte ele alındığında anck ders inanılır veya inanılmaz hale gelir. Emin çürütülürse emanet de çürütülmüş olur. Bir çocuğun "Seni öldürürüm!" demesiyle bir caninin "Seni öldürürüm!" demesi arasında, lafız olarak değil ama, tesiri açısından farklar vardır. Birisi güldürürken diğeri cidden korkutur. Çünkü caninin hayat-ı caniyanesi bir heyula gibi sözünün ardında belirir.

Toparlayayım: Biz, Bediüzzaman'ın hayatının Yeni Said diye tesmiye ettiği bölümünde sergilediği tavrı neden 'korku' olarak değil de 'hikmet' olarak okuyoruz? Bence Eski Said'i ve cesaretini bilmektir bu hikmet rasadının membaı. Hayatında Allah'tan gayrısından ürkmenin emaresi görülmemiş, hatta kendi ifadesiyle, "Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor..." diyen bir insanın çekingenliği 'korku' olarak okunamaz ve okunmamıştır. Bu ister istemez böyle olur. Her zaman ve her yerde böyle olur. Kişilerin meşhur oldukları ahlakları sözlerine-tavırlarına bir renk verir. Cesaretiyle meşhur bir arkadaşınızın, tam o cesarete ihtiyaç duyulan bir anda gösterdiği tevakkuf, ister istemez size "Bu işte başka bir iş var..." dedirtir. Ve evet, biz de Yeni Said'in müsbet hareketini doğru okuyorsak, Eski Said'in kahramanlıkları sayesinde okuyoruz. Müsbet hareketi bir 'zıllet' olarak değil 'izzetli ve hikmetli tedbir' olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Eski Said buna mecbur ediyor. Yeni Said'in izzetine dokundurmuyor. Eski-Yeni birbirini bütünlüyor.

İşte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in duruşları arasında da böyle bir bütünleyicilik var bence. Nasıl? Açayım arkadaşım: Peşaver Geceleri'ne Reddiye derslerinde dinlemiştim Ebubekir Sifil Hoca'dan: Şia, 'takıyye'nin meşruiyetini türlü rezil tevillerle ehl-i beytten getirip Hz. Hasan'a, Hz. Hasan'dan getirip Hz. Ali'ye, hatta Aleyhissalatuvesselama ve hatta Cenab-ı Hakka (hâşâ) bağlıyorlarmış da Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki duruşuna bir açıklama getiremiyorlarmış. "Neden takıyye yapmadı da şehid olmayı seçti?" Yani Kerbela hâdisesi 'takıyye' üzerine kurgulanan bütün mizansenin altını bombalıyormuş. Cümle tevillerin mantığını berhava ediyormuş.

Ki Hz. Hüseyin'in Kerbela yolunda kullandığı söylenen şu cümleler de bu anlamı bir parça destekliyor: “Eğer ben gitmezsem bu ümmette bir daha hiçkimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Evet, biz, her halukârda boyuneğici olunmaması gerektiğini Hz. Hüseyin radyallahu anhtan öğreniyoruz. Böylece küresel güçlerin en çok istediği müslüman tipi olan 'ılımlı İslam'ın geçer akçe olmadığını hatırlıyoruz. İzzetimizi, inşaallah, muhafaza ediyoruz. Fakat dersimiz bitmiyor. İstikamet iki uca da savrulmamakla mümkün olur ancak. Onu da bize ümmetin iki ordusunu fedakârlığıyla barıştıran Hz. Hasan radyallahu anh nasihat veriyor. Sulhün kabil olduğu her yerde asıl olduğunu öğütlüyor. Elhamdülillah. Eski Said'in Yeni Said'i anlarken bize kattığı denge gibi, ehl-i beytin iki duruşu da birbirine bütünlük ve denge katıyor. Kemal bu duruşları beraber okumakla ortaya çıkıyor. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bizi o güzellerin şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Ehl-i beyti Kerbela'dan kurtarmak...

"(Habîbim) De ki: '(Ben) sizden buna (size olan teblîğ vazîfeme) karşı, akrabâlıkta (âl-i beytime) muhabbetten başka bir ecir istemiyorum!' Kim bir iyilik yaparsa, kendisine onda bir iyilik artırırız. Şübhesiz ki Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Şekûr (iyiliklere çok mükâfât veren)dir." (Şûra sûresi, 23)

Sivaslıyım. Bildiğim bütün atalarıma kadar (hem anne tarafından hem baba tarafından) aleviyim. "Aleviliği çok iyi biliyorum!" iddiasında bulunmam, çünkü akrabalık ilişkileri dışında 'temas etmeden' yaşadım. Şener Aktürk Hoca'nın Türkiye'nin Kimlikleri kitabında isabetle ifade ettiği gibi, alevilik sırf mezhebî bir aidiyetin ifadesi değil, etnik bir tarafı da var. Fakat bu aleviliğin kültürel izlerinden mahrum olduğum anlamına gelmez. Mesela, güzel ve hikmetli sözün değerini küçük yaşlardan itibaren dinlediğim 'deyiş'lerden öğrendiğimi düşünüyorum. (Hatta hatırladıkça gülümsediğim birşeydir: O deyişlerde 'dost' kelimesiyle kimin kastedildiği çevremdekilere sorar, aldığım farklı cevaplar karşısında mütehayyir kalırdım.)

Ancak şöyle bir arızayı her zaman yaşadım: Kur'an'da da emredilen ehl-i beyt muhabbetinin veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamla yakınlıklarından dolayı ehl-i beyte duyulacak sevginin, Kerbela günlerinde duyulacak bir acıyla/yasla tarif edilmesini bir türlü kavrayamadım. Daha fazla acıyla neyi başaracağımızı çözemiyordum. İlginç bir karşılaştırmadır: Allah Resulünün yaşadığı acılarla aramdaki ilişki böyle (yaslı) olmadığından, Onun dinine bugün hizmet etmek, ümmetinden olmak, hatta sırf salavat getirmek dahi, aynı zamanda Onu somut bir şekilde sevmek demekti benim için. Kolaydı. Rahattı. Mantıklıydı. Çünkü Ondan olduğumu (veya yanında olduğumu) bugün ifade edebiliyordum. 'Şimdiki zamanda' sevebiliyordum.

Ehl-i beytle ilişkim böyle değildi. Onlara (yaşadıkları acılara üzülmeme rağmen) yardım edemiyordum. Emrolunduğum sevgiyle ne yapacağımı bilmez haldeydim. Sevmek isterdim, ama bunu daha fazla acı çekmeden (veya çeker görünmeden) isbat etmenin bir yolu yok gibiydi. Sevgi, birincil derecede kendini 'yardım, benzemek ve uymak'la ifade eden birşey. Onlara bir yol bulamayınca bu sefer 'pişmanlık, öfke ve acı' ile kendisini ortaya koyuyor. Mış'lı geçmiş zamana yaşanan sevgi, pişmanlıktır. Zira 'yanlarında olduğunuzu' ifade edemiyorsunuz. Eğer sevdiğiniz acı çekerken ona yardım edemezseniz, önce pişmanlık ve acı, sonra da adresi belirsiz intikamcı bir öfke duyuyorsunuz. Adresi belirsiz. Çünkü düşmanınız da şu an yaşamıyor. Onun yerine koyduğunuz herkese kin duyuyorsunuz. Eliniz yetişmiyor.... Her neyse.  Bu, meselenin bana bakan tarafı. Şimdi diğer tarafına gelelim. Ebubekir Sifil Hoca, İhyâ ve İnşâ kitabında da yer alan "Ehl-i Beyt Kimdir?" yazısında diyor ki:

"Bir rivayette Efendimiz s.a.v.’in, 'Âl-i Rasul, takva sahibi herkestir.' buyurduğu nakledilmişse de, bu rivayet hadis imamlarınca sahih bulunmamıştır. (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/32). Ancak bu rivayeti anlam olarak destekleyen başka nakiller mevcuttur. Sahabe’den birçok kimsenin, takva sahibi olan bütün müslümanların Efendimiz’in 'âl'inden sayılacağını ifade ettiklerini görüyoruz. Dolayısıyla 'Âl-i Rasul' tabirinin, biri dar anlamda sadece Efendimiz s.a.v.’in soyundan gelenleri, ikincisi biraz daha geniş anlamda Hâşimoğulları’nı ve en geniş anlamda bütün müttaki müminleri anlattığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır."

Benzeri bir tesbiti Bediüzzaman da Şualar'daki mahkeme müdafaalarında (Hata-Savab Cetveli'nde) yapıyor: "Ben de mânevî Âl-i Beytten sayılabilirim, demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin 'Onun ailesine ve ashabına selam olsun...' duasında, 'Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duada dahildirler...' dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir te'vildir."

Şu zenginliğin nur talebelerince dahi yeterince farkedilmediğini düşünüyorum: Bediüzzaman, ehl-i beyt tanımında da bir tecdid yapmıştır. Bu tecdid, yeni birşeyler ihdas etme değil, ehl-i beyt denirken ehl-i sünnetin ne genişlikte bir mana kastettiğini hatırlatma noktasındadır. Ve ehl-i sünnet, ehl-i beyt dediğinde Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (Allah hepsinden razı olsun ve şefaatlerine nail eylesin ) daha fazlasını kasteder. Bir mesleği kasteder. Ehl-i beyt, ehl-i sünnet için ümmetin istikamet çizgisidir. İmam Ali'den başlayıp İmam Hüseyin'de biten bir olaylar manzumesi değildir. Salt onlarla değerlendirilemez ve dönemin tartışmaları içinde yitirilemez.

Bu can yakıcı (Bediüzzaman'ın ifadesiyle ciğer sızlatan) tarihsel kesit, bize, ehl-i beytin duruşunun 'o şartlar altında bile' istikametini koruduğundan haber verir. Bugünün ehl-i beyt taraftarlarına da her hal ve şartta istikamette kalma çağrısı yapar. 'Ehl-i beyt duruşu' (yahut da Bediüzzaman'ın deyişiyle ehl-i beyt mesleği) ümmet için hep istikamet zemini olmuştur. Bu duruşu sergilemek için illa kan/gen itibariyle ehl-i beytle irtibatlı olmak gerekmez. Ehl-i sünnet çizgisinin istikametli her müntesibi ehl-i beytin manevî evladı olmaya namzettir. Çünkü bu aile genetik üzerine değil, hakikat üzerine kuruludur. Eğer bir seyyid yahut da şerif, nadiren de olsa, hakikatin hakkını verememişse, sırf kanı/soyu üzerinden ayrıca bir makam/itibar sahibi olamaz. Ancak ceddinin hatırından ötürü saygı görür.

Bu nedenle ehl-i beytin konuşulduğu her zeminde meseleyi Kerbela'ya bağlamak ve yalnızca 'tarihi' konuşmak, ehl-i beytin manasını eksik bırakmak olur. Ehl-i beytin bugüne bakan yönünü ve bizim için nasıl bir yaşayan istikameti temsil ettiğini okuyamaz hale getirir. Meseleyi böyle konuşmayı sevenler, yani ehl-i beyt manasını tarihe hapsedenler, aynı zamanda bizi de o günün kavgalarına hapsetmiş olurlar. Bu noktada her ehl-i beyt muhibbine (ehl-i beytin manevî evladı olmaya hayatıyla hak kazanmış olan) Emevî Halife Ömer b. Abdulaziz gibi davranmak düşer: "Allah onların kanlarına elimizi bulaştırmadı, biz de dilimizi bulaştırmayalım."

Ehl-i sünnet çizgisinin bu noktadaki tavrı geçmiş kavgaları tekrar tekrar konuşmak değil, geçmişi geçmişte bırakıp bugünün istikametini konuşmaktır. Ki genel kanaate göre ilk müceddid sayılan Ömer b. Abdulaziz (Allah ondan razı olsun) de tam böyle davranmış, ehl-i beyti geçmişe dönük bir kavga olarak ele almaktansa, onları ve temsil ettikleri çizgiyi yaşadığı dönemde önemsemeyi seçmiştir. İcraatlarıyla neredeyse bütün akrabalarını hak namına karşısına alan halife, Ömer b. Abdulaziz'dir. Dönemine kadar câri olan 'hutbelerde ehl-i beyte lanet okunması' meşum âdetini kaldıran ve yerine bugün dahi dinlediğimiz "Allah, şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir..." ayetini okutturan yine odur. Ümeyyeoğulları ve Haşimoğullarının arasındaki 'akrabalık' bağı anımsanınca bu ayet-i kerimenin yaptığı hatırlatma ve şuunat-ı İlahî okutması da bir harikadır. (Ömer b. Abdulaziz hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler İkram Arslan'ın Nebevî Nefes romanını okuyabilirler.)

Başta da söylediğim gibi: Bediüzzaman, ehl-i beyt kavramını salt bir soybağına indirgemez. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın torunlarına gösterdiği muhabbeti ifade ederken söyledikleri, ehl-i beyt kavramını Allah Resulünün de sadece bir 'kanbağı sevgisi' olarak değil, kendisiyle vahyolunan hakikate bir taraftarlık olarak gördüğünün delilidir:

"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz'î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz'î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz'î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir."

İşte burası, Kerbela olayına takılı kalan ehl-i beyt anma törenlerinin veya etkinliklerinin beni rahatsız ettiği noktadır. Eğer ehl-i beyti, Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet çizgisinde tanımladığı gibi 'vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsi ' veya 'verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaati' gibi algılamazsak, Kur'an tarafından bize emredilen o sevgiyle ne yapacağımızı şaşırırız. O sevginin bugün bizde nasıl bir fonksiyon icra edeceğini anlamak, ehl-i beyt mesleğine (yani ehl-i sünnet çizgisine) sahip çıkmakla olur. Bediüzzaman da, işte tam bu noktada kendisini manevî âl-i beytten sayar: "Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim."

Bence ehl-i beyt sevgimiz 'kimi/ne şiddette andığımızdan' ziyade 'kimin yolunda gayret sarfettiğimizden' anlaşılır. Eğer hâlâ 'kim daha güzel anacak' veya 'kim daha çok acı çektiğini gösterecek' üzerinden bir ehl-i beyt sevgisi tanımı yapıyorsak, ehl-i beyt sevgisini anlamaktan çok uzağız demektir. Sevgisini yanlış zemine oturtan, 'meslek' çıkarımını yapamayan, miş'li geçmiş zaman sevgisini, bugünün yası/acısı üzerinden tanımlar. Halbuki ehl-i beyti bir meslek olarak gördüğünüzde, sevgi ile yapmanız gereken şeylerin miktarı o kadar çoğalır ki, yas tutmaya vaktiniz kalmaz. Çünkü anlarsınız ki, Hz. Hüseyin'in (r.a.) sizin gamınıza ihtiyacı yoktur. Ama kan ağlayan İslam âleminin Hz. Hüseyin gayretine hep ihtiyacı olacaktır.

Hülasa-i kelam, demem o ki: Hz. Hüseyin'i severken, Hz. Ömer b. Abdulaziz'i, İmam Şafii'yi, Şah-ı Geylanî'yi, İmam-ı Rabbanî'yi, Şah-ı Nakşibendî'yi, İmam Gazalî'yi vs... (Allah hepsinin şefaatine eriştirsin bizi) sevmeyen ve bugün bu nurani silsilesinin temsilcisi olan maddi veya manevî ehl-i beyt mensuplarına muhabbet duymayan insanların, acı/hatırlayış üzerinden ehl-i beyt muhabbeti kasması boşunadır. Sahici değildir çünkü. Şımartılması ve beslenmesi de yanlıştır. Zira ehl-i beyti sevmek birbirine hürmetkâr bir silsileyi sevmektir. Yoksa ehl-i beyt, tarihin bir kesiti üzerinden, tarihin geri kalanına husumet duyma aracı değildir.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...