Hz. Hüseyin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Hüseyin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2020 Perşembe

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (4)

Tarih bir 'yorum-bilim'e dönüştüğünde tesbitler büyük resme talip olmaya başlarlar. Sözgelimi: Batı'nın tarih anlayışına göre, yine kendisinin tayin ettiği çağların açılıp kapanması, cisimce gayeten küçük olayların sonucu olarak gerçekleşmiştir. İlkçağın bidayeti yazının bulunmasıdır mesela. Yeniçağın başlangıcı ise İstanbul'un fethidir. Fakat, ne yazıyı bulan kişiye/kişilere ne de İstanbul'u fetheden mübarek orduya/komutana sorsanız, böyle bir niyette oldukları bilgisini onlardan alamazsınız. Evet. Onların eylerken Batılı tarihçilerce çıkarılacak sonuçlardan haberleri yoktur. Kendilerine ait niyetleri vardır. Belki biraz da öngörüleri. Ancak işin varacağı nokta tastamam hasbelkaderdir. Yani 'hesabü'l-kader'dir. Kaderin bir hesabıyladır.

Buna benzer birçok misal verilebilir ki, bir yorum-bilim olarak tarih, küçük olaylara sahiplerinin niyetçe kaldıramayacağı kadar büyük ağırlıklar yükler. İsabetsiz de değildir üstelik. Çünkü tetkikini daha büyük bir resme göre yapar. Sonuçları eylem sahiplerinin öngöremeyeceği bir genişlikte görür. Onları analiz eder. Atılan taşın dalgalarının nerelere kadar vardığını seyreder. Bütün bu okumalarının ardından da mezkûr olayları çağlarının başlangıcı olarak atar. Ha, elbette, nazarını etkileyen kendi imanıdır. İdeolojisinin öğrettiği önem sırası tayinlerde belirleyicidir. Şüphesiz bu tarihi yazan biz müslümanlar olsaydık çağların durumu bambaşka olurdu.

Bu nedenle, ben, kimilerinin 'Muaviye radyallahu anhı sevmeye engel' gibi gördüğü meşhur metni, Bediüzzaman'ın tarih okuması olarak da analiz ediyorum. Nedir? Yeniden misafir edelim: "Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. (...) Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. (...) Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi."

Kısaltarak aldığım metne baktığımızda şunu görüyoruz: Bediüzzaman olayları sadece başındaki insanların niyetleriyle okumuyor. Büyük resimdeki yerlerini tayin ederek okuyor. Sözgelimi: Cemel Savaşı hakkında sahabenin 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' gibi kavramlar eşliğinde bir tartışma yaşadıklarına rastlamıyoruz. Allahu'l-a'lem. Zahirde görünen Osman radyallahu anhın katillerinin cezalandırılmasıdır. Harbin çıkmasının sebebi budur. Ha, evet, bu mevzuun 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' anlayışlarına bakan bir yanı vardır. Lakin bu daha sonraki bir meseledir. Yani Cemel'le başlayan çatlak genişleyerek iki kavramı ve peşinden sürüklenen meseleleri gündemimize sokmuştur. Öyledir. Sahabe bir konuda ihtilaf ederse ümmetin geri kalanı kıyamete kadar o konuda ittifak edemez. Temel onlardır çünkü.

Yine kaynaklarımız bize, Muaviye radyallahu anhın, değil saltanatı kurmak için Ali radyallahu anha isyan ettiğini, Sıffin Savaşı'nın ahirine kadar hilafet iddiasında dahi bulunmadığını aktarıyorlar. Hakem Olayı'nın ardından Hz. Muaviye'nin hilafet iddiası şekilleniyor. Bakınız, hâlâ hilafet, saltanat değil. Çünkü yıllar sonra Hasan radyallahu anhla da 'vefatından sonra onun yerine geçmesi' üzerine anlaşma yapıyorlar. Yani Sıffin 'saltanat kurmak' için yapılan bir savaş değil. En azından bidayetinde-nihayetinde böyle bir misyon görünmüyor. Fakat Bediüzzaman yine büyük resme bakıyor ve çatlağın ismini koyuyor: Bu iş nihayetinde saltanat-hilafet meselesinde bir kırılma noktası oluşturdu. Dediği de doğrudur. Aynen öyle oldu. Lakin işin başındaki insanların niyeti "Nasıl Ali halife olur? Ben ondan daha layığım. Babadan-oğula saltanatımı kurarım!" falan değildi. Güç tutkusu değildi. Ancak kırılma noktasını teşkil etti.

Hızlı ilerleyelim: Arkadaşlar, Ehl-i Sünnet kaynakları içinde, Muaviye radyallahu anh ile Hasan radyallahu anh arasında veya Yezit zalimi ile Hüseyin radyallahu anh mabeyninde "Sen milliyetçisin. Sen de fazla dindarsın..." gibilerinden bir diyaloğu-çekişmesi olduğunu gören/okuyan varsa lütfen benimle paylaşsın. Ben okuduğum hiçbir metinde böyle bir tartışmaya rastlamadım. Eğer saltanat iddiasıyla zulmeden birisinden bahsedilecekse, işte, o Yezit'tir. Muaviye radyallahu anh değildir. Yezit'in saltanat iddiası cisimleşmiş bir şekilde vardır. Lakin onun da saltanatının bidayetinde milliyetçilik diye bir iddiası görünmemektedir. Ancak şu var: Benî Ümeyye ile Benî Haşim arasındaki rekabetin o zalimin damarlarında dolaşması, Benî Haşim'in taraftarlarının genelde acemlerden oluşması, kavmiyetçilik milliyetçiliğin anası olduğu için, Emevilerde hakikaten böyle bir siyaseti netice vermiştir. 

Bakınız, Bediüzzaman'ın analizleri burada durmuyor, Hüseyin radyallahu anhın taraftarlarına da uzanıyor: "Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş." Peki, bu metni bir 'tarih yorum' olarak değil de, birebirmiş gibi okuyanlara sormazlar mı şimdi: Hz. Hüseyin'in taraftarlarıyla beraber girdiği bir savaş mı vardı ki onda mağlup olsun? Hepimizin bildiği şekilde o 'taraftarlarınca terkedildiği için' Kerbela'da katledildi. Allah orada şehid olanların makamlarını âlî kılsın. Yani o katliamda Hüseyin radyallahu anhın yanında kendi âlinden/ailesinden başka kimi vardı? Burası da bir büyük resim okumasıdır. Hilafetin saltanata mağlubiyetini anlatır.

Uzatmayayım. Mektubat'ta yeralan İkinci Sual'de değil yalnız Üçüncü Sual'de yapılan analizler de böyledir. Bediüzzaman buralarda çatlağın bidayetine bakıp nihayette vardığı şeyleri okumuştur. Tabir-i caizse İslam siyasi tarihi açısında çağ analizleri yapmıştır. Ben böyle görüyorum. Çünkü diğer türlü anlamak, en azından benim okuduğum kadarıyla, kaynaklarda bulunan bilgilerle uyuşmuyor. Özellikle Sıffin'deki savaştan önce, dediğim gibi, Muaviye radyallahu anhın ne hilafet ne de saltanat iddiası var. Hasan radyallahu anhla yaptığı anlaşmada da böyle birşey yok. Bu sanki takındığı ruhsat tutumunun götürdüğü bir yer olarak resmediliyor. Elbette bu ruhsat tutumu Sıffin'de başlıyor. Bu açıdan elbette Bediüzzaman isabetlidir.

En doğrusunu Allah bilir. Cenab-ı Hak o mübareklerin günahına girmekten kalbimizi muhafaza eylesin. Ahirette şefaatlerine nail eylesin. Bu yazılarda niyetimi hep hayır üzerine tutmaya çalışıyorum. Fakat niyeti bazen sahibine bile meçhuldür. Yaramızı Malik-i Hakiki'ye arzediyoruz. Şaşıracağımız yerde lütfetsin. Tutsun. Dostlarına düşmanlık ettirmesin. Âmin.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Kerbela Hz. Hasansız anlaşılır mı?

Şuradan başlayayım. Etyen Mahçupyan Yüzyıllık Parantez’de mürşidime dair şöyle bir analizde bulunuyor: "Bediüzzaman kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi, diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Bu analize ister istemez katılıyorum. Çünkü, bizi irşad edenin sadece 'güzel cümleler' olmadığını, arkalarına konulmuş 'istikametli hayatlar' sayesinde o cümlelerin hikmetine-imkanına inandığımızı düşünüyorum. Evet. Öyledir. Her mürşid tebliğde bulunduğu topluluk tarafından önce 'eylem-söylem' uyumuyla sınanır. Eğer hayatı beyanının arkasında durmuş bir hayatsa sözüne hak verilir ve de ondan etkilenilir. Değilse tesiri de zayıf olur veya hiç olmaz. Bu yüzden peygamberlerin sıfatlarından birisi de 'ismet'tir. Elhamdülillah. Gönderdiği vahyin insanlığı hayra yönlendirmesini murad eden Cenab-ı Hak, elbette, o mesajın bir parçası olan elçinin hayatını da gözetişinden hariçte bırakmayacaktır. Yani emanetini eminlere verecektir.

Bu eşikten diyebiliriz ki: Nebilerin hayatları da aktardıkları vahiy gibi korunmuştur. Korunmalıdır. Temiz olmayan tasta şerbet taşınmaz. Allah, o hayatları 'ismet' ile korur. Ümmetse 'zapt ve kayt' ile bu hizmeti deruhte eder. Yani boşvermeyerek, hıfzederek, naklederek, ders vererek, tefakkuh ederek vs. Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da kaçınılmaz olarak tebliğinin parçasıdır ve aynı koruyuştan elbette nasiptardır. Onun hayatının detaylarına dair bilgi sahibi olmak bir yönüyle sözün ardındaki sapasağlam duruşun detaylarına vakıf olmaktır. 'Eylem-söylem' uyumunu sınamak, şahit olmak ve yaşamaktır. Yani kelamı deliliyle birlikte öğrenmektir. Bu sebeple de derim ki: Sünneti dinden ayırmak dini parçalamaktır arkadaşım. Sözü, ‘delili’ ve ‘idrakinin yolu’ olan tecrübeden mahrum bırakmaktır. Hatta Bediüzzaman da bir yerde buyurur ki: "Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî'nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır."

Bir metni gözden düşürmek metnin ardındaki hayatı gözden düşürmeden mümkün olamaz. Bediüzzaman, talebelerine yazdığı birçok mektupta, şahsına dair yapılan saldırılara dönük şöyle bir tahlilde bulunur: "Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." Bu yönüyle hiçbir irşad metni-bilgisi, onu size taşıyanın hayatını görmezden gelerek okunamaz. Hatta bu hayatın şahitliğiyle birlikte ele alındığında anck ders inanılır veya inanılmaz hale gelir. Emin çürütülürse emanet de çürütülmüş olur. Bir çocuğun "Seni öldürürüm!" demesiyle bir caninin "Seni öldürürüm!" demesi arasında, lafız olarak değil ama, tesiri açısından farklar vardır. Birisi güldürürken diğeri cidden korkutur. Çünkü caninin hayat-ı caniyanesi bir heyula gibi sözünün ardında belirir.

Toparlayayım: Biz, Bediüzzaman'ın hayatının Yeni Said diye tesmiye ettiği bölümünde sergilediği tavrı neden 'korku' olarak değil de 'hikmet' olarak okuyoruz? Bence Eski Said'i ve cesaretini bilmektir bu hikmet rasadının membaı. Hayatında Allah'tan gayrısından ürkmenin emaresi görülmemiş, hatta kendi ifadesiyle, "Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor..." diyen bir insanın çekingenliği 'korku' olarak okunamaz ve okunmamıştır. Bu ister istemez böyle olur. Her zaman ve her yerde böyle olur. Kişilerin meşhur oldukları ahlakları sözlerine-tavırlarına bir renk verir. Cesaretiyle meşhur bir arkadaşınızın, tam o cesarete ihtiyaç duyulan bir anda gösterdiği tevakkuf, ister istemez size "Bu işte başka bir iş var..." dedirtir. Ve evet, biz de Yeni Said'in müsbet hareketini doğru okuyorsak, Eski Said'in kahramanlıkları sayesinde okuyoruz. Müsbet hareketi bir 'zıllet' olarak değil 'izzetli ve hikmetli tedbir' olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Eski Said buna mecbur ediyor. Yeni Said'in izzetine dokundurmuyor. Eski-Yeni birbirini bütünlüyor.

İşte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in duruşları arasında da böyle bir bütünleyicilik var bence. Nasıl? Açayım arkadaşım: Peşaver Geceleri'ne Reddiye derslerinde dinlemiştim Ebubekir Sifil Hoca'dan: Şia, 'takıyye'nin meşruiyetini türlü rezil tevillerle ehl-i beytten getirip Hz. Hasan'a, Hz. Hasan'dan getirip Hz. Ali'ye, hatta Aleyhissalatuvesselama ve hatta Cenab-ı Hakka (hâşâ) bağlıyorlarmış da Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki duruşuna bir açıklama getiremiyorlarmış. "Neden takıyye yapmadı da şehid olmayı seçti?" Yani Kerbela hâdisesi 'takıyye' üzerine kurgulanan bütün mizansenin altını bombalıyormuş. Cümle tevillerin mantığını berhava ediyormuş.

Ki Hz. Hüseyin'in Kerbela yolunda kullandığı söylenen şu cümleler de bu anlamı bir parça destekliyor: “Eğer ben gitmezsem bu ümmette bir daha hiçkimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Evet, biz, her halukârda boyuneğici olunmaması gerektiğini Hz. Hüseyin radyallahu anhtan öğreniyoruz. Böylece küresel güçlerin en çok istediği müslüman tipi olan 'ılımlı İslam'ın geçer akçe olmadığını hatırlıyoruz. İzzetimizi, inşaallah, muhafaza ediyoruz. Fakat dersimiz bitmiyor. İstikamet iki uca da savrulmamakla mümkün olur ancak. Onu da bize ümmetin iki ordusunu fedakârlığıyla barıştıran Hz. Hasan radyallahu anh nasihat veriyor. Sulhün kabil olduğu her yerde asıl olduğunu öğütlüyor. Elhamdülillah. Eski Said'in Yeni Said'i anlarken bize kattığı denge gibi, ehl-i beytin iki duruşu da birbirine bütünlük ve denge katıyor. Kemal bu duruşları beraber okumakla ortaya çıkıyor. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bizi o güzellerin şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...