Hz. Muaviye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Muaviye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2020 Perşembe

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (4)

Tarih bir 'yorum-bilim'e dönüştüğünde tesbitler büyük resme talip olmaya başlarlar. Sözgelimi: Batı'nın tarih anlayışına göre, yine kendisinin tayin ettiği çağların açılıp kapanması, cisimce gayeten küçük olayların sonucu olarak gerçekleşmiştir. İlkçağın bidayeti yazının bulunmasıdır mesela. Yeniçağın başlangıcı ise İstanbul'un fethidir. Fakat, ne yazıyı bulan kişiye/kişilere ne de İstanbul'u fetheden mübarek orduya/komutana sorsanız, böyle bir niyette oldukları bilgisini onlardan alamazsınız. Evet. Onların eylerken Batılı tarihçilerce çıkarılacak sonuçlardan haberleri yoktur. Kendilerine ait niyetleri vardır. Belki biraz da öngörüleri. Ancak işin varacağı nokta tastamam hasbelkaderdir. Yani 'hesabü'l-kader'dir. Kaderin bir hesabıyladır.

Buna benzer birçok misal verilebilir ki, bir yorum-bilim olarak tarih, küçük olaylara sahiplerinin niyetçe kaldıramayacağı kadar büyük ağırlıklar yükler. İsabetsiz de değildir üstelik. Çünkü tetkikini daha büyük bir resme göre yapar. Sonuçları eylem sahiplerinin öngöremeyeceği bir genişlikte görür. Onları analiz eder. Atılan taşın dalgalarının nerelere kadar vardığını seyreder. Bütün bu okumalarının ardından da mezkûr olayları çağlarının başlangıcı olarak atar. Ha, elbette, nazarını etkileyen kendi imanıdır. İdeolojisinin öğrettiği önem sırası tayinlerde belirleyicidir. Şüphesiz bu tarihi yazan biz müslümanlar olsaydık çağların durumu bambaşka olurdu.

Bu nedenle, ben, kimilerinin 'Muaviye radyallahu anhı sevmeye engel' gibi gördüğü meşhur metni, Bediüzzaman'ın tarih okuması olarak da analiz ediyorum. Nedir? Yeniden misafir edelim: "Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. (...) Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. (...) Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi."

Kısaltarak aldığım metne baktığımızda şunu görüyoruz: Bediüzzaman olayları sadece başındaki insanların niyetleriyle okumuyor. Büyük resimdeki yerlerini tayin ederek okuyor. Sözgelimi: Cemel Savaşı hakkında sahabenin 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' gibi kavramlar eşliğinde bir tartışma yaşadıklarına rastlamıyoruz. Allahu'l-a'lem. Zahirde görünen Osman radyallahu anhın katillerinin cezalandırılmasıdır. Harbin çıkmasının sebebi budur. Ha, evet, bu mevzuun 'adalet-i mahza/adalet-i izafiye' anlayışlarına bakan bir yanı vardır. Lakin bu daha sonraki bir meseledir. Yani Cemel'le başlayan çatlak genişleyerek iki kavramı ve peşinden sürüklenen meseleleri gündemimize sokmuştur. Öyledir. Sahabe bir konuda ihtilaf ederse ümmetin geri kalanı kıyamete kadar o konuda ittifak edemez. Temel onlardır çünkü.

Yine kaynaklarımız bize, Muaviye radyallahu anhın, değil saltanatı kurmak için Ali radyallahu anha isyan ettiğini, Sıffin Savaşı'nın ahirine kadar hilafet iddiasında dahi bulunmadığını aktarıyorlar. Hakem Olayı'nın ardından Hz. Muaviye'nin hilafet iddiası şekilleniyor. Bakınız, hâlâ hilafet, saltanat değil. Çünkü yıllar sonra Hasan radyallahu anhla da 'vefatından sonra onun yerine geçmesi' üzerine anlaşma yapıyorlar. Yani Sıffin 'saltanat kurmak' için yapılan bir savaş değil. En azından bidayetinde-nihayetinde böyle bir misyon görünmüyor. Fakat Bediüzzaman yine büyük resme bakıyor ve çatlağın ismini koyuyor: Bu iş nihayetinde saltanat-hilafet meselesinde bir kırılma noktası oluşturdu. Dediği de doğrudur. Aynen öyle oldu. Lakin işin başındaki insanların niyeti "Nasıl Ali halife olur? Ben ondan daha layığım. Babadan-oğula saltanatımı kurarım!" falan değildi. Güç tutkusu değildi. Ancak kırılma noktasını teşkil etti.

Hızlı ilerleyelim: Arkadaşlar, Ehl-i Sünnet kaynakları içinde, Muaviye radyallahu anh ile Hasan radyallahu anh arasında veya Yezit zalimi ile Hüseyin radyallahu anh mabeyninde "Sen milliyetçisin. Sen de fazla dindarsın..." gibilerinden bir diyaloğu-çekişmesi olduğunu gören/okuyan varsa lütfen benimle paylaşsın. Ben okuduğum hiçbir metinde böyle bir tartışmaya rastlamadım. Eğer saltanat iddiasıyla zulmeden birisinden bahsedilecekse, işte, o Yezit'tir. Muaviye radyallahu anh değildir. Yezit'in saltanat iddiası cisimleşmiş bir şekilde vardır. Lakin onun da saltanatının bidayetinde milliyetçilik diye bir iddiası görünmemektedir. Ancak şu var: Benî Ümeyye ile Benî Haşim arasındaki rekabetin o zalimin damarlarında dolaşması, Benî Haşim'in taraftarlarının genelde acemlerden oluşması, kavmiyetçilik milliyetçiliğin anası olduğu için, Emevilerde hakikaten böyle bir siyaseti netice vermiştir. 

Bakınız, Bediüzzaman'ın analizleri burada durmuyor, Hüseyin radyallahu anhın taraftarlarına da uzanıyor: "Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş." Peki, bu metni bir 'tarih yorum' olarak değil de, birebirmiş gibi okuyanlara sormazlar mı şimdi: Hz. Hüseyin'in taraftarlarıyla beraber girdiği bir savaş mı vardı ki onda mağlup olsun? Hepimizin bildiği şekilde o 'taraftarlarınca terkedildiği için' Kerbela'da katledildi. Allah orada şehid olanların makamlarını âlî kılsın. Yani o katliamda Hüseyin radyallahu anhın yanında kendi âlinden/ailesinden başka kimi vardı? Burası da bir büyük resim okumasıdır. Hilafetin saltanata mağlubiyetini anlatır.

Uzatmayayım. Mektubat'ta yeralan İkinci Sual'de değil yalnız Üçüncü Sual'de yapılan analizler de böyledir. Bediüzzaman buralarda çatlağın bidayetine bakıp nihayette vardığı şeyleri okumuştur. Tabir-i caizse İslam siyasi tarihi açısında çağ analizleri yapmıştır. Ben böyle görüyorum. Çünkü diğer türlü anlamak, en azından benim okuduğum kadarıyla, kaynaklarda bulunan bilgilerle uyuşmuyor. Özellikle Sıffin'deki savaştan önce, dediğim gibi, Muaviye radyallahu anhın ne hilafet ne de saltanat iddiası var. Hasan radyallahu anhla yaptığı anlaşmada da böyle birşey yok. Bu sanki takındığı ruhsat tutumunun götürdüğü bir yer olarak resmediliyor. Elbette bu ruhsat tutumu Sıffin'de başlıyor. Bu açıdan elbette Bediüzzaman isabetlidir.

En doğrusunu Allah bilir. Cenab-ı Hak o mübareklerin günahına girmekten kalbimizi muhafaza eylesin. Ahirette şefaatlerine nail eylesin. Bu yazılarda niyetimi hep hayır üzerine tutmaya çalışıyorum. Fakat niyeti bazen sahibine bile meçhuldür. Yaramızı Malik-i Hakiki'ye arzediyoruz. Şaşıracağımız yerde lütfetsin. Tutsun. Dostlarına düşmanlık ettirmesin. Âmin.

21 Mart 2020 Cumartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (3)

"Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.), Umeyr İbnu Sa'd'ı Humus valiliğinden azledince, yerine Hz. Muaviye'yi (r.a.) tayin etti. Halk: Umeyr'i azledip Muaviye'yi mi tayin etti, diye mırıldandı. Umeyr (r.a.) ise: Muaviye'yi hayırla yâdedin. Zira ben Resulullah aleyhissalatuvesselamın 'Allahım onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!' dediğini duydum, dedi." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4478

Arkadaşlar, evvelki yazılarıma yapılan bazı yorumlardan ötürü, daha başlarken bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Hz. Muaviye'nin 'radyallahu anh' denileceklerden olduğu 'şu ahirzamana kadar' Ehl-i Sünnet mabeyninde 'netameli' bulunmuş bir konu değildir. Mevzuun gerek İmam-ı Gazalî'nin İhya'sında, gerek İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında ve gerekse diğer makbul/muteber kaynaklarımızda nasıl ele alındığını incelerseniz 'netameli' hiçbir noktaya rastlayamazsınız. Hz. Muaviye'nin bir sahabi olarak 'hürmete layık olduğu' gayet açıktır. İttifakla da beyanlıdır. Ulemamızın bu meseleyi medar-ı bahs etmeleri, kendi aralarında tartışma konusu olduğundan değil, şia vb. bid'a fırkaların mü'minlerin kafalarını/kalplerini karıştırmalarına engel olmak içindir. Elhamdülillah. İşte biz de bugün o salih seleflerimizin izlerini takip ediyoruz. Rabbim, ne bu dünyada ne ötekisinde, dudaklarımızı ayak izlerinden kaldırmasın. Âmin.

Bediüzzaman'ın da bu müceddidler kervanının bir halkası olduğunu hatırlarsak, elbette, ondan da bu hak yoldan başkası sâdır olmaz. Başka muradı olamaz. Zaten, hemen bir önceki yazıda bir parça analiz ettiğimiz, Hz. Ali radyallahu anhın duruşunu 'azimet' Hz. Muaviye radyallahu anhın duruşunu ise 'ruhsat' noktasında ele alması, 'her ikisini de' İslam dairesi içinde gördüğünün delillerinden birisidir. Mezkûr kavramlar hakkında küçük bir özet geçersem: Azimet 'asıl hüküm'dür. Ruhsatsa şartlarına bağlı olarak uygulanabilecek 'geçici kolaylık'tır. Sözgelimi: Domuz eti yemek normal şartlarda haramdır. Fakat zorunluluk oluştuğunda, ölüm tehlikesiyle karşılaşıldığında, zaruret miktarı kadar yemek ruhsatlıdır. Bediüzzaman'ın Hz. Muaviye radyallahu anhın seçimi hakkında yaptığı analiz de budur: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

İleride, inşaallah, konuyla ilgili diğer metinleri incelerken de göreceğiz: Bediüzzaman'ın, doğrudan veya dolaylı olarak, Hz. Muaviye radyallahu anhı dışlayan, suçlayan, tezyif eden, hakaretamiz hiçbir ifadesi yoktur. Kendisi hakkında hem 'hazreti' hem de 'radyallahu anh' ifadelerini kullandığı sabittir. Bugün, güya Ehl-i Beyt sevgisi namına veya aşk-ı demokrasi ile Hz. Muaviye düşmanlığı yapanlar, Bediüzzaman'ın berrak metinlerini kirli gayelerinin aracı kılmaya çalışmaktadırlar. Bunlara karşı Üstadımızı ve Nurlarını korumak elbette vazifemizdir. Ben de vazifem bilirim. Talebeliğimin hakkını verebilmek için de beyan ederim. Yaptığımın 'ihtilaf çıkarmak'la bir ilgisi yoktur. Böyle mevzulardan ihtilaf çıkıyorsa muhalefet edenler düşünmelidir.

Mustafa Kemal'in kızıp "Aramıza ihtilaf verdin!" demesi Bediüzzaman'ı namaz davasından vazgeçirebildi mi? Hatırımızda yanlış kalmasın. Haklı olanlar vazgeçmez arkadaşlar. Kuvvet haktadır. Yanlışta olanlar hatalarını görüp vazgeçmeliler. Evet. Biz de ittifak istiyoruz. Amma 'hakta ittifak' istiyoruz. Ehakta ihtilafa açığız diye bâtılı da koynumuza alıp saracak değiliz. Sahabeye tân edenler ise elbette ki bâtıldır.

Şimdi, ihtilaf mevzuunu ardımızda bırakarak, Mustafa Özel Hoca'nın Roman Diliyle Siyaset kitabına götürmek istiyorum sizleri. Bu metni önemsiyorum. Zira belki kimilerimizde varolan 'saltanat düşmanlığı' bu satırlarla birlikte bir parça zail olacak. Veyahut bir parça anlayış/empati kalplerimize dolacak. Çünkü Mustafa Hoca da aynı yollardan geçmiş. Onun bu noktada fikrini değiştiren ise merhum Cemil Meriç olmuş:

"Gençlik yıllarımın yüksek gerilim hatlarından biri, kalbim Osmanlı diye çarparken, aklımın Cumhuriyet'ten yana olmasıydı. Atalarımız 'büyük işler' başarmış ve hayal edebildiğim kadarıyla 'âdil bir yönetim tarzı' geliştirmiş olsalar da, bir fikir olarak cumhuriyet bana daha sıcak, daha insanî geliyordu. Halkın kendi kendini yönetmesi, çoğunluğun (cumhurun) yönetime aktif katılımı ve kendi reisini seçmesi sultanlıktan, tek kişi veya zümre yönetimlerinden daha iyi olmalıydı!

Cemil Meriç'le sohbetlerimiz meseleyi zihnimde 'tarihselleştirmeye' yaradı. Tarihsel şartların her türlü yönetime müsait olmayabileceğini; meselenin yönetim biçiminden çok, içerik ve ilkeleri olduğunu... kavradım. Herhangi bir zaman ve/veya mekanda, halkın yönetime doğrudan katılımı için hızlı ulaşım ve iletişim şarttı. Dolayısıyla zaman-ı kadîmde katılımcı yönetişim ancak bir şehrin sınırları dahilinde mümkün olabilir. Mesela: Olsa olsa Atina veya Medine demokrasilerinden söz edebilirdik. Yönetilen alan genişledikçe, demokrasi fiilî bir imkansızlık haline geliyordu.

Ayrıca her türlü yönetimin iyi ve kötü uygulamaları vardı. Aristo ta 2400 yıl önce iyi tek-kişi yönetimlerine 'monarşi' derken, kötüsüne 'tiranlık' dememiş miydi? Keza, iyi azınlık yönetimi 'aristokrasi' kötüsü 'oligarşi.' İyi çoğunluk yönetimi 'politeia' kötüsü 'demokrasi.' İyi olmanın başlıca kıstası, nalıncı keseri gibi hep kendine yontmamak, halkın refah ve huzurunu kendi çıkarlarına tercih etmekti. Aristo'nun 'olumsuz demokrasi' tasavvurunun günümüzdeki 'demokrasilerin' onda dokuzuna uygulanabileceğine hiç şüphe yok. Politeia ise halka ve yasaya gerçekten saygılı demokrasi demektir ki aramakla bulunmaz!"


Bu metinden hareketle düşünelim şimdi. İktidar yaklaşımımızı ne belirliyor? Kur'an'ın emir buyurduğu gibi meşveret, adalet, merhamet vs. gibi değerler mi? Yoksa biz de Batı'dan sipariş edilen hazır şablonlar üzerinde mi 'iyimizi/kötümüzü' şekillendiriyoruz? Okuyanlar anımsayacaktır: Bediüzzaman sonrasında maruz kalınan yönetimler yanında II. Abdülhamid merhumun saltanat dönemini 'yanlış hedef' olarak işaretler: "Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler." Başka bir yerde de Namık Kemal merhumun II. Abdülhamid'e söylediği şiiri 'Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu söz...' olarak zikreder. Peki bütün bu uyarılarla mürşidimizin bizi ayıltmaya çalıştığı şey nedir?

Mevzu tek başına bir 'sistem' meselesi değildir. Saltanatın yerine büyük umutlarla gelen meşrutiyet de 'tek parti diktasına' uygun bir şekle sokulabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an ve sünnet bize herbir yanı belirgin bir devlet sistemi öğretmez. Devletin halkına karşı gözetmesi gereken şeylerin altını çizer. Ancak bu sistemin içeriğine dair naslarımızda kesinleşmiş şablonlar bulamayız. Zira İslamî yönetim şablon işi değildir. Hem bir miktar zamana, sosyolojiye veya imkana bağlı da birşeydir. Şartlar elverdiğince geliştirilecektir veya uygulanabilecektir veyahut geliştirilerek uygulanabilecektir. Evet. Kaynaklarımız bize Hz. Muaviye radyallahu anhın Sıffin Savaşı ahirindeki belirsizlik ortamı oluşuncaya kadar hilafet iddiasında bulunmadığını söylüyorlar. Başlarda o da, tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhum ecmain gibi Hz. Osman'ın katillerinin bulunması için isyan etmişti. Yanlış bir içtihad ile savaşa girmişti. Fakat Sıffin Savaşı'nın bidayetinde hilafet iddiası yoktu. Nihayetinde bu iddia şekillendi.

Zamanını nasıl okudu bilemiyoruz. Fakat Hz. Osman radyallahu anhın katliyle başlayan fitne sürecinde fetihlerin durduğunu, müslümanların bütün enerjisini iç kargaşaların yönettiğini, gayet iyi biliyoruz. Şaşırmayalım. Bu sürecin son buluşu Hz. Muaviye ile Hz. Hasan'ın arasındaki anlaşmayla oluyor. O zaman dahi Muaviye radyallahu anhın niyeti saltanat değil. Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmada vefatından sonra onun geçmesi maddesi var. Ancak, dediğim gibi, hayat sürüyor. Yanlış veya doğru. Zamanını okumaya devam ediyor. Ve yine bir içtihad neticesi 'hilafeti saltanatla aşılamak gerektiğine' karar veriyor. Fakat bu kesinlikle güç tutkusundan doğmuyor. O da kendince İslam'ın bekasını burada görüyor. Kanaatinde yalnız da değil üstelik.

Kusurlu bir misal olmakla birlikte kullanmaktan çekinmeyeceğim: Nasıl bugün bir hükümet parlamenter sistemi 'devletin işleyişini zorlaştırdığı için' tüm demokrasi temalı eleştirilere rağmen 'başkanlık sistemine' çevirebiliyor; aynen öyle de; Muaviye radyallahu anh da yaşanan fitnelerin hitamını 'hilafeti saltanatla aşılamakta' görüyor. "Yanlıştı!" diyebiliriz. Ehl-i Sünnet uleması da diyor zaten. Ama artniyetli bir iş değildi.

İfrat etmeyelim. Bugün İstanbul'da misafiri olduğumuz Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri dahi Yezit'in ordusuyla buralara kadar gelmiş, şehit olmuş, bizi beklemiş. Eğer, bu hilafet-saltanat meselesinde haddimizi aşarsak, kemlik edersek, böylesi çok güzide sahabiyi inciteceğiz. Onlar kendi zamanlarında hakikatin hakkını verdiler. Hatalarıyla-sevaplarıyla ellerinden geldiğince doğruyu yapmaya çalıştılar. Bugünden bakıp asıp-kesmek, onlara yol-yordam öğretmek, hâşâ, haddimiz değil. Hakkımız da değil. Böyle yapanlar ahiretleriyle oynuyorlar. Ben de bu yazıları "Aman öylelerden olmayalım!" diye yazıyorum. Yoksa ihtilaf çıkarmakla falan işim yok. Allah korusun.

16 Mart 2020 Pazartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (2)

Allah azze ve celle doğrunun yardımcısıdır. Ben de Onun dostlarını savunurken Ondan yardım dilerim. Bir önceki yazının finalinde dilegetirdiğim bir hakikatin tekrar altını çizerek bu yazıya başlamak istiyorum: Sahabe bütünlüğünü parçalamak, onlardan birisini/birkaçını sahabelikten 'aforoz' etmek veyahut onlardan birisinin/birkaçının duruşunu (diğerlerini gözden düşürecek şekilde) öncelemek, tarih boyunca 'fırka-i dâllenin/sapkın fırkaların' takındığı bir tavır olmuştur. Şianın Ehl-i Beyt radyallahu anhum ecmain ekseninde yaptığı da budur. Daha ahir bir dönemde FETÖ'nün Ebu Zerr radyallahu anh üzerinden yaptığı da budur. Evet. O dönemin şahitleri olanlar anlatırlar ki: Gülenciler nurculardan kopuşlarını Ebu Zerr Hazretlerinin sahabenin geneline göre aykırı bir görüşe sahip olup uzlete çekilmesiyle açıklamışlardır. Sonra bu genelden kopuşun, aykırı duruş sahibi oluşun, kendini daha özel görüşün işi nereye getirdiği ise malumdur. Allah tekrarını bir daha bu millete yaşatmasın. Âmin.

Yani özetle demek istediğim o ki: Bu 'dışarıya atmalar' da 'aşırı parlatmalar' da aslında maksadlı şeyler. Denge dini olan İslam'ın ahengini bozan şeyler. İşte bu yüzden ümmetin istikametli ana omurgasını teşkil eden Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat sahabeyi birbirine tercih etmemeyi bir şiar olarak edinmişler. Büyük resimde görünen hakikatin daha küçük resimler üzerinde yapılan manipülasyonlarla bozulmasını böylece engellemişler. Bunun yanında şunu da inkar etmiyoruz: Elbette sahabiler içerisinde derece farkları var. Fakat onların içinde hain yok. Düşman yok. Münafık yok. Ajan yok. Hepsi, Bediüzzaman'ın da altını çizdiği üzere, 'adalet sahibi' kişiler. Elhamdülillah. Siz de böyle sahabeden birini/birkaçını diğerlerini gözden düşürür bir şekilde vurgulayan bir ekole rastladığınızda onlardan hemen uzaklaşmalısınız. Zira muhtemelen sizdeki manevî muvazeneyi bozmaya çalışıyorlardır. Evet. Yanlış vurgu bütünün dengesini bozar.

Şia bunu en fazla Ehl-i Beyt vurgusu üzerinden yapar. Her müslümanda Kur'an'ın emriyle bulunması gereken Ehl-i Beyt'e karşı muhabbeti kendi kanallarına doğru akıtmaya çalışırlar. Safevîliğin ilk kurulduğu dönemde Sünni bir tarikat olduğu fakat ilerleyen zamanda tarikatlerde hep varolagelmiş Ehl-i Beyt muhabbeti suistimal edilerek şiiliğe saptırıldığı bilinen bir gerçektir. Şia bunu bugün de yapıyor. İran'ın devlet desteğiyle/imkanlarıyla finanse edilen organizasyonlar dünyanın her yerinde Ehl-i Sünnet müslümanları şialığa döndürmeye gayret ediyorlar. Muaviye radyallahu ahn ismi üzerinden yaşadığımız gerilimi bu nedenle önemsiyorum. Ve korkuyorum. Zira bu gerilimde oluşan saflar bizim üzerimizde de bir operasyon yürütüldüğünü ve epeyce de başarılığı olduğunu gösteriyor. Yoksa nurcular, Ehl-i Sünnet müntesibi müslümanlar olarak, Muaviye radyallahu anh hakkındaki bu düşmanlığı kendi kaynaklarından ders almıyorlar. Yok ki ders alsınlar. Bu fikirler içlerine dışarılardan sokuluyor. İthal ediliyor. Görememek körlüktür.

Şimdi, bu fazla kaçırdığım girizgâhın ardından, bir önceki yazıya gelen bazı yorumları/soruları cevapmaya çalışayım. Belki bir-iki yazı daha bu soruları cevaplamaya gayret edeceğim. Keşke âlim olsaydım. O zaman daha yerinde cevaplar verebilirdim. Lakin ahirzamanda mü'minlerin bildiklerini saklamaları da hadisçe men edilmiş. Ben de bildiğim kadarını yazarım. Allah azze ve celle dilimizi doğrusuna döndürsün. Ağzımızdan hakikatlerini döktürsün. Âmin.

1) Halil Bey, yazımın altına şu metni bırakarak, muhtemelen bir itirazda bulundular: "Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

Çok nadir ifratlar dışında Ehl-i Sünnet'in umumu ihtilaflarda 'İmam Ali radyallahu anhın haklı olduğunu' belirtmişlerdir. Bu konuda hiçkimsenin bir çekingesi yoktur. Benim yazımda itiraz ettiğim şey: Bu hatanın Muaviye radyallahu anhı 'sahabeliğin gerektirdiği hürmet ve sevgiden mahrum edemeyeceği'dir. Muaviye radyallahu anh Aleyhissalatuvesselamın vahiy katiplerindendir. Dualarına mazhar olmuştur. İdareciliği bizzat Ömer radyallahu anh gibi 'adam seçmekte çok hassas' kişiler tarafından takdir edilmiştir. Zaten onu Şam'a vali olarak atayan da odur. Hilafeti boyunca orada vali olarak kalmıştır. Alınmamıştır. Atılmamıştır. Haksızlıkla suçlanmamıştır. Osman radyallahu anh da bu durumu devam ettirmiştir. Zaten zekası hakkında 'Arabın on dehasından birisi' olduğu yönünde bir şöhret de yayılmıştır. O böyle birisidir.

Şunun da altını çizelim: Ebu Zerr radyallahu anhı, Müslim'de geçen bir rivayette "Ey Ebu Zer, kendim için istediğimi, senin için de isterim. Fakat, sen zayıfsın, iki kişinin bile başına geçme! Vazifesini hakkıyla yürüten kimseler hariç, âmirlik, kıyamet gününde pişmanlıktır!" diyerek yöneticilikten men eden Aleyhissalatuvesselam, aksine, Muaviye radyallahu anha 'birgün müslümanların idaresi ona geçerse merhametli olmasını' tavsiye etmiştir. Yani bu işe layık olduğunu düşünmüştür. Zaten âlimlerimiz de bu durum hakkında derler ki: "Muaviye radyallahu anh bu gibi hadis-i şerifleri kendisinin yöneticiliğine işaret/onay olarak da yorumluyordu. Bu yorum, Allahu'l-a'lem, hata değildi. Yalnız şu noktada hata etti: Ali radyallahu anh sağken bu iş ona düşmezdi. Onun liyakat sırası daha gerilerdeydi. O bu sıraya riayet etseydi hakka isabet edecekti." Nitekim Mektubat'ta İmam-ı Rabbani rahmetullahi aleyhin görüşü de bu yöndedir. Muaviye radyallahu anhın hilafete liyakati vardır. Fakat ondan büyükler sağken değil.

Benim anladığım: Halil Bey gibi kişiler saltanat-hilafet meselesini düşünürken bir parça yaşadıkları konjonktürden etkileniyorlar. Hatta cumhuriyet Türkiye'sinin saltanata biçtiği 'hain-satıcı-sömürücü' yaftasını o döneme de taşıyorlar. Hayır. Bu tuzağa düşmeyelim. Ne yakın tarihte Osmanlı saltanatı ne de uzak dönemde Muaviye radyallahu anhın yönetimi büsbütün 'zaleme' dönemler değildi. Biz biliyoruz ki: Osmanlı padişahları genel anlamda âdil padişahlardı. Zaten devlet-i âliyenin 600 senelik ömrünün başka bir açıklaması da olamaz. Hatta içlerinde Fatih Sultan Mehmed Han gibi hadisle müjdelenenler dahi bulunmaktaydı. Şimdi, neden toptancılığın tuzağına düşerek, "Kim ki saltanat sürmüştür o haindir!" veya "Kim ki saltanat sürmüştür o zalimdir!" veyahut "Kim ki saltanata talip olmuştur o sömürücüdür!" gibi şeyler söyleyelim? Süleyman aleyhisselam da Davud aleyhisselamın sultan oğlu sultan evladı değil miydi? Bundan, böyle haksız genellemelerden, Allah'a sığınırız. Tarih bize aksi birçok örneği göstermiştir. Evet. Emeviye saltanatından gelmekle Ömer bin Abdülaziz rahmetullahi aleyh gözden düşer mi? Hâşâ. Kişileri başa gelişlerindeki sistemle değil idareciliklerindeki tasarrufla yargılamak gerekir. Hitler seçimle başa gelmiştir de insanlığa çok mu büyük faydaları dokunmuştur?

Saltanat bir sistemdir. Cumhuriyet de bir sistemdir. Demokrasi de bir sistemdir. Meşrutiyet de bir sistemdir. Bunların herbiri bir yönetim sistemidir. Kur'an'da ve sünnette "İslam devleti şu şekilde yönetilecek!" diye belirgin bir emir yoktur. Emredilen şeyler vardır: Adalet, meşveret, merhamet vs. Dört halifenin başa geçişleri dahi farklı farklı şekillerde olmuştur. Muaviye radyallahu anh da kendi bilgisince o dönem için bir içtihadda bulunmuştur. Saltanatı istikrar için gerekli saymıştır. Ha, hatalıdır, o ayrı. Fakat bunu 'güç tutkusundan' falan yapmış gibi anlamak, hâşâ, sahabeyi anlamamaya işaret eder. Bunu böyle söyleyen "Ashabım yıldızlar gibidir!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sırrını da anlamamıştır. Neyse. Yazı çok uzadı. Bir dahaki yazıda da soruları cevapmaya devam edelim. Halil Bey'in sorusuna da 'ruhsat'ı hatırlatarak veda edelim: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

13 Mart 2020 Cuma

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi?

Bugünlerde en çok üzüldüğüm şeylerden birisi de; mürşidlerinin külliyat içerisinde defalarca vurgu yapmasına rağmen, Ehl-i Sünnet olduğunu belirtmesine rağmen veya istikametli olanın Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası olduğunu ifade etmesine rağmen, kimi nurcu kardeşlerimin Ehl-i Sünnet'ten farklı görüşlere sahip olabilmesidir. (Hatta 'Ehl-i Sünnet kalıpçılığı' gibi meş'um ifadelerle fırka-i nâciyeyi eleştirebilmeleridir.) Sorun sadece 'sahip olabilmeleri' de değildir üstelik. Bunu Üstad'a da dayatabilmeleridir.

Okuyanlar hatırlayacaklar: Geçenlerde bir yazım vesilesiyle Muaviye radyallahu anha bakışımızı da bir parça konuşmuş olduk. (Yine Risalehaber'de yayınlanan Bekir Berk abi konulu metnimin yorumlarına bakanlar aydınlanacaktır.) Ne gördük peki orada? Bazı nurcu kardeşlerimiz, nasıl yapmışlarsa yapmışlar, Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' duasına layık olmadığına dair çıkarımlarda bulunmuşlar. Neye dayanıyorlar peki? Bediüzzaman'ın sahabe arasındaki ihtilaflara dair yazdığı birkaç metne. Peki o metinlerde hakikaten Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' denilmeye seza olmadığı mı söyleniyor? Hâşâ! Böyle hiçbir beyan yok. Hiçbir metin böyle birşey söylemiyor. Fakat hayatı okumayı siyaset, siyaseti okumayı da demokrasi çerçevesine sıkıştıranlar, hilafetin saltanata dönüşüm süreci üzerinden uçuyorlar da uçuyorlar. Kimbilir: Belki demokrasiyi itikatlarından da fazla önemsiyorlar. Allah böyle birşeye kapılmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

Ben bu yazıda dayandıkları metinlerin ne kadar onların 'arzularını' söylediğini irdelemeyeceğim. (Bunu belki başka bir yazıda yapacağım.) Fakat Risale-i Nur'da bizzat kendisinin de Hz. Muaviye hakkında 'radyallahu anh' ifadesini kullandığı sabit olan Üstad'ın bir mürşidine uzanacağım. Kimdir bu mürşid? Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh. Bu arkadaşlar, bizim sözlerimizi (yaşımız gibi) belki küçük görürler, fakat herhalde İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin adı anılınca ceketlerini ilikleyecekleri gelir. Nihayetinde zikredilen kişi Bediüzzaman'daki kıymeti bilinen birisidir. Gerçi avukatlık nefsin elini tutunca insan her aşırılığa savrulur. Lakin bize düşen yine de hakikati beyan etmektir. Yani, tebliğ bizim görevimizdir, hidayet ise Allah'tandır. Allah kalbimizi istikametine çevirsin.

Bendeki nüshaya göre 251. Mektub'da, Mevlana Muhammed Eşref'e 'sahabe arasındaki ihtilaflara nasıl bakılması gerektiğini' anlatan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, 'Muaviye radyallahu ahna nasıl bakılması gerektiği' noktasında da kıymetli şeyler söylüyor. Bu zeminde yaşanacak sapmaların nerelere gidebileceğine dair talebesini uyarıyor. Elhamdülillah. Hepsini alıntılamayacağım. Çünkü uzundur. Ancak parça parça aktarmalar yaparak mevzuun o büyük İmam'ın gözünde ne kadar ehemmiyetli olduğunu nazarlarınıza vereceğim. İçeriği ilgisini çekenler (yukarıda numarasını da verdiğim) mektubu elbette bulup okuyabilirler:

"Ashab-ı Kiram 'aleyhimürrıdvan' arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden, güzel düşüncelerden ileri geldi bilmek; dünyalık için, menfaat için bilmemek lazımdır. Çünkü onların ayrılığı içtihad ve te'vil ayrılığı idi. Heva ve hevesten doğan ayrılık değildi. Ehl-i Sünnet âlimleri hep böyle söylüyor. (...) Hz. Muaviye radyallahu anh için nasıl zalim denilebilir? Onun Allahu Teala'nın emirlerini ve müslümanların haklarını gözetmekte âdil bir halife olduğunu es-Sevaikü'l-Muhrika'sında allame İbn-i Hacer-i Mekkî yazıyor. (...) Böyle sözleri Yezid için söyleseler yeridir. Fakat Muaviye radyallahu anh için söylemek çok çirkin olur. Peygamberimiz aleyhissalatuvesselamın Hz. Muaviye'ye hayır dualar ettiği hadis âlimlerinin hepsi söylüyor. Onun duasının kabul olunacağı ise şüphesizdir. (...) İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh tebe-i tabiîndendir. Hz. Muaviye radyallahu anhın asrında yaşamıştır. İşte o büyük âlim (eğer kemallerine inanmasa) 'Muaviye ve Amr b. Âs'a sövenleri öldürünüz!' der mi idi? Demek ki ona sövmeyi büyük günahlardan saymıştır. (...) İyi düşünmek lazımdır ki: Hz. Muaviye bu işlerde yalnız başına değildi. Ashab-ı Kiram'ın hemen hemen yarısı onunla beraberdi. Eğer Hz. Emîr (Hz. Ali) radyallahu anhla muharebe edenlere kâfir/fasık denilirse din-i İslam'ın yarısı yıkılır. O halde ancak din-i İslam'ı yıkmak isteyenler onları kötüler."

Uzatmayayım. Zira daha sarsıcı birçok ifade bu mektupta bulunmakta. Hatta İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh başka birçok âlimden delil getirerek de Muaviye radyallahu anha karşı soğukluk hissedenleri uyarıyor. "Aman, sakın, zihnar!" diyor. Allah ondan razı olsun. el-Hak, Bediüzzaman'ın duruşu da böyledir, fakat kanaatimce bu noktada kimi nurcular bir parça operasyona maruz kalıyorlar. Mahallelerini şaşırıyorlar. Bu operasyonun ardında şia da olabilir (çünkü onlar mesleklerini bu husumet üzerine bina ederler) modernistler de olabilir (çünkü onlar da sahabeye hürmeti kırmayı severler). Her şekilde bu bir operasyondur. Yerli bir düşünüş/inanış değildir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak sahabeyi birbirinden ayırmamayı mesleğimiz bilmişiz. Hep bunun üzerine yaşamışız. Şimdi duruşumuzu bozmak/parçalamak isteyenlere, hep düşman demek olmasa da, 'aptal dost' denmeye de sezadırlar. Zira dine verdikleri zararın farkında değildirler. Allah onların kalplerini istikamete çevirsin. Âmin.

21 Eylül 2015 Pazartesi

Kadere inanmayan Allah'ın birliğine inanır mı?

"Eşyadaki varlık nuru eşyaya taallûk eden ilmin nurunu gerekli kılar." 29. Lem'a'dan... 

Ebubekir Sifil Hoca'nın, İslamî Bilincin İhyası kitabında, Hz. Mu'âviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde yaptığı bir alıntı var. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu söz şöyle: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz."

Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bu 'çorap söküğünün' sergüzeştisinin nasıl olabileceğini de detaylandırıyor mezkûr kitapta: Önce listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla ona yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların/ithamların, gözden çıkarılacaklar listesinin, önü alınamaz bir şekilde böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yani, tabir-i caizse, dansa yanlış ayakla başlayanın, ilerisinde de rezillik çıkarması kaçınılmaz oluyor. Yeter ki kapının kulbuna dokunma cür'etini kendinde bulsun.

Sahabenin büyükçe bir kısmını böyle 'güvenilmez' kıldıktan sonra İslamî kaynakların uğrayacağı güven problemini varın siz hayal edin. Kanaatimce: Akaidle ilgili her meselenin böyle bir yanı var. Yani, dansa yanlış ayakla başlamak gibi, silsile şeklinde bütün sistemi etkiliyor akaidle ilgili yanlış duruşlar. Küçümsemeye veya 'O kadarcık kusur kadı kızında da bulunur canım!' demeye gelmiyor. Ebubekir Hoca'nın belirttiğine benzer bir endişeyi Bediüzzaman'ın da 'imanın altı rüknü hakkında' belirttiğine şahit oluruz Meyve Risalesi'nde:

"Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.

Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez.
"

İşte, ben de, alıntıladığım endişelerden hareketle kaderin inkârını savunanları aynı şeyle itham ediyorum. Hatta Vekî' b. el-Cerrâh'ın sözünü birazcık değiştirerek diyorum ki: "Kader iman kapısının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Bu yazımda da, mürşidimin Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi'ndeki izah metodunu taklid ederek, erkân-ı imaniye ile kaderin arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Ve hamd yalnızca Ona.

Kadere iman ile 'nasıl bir Allah'a iman ettiğimiz' arasındaki ilişkiyi, serinin önceki yazılarında kısmen ifade etmeye çalışmıştım. Katkı olarak diyebilirim ki: Kadere iman tevhide imanın bir gereğidir. Eğer siz tevhide imanı 'herşeyi yaratanın o olduğuna iman' olarak anlıyorsanız (ki tevhid özetle bunu ifade eder) o zaman, yalnız mekana değil, zamana yayılmış hilkatlerin de tümünü ona vermek zorundasınız. İkinci bir ilahtan, kalbinizdeki iman gereği, bahsedemezsiniz. Bu bahsedemeyiş Allah'ın zatına layık şekilde bütün isimlerini/sıfatlarını da kapsar.

Bunu bir kenarda tutun. Daha evvel bir yazımda da izah etmeye çalıştığım, 'bizim bilişimizle Allah'ın bilişi arasındaki farka' gelelim buradan. Çünkü tevhid tam da bu zeminde herşeyin dengesini değiştiriyor. Allah'ın bilişiyle bilişimiz arasında kurduğumuz yanlış türde bir benzerliğin, subhaniyeti açısından, nasıl bir sorun içereceğini gözler önüne seriyor.

Evet. İnsan, yaratıcı olmadığı için, dilediği/irade ettiği fiileri yaratacak bir ilaha muhtaçtır. Eğer insanı 'kendi fiilerini yaratan' olarak görmüyorsak, tabir-i diğerle onu küçük bir ilahçık gibi düşlemiyorsak, o halde insan irade ettiği fiileri yaratamaz. Sadece diler ve lütfedilirse kazanır. Bu 'dileyiş ve kisb' onun sorumluluğunun kaynağıdır. Ancak burada bir nüansa dikkat çekelim: Yaratıcısı kendisi olmaması hasebiyle, insanın, iradesiyle yaratılan fiilerin mahiyetini öğrenmesine de gerek kalmaz. Bediüzzaman'ın misal olarak sıklıkla kullandığı mide ve gıda örneklemesi burada da işimize yarar:

"Zîhayat içinde en eşref ve ihtiyarca en geniş olan insandır. Hâlbuki, insanın, ef'âl-i ihtiyariyesi içinde en hafifi ve en zâhiri, söz söylemesi ve yemek ve içmesi ve düşünmesidir. Hâlbuki, insanın bunlarda dest-i ihtiyarının müdahalesi ne kadar az olduğu, azıcık düşünmekle anlaşılır. Hâlbuki, mahlûkatın en eşrefi olan insanın eli, tasarruf-u hakikîden bu derece bağlı olsa, başka hayvanat ve cemadat, sırf birer memlûktan ve Hâlıkın hesabıyla dönen ve çalışan birer mahlûk-u musahhardan başka birşey değillerdir."

Yani insanın fiilerinin yaratıcısı olmadığının en zâhir delili, o fiilerin mahiyetlerinden ve işleyiş süreçlerinden bihaber oluşudur. Yemeği ağzına koyan insan, o aşamadan ta hücrelere lazım olan gıdaların gerekli oranlarda ulaşmasına kadar geçen tüm aşamalardan habersizdir. Neler olduğunu ancak uzun araştırmalarla, o da kısmen, öğrenebilir. Dikkat ediniz, 'öğrenebilir' diyorum. 'Yaratır' demiyorum. Fiileri yaratan kendisi olmadığından fiilerin mahiyetinin ne olduğunu aklıyla bir derece keşfeder. Sonradan keşfeder.

Gözlemcidir. Bu keşfi bile o fiilin her tekrarlanışında şahidi olma değildir. Ancak özet bir bilgilenmedir. Bu noktada altını tekrar çizmemiz gereken şey: İnsanın ancak Allah'ın yarattığı fiilerin mahiyetini öğrenen pasif bir biliş konumunda olduğudur. Kur'an da bize meleklerin lisanıyla bunun dersini verir zaten: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur."

Peki, kaderi inkâr edenlerin çamurlu ağzıyla konuşursak, Allah olup olacak herşeyi bilmiyorsa, takdir etmiyorsa, yani bunları aynı bizim gibi (hâşâ) sonradan öğreniyorsa, onları kim yaratmaktadır? Biz, yaratmadığımız fiileri, onları yaratan Allah olduğu için, merakımızla ve aklımızla sonradan öğrenmekteyiz. Nasıl yaratıldıklarını bilmemiz zarurî değildir. Peki, Allah (hâşâ) kendisinden başka kimin yarattığı fiiller vardır ki, onların bilgisini sonradan öğrenecektir de bilişi insanın bilişi gibi sınırlı/sonradan olacaktır? Yani göklerde ve yerde Allah'tan başka bir ilah mı vardır ki, (hâşâ) Allah da onun fiilerinin mahiyetini sonradan bir bilişle "Aaa bak böyle yapmış!" diye öğrenecektir? Tevhide iman 'bilişlerin de tekliğini' zaruri kılmaz mı?

İşte, kader, tevhidin bir gereği olmaya bu noktada başlar. Herşeyi yaratan Allah olduğuna göre o zaten yaptığını bilendir. Birşeyi yaratmak, ancak bilmenin yaratmaktan önce veya beraber olmasıyla mümkündür.

Kelimelerin kifayet etmediği bu durumu ıstılahta 'ezel' diye tabir ediyoruz. Birşeyin nasıl yapılacağı bilinmeden o şey yapılamaz. "Yaratan bilmez olur mi hiç?" ayeti bize bunu hatırlatır. Yani herşeyin bilgisi yaratışından öncedir. (Bu 'öncelik' ve 'birliktelik' kafanızı çok karıştırmasın. İnsanın sınırlı penceresinden konuşuyoruz. Altını çizmek istediğimizse; ilim, irade ve kudret üçlüsünün birbirinden ayrılmaz oluşudur.) Bediüzzaman'ın 'yapan bilir...' cümlesiyle dikkatimizi çektiği şey de budur.

İkinci birşey: Unutmayalım. Allah'ın bilişi bizim fiilerimize veya irademize bağlı değildir ve olamaz. Çünkü bizim bilmemizle onun bilmesi arasında niteliksel bir fark var. Biz yaratmadığımız fiilerin mahiyetini bilmeye çalışıyoruz. Bilmesek de yaratılabilir veya yaratılacak olan şeyleri keşfetmeye gayret ediyoruz. Onlardan etkilenerek bizde bir biliş oluşuyor.

Duyularımız, hislerimiz, duygularımız, aklımız... Hepsi bu fiillerden 'etkilenerek' biliyorlar. Allah ise etkileyerek biliyor. Yani 'yaratarak' biliyor. Bizi etkileyecek olan fiiller zaten onun yaratışının ürünü. Cenab-ı Hak, kendisinden bağımsız, sonu ne olduğu kestirilemeyen fiiler yaratıp, sonra da onlardan etkilenip (hâşâ) "Aaa bak böyle oldu şimdi!" diye öğrenmiyor. Allah'ın bilişi böyle bir biliş değil. Allah yaratanın bilişiyle biliyor. Biz yaratılanın bilişiyle öğreniyoruz. (Arkadaşım, burası çok mühim, kaçırma.) Bu nedenle, tam da şu noktada Allah'ın 'bilmesinden' bahsedebiliriz, ama 'öğrenmesinden' bahsedemeyiz. Onun bilişi öğrenmenin ima ettiği acziyet kusurundan münezzehtir. Subhaniyetinin boyasıyla boyalıdır.

Gördüğünüz gibi bu noktada kadere iman ile Allah'a tevhid ile iman arasında yakın bir bağıntı var. Tevhide ne kadar kemal manada iman ediyorsanız, kadere imanınız da o kadar kaçınılmazlaşıyor. Herşeyi yaratanın o olduğuna iman eden bir mü'minin, herşeyi bilenin/takdir edenin de o olduğunu kabul etmesi kaçınılmaz oluyor. Bu yüzden ben, başta söylediğim gibi, kaderi inkâr edeni kapının halkasına elini uzatmakla itham ediyorum. Nereye varacağını bilmiyorsa aptaldır. Biliyorsa şirkini saklayarak ilerliyor demektir. (Yazı çok uzadığı için, imanın diğer şartları ile kadere iman arasındaki bağlantıyı sonraki yazı veya yazılarda idrak/izah etmeye çalışacağım, inşaallah.)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...