Hilafet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hilafet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Nisan 2020 Cumartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (6)

Aslında daha uzun bir seri yapma niyetim vardı. Fakat, insanız, gündemler değiştikçe heyecanımızı diri tutmakta zorlanıyoruz. Ben de bu yazıyla şu seriyi 'şimdilik' sonlandırmaya karar verdim. Efendim, serinin ilk yazısından beri şunun iddiasındayız, hatırlayarak devam edelim: Nereden kafalarına estiği belli olmayan bazı yorumcuların iddia ettiği şekilde, Bediüzzaman Hazretlerinin, Muaviye radyallahu anha dair bir 'rezervi' veya 'acabası' yoktur. Risale-i Nur'da hiçbir bölüm bize böyle birşey söylememektedir.

Aksine, külliyata bakıldığında, mürşidimin Hz. Muaviye'ye bakışının diğer sahabilerden ayrılmadığı görülecektir. Kendisinin sünnî bir âlim olduğu anımsanırsa zaten bundan başka bir duruşa sahip olmayacağı da kolaylıkla kabullenilecektir. Kabullenemeyenler, metinlerinde böyle bir muhalefet gördükleri için değil, hevâlarına sığdıramadıkları için kabullenememektedirler. (Yuh olsun onların nefislerine!) Evet. İşte bu yazıda da 'itirazlara dayanak kılınmaya çalışılan' bir metni 'ne kadar buna elverdiği yönüyle' analiz edeceğiz.

Metnimiz Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nden. Aleyhissalatuvesselamın ihbar-ı gayb mucizelerinden birisine delil olmak üzere mürşidim iki hadis sevkediyor orada. Meallerini alıntılayalım: "Hilâfet, benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır." (Müsned, 5:220, 221.) "Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet azgınlık meydan alacak." (Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:340; Müsned, 4:273.) Şimdi, bu metinlere hiçbir önyargımız olmadan baktığımızda, buradan Muaviye radyallahu anha dair bir 'karalama' malzemesi çıkarılabilir mi? el-Cevap: Doğrusu ben böyle birşey göremiyorum. Görenin de nasıl görebildiğini anlayamıyorum. Çünkü devamı şöyle geliyor: "(...) deyip, Hazret-i Hasan'ın altı ay hilâfetiyle, Ciharyâr-ı Güzînin (Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış."

Mezkûr hadislere dair başka izahlara baktığınızda, zikredilen hilafetin 'ideal hilafeti' kastettiğini, sonraki hilafetlerin 'saltanat hilafeti' şeklini aldığını anlıyoruz. 'Saltanat hilafeti' Bediüzzaman'ın da kullandığı tabirlerdendir. Külliyatta tarama yapılarak bulunabilir. Bu hilafet elbette hulefa-i raşidînin hilafetine kıyasla eksiktir. İdeal değildir. Fakat, dikkatinizi çekerim, Aleyhissalatuvesselamın "Sultanlara itaat etmeyiniz!" şeklinde bir emri yoktur. Sahabeden de böyle bir nakil/uygulama yoktur. Sonraki salîh nesillerde de böyle bir tutum yoktur.

Hatta Muaviye radyallahu anha bizzat 'ileride ümmetin başına geçeceğini' haber verdiği hadis-i şerifte dahi Efendimiz aleyhissalatuvesselam onu saltanattan men etmemiştir. Bir sayfa sonrası. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım: "Hem, nakl-i sahih-i kat'î ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, 'Başa geçtiğin zaman affedici ol ve âdil davran!' (el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:186; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Â'liye [tahkik: Abdurrahman el-A'zamî], no. 4085.) fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş."

Hatta burayla yetinmeyelim. Münazarat'a da uzanalım. (Çünkü istibdada en ağır eleştirilerini o eserde yapmaktadır.) Bakalım orada Muaviye radyallahu anh hakkında ne diyor? "Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetin siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanata inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam-ı Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer'iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zaynâb gibi Yezid'in istibdadına kuvvet verdi."

Arkadaşlar, ilk yazımdan itibaren altını çiziyorum, kaç takla atarsanız atın, ne tevillere girişirseniz girişin, Bediüzzaman Hazretlerinin Muaviye radyallahu anhı 'zulümle/kötülükle' suçladığı bir metin bulamazsınız. O noktada yapılan bütün atıflar Hz. Muaviye'den sonrasınadır. Yezid, Velid vs. gibi isimleredir. Saltanata geçişin Emevî hanedanından zalim isimlere yöneticilik yolunu açtığı söylenebilir, bu doğrudur, fakat Muaviye radyallahu anhın bizzat ümmete zulmettiği söylenemez. Mürşidimin böyle hiçbir beyanı yoktur. Suçlaması yoktur. Onu anarken ne 'Hz.'tisini ne de 'radyallahu anhı'nı eksik etmektedir. Külliyatta yapacağınız bütün taramalar aynı kapıya çıkar. Meğer ki metne kalbinizde kem bir niyetle müracaat etmeyin. Tıpkı Napolyon'un "Kabil-i tevil olmayan bir cümle söyleyin de sizi onunla idam edeyim!" demesi gibi yapmayın. Kem niyetliler hevâlarına, kinlerine veya garazlarına malzeme kılacakları birşeyleri illa 'kanırtırlar.'

Bu seriyi 'şimdilik' kaydıyla bitirmiş olduk. Eğer üzerine tartışmalar sürerse ben de yazmayı sürdüreceğim. Çamur ağızların sahabeye tân ettiği yerde elimi/dilimi geri koymayacağım. Allah doğrunun yardımcısıdır. Biz de, acz u fakrımızı şefaatçi yapıp, dostlarını savunurken Ondan yardım dileriz. Rabbim cümlesinin şefaatine bizleri nail eylesin. Âmin.

21 Mart 2020 Cumartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (3)

"Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.), Umeyr İbnu Sa'd'ı Humus valiliğinden azledince, yerine Hz. Muaviye'yi (r.a.) tayin etti. Halk: Umeyr'i azledip Muaviye'yi mi tayin etti, diye mırıldandı. Umeyr (r.a.) ise: Muaviye'yi hayırla yâdedin. Zira ben Resulullah aleyhissalatuvesselamın 'Allahım onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!' dediğini duydum, dedi." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4478

Arkadaşlar, evvelki yazılarıma yapılan bazı yorumlardan ötürü, daha başlarken bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Hz. Muaviye'nin 'radyallahu anh' denileceklerden olduğu 'şu ahirzamana kadar' Ehl-i Sünnet mabeyninde 'netameli' bulunmuş bir konu değildir. Mevzuun gerek İmam-ı Gazalî'nin İhya'sında, gerek İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında ve gerekse diğer makbul/muteber kaynaklarımızda nasıl ele alındığını incelerseniz 'netameli' hiçbir noktaya rastlayamazsınız. Hz. Muaviye'nin bir sahabi olarak 'hürmete layık olduğu' gayet açıktır. İttifakla da beyanlıdır. Ulemamızın bu meseleyi medar-ı bahs etmeleri, kendi aralarında tartışma konusu olduğundan değil, şia vb. bid'a fırkaların mü'minlerin kafalarını/kalplerini karıştırmalarına engel olmak içindir. Elhamdülillah. İşte biz de bugün o salih seleflerimizin izlerini takip ediyoruz. Rabbim, ne bu dünyada ne ötekisinde, dudaklarımızı ayak izlerinden kaldırmasın. Âmin.

Bediüzzaman'ın da bu müceddidler kervanının bir halkası olduğunu hatırlarsak, elbette, ondan da bu hak yoldan başkası sâdır olmaz. Başka muradı olamaz. Zaten, hemen bir önceki yazıda bir parça analiz ettiğimiz, Hz. Ali radyallahu anhın duruşunu 'azimet' Hz. Muaviye radyallahu anhın duruşunu ise 'ruhsat' noktasında ele alması, 'her ikisini de' İslam dairesi içinde gördüğünün delillerinden birisidir. Mezkûr kavramlar hakkında küçük bir özet geçersem: Azimet 'asıl hüküm'dür. Ruhsatsa şartlarına bağlı olarak uygulanabilecek 'geçici kolaylık'tır. Sözgelimi: Domuz eti yemek normal şartlarda haramdır. Fakat zorunluluk oluştuğunda, ölüm tehlikesiyle karşılaşıldığında, zaruret miktarı kadar yemek ruhsatlıdır. Bediüzzaman'ın Hz. Muaviye radyallahu anhın seçimi hakkında yaptığı analiz de budur: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

İleride, inşaallah, konuyla ilgili diğer metinleri incelerken de göreceğiz: Bediüzzaman'ın, doğrudan veya dolaylı olarak, Hz. Muaviye radyallahu anhı dışlayan, suçlayan, tezyif eden, hakaretamiz hiçbir ifadesi yoktur. Kendisi hakkında hem 'hazreti' hem de 'radyallahu anh' ifadelerini kullandığı sabittir. Bugün, güya Ehl-i Beyt sevgisi namına veya aşk-ı demokrasi ile Hz. Muaviye düşmanlığı yapanlar, Bediüzzaman'ın berrak metinlerini kirli gayelerinin aracı kılmaya çalışmaktadırlar. Bunlara karşı Üstadımızı ve Nurlarını korumak elbette vazifemizdir. Ben de vazifem bilirim. Talebeliğimin hakkını verebilmek için de beyan ederim. Yaptığımın 'ihtilaf çıkarmak'la bir ilgisi yoktur. Böyle mevzulardan ihtilaf çıkıyorsa muhalefet edenler düşünmelidir.

Mustafa Kemal'in kızıp "Aramıza ihtilaf verdin!" demesi Bediüzzaman'ı namaz davasından vazgeçirebildi mi? Hatırımızda yanlış kalmasın. Haklı olanlar vazgeçmez arkadaşlar. Kuvvet haktadır. Yanlışta olanlar hatalarını görüp vazgeçmeliler. Evet. Biz de ittifak istiyoruz. Amma 'hakta ittifak' istiyoruz. Ehakta ihtilafa açığız diye bâtılı da koynumuza alıp saracak değiliz. Sahabeye tân edenler ise elbette ki bâtıldır.

Şimdi, ihtilaf mevzuunu ardımızda bırakarak, Mustafa Özel Hoca'nın Roman Diliyle Siyaset kitabına götürmek istiyorum sizleri. Bu metni önemsiyorum. Zira belki kimilerimizde varolan 'saltanat düşmanlığı' bu satırlarla birlikte bir parça zail olacak. Veyahut bir parça anlayış/empati kalplerimize dolacak. Çünkü Mustafa Hoca da aynı yollardan geçmiş. Onun bu noktada fikrini değiştiren ise merhum Cemil Meriç olmuş:

"Gençlik yıllarımın yüksek gerilim hatlarından biri, kalbim Osmanlı diye çarparken, aklımın Cumhuriyet'ten yana olmasıydı. Atalarımız 'büyük işler' başarmış ve hayal edebildiğim kadarıyla 'âdil bir yönetim tarzı' geliştirmiş olsalar da, bir fikir olarak cumhuriyet bana daha sıcak, daha insanî geliyordu. Halkın kendi kendini yönetmesi, çoğunluğun (cumhurun) yönetime aktif katılımı ve kendi reisini seçmesi sultanlıktan, tek kişi veya zümre yönetimlerinden daha iyi olmalıydı!

Cemil Meriç'le sohbetlerimiz meseleyi zihnimde 'tarihselleştirmeye' yaradı. Tarihsel şartların her türlü yönetime müsait olmayabileceğini; meselenin yönetim biçiminden çok, içerik ve ilkeleri olduğunu... kavradım. Herhangi bir zaman ve/veya mekanda, halkın yönetime doğrudan katılımı için hızlı ulaşım ve iletişim şarttı. Dolayısıyla zaman-ı kadîmde katılımcı yönetişim ancak bir şehrin sınırları dahilinde mümkün olabilir. Mesela: Olsa olsa Atina veya Medine demokrasilerinden söz edebilirdik. Yönetilen alan genişledikçe, demokrasi fiilî bir imkansızlık haline geliyordu.

Ayrıca her türlü yönetimin iyi ve kötü uygulamaları vardı. Aristo ta 2400 yıl önce iyi tek-kişi yönetimlerine 'monarşi' derken, kötüsüne 'tiranlık' dememiş miydi? Keza, iyi azınlık yönetimi 'aristokrasi' kötüsü 'oligarşi.' İyi çoğunluk yönetimi 'politeia' kötüsü 'demokrasi.' İyi olmanın başlıca kıstası, nalıncı keseri gibi hep kendine yontmamak, halkın refah ve huzurunu kendi çıkarlarına tercih etmekti. Aristo'nun 'olumsuz demokrasi' tasavvurunun günümüzdeki 'demokrasilerin' onda dokuzuna uygulanabileceğine hiç şüphe yok. Politeia ise halka ve yasaya gerçekten saygılı demokrasi demektir ki aramakla bulunmaz!"


Bu metinden hareketle düşünelim şimdi. İktidar yaklaşımımızı ne belirliyor? Kur'an'ın emir buyurduğu gibi meşveret, adalet, merhamet vs. gibi değerler mi? Yoksa biz de Batı'dan sipariş edilen hazır şablonlar üzerinde mi 'iyimizi/kötümüzü' şekillendiriyoruz? Okuyanlar anımsayacaktır: Bediüzzaman sonrasında maruz kalınan yönetimler yanında II. Abdülhamid merhumun saltanat dönemini 'yanlış hedef' olarak işaretler: "Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler." Başka bir yerde de Namık Kemal merhumun II. Abdülhamid'e söylediği şiiri 'Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu söz...' olarak zikreder. Peki bütün bu uyarılarla mürşidimizin bizi ayıltmaya çalıştığı şey nedir?

Mevzu tek başına bir 'sistem' meselesi değildir. Saltanatın yerine büyük umutlarla gelen meşrutiyet de 'tek parti diktasına' uygun bir şekle sokulabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an ve sünnet bize herbir yanı belirgin bir devlet sistemi öğretmez. Devletin halkına karşı gözetmesi gereken şeylerin altını çizer. Ancak bu sistemin içeriğine dair naslarımızda kesinleşmiş şablonlar bulamayız. Zira İslamî yönetim şablon işi değildir. Hem bir miktar zamana, sosyolojiye veya imkana bağlı da birşeydir. Şartlar elverdiğince geliştirilecektir veya uygulanabilecektir veyahut geliştirilerek uygulanabilecektir. Evet. Kaynaklarımız bize Hz. Muaviye radyallahu anhın Sıffin Savaşı ahirindeki belirsizlik ortamı oluşuncaya kadar hilafet iddiasında bulunmadığını söylüyorlar. Başlarda o da, tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhum ecmain gibi Hz. Osman'ın katillerinin bulunması için isyan etmişti. Yanlış bir içtihad ile savaşa girmişti. Fakat Sıffin Savaşı'nın bidayetinde hilafet iddiası yoktu. Nihayetinde bu iddia şekillendi.

Zamanını nasıl okudu bilemiyoruz. Fakat Hz. Osman radyallahu anhın katliyle başlayan fitne sürecinde fetihlerin durduğunu, müslümanların bütün enerjisini iç kargaşaların yönettiğini, gayet iyi biliyoruz. Şaşırmayalım. Bu sürecin son buluşu Hz. Muaviye ile Hz. Hasan'ın arasındaki anlaşmayla oluyor. O zaman dahi Muaviye radyallahu anhın niyeti saltanat değil. Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmada vefatından sonra onun geçmesi maddesi var. Ancak, dediğim gibi, hayat sürüyor. Yanlış veya doğru. Zamanını okumaya devam ediyor. Ve yine bir içtihad neticesi 'hilafeti saltanatla aşılamak gerektiğine' karar veriyor. Fakat bu kesinlikle güç tutkusundan doğmuyor. O da kendince İslam'ın bekasını burada görüyor. Kanaatinde yalnız da değil üstelik.

Kusurlu bir misal olmakla birlikte kullanmaktan çekinmeyeceğim: Nasıl bugün bir hükümet parlamenter sistemi 'devletin işleyişini zorlaştırdığı için' tüm demokrasi temalı eleştirilere rağmen 'başkanlık sistemine' çevirebiliyor; aynen öyle de; Muaviye radyallahu anh da yaşanan fitnelerin hitamını 'hilafeti saltanatla aşılamakta' görüyor. "Yanlıştı!" diyebiliriz. Ehl-i Sünnet uleması da diyor zaten. Ama artniyetli bir iş değildi.

İfrat etmeyelim. Bugün İstanbul'da misafiri olduğumuz Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri dahi Yezit'in ordusuyla buralara kadar gelmiş, şehit olmuş, bizi beklemiş. Eğer, bu hilafet-saltanat meselesinde haddimizi aşarsak, kemlik edersek, böylesi çok güzide sahabiyi inciteceğiz. Onlar kendi zamanlarında hakikatin hakkını verdiler. Hatalarıyla-sevaplarıyla ellerinden geldiğince doğruyu yapmaya çalıştılar. Bugünden bakıp asıp-kesmek, onlara yol-yordam öğretmek, hâşâ, haddimiz değil. Hakkımız da değil. Böyle yapanlar ahiretleriyle oynuyorlar. Ben de bu yazıları "Aman öylelerden olmayalım!" diye yazıyorum. Yoksa ihtilaf çıkarmakla falan işim yok. Allah korusun.

25 Eylül 2017 Pazartesi

Bediüzzaman saltanatı hilafetten saymaz mıydı?

Risale okumalarım esnasında öğrendiğim şeylerden birisi de şu: Mürşidimin hiçbir eseri 'öylesine' yazılmamış. Ve içerdiği ders de sadece 'ilk göze çarpan maksadı'ndan ibaret değil. Ne demek bu? Biraz şu demek: Okumalarınız esnasında görüyorsunuz ki, falanca amaç için yazıldığını düşündüğünüz eser, filanca derde de deva içeriyor. Falaca filancadan ne kadar uzak görünürse görünsün. Bu böyle oluyor/olabiliyor. Metinler bunu başarıyor. Siz de dersinizi alarak hiç bitmeyen bu okuma yolculuğuna devam ediyorsunuz. Tekrar o metne döndüğünüzde güncellenmiş zihninizle yeni bir içerik buluyorsunuz. Yeni dersler alıyorsunuz. Çok kereler yaşadım bunu. Şimdi, onlardan bir tanesini daha, sizinle paylaşmak istiyorum:

Şuradan başlayalım: Takip ettiğim bazı Risale okumalarında bize öğretilen birşey vardı. “Benden sonra hilafet (veya nübüvvet hilafeti) otuz yıldır.” (bk. Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4/272; 5/220, 221) ve “Nübüvvet içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da (dilediği zaman) ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.” (bk. Ahmed b. Hanbel, 4/273) hadislerinden çıkartılan bir yorumla söylenen ve Osmanlı'nın saltanatı da dahil hiçbir saltanat sisteminin hilafetten sayılmaması gerektiğini vurgulayan bir okumaydı bu.

Bu okumayı bize öğretenler, Bediüzzaman'ın da aynen böyle düşündüğünü, ilgili hadise metinleri içinde yer verdiği için, ifade ediyorlardı. Fakat geçen zaman içinde ilginç birşey farkettim bu okumaların mahiyetine dair: Bu okumanın sahipleri demokrasiyi fazlaca idealleştiriyor idiler. Hatta bu noktada öyle bir ifratları vardı ki, bazı ayetleri/hadisleri bile, şimdiye kadar hiç öyle bir mana verilmemesine rağmen, demokrasiye meyilli şekilde anlamlandırıyorlardı. "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetinin "Sizin seçtiğiniz ululemre..." diye anlaşılması bunlardan birisiydi. Halbuki ayetteki ilgili ifadenin şimdiye kadar anlaşılan şekli 'müslümanlardan olan'dı. Nitekim sahabenin ekserinin de 'seçilmemiş ululemirlere' Kur'an'a aykırı diye isyan ettikleri görülmemişti. (Sahabenin 'hak-bâtıl' meselesinde korkuyla hareket ettiği ise hiç görülmemiştir.) Ki bu ayet çerçevesinde sorulan bir suale Bediüzzaman da şöyle cevap veriyordu:

"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur."

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman'ın, 'gayr-ı müslimin reis olamayacağı' konusunda herhangi bir şüphesi veya farklı bir içtihadı yoktu. Ayet-i kerimenin hükmünü tıpkı selef-i salihînin onu anladığı şekilde anlıyordu. Fakat günümüzde yapılan bir tahrif ayeti önce 'Sizin seçtiğinize'ye indirgiyor sonra da 'Siz seçtikten sonra varsın gayrımüslim olsun'a getiriyordu. Doğrusu bu yorumları yapanların fıkha müracaat edip "Ne diyor acaba?" dediklerine de şahit olmadım. Siyasal bilimlerin, tarihin veya sosyolojinin birazcık elde ettikleri verileri ile bu içtihadları yapıyorlardı. Yani içtihadları arzîydi.

Risale-i Nur'u okudukça şu soruyu daha sık sormaya başladım: "Bediüzzaman aslında ne diyor?" Yanlış anlaşılmasın. Bu soruyu metinlerde derinleşmek, onları daha zengin anlamak, daha çok içselleştirmek anlamında sormadım. Bana öğretilen okumaların körleştirmelerinden sıyrılıp "Aslında metin ne diyor?" anlamak için sordum. Ve gördüm ki: Aşk-ı demokrasi ile veya farklı siyasal etkilenmişlikler içindeki okumalarla veya sosyoloji taassubuyla veya tarihsel önkabullerle Risale-i Nur'a dayatılan çok şey var. Risale okumaları yapılırken bunlar da Risale'denmiş gibi dinleyicilere sunuluyor. Dinleyici 'Acaba?' deme kudretine sahipse ne âlâ! Yoksa Bediüzzaman duysa "Daha neler?" diyeceği çok şey Risale-i Nur'un düşüncesi olarak satılıyor.

Yukarıda bir nebze aktardığım 'saltanatın hilafetten sayılmayacağı' meselesi mesela. Bediüzzaman'ın ilgili hadisleri 'hiçbir saltanatı hilafetten saymayacak' şekilde anladığını aktaranlar acaba Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de aynı hadisten yaptığı şu tefsire ne diyorlar:

"Bir tek cümle olan kısacık bu hadisin beş lem'a-i i'caziyesine dair bir nüktedir. (...) Birincisi: Hulefâ-yı Râşidînin hilâfetleri ile Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın altı aylık hilâfetinin müddeti otuz sene olacağını ihbardır. Aynen çıkmış. İkincisi: Otuz senelik halifeleri olan Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i Osman Radıyallahu Anh ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh'ın ebcedî ve cifrî hesapları bin üçyüzyirmialtı eder ki, o tarihten sonra şerait-i hilafet daha takarrür etmedi. Hilâfet-i Âliye-i Osmaniye bitti."

Metnin devamında daha da açık bir şekilde Abbasileri ve Osmanlı'yı hilafetten saydığını belirten Bediüzzaman'ın mesafeli olduğu tek dönemin kısmen Emevilik olduğu anlaşılıyor. Hadis-i şerifteki hilafetten sonraki 'kan ısırıcı saltanatı' Emeviler (belki onun da Ömer b. Abdülaziz gibi mübarek istisnaları var) anlıyor. Yine Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki başka bir metinde ise mezkûr sahipleniş daha fazla: "Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra 'Allah onların yerin öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever!' âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer'i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular."

Hatta bu kadar gitmeye gerek yok. Hâkimiyetten tevhide delil çıkardığı şu bölümdeki ifadeleri bile padişahları halife saydığının delili: "Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde, mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor..."

Özetle söylemek istediğim şu: Hepimiz seküler söylemin birşeylerinden etkilenmiş durumdayız. İşte, bir kısım nur talebelerinin de yaralandığı yer, saltanat husumeti. Metinleri onun adına bükecek/yontacak kadar bir aşk-ı demokrasi yaşanıyor kimilerinde. Bu doğru birşey mi? Bence değil. Bediüzzaman'ın aslında ne düşündüğünü, nereye kadar düşündüğünü, hangi çerçevede düşündüğünü bize kim söyleyecek? Elbette metinleri söyleyecek. Çeşitli ders sistemlerine dahil olup metinlerle onlar üzerinden ilişki kuranların düşebileceği varta da şu bence: Gün gelip metinlere vurulunca pek de altı dolu çıkmayan bir nurculuk öğrenmek.

Yazıyı Sadeddin Teftazanî'nin (k.s.) şu izahıyla bitirelim: “Otuz senelik halifelikten maksat, kamil manadaki hilafettir; mutlak hilafet kastedilmiş değildir. Böyle bir itirazın doğruluğunu kabul etsek bile mümkündür ki, hilafet biter, ama imamet dönemi bitmez. Zira imamet daha umumi bir mefhumdur. Çünkü Ömer b. Abdülaziz gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur." (et-Taftâzânî, Şerhu`l-Akâid, s. 180).

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...