Yönetim Biçimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yönetim Biçimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2020 Cumartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (3)

"Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.), Umeyr İbnu Sa'd'ı Humus valiliğinden azledince, yerine Hz. Muaviye'yi (r.a.) tayin etti. Halk: Umeyr'i azledip Muaviye'yi mi tayin etti, diye mırıldandı. Umeyr (r.a.) ise: Muaviye'yi hayırla yâdedin. Zira ben Resulullah aleyhissalatuvesselamın 'Allahım onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!' dediğini duydum, dedi." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4478

Arkadaşlar, evvelki yazılarıma yapılan bazı yorumlardan ötürü, daha başlarken bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Hz. Muaviye'nin 'radyallahu anh' denileceklerden olduğu 'şu ahirzamana kadar' Ehl-i Sünnet mabeyninde 'netameli' bulunmuş bir konu değildir. Mevzuun gerek İmam-ı Gazalî'nin İhya'sında, gerek İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında ve gerekse diğer makbul/muteber kaynaklarımızda nasıl ele alındığını incelerseniz 'netameli' hiçbir noktaya rastlayamazsınız. Hz. Muaviye'nin bir sahabi olarak 'hürmete layık olduğu' gayet açıktır. İttifakla da beyanlıdır. Ulemamızın bu meseleyi medar-ı bahs etmeleri, kendi aralarında tartışma konusu olduğundan değil, şia vb. bid'a fırkaların mü'minlerin kafalarını/kalplerini karıştırmalarına engel olmak içindir. Elhamdülillah. İşte biz de bugün o salih seleflerimizin izlerini takip ediyoruz. Rabbim, ne bu dünyada ne ötekisinde, dudaklarımızı ayak izlerinden kaldırmasın. Âmin.

Bediüzzaman'ın da bu müceddidler kervanının bir halkası olduğunu hatırlarsak, elbette, ondan da bu hak yoldan başkası sâdır olmaz. Başka muradı olamaz. Zaten, hemen bir önceki yazıda bir parça analiz ettiğimiz, Hz. Ali radyallahu anhın duruşunu 'azimet' Hz. Muaviye radyallahu anhın duruşunu ise 'ruhsat' noktasında ele alması, 'her ikisini de' İslam dairesi içinde gördüğünün delillerinden birisidir. Mezkûr kavramlar hakkında küçük bir özet geçersem: Azimet 'asıl hüküm'dür. Ruhsatsa şartlarına bağlı olarak uygulanabilecek 'geçici kolaylık'tır. Sözgelimi: Domuz eti yemek normal şartlarda haramdır. Fakat zorunluluk oluştuğunda, ölüm tehlikesiyle karşılaşıldığında, zaruret miktarı kadar yemek ruhsatlıdır. Bediüzzaman'ın Hz. Muaviye radyallahu anhın seçimi hakkında yaptığı analiz de budur: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

İleride, inşaallah, konuyla ilgili diğer metinleri incelerken de göreceğiz: Bediüzzaman'ın, doğrudan veya dolaylı olarak, Hz. Muaviye radyallahu anhı dışlayan, suçlayan, tezyif eden, hakaretamiz hiçbir ifadesi yoktur. Kendisi hakkında hem 'hazreti' hem de 'radyallahu anh' ifadelerini kullandığı sabittir. Bugün, güya Ehl-i Beyt sevgisi namına veya aşk-ı demokrasi ile Hz. Muaviye düşmanlığı yapanlar, Bediüzzaman'ın berrak metinlerini kirli gayelerinin aracı kılmaya çalışmaktadırlar. Bunlara karşı Üstadımızı ve Nurlarını korumak elbette vazifemizdir. Ben de vazifem bilirim. Talebeliğimin hakkını verebilmek için de beyan ederim. Yaptığımın 'ihtilaf çıkarmak'la bir ilgisi yoktur. Böyle mevzulardan ihtilaf çıkıyorsa muhalefet edenler düşünmelidir.

Mustafa Kemal'in kızıp "Aramıza ihtilaf verdin!" demesi Bediüzzaman'ı namaz davasından vazgeçirebildi mi? Hatırımızda yanlış kalmasın. Haklı olanlar vazgeçmez arkadaşlar. Kuvvet haktadır. Yanlışta olanlar hatalarını görüp vazgeçmeliler. Evet. Biz de ittifak istiyoruz. Amma 'hakta ittifak' istiyoruz. Ehakta ihtilafa açığız diye bâtılı da koynumuza alıp saracak değiliz. Sahabeye tân edenler ise elbette ki bâtıldır.

Şimdi, ihtilaf mevzuunu ardımızda bırakarak, Mustafa Özel Hoca'nın Roman Diliyle Siyaset kitabına götürmek istiyorum sizleri. Bu metni önemsiyorum. Zira belki kimilerimizde varolan 'saltanat düşmanlığı' bu satırlarla birlikte bir parça zail olacak. Veyahut bir parça anlayış/empati kalplerimize dolacak. Çünkü Mustafa Hoca da aynı yollardan geçmiş. Onun bu noktada fikrini değiştiren ise merhum Cemil Meriç olmuş:

"Gençlik yıllarımın yüksek gerilim hatlarından biri, kalbim Osmanlı diye çarparken, aklımın Cumhuriyet'ten yana olmasıydı. Atalarımız 'büyük işler' başarmış ve hayal edebildiğim kadarıyla 'âdil bir yönetim tarzı' geliştirmiş olsalar da, bir fikir olarak cumhuriyet bana daha sıcak, daha insanî geliyordu. Halkın kendi kendini yönetmesi, çoğunluğun (cumhurun) yönetime aktif katılımı ve kendi reisini seçmesi sultanlıktan, tek kişi veya zümre yönetimlerinden daha iyi olmalıydı!

Cemil Meriç'le sohbetlerimiz meseleyi zihnimde 'tarihselleştirmeye' yaradı. Tarihsel şartların her türlü yönetime müsait olmayabileceğini; meselenin yönetim biçiminden çok, içerik ve ilkeleri olduğunu... kavradım. Herhangi bir zaman ve/veya mekanda, halkın yönetime doğrudan katılımı için hızlı ulaşım ve iletişim şarttı. Dolayısıyla zaman-ı kadîmde katılımcı yönetişim ancak bir şehrin sınırları dahilinde mümkün olabilir. Mesela: Olsa olsa Atina veya Medine demokrasilerinden söz edebilirdik. Yönetilen alan genişledikçe, demokrasi fiilî bir imkansızlık haline geliyordu.

Ayrıca her türlü yönetimin iyi ve kötü uygulamaları vardı. Aristo ta 2400 yıl önce iyi tek-kişi yönetimlerine 'monarşi' derken, kötüsüne 'tiranlık' dememiş miydi? Keza, iyi azınlık yönetimi 'aristokrasi' kötüsü 'oligarşi.' İyi çoğunluk yönetimi 'politeia' kötüsü 'demokrasi.' İyi olmanın başlıca kıstası, nalıncı keseri gibi hep kendine yontmamak, halkın refah ve huzurunu kendi çıkarlarına tercih etmekti. Aristo'nun 'olumsuz demokrasi' tasavvurunun günümüzdeki 'demokrasilerin' onda dokuzuna uygulanabileceğine hiç şüphe yok. Politeia ise halka ve yasaya gerçekten saygılı demokrasi demektir ki aramakla bulunmaz!"


Bu metinden hareketle düşünelim şimdi. İktidar yaklaşımımızı ne belirliyor? Kur'an'ın emir buyurduğu gibi meşveret, adalet, merhamet vs. gibi değerler mi? Yoksa biz de Batı'dan sipariş edilen hazır şablonlar üzerinde mi 'iyimizi/kötümüzü' şekillendiriyoruz? Okuyanlar anımsayacaktır: Bediüzzaman sonrasında maruz kalınan yönetimler yanında II. Abdülhamid merhumun saltanat dönemini 'yanlış hedef' olarak işaretler: "Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler." Başka bir yerde de Namık Kemal merhumun II. Abdülhamid'e söylediği şiiri 'Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu söz...' olarak zikreder. Peki bütün bu uyarılarla mürşidimizin bizi ayıltmaya çalıştığı şey nedir?

Mevzu tek başına bir 'sistem' meselesi değildir. Saltanatın yerine büyük umutlarla gelen meşrutiyet de 'tek parti diktasına' uygun bir şekle sokulabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an ve sünnet bize herbir yanı belirgin bir devlet sistemi öğretmez. Devletin halkına karşı gözetmesi gereken şeylerin altını çizer. Ancak bu sistemin içeriğine dair naslarımızda kesinleşmiş şablonlar bulamayız. Zira İslamî yönetim şablon işi değildir. Hem bir miktar zamana, sosyolojiye veya imkana bağlı da birşeydir. Şartlar elverdiğince geliştirilecektir veya uygulanabilecektir veyahut geliştirilerek uygulanabilecektir. Evet. Kaynaklarımız bize Hz. Muaviye radyallahu anhın Sıffin Savaşı ahirindeki belirsizlik ortamı oluşuncaya kadar hilafet iddiasında bulunmadığını söylüyorlar. Başlarda o da, tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhum ecmain gibi Hz. Osman'ın katillerinin bulunması için isyan etmişti. Yanlış bir içtihad ile savaşa girmişti. Fakat Sıffin Savaşı'nın bidayetinde hilafet iddiası yoktu. Nihayetinde bu iddia şekillendi.

Zamanını nasıl okudu bilemiyoruz. Fakat Hz. Osman radyallahu anhın katliyle başlayan fitne sürecinde fetihlerin durduğunu, müslümanların bütün enerjisini iç kargaşaların yönettiğini, gayet iyi biliyoruz. Şaşırmayalım. Bu sürecin son buluşu Hz. Muaviye ile Hz. Hasan'ın arasındaki anlaşmayla oluyor. O zaman dahi Muaviye radyallahu anhın niyeti saltanat değil. Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmada vefatından sonra onun geçmesi maddesi var. Ancak, dediğim gibi, hayat sürüyor. Yanlış veya doğru. Zamanını okumaya devam ediyor. Ve yine bir içtihad neticesi 'hilafeti saltanatla aşılamak gerektiğine' karar veriyor. Fakat bu kesinlikle güç tutkusundan doğmuyor. O da kendince İslam'ın bekasını burada görüyor. Kanaatinde yalnız da değil üstelik.

Kusurlu bir misal olmakla birlikte kullanmaktan çekinmeyeceğim: Nasıl bugün bir hükümet parlamenter sistemi 'devletin işleyişini zorlaştırdığı için' tüm demokrasi temalı eleştirilere rağmen 'başkanlık sistemine' çevirebiliyor; aynen öyle de; Muaviye radyallahu anh da yaşanan fitnelerin hitamını 'hilafeti saltanatla aşılamakta' görüyor. "Yanlıştı!" diyebiliriz. Ehl-i Sünnet uleması da diyor zaten. Ama artniyetli bir iş değildi.

İfrat etmeyelim. Bugün İstanbul'da misafiri olduğumuz Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri dahi Yezit'in ordusuyla buralara kadar gelmiş, şehit olmuş, bizi beklemiş. Eğer, bu hilafet-saltanat meselesinde haddimizi aşarsak, kemlik edersek, böylesi çok güzide sahabiyi inciteceğiz. Onlar kendi zamanlarında hakikatin hakkını verdiler. Hatalarıyla-sevaplarıyla ellerinden geldiğince doğruyu yapmaya çalıştılar. Bugünden bakıp asıp-kesmek, onlara yol-yordam öğretmek, hâşâ, haddimiz değil. Hakkımız da değil. Böyle yapanlar ahiretleriyle oynuyorlar. Ben de bu yazıları "Aman öylelerden olmayalım!" diye yazıyorum. Yoksa ihtilaf çıkarmakla falan işim yok. Allah korusun.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...