Bugünlerde en çok üzüldüğüm şeylerden birisi de; mürşidlerinin külliyat içerisinde defalarca vurgu yapmasına rağmen, Ehl-i Sünnet olduğunu belirtmesine rağmen veya istikametli olanın Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası olduğunu ifade etmesine rağmen, kimi nurcu kardeşlerimin Ehl-i Sünnet'ten farklı görüşlere sahip olabilmesidir. (Hatta 'Ehl-i Sünnet kalıpçılığı' gibi meş'um ifadelerle fırka-i nâciyeyi eleştirebilmeleridir.) Sorun sadece 'sahip olabilmeleri' de değildir üstelik. Bunu Üstad'a da dayatabilmeleridir.
Okuyanlar hatırlayacaklar: Geçenlerde bir yazım vesilesiyle Muaviye radyallahu anha bakışımızı da bir parça konuşmuş olduk. (Yine Risalehaber'de yayınlanan Bekir Berk abi konulu metnimin yorumlarına bakanlar aydınlanacaktır.) Ne gördük peki orada? Bazı nurcu kardeşlerimiz, nasıl yapmışlarsa yapmışlar, Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' duasına layık olmadığına dair çıkarımlarda bulunmuşlar. Neye dayanıyorlar peki? Bediüzzaman'ın sahabe arasındaki ihtilaflara dair yazdığı birkaç metne. Peki o metinlerde hakikaten Muaviye radyallahu anhın 'radyallahu anh' denilmeye seza olmadığı mı söyleniyor? Hâşâ! Böyle hiçbir beyan yok. Hiçbir metin böyle birşey söylemiyor. Fakat hayatı okumayı siyaset, siyaseti okumayı da demokrasi çerçevesine sıkıştıranlar, hilafetin saltanata dönüşüm süreci üzerinden uçuyorlar da uçuyorlar. Kimbilir: Belki demokrasiyi itikatlarından da fazla önemsiyorlar. Allah böyle birşeye kapılmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.
Ben bu yazıda dayandıkları metinlerin ne kadar onların 'arzularını' söylediğini irdelemeyeceğim. (Bunu belki başka bir yazıda yapacağım.) Fakat Risale-i Nur'da bizzat kendisinin de Hz. Muaviye hakkında 'radyallahu anh' ifadesini kullandığı sabit olan Üstad'ın bir mürşidine uzanacağım. Kimdir bu mürşid? Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh. Bu arkadaşlar, bizim sözlerimizi (yaşımız gibi) belki küçük görürler, fakat herhalde İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin adı anılınca ceketlerini ilikleyecekleri gelir. Nihayetinde zikredilen kişi Bediüzzaman'daki kıymeti bilinen birisidir. Gerçi avukatlık nefsin elini tutunca insan her aşırılığa savrulur. Lakin bize düşen yine de hakikati beyan etmektir. Yani, tebliğ bizim görevimizdir, hidayet ise Allah'tandır. Allah kalbimizi istikametine çevirsin.
Bendeki nüshaya göre 251. Mektub'da, Mevlana Muhammed Eşref'e 'sahabe arasındaki ihtilaflara nasıl bakılması gerektiğini' anlatan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, 'Muaviye radyallahu ahna nasıl bakılması gerektiği' noktasında da kıymetli şeyler söylüyor. Bu zeminde yaşanacak sapmaların nerelere gidebileceğine dair talebesini uyarıyor. Elhamdülillah. Hepsini alıntılamayacağım. Çünkü uzundur. Ancak parça parça aktarmalar yaparak mevzuun o büyük İmam'ın gözünde ne kadar ehemmiyetli olduğunu nazarlarınıza vereceğim. İçeriği ilgisini çekenler (yukarıda numarasını da verdiğim) mektubu elbette bulup okuyabilirler:
"Ashab-ı Kiram 'aleyhimürrıdvan' arasında olan muharebeleri iyi sebeplerden, güzel düşüncelerden ileri geldi bilmek; dünyalık için, menfaat için bilmemek lazımdır. Çünkü onların ayrılığı içtihad ve te'vil ayrılığı idi. Heva ve hevesten doğan ayrılık değildi. Ehl-i Sünnet âlimleri hep böyle söylüyor. (...) Hz. Muaviye radyallahu anh için nasıl zalim denilebilir? Onun Allahu Teala'nın emirlerini ve müslümanların haklarını gözetmekte âdil bir halife olduğunu es-Sevaikü'l-Muhrika'sında allame İbn-i Hacer-i Mekkî yazıyor. (...) Böyle sözleri Yezid için söyleseler yeridir. Fakat Muaviye radyallahu anh için söylemek çok çirkin olur. Peygamberimiz aleyhissalatuvesselamın Hz. Muaviye'ye hayır dualar ettiği hadis âlimlerinin hepsi söylüyor. Onun duasının kabul olunacağı ise şüphesizdir. (...) İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh tebe-i tabiîndendir. Hz. Muaviye radyallahu anhın asrında yaşamıştır. İşte o büyük âlim (eğer kemallerine inanmasa) 'Muaviye ve Amr b. Âs'a sövenleri öldürünüz!' der mi idi? Demek ki ona sövmeyi büyük günahlardan saymıştır. (...) İyi düşünmek lazımdır ki: Hz. Muaviye bu işlerde yalnız başına değildi. Ashab-ı Kiram'ın hemen hemen yarısı onunla beraberdi. Eğer Hz. Emîr (Hz. Ali) radyallahu anhla muharebe edenlere kâfir/fasık denilirse din-i İslam'ın yarısı yıkılır. O halde ancak din-i İslam'ı yıkmak isteyenler onları kötüler."
Uzatmayayım. Zira daha sarsıcı birçok ifade bu mektupta bulunmakta. Hatta İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh başka birçok âlimden delil getirerek de Muaviye radyallahu anha karşı soğukluk hissedenleri uyarıyor. "Aman, sakın, zihnar!" diyor. Allah ondan razı olsun. el-Hak, Bediüzzaman'ın duruşu da böyledir, fakat kanaatimce bu noktada kimi nurcular bir parça operasyona maruz kalıyorlar. Mahallelerini şaşırıyorlar. Bu operasyonun ardında şia da olabilir (çünkü onlar mesleklerini bu husumet üzerine bina ederler) modernistler de olabilir (çünkü onlar da sahabeye hürmeti kırmayı severler). Her şekilde bu bir operasyondur. Yerli bir düşünüş/inanış değildir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak sahabeyi birbirinden ayırmamayı mesleğimiz bilmişiz. Hep bunun üzerine yaşamışız. Şimdi duruşumuzu bozmak/parçalamak isteyenlere, hep düşman demek olmasa da, 'aptal dost' denmeye de sezadırlar. Zira dine verdikleri zararın farkında değildirler. Allah onların kalplerini istikamete çevirsin. Âmin.
Mektubat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mektubat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Mart 2020 Cuma
12 Aralık 2019 Perşembe
Mutlak vekilliği nerede aramak gerekir?
Takip edenler hatırlayacaklardır: Mutlak vekilliğin nurcular mabeyninde en ateşli bir şekilde konuşulduğu dönemlerde konuya dair '5' tane eleştirel yazı kaleme almıştım. "Mutlak Vekilliğe Serzenişler..." anabaşlığı etrafında şekillenen bu yazıları telif etmekteki ana amacım 'ifrata müsait gördüğüm bir zemini çerçeve içinde tutabilmek'ti. İlkini 6 Eylül 2014'te sonuncusunu ise 11 Kasım 2016'da kaleme aldığım bu yazılar yüzünden, beklediğim üzere, epey bir zılgıt yedim. Eleştirildim, beddualandım, lanetlendim, hain görüldüm, ajan sayıldım, aforoz edildim, vesaire. Önemli değil. Hiçbirisi umurumda olmadı. Olmuyor da. Nihayetinde aradığımız kullarının değil Allah'ın rızasıdır. Ben de onu aradım. Gayrısına bakmadım.
İşte o yazılardan "Bediüzzaman'ın vekili mutlak olur mu?" başlıklı 5.'sinde şöyle bir noktaya dikkat çekmiştim: "Beyanlardaki mutlaklıklar başka zaruretlerle takyid olunabilir." Özetle: Münazarat'ta geçen bir metnin öğrettiği usûl çerçevesinde mevzuu ele alıp, 'mutlak vekillik' çıkarımının yapıldığı lahikaya misafir olmuş ve şunları yazmıştım:
"Kimi zaman metinlerdeki mutlaklığın da takyidi gerekir. Cuma sûresinin 10. ayetindeki 'Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın!' emrini mutlak bir şekilde anlamak camide kalanları harama girmekle suçlamak olur. Halbuki kalmak caizdir. (...) Eğer mezkûr kavram da sınırlandırılmazsa mutlak/sonsuz bir sınırsızlıkla anlaşılmaya mecbur olunur. Böylesi bir mutlaklık ise ya 'birebir' ya 'aşkın' olur. Matematikten de biliyoruz ki: İki kümenin birbirini tam olarak kapsaması ya eşitlikle yahut da birinin diğerinin altkümesi olmasıyla mümkündür. O halde Bediüzzaman'ın yerini doldurabilecek kişinin şu özelliklere sahip olması gerekir. (...) Konuştuklarımızdan hareketle düşünelim, Bediüzzaman'ın mutlak şekilde vekili kim olabilir? Doğrusu; piyasada Bediüzzaman'ın ilmini, ahlakını, faziletini vs. taşıyabilecek insan bulmak zordur. Allah selamet versin, vekilliği mutlak olarak anlaşılmaya çalışılanlar ise, bırakınız mutlak bir şekilde vekil olmayı, Bediüzzaman'ın ihtisas sahibi olduğu tek ilimde bile vekili olamayacak seviyededirler. Ne medrese görmüşlerdir ne de Bediüzzaman'a 'bediüzzaman' dedirten tecrübelerden geçebilecek durumdadırlar."
"Öyleyse bu insanlara Bediüzzaman'ın vekilliği 'mutlak' bir şekilde verilmez. Ya nasıl verilir? Kurban vekaleti misalinde olduğu gibi kayıtlı bir şekilde verilir. Ki biz de mutlak vekilliği böyle anlamayı teklif ediyoruz: 'Mutlak ise takyid olunabilir.' Bediüzzaman'ın verdiği bu mutlak vekillik, 'Benden sonra bu insanların sözü benim sözümdür!' değil, 'Telif ettiğim eserlerin neşriyatı vefatımla kesilmesin. Bu genç talebelerim hukuken tam yetkili ve izinli olup devam ettirsinler!' vekaletidir. Mutlaklığı neşriyat hizmetinde bir mutlaklıktır. Çünkü hayatları (dikkat edilirse anılan isimler o dönemin en genç talebeleridir) daha devam edecektir. Aşkınlık varsa sadece bu yönde vardır. Bediüzzaman çok yakında vefat edecekken o kişiler daha uzun süre yaşayacaklardır. Allahu'l-a'lem."
Uzun yazıdan kısa kısa, bazen de atlayarak, yaptığım bu alıntıların ardından (meraklısını aslına havale edip) asıl konuya gelelim: Bu yakınlarda İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektubat'ında buna benzer bir meseleyi okudum. Elhamdülillah. İmam'ın da bakışını bir parça mezkûr yazıdaki duruşuma benzettim. Mirza Hüseyin Ahmed'e yazılan 32. Mektup'ta, İmam, onun Şeyh İlâhdâd isimli birisine dair sorularını cevaplıyor. Mirza Hüseyin Ahmed vefat etmiş şeyhlerinin bu kişiyi yerine bıraktığını yazıyor. İmam'ın yaklaşımı ise elbette daha derûnî. O, bu tarz bir vekaletin 'işitme/duyma' ile değil 'haketmeyle' mümkün olabileceğini, eğer işin içinde 'haketme' yoksa duyulanın başka türlü anlaşılması gerektiğini ifade buyuruyor. Yerinden alıntılayalım:
"Kıymetli rehberimizin, bulunanların gözü önünde, bu makamı Şeyh İlâhdâd'a bırakmış olduğunu yazıyorsunuz. Bu sözü incelemek lazım gelmektedir. Ona bırakmak demek, orada bulunanlara ve gelip gidenlere hizmet etmek ve yemelerinden, içmelerinden bilgisi olmak demek ise, biz de böyle söylemekteyiz. Yok, eğer yetiştirmek ve şeyhlik makamına oturmak ise, bu olamaz." Devamında bu kişinin durumu hakkında şüphelerini de yazıyor Hazreti İmam: "Şeyh İlâhdâd fakiri nisbetin ne olduğunu nereden bilmektedir? Kalbinde bir parça huzur vardır. Ne halde olduğunu başkaları da bilmektedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunları bildiriniz. Böylece bu fakir de kendisine yardımda bulunayım."
İşte 'mutlak vekillik' mevzuunda bizim duruşumuz da İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin bu mektubundaki istikamette olmalıdır. Bediüzzaman'ın 'birinci talebem' dediği Hulusi ağabeyin sağlığında Hüsnü abiyi (ve salih arkadaşlarını) vekil tayin etmesi, elbette, tıpkı o mektupta geçtiği gibi, 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil' kaydıyla bağlıdır. Bu vekillik 'makam vekilliği' değil 'neşriyat hizmetlerinin devamı bağlamında' bir vekilliktir. Aksi okumalar, Allah korusun, hem o abimizi hem de bizi müşküller içinde bırakabilir. Üstad Hazretlerinin birçok eski talebesinin sağ olduğu dönemlerde konuşulup "Bediüzzaman'ın mutlak vekili Risale-i Nur'un şahs-ı manevisidir!" gibi kararlara bağlanmış bir konunun şimdi başka bir anlayışla gündem olması korkutuyor. Allah cümle nur talebelerini istikamet üzerine eylesin. Âmin.
İşte o yazılardan "Bediüzzaman'ın vekili mutlak olur mu?" başlıklı 5.'sinde şöyle bir noktaya dikkat çekmiştim: "Beyanlardaki mutlaklıklar başka zaruretlerle takyid olunabilir." Özetle: Münazarat'ta geçen bir metnin öğrettiği usûl çerçevesinde mevzuu ele alıp, 'mutlak vekillik' çıkarımının yapıldığı lahikaya misafir olmuş ve şunları yazmıştım:
"Kimi zaman metinlerdeki mutlaklığın da takyidi gerekir. Cuma sûresinin 10. ayetindeki 'Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın!' emrini mutlak bir şekilde anlamak camide kalanları harama girmekle suçlamak olur. Halbuki kalmak caizdir. (...) Eğer mezkûr kavram da sınırlandırılmazsa mutlak/sonsuz bir sınırsızlıkla anlaşılmaya mecbur olunur. Böylesi bir mutlaklık ise ya 'birebir' ya 'aşkın' olur. Matematikten de biliyoruz ki: İki kümenin birbirini tam olarak kapsaması ya eşitlikle yahut da birinin diğerinin altkümesi olmasıyla mümkündür. O halde Bediüzzaman'ın yerini doldurabilecek kişinin şu özelliklere sahip olması gerekir. (...) Konuştuklarımızdan hareketle düşünelim, Bediüzzaman'ın mutlak şekilde vekili kim olabilir? Doğrusu; piyasada Bediüzzaman'ın ilmini, ahlakını, faziletini vs. taşıyabilecek insan bulmak zordur. Allah selamet versin, vekilliği mutlak olarak anlaşılmaya çalışılanlar ise, bırakınız mutlak bir şekilde vekil olmayı, Bediüzzaman'ın ihtisas sahibi olduğu tek ilimde bile vekili olamayacak seviyededirler. Ne medrese görmüşlerdir ne de Bediüzzaman'a 'bediüzzaman' dedirten tecrübelerden geçebilecek durumdadırlar."
"Öyleyse bu insanlara Bediüzzaman'ın vekilliği 'mutlak' bir şekilde verilmez. Ya nasıl verilir? Kurban vekaleti misalinde olduğu gibi kayıtlı bir şekilde verilir. Ki biz de mutlak vekilliği böyle anlamayı teklif ediyoruz: 'Mutlak ise takyid olunabilir.' Bediüzzaman'ın verdiği bu mutlak vekillik, 'Benden sonra bu insanların sözü benim sözümdür!' değil, 'Telif ettiğim eserlerin neşriyatı vefatımla kesilmesin. Bu genç talebelerim hukuken tam yetkili ve izinli olup devam ettirsinler!' vekaletidir. Mutlaklığı neşriyat hizmetinde bir mutlaklıktır. Çünkü hayatları (dikkat edilirse anılan isimler o dönemin en genç talebeleridir) daha devam edecektir. Aşkınlık varsa sadece bu yönde vardır. Bediüzzaman çok yakında vefat edecekken o kişiler daha uzun süre yaşayacaklardır. Allahu'l-a'lem."
Uzun yazıdan kısa kısa, bazen de atlayarak, yaptığım bu alıntıların ardından (meraklısını aslına havale edip) asıl konuya gelelim: Bu yakınlarda İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektubat'ında buna benzer bir meseleyi okudum. Elhamdülillah. İmam'ın da bakışını bir parça mezkûr yazıdaki duruşuma benzettim. Mirza Hüseyin Ahmed'e yazılan 32. Mektup'ta, İmam, onun Şeyh İlâhdâd isimli birisine dair sorularını cevaplıyor. Mirza Hüseyin Ahmed vefat etmiş şeyhlerinin bu kişiyi yerine bıraktığını yazıyor. İmam'ın yaklaşımı ise elbette daha derûnî. O, bu tarz bir vekaletin 'işitme/duyma' ile değil 'haketmeyle' mümkün olabileceğini, eğer işin içinde 'haketme' yoksa duyulanın başka türlü anlaşılması gerektiğini ifade buyuruyor. Yerinden alıntılayalım:
"Kıymetli rehberimizin, bulunanların gözü önünde, bu makamı Şeyh İlâhdâd'a bırakmış olduğunu yazıyorsunuz. Bu sözü incelemek lazım gelmektedir. Ona bırakmak demek, orada bulunanlara ve gelip gidenlere hizmet etmek ve yemelerinden, içmelerinden bilgisi olmak demek ise, biz de böyle söylemekteyiz. Yok, eğer yetiştirmek ve şeyhlik makamına oturmak ise, bu olamaz." Devamında bu kişinin durumu hakkında şüphelerini de yazıyor Hazreti İmam: "Şeyh İlâhdâd fakiri nisbetin ne olduğunu nereden bilmektedir? Kalbinde bir parça huzur vardır. Ne halde olduğunu başkaları da bilmektedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunları bildiriniz. Böylece bu fakir de kendisine yardımda bulunayım."
İşte 'mutlak vekillik' mevzuunda bizim duruşumuz da İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin bu mektubundaki istikamette olmalıdır. Bediüzzaman'ın 'birinci talebem' dediği Hulusi ağabeyin sağlığında Hüsnü abiyi (ve salih arkadaşlarını) vekil tayin etmesi, elbette, tıpkı o mektupta geçtiği gibi, 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil' kaydıyla bağlıdır. Bu vekillik 'makam vekilliği' değil 'neşriyat hizmetlerinin devamı bağlamında' bir vekilliktir. Aksi okumalar, Allah korusun, hem o abimizi hem de bizi müşküller içinde bırakabilir. Üstad Hazretlerinin birçok eski talebesinin sağ olduğu dönemlerde konuşulup "Bediüzzaman'ın mutlak vekili Risale-i Nur'un şahs-ı manevisidir!" gibi kararlara bağlanmış bir konunun şimdi başka bir anlayışla gündem olması korkutuyor. Allah cümle nur talebelerini istikamet üzerine eylesin. Âmin.
1 Ağustos 2018 Çarşamba
'Göre'lerde boğulmak
Mektubat'ın sonunda yeralan Telvihat-ı Tis'a isimli eserde Bediüzzaman'ın söylediği birşey var. 'Ehadiyet' ve 'Vahidiyet' tefekkürlerinin bir denge içinde götürülmesinin insana kattıklarını/koruduklarını beyan ediyor. Okumamışlar için azıcık alıntılarsam: "Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür." Devamındaki uyarı ise şöyle: "İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar, nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder." Fakat bir saniye. Evvellerindeki cümleyi alıntılamayı unuttuk. Önemli. Hemen telafi edelim: "Ezcümle, tarikatte 'seyr-i enfüsî' ve 'seyr-i âfâkî' tabirleri altında iki meşrep var."
Meraklılarını mezkûr eserin Dördüncü Telvih'ine havale ederek diyelim ki: Bediüzzaman, burada, 'daha tercih edilir' bir yol olduğunu zikretmesine rağmen 'seyr-i enfüsî'nin (hadi biz yaklaşmak için 'içsel yolculuk' diyelim) bir tehlikesinden bahsediyor. Nedir o tehlike? O tehlike bir tür 'kendinde garkolma' durumu. Allah'la 'Ehadiyet' penceresinden sağlanan bir muhatabiyetin 'Vahidiyet' açısını ıskalamakla düşebileceği bir kötü pozisyon. Bu kötü pozisyonu 'seyr-i enfüsî' için anıyor ama 'seyr-i âfâkî' (dışsal yolculuk) hakkında ondan bahsetmiyor. Neden? Belki de yola başladığı yerden: "İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur."
Bediüzzaman'ın tehlikenin mahiyetini anlamamıza yardımcı olacak bazı örnekleri de var. Onları da hatırlayalım: "Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş'esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor."
Bu metin boyunca benim kendimce hissettiğim ise şu: İnsanın 'imanı' Cenab-ı Hakla 'Ehadiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişebileceği gibi, 'ihlası' da ancak 'Vahidiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan Allah'a karşı biricikliğini düşünmeye başladıkça, eğer nefsini öldürmemişse, bu biriciklikten bir üstünlük de kurgulamaya başlar. İblisin ateşten yaratılmayla insana üstünlük düşlediği gibi, o da, kendisinin Allah'a karşı uyanmış olan farkındalığını bir üstünlük vesilesi bilir. Bu, Cenab-ı Hak'la, bir 'ada' muhatabiyetidir. Ada, okyanustaki biricikliği üzerinden, 'denizlerin sahibine' karşı kendi varlığına/kemaline inşa edilmiş bir bağ kurar. Kendi içinde sözlerini yalanlayacak bir kıyas bulamadığından ötürü de sigaya çekilme, mizana vurulma, istikamete çağrılma nimetinden mahrum kalır.
'Vahidiyet' ise bizi bir 'sıradağ muhatabiyetine' çağırır. Bu sıradağ muhatabiyeti evveliyetle uyanır/uyandırır ki, kendisi de mahlukattan bir mahluk, kullar içinde bir kul, acizlerden bir acizdir. Çevresine karşı uyanıklığı onu 'boyundan büyük iddialara' girmekten korur. Everestin farkında olan bir küçük tepecik, hatırında hep bu mizan durduğu için, 'zirveler zirvesi olma' iddiasına girmez/giremez. Kendisini bir 'müstakillik' olarak değil bir 'kanunun parçası' olarak gördüğünden biricikliğinin doğuracağı tehlikelerden kurtulur.
Yine yüzümüzü mezkûr esere dönelim: "Nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir."
Evet. Ben de, kaynaklarımızdaki ehl-i sünnet vurgusunu, selef-i salihîn atıflarını ve sahabenin faziletine dair beyanları bu açıdan 'gerekli' ve 'kıymetli' buluyorum. Neden? Bu bağ bizi 'Vahidiyet'e gözü açık kılıyor. 'İslamî düşünce' diye tesmiye edilen şeyde, bugün bazı zirzoplar çıkıp, birer ada cür'etiyle 'herşeyi baştan yazma' teşebbüsünde bulunuyorlarsa, biraz da bu tür bir tefekkür (veya farkındalık) eksikliğinden şunu yapıyorlar. Kendilerinden öteye karşı duyarsızlaşmaları, fazilet hiyerarşisini hiçe saymaları veyahut böylesi ihtarlara kulak kapamaları onları kendi içlerinde 'mizansız' kılıyor.
Bu mizansızlıkla 'modern şatahatlar' denilecek şeyler dillerinden sâdır oluyor. Kendi 'göre'lerinde boğuluyorlar. Bilmiyorlar ki, insan kendi içinde kalarak marifetini arttırır, amma onun ihlasla muhafazası ancak dışını hatırda tutmakla olur. Çünkü dışımız bize aynı zamanda haddimizi de hatırlatır. İşte, biraz da bu nedenle, hepimiz, dışımızı bilmekle de mükellefiz. Bir kap suyu deniz sanmamanın yolu buradan geçiyor. Hem bunu sadece fertler açısından konuşmamız da yanlış olur. Cemaatlerin de bu yönde gayretlerini arttırmaları lazım. Bireylerin istikameti burada olduğu gibi grupların istikameti de burada. Bütünlüğümüzdeki dengede. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.
Meraklılarını mezkûr eserin Dördüncü Telvih'ine havale ederek diyelim ki: Bediüzzaman, burada, 'daha tercih edilir' bir yol olduğunu zikretmesine rağmen 'seyr-i enfüsî'nin (hadi biz yaklaşmak için 'içsel yolculuk' diyelim) bir tehlikesinden bahsediyor. Nedir o tehlike? O tehlike bir tür 'kendinde garkolma' durumu. Allah'la 'Ehadiyet' penceresinden sağlanan bir muhatabiyetin 'Vahidiyet' açısını ıskalamakla düşebileceği bir kötü pozisyon. Bu kötü pozisyonu 'seyr-i enfüsî' için anıyor ama 'seyr-i âfâkî' (dışsal yolculuk) hakkında ondan bahsetmiyor. Neden? Belki de yola başladığı yerden: "İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur."
Bediüzzaman'ın tehlikenin mahiyetini anlamamıza yardımcı olacak bazı örnekleri de var. Onları da hatırlayalım: "Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş'esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor."
Bu metin boyunca benim kendimce hissettiğim ise şu: İnsanın 'imanı' Cenab-ı Hakla 'Ehadiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişebileceği gibi, 'ihlası' da ancak 'Vahidiyet' mertebesinde bir muhatabiyetle gelişir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan Allah'a karşı biricikliğini düşünmeye başladıkça, eğer nefsini öldürmemişse, bu biriciklikten bir üstünlük de kurgulamaya başlar. İblisin ateşten yaratılmayla insana üstünlük düşlediği gibi, o da, kendisinin Allah'a karşı uyanmış olan farkındalığını bir üstünlük vesilesi bilir. Bu, Cenab-ı Hak'la, bir 'ada' muhatabiyetidir. Ada, okyanustaki biricikliği üzerinden, 'denizlerin sahibine' karşı kendi varlığına/kemaline inşa edilmiş bir bağ kurar. Kendi içinde sözlerini yalanlayacak bir kıyas bulamadığından ötürü de sigaya çekilme, mizana vurulma, istikamete çağrılma nimetinden mahrum kalır.
'Vahidiyet' ise bizi bir 'sıradağ muhatabiyetine' çağırır. Bu sıradağ muhatabiyeti evveliyetle uyanır/uyandırır ki, kendisi de mahlukattan bir mahluk, kullar içinde bir kul, acizlerden bir acizdir. Çevresine karşı uyanıklığı onu 'boyundan büyük iddialara' girmekten korur. Everestin farkında olan bir küçük tepecik, hatırında hep bu mizan durduğu için, 'zirveler zirvesi olma' iddiasına girmez/giremez. Kendisini bir 'müstakillik' olarak değil bir 'kanunun parçası' olarak gördüğünden biricikliğinin doğuracağı tehlikelerden kurtulur.
Yine yüzümüzü mezkûr esere dönelim: "Nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir."
Evet. Ben de, kaynaklarımızdaki ehl-i sünnet vurgusunu, selef-i salihîn atıflarını ve sahabenin faziletine dair beyanları bu açıdan 'gerekli' ve 'kıymetli' buluyorum. Neden? Bu bağ bizi 'Vahidiyet'e gözü açık kılıyor. 'İslamî düşünce' diye tesmiye edilen şeyde, bugün bazı zirzoplar çıkıp, birer ada cür'etiyle 'herşeyi baştan yazma' teşebbüsünde bulunuyorlarsa, biraz da bu tür bir tefekkür (veya farkındalık) eksikliğinden şunu yapıyorlar. Kendilerinden öteye karşı duyarsızlaşmaları, fazilet hiyerarşisini hiçe saymaları veyahut böylesi ihtarlara kulak kapamaları onları kendi içlerinde 'mizansız' kılıyor.
Bu mizansızlıkla 'modern şatahatlar' denilecek şeyler dillerinden sâdır oluyor. Kendi 'göre'lerinde boğuluyorlar. Bilmiyorlar ki, insan kendi içinde kalarak marifetini arttırır, amma onun ihlasla muhafazası ancak dışını hatırda tutmakla olur. Çünkü dışımız bize aynı zamanda haddimizi de hatırlatır. İşte, biraz da bu nedenle, hepimiz, dışımızı bilmekle de mükellefiz. Bir kap suyu deniz sanmamanın yolu buradan geçiyor. Hem bunu sadece fertler açısından konuşmamız da yanlış olur. Cemaatlerin de bu yönde gayretlerini arttırmaları lazım. Bireylerin istikameti burada olduğu gibi grupların istikameti de burada. Bütünlüğümüzdeki dengede. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...