Lahika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lahika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2019 Perşembe

Mutlak vekilliği nerede aramak gerekir?

Takip edenler hatırlayacaklardır: Mutlak vekilliğin nurcular mabeyninde en ateşli bir şekilde konuşulduğu dönemlerde konuya dair '5' tane eleştirel yazı kaleme almıştım. "Mutlak Vekilliğe Serzenişler..." anabaşlığı etrafında şekillenen bu yazıları telif etmekteki ana amacım 'ifrata müsait gördüğüm bir zemini çerçeve içinde tutabilmek'ti. İlkini 6 Eylül 2014'te sonuncusunu ise 11 Kasım 2016'da kaleme aldığım bu yazılar yüzünden, beklediğim üzere, epey bir zılgıt yedim. Eleştirildim, beddualandım, lanetlendim, hain görüldüm, ajan sayıldım, aforoz edildim, vesaire. Önemli değil. Hiçbirisi umurumda olmadı. Olmuyor da. Nihayetinde aradığımız kullarının değil Allah'ın rızasıdır. Ben de onu aradım. Gayrısına bakmadım.

İşte o yazılardan "Bediüzzaman'ın vekili mutlak olur mu?" başlıklı 5.'sinde şöyle bir noktaya dikkat çekmiştim: "Beyanlardaki mutlaklıklar başka zaruretlerle takyid olunabilir." Özetle: Münazarat'ta geçen bir metnin öğrettiği usûl çerçevesinde mevzuu ele alıp, 'mutlak vekillik' çıkarımının yapıldığı lahikaya misafir olmuş ve şunları yazmıştım:

"Kimi zaman metinlerdeki mutlaklığın da takyidi gerekir. Cuma sûresinin 10. ayetindeki 'Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın!' emrini mutlak bir şekilde anlamak camide kalanları harama girmekle suçlamak olur. Halbuki kalmak caizdir. (...) Eğer mezkûr kavram da sınırlandırılmazsa mutlak/sonsuz bir sınırsızlıkla anlaşılmaya mecbur olunur. Böylesi bir mutlaklık ise ya 'birebir' ya 'aşkın' olur. Matematikten de biliyoruz ki: İki kümenin birbirini tam olarak kapsaması ya eşitlikle yahut da birinin diğerinin altkümesi olmasıyla mümkündür. O halde Bediüzzaman'ın yerini doldurabilecek kişinin şu özelliklere sahip olması gerekir. (...) Konuştuklarımızdan hareketle düşünelim, Bediüzzaman'ın mutlak şekilde vekili kim olabilir? Doğrusu; piyasada Bediüzzaman'ın ilmini, ahlakını, faziletini vs. taşıyabilecek insan bulmak zordur. Allah selamet versin, vekilliği mutlak olarak anlaşılmaya çalışılanlar ise, bırakınız mutlak bir şekilde vekil olmayı, Bediüzzaman'ın ihtisas sahibi olduğu tek ilimde bile vekili olamayacak seviyededirler. Ne medrese görmüşlerdir ne de Bediüzzaman'a 'bediüzzaman' dedirten tecrübelerden geçebilecek durumdadırlar."

"Öyleyse bu insanlara Bediüzzaman'ın vekilliği 'mutlak' bir şekilde verilmez. Ya nasıl verilir? Kurban vekaleti misalinde olduğu gibi kayıtlı bir şekilde verilir. Ki biz de mutlak vekilliği böyle anlamayı teklif ediyoruz: 'Mutlak ise takyid olunabilir.' Bediüzzaman'ın verdiği bu mutlak vekillik, 'Benden sonra bu insanların sözü benim sözümdür!' değil, 'Telif ettiğim eserlerin neşriyatı vefatımla kesilmesin. Bu genç talebelerim hukuken tam yetkili ve izinli olup devam ettirsinler!' vekaletidir. Mutlaklığı neşriyat hizmetinde bir mutlaklıktır. Çünkü hayatları (dikkat edilirse anılan isimler o dönemin en genç talebeleridir) daha devam edecektir. Aşkınlık varsa sadece bu yönde vardır. Bediüzzaman çok yakında vefat edecekken o kişiler daha uzun süre yaşayacaklardır. Allahu'l-a'lem."

Uzun yazıdan kısa kısa, bazen de atlayarak, yaptığım bu alıntıların ardından (meraklısını aslına havale edip) asıl konuya gelelim: Bu yakınlarda İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektubat'ında buna benzer bir meseleyi okudum. Elhamdülillah. İmam'ın da bakışını bir parça mezkûr yazıdaki duruşuma benzettim. Mirza Hüseyin Ahmed'e yazılan 32. Mektup'ta, İmam, onun Şeyh İlâhdâd isimli birisine dair sorularını cevaplıyor. Mirza Hüseyin Ahmed vefat etmiş şeyhlerinin bu kişiyi yerine bıraktığını yazıyor. İmam'ın yaklaşımı ise elbette daha derûnî. O, bu tarz bir vekaletin 'işitme/duyma' ile değil 'haketmeyle' mümkün olabileceğini, eğer işin içinde 'haketme' yoksa duyulanın başka türlü anlaşılması gerektiğini ifade buyuruyor. Yerinden alıntılayalım:

"Kıymetli rehberimizin, bulunanların gözü önünde, bu makamı Şeyh İlâhdâd'a bırakmış olduğunu yazıyorsunuz. Bu sözü incelemek lazım gelmektedir. Ona bırakmak demek, orada bulunanlara ve gelip gidenlere hizmet etmek ve yemelerinden, içmelerinden bilgisi olmak demek ise, biz de böyle söylemekteyiz. Yok, eğer yetiştirmek ve şeyhlik makamına oturmak ise, bu olamaz." Devamında bu kişinin durumu hakkında şüphelerini de yazıyor Hazreti İmam: "Şeyh İlâhdâd fakiri nisbetin ne olduğunu nereden bilmektedir? Kalbinde bir parça huzur vardır. Ne halde olduğunu başkaları da bilmektedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunları bildiriniz. Böylece bu fakir de kendisine yardımda bulunayım."

İşte 'mutlak vekillik' mevzuunda bizim duruşumuz da İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin bu mektubundaki istikamette olmalıdır. Bediüzzaman'ın 'birinci talebem' dediği Hulusi ağabeyin sağlığında Hüsnü abiyi (ve salih arkadaşlarını) vekil tayin etmesi, elbette, tıpkı o mektupta geçtiği gibi, 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil' kaydıyla bağlıdır. Bu vekillik 'makam vekilliği' değil 'neşriyat hizmetlerinin devamı bağlamında' bir vekilliktir. Aksi okumalar, Allah korusun, hem o abimizi hem de bizi müşküller içinde bırakabilir. Üstad Hazretlerinin birçok eski talebesinin sağ olduğu dönemlerde konuşulup "Bediüzzaman'ın mutlak vekili Risale-i Nur'un şahs-ı manevisidir!" gibi kararlara bağlanmış bir konunun şimdi başka bir anlayışla gündem olması korkutuyor. Allah cümle nur talebelerini istikamet üzerine eylesin. Âmin.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Neden herkes bu kadar Abdurrahman?

Bu konuya dair daha evvel de birşeyler karaladım, ama yine karalayayım: Tecrübe dediğimiz şey, insanın 'olay okumalarını' aşıp 'kanun okumaları' yaptığı düzlemde ortaya çıkar. Yoksa biz yaşla gelen bir kıdemden bahsetmiyoruz tercübeyi konuşurken. Fakat insanın yaşlanması, varlığının daha çok zamana yayılması, dolayısıyla daha çok mekana/olaya/harekete şahit olması ve bakışının bu olaylar ve mekanlar arasında kıyaslar yapabilecek bütüncüllüğe ulaşması açısından tecrübeye fırsat/katkı verebilir. Yaşın bu meselede elbette bir hakkı vardır, fakat 'hakkı verilirse' vardır. Eğer yaşının tüm imkanlarına rağmen bakışını bütüncülleştirememişse birisi, onun dilinden çıkanın tecrübe olduğu söylenemez. Yaşlılık bu anlamda tecrübî bilgiye imkan sağlar, ama onu garanti etmez.

Tecrübeye en yakın anlamda kullandığımız kelime 'denemek.' Birisini denediğiniz zaman, aslında onu 'tecrübe etmiş' oluyorsunuz. Eskiler öyle derlerdi, yeniler böyle diyorlar. Peki bu tercübe ediş veya deney bize ne tür bir bilgi veriyor sınadığımız hakkında? O kişinin, o tarz bir hadisede ne tür bir tepki verdiğini ve dolayısıyla 'hep vereceğini' öğrenmiş oluyorsunuz. "Seni denedim" veya "Seni tecrübe ettim" dediğinizde aslında kastettiğiniz "Senin kanununu çözdüm. Sen, böyle böyle birşey olduğunda şöyle yaparsın..." kanaatidir. Örneğin; dar gününüzde sizden uzak kalmayı tercih eden arkadaşınızın ne denli kaliteli(!) bir arkadaş olduğunu öğrenmiş olursunuz. Bu bir kanun bilgisidir. Ve o arkadaşla ilgili bundan sonraki tavır ve davranışlarınızı mutlaka etkiler.

Deney de aslında bu işe yarıyor. Deneyler yoluyla Allah'ın sünnetullahının kainatta nasıl cari olduğunu öğreniyoruz. Bilim bunu nesnelerin/sebeplerin tabiatı ve biraz ötesinde yalnızca 'tabiat' olarak okusa da, aslında bu bize Cenab-ı Hakkın sıfat ve şuunat bilgisini veriyor. Olaylardan yapılan bir tefekkür yalnızca esma düzeyinde marifet taşırken kalbimize (fiil, fail, failin fiille ilgili ismi), kanunlardan yapılan tefekkür Cenab-ı Hakkın 'sıfat derecesinde hep öyle yaptığını' ve 'şuunat derecesinde hep öyle yapmaktan bir lezzet-i kudsiye duyduğunu' anlamamızı sağlıyor. Bu nasıl bir bilgidir? Bu çok süper bir bilgidir. Bunu bildikten sonra insan kainatta daha rahat hareket eder. Çünkü kainat 'sağı solu belli olmayan şeyler dizisi' olarak korkutmaz onu. Sahibi olan Allah'ın 'öyle yapmayı tercih ettiği' bir sıfat ve şuunat yansımasıdır artık varlık. Allah hakkında bir marifet, eşyaya karşı da huzur duymamızı sağlar. Köpeğin sahibini iyi birisi olarak tanıyorsan, köpeğini üzerine salıp seni ısırtmasından endişe etmezsin.

Bediüzzaman'ın metinlerinde bu sıfat ve şuunat okumasının, en az esma okuması kadar vurgulandığını düşünüyorum. Hatta Bediüzzaman'ın esma tefekkürü yaptığını düşündüğümüz çoğu yerde o aslında hem esma, hem sıfat, hem şuunat okuması yapıyor. Bir yerde diyor mesela: "Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe'nlerine işaret ederler." Yani sadece bir fiil ve fail bilgisi almazsın onlardan; aynı zamanda 'failin şanına dair' bir malumat da edinirsin.

Risale metinlerini, özellikle de Lahikaları okuyanlar bilirler; Bediüzzaman, talebelerini birbirlerine çok benzetir veya bedel sayar. Mesela Hulusi abi gibi kimi isimleri yeğeni Abdurrahman bedeline saydığı gibi, Refet abi gibi isimleri de Hulusi abinin bedeline sayar. Bazen daireye yeni giren bir talebesini 'ikinci bir falanca' diye anarak giden bir talebesinin (tabii mekansal bir gidişten bahsediyoruz) yerine koyar. Öyle sever. Bunu Risale-i Nur külliyatı içinde o kadar sık yapar ki, metinlere aşina olanlar için ayrıca izah etmeye ihtiyaç duymuyorum. Yalnız birkaç örnek metin paylaşayım:

"Hulûsi Bey, benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellîm ve hakikî vârisim ve bir dehâ-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman'ın vefatından sonra, Hulûsi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi ifâya başlamasıyla..."

"Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri'de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havâlide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki, o da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır."

"Aziz kardeşim Re'fet Bey, Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım. Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulûsi Beyin ruhunu sizde hissettim. Seni yeni değil, Hulûsi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim."

Bediüzzaman'ın, metinlerinde üslûp derecesine varan bu kullanım hassasiyetini/âdetini, sathî bir bakışla, 'salt bir motivasyon aracı' olarak görebiliriz. Veyahut biraz daha ötesine gidip fikrimizle, bu talebeleri arasında çeşitli noktalardan benzerlikler gördüğünü ve bu benzerliklere atfen böylesi cümleler kurduğunu iddia edebiliriz. Bu ikisinin de payının 'hiç hükmünde' olduğunu düşünmüyorum. Fakat onlardan öte, önce Mesnevî-i Nuriye'nin Zühre Risalesi'nde, sonra Lem'aların 17. Lem'a'sında bize Cenab-ı Hakkın sıfat ve şuunatı hakkında haber verdiği birşey var Bediüzzaman'ın:

"Bil ki, ekseriyetle Fâtır-ı Hakîmin âdetidir: Ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymettar, ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor."

Yani Cenab-ı Hakkın 'sıfat derecesinde hep öyle yaptığını' ve 'şuunat derecesinde hep öyle yapmaktan mesruriyet-i kudsiye duyduğunu' farkettiği bir âdeti var, Bediüzzaman'ın. "Cenab-ı Hak, ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor." Kışın aldığı çiçekleri baharda geri veriyor. Bir türün ölen fertlerinin yerine yenileri geliyor. İnsanlar binlerce yıldır ölüyorlar, ama insanlık bir türlü ölmüyor vs... Başka başka şekillerde bu aynıyla ve misliyle iade kanunları kainatta geçerli.

İşte bence Bediüzzaman'ın metinlerindeki bu küçük hassasiyetin/âdetin arkasında Cenab-ı Hakkın varlıkta gösterdiği büyük hassasiyetin/âdetin payı var. Cenab-ı Hakkın hep öyle yaptığını ve hep öyle yapmaktan mesruriyet-i kudsiye duyduğunu farkettiği için Bediüzzaman, giden talebelerinin hüznünü bu yeni gelenlerin gülen yüzleriyle bastırıyor. Onun onun yerine, bunun bunun yerine konduğunu, yani bedeli olduğunu; Allah'ın ehemmiyetli şeyleri geri vermemek üzere almadığını gördüğünden Hulusi'yi Abdurrahman'a, Sabri'yi veya Refet'i de Hulusi abiye benzetiyor.

Tecrübe derken bunu kastediyoruz aslında biz. Ve bence marifet-i ilahiye dediğimiz şey de en büyük tecrübedir. Böylesine kapsamlı ve genelgeçerli bir kanun okumasını ne fizik, ne kimya, ne biyoloji verebilir size. Çünkü "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir." Şimdi, bu yazıda anlatmak istediğimi kırmadan/dökmeden anlatabildimse şu ayete yeniden bak: "Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.”

19 Eylül 2013 Perşembe

İnkar etme, ikna et

Bediüzzaman’ın, Kur’an’dan mülhem öğretisindeki başarıyı biraz da nefsi ‘inkâra’ değil, ‘iknaya’ dayalı öğretim metoduna bağlıyorum. (Lahikalar bunun hazinesi...) “Nefsi öldürmek...” üzerine kurgulu terbiye metotlarının günümüz gençlerine pek birşey ifade etmediği kanaatindeyim. Elbette yine bu cevheri içinde taşıyan büyükler olacaktır. Ama irşad avama/genele göre olur. Ve benim de içinde bulunduğum genel; nefsini öldürmeye, ezmeye, hiç müsait değil. Büyük cihadda farklı bir dile ihtiyacımız var.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; insan iradesini zorlukla kontrol ediyor. Bize lazım olan; bu canavarı daha fazla üstümüze salacak küçük saldırılar değil. (Çünkü yenilirsek, bütün bütün kendimizi onun kollarına bırakma ihtimalimiz de var. Ve çoğumuz böyle bir yol ayrımında yanlışa sapıyoruz.) O canavarı ehlileştirmenin/ikna etmenin yollarını bulmalıyız. Bunun çok dersleri Kur’an’da var. Bediüzzaman, kendi eserlerinde oradan alıntıladığı bu metodu şöyle anlatıyor:

“Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.”

Risale-i Nur’da çok örnekleri var bunun. Metinlerle aşina olanlar hatırlayacaklardır. Gıybet, haset, husumet gibi kavramlarda uygulamalarını gösterir Bediüzzaman. Ancak Risale-i Nur’un bu tip eğitimlerinin bir güzel yönü daha var ki; o da, öğrendiğiniz bu metodu artık kendiniz de farklı konular üzerinde kullanabiliyorsunuz. Asâ-yı Musa gibi: Bir kere elde edilince, bir daha bırakılmıyor. Nereye vurulsa, su çıkarıyor.

Ben mesela bu paragrafı suizan ekseninde hemen şöyle uygulayabiliyorum: Tanıdığım (veya yabancım) olan bir insanın, hakkımdaki düşüncelerini kötü tahmin etmek, kötüye yormak, benimle ilgili fikirlerini suizanla değerlendirmek, ondan önce benim dünyama azap olup yağıyor. Artık ne yapsa bana batar hale geliyor. Beni strese sokuyor. Beni kırıyor. Huzur muzur kalmıyor artık.

Belki o bu niyetle de yapmıyor fiillerini. Ama ben bir kere suizana alıştım ya, artık ne yapsa bana batıyor. Öylece durması bile dokunuyor, manidar geliyor. Sadece bu bile nefse hoş gelen kötü işlerin, aslında ona da kötü geldiğini (fakat nedenini farketmediğini) göstermeye yeter. Bence bütün günahlarda böyle bir yön var. Onu nefse gösterebilirsek, ikna olması mümkün. Üzerindeki necaseti gören göz, hiç insana elindeki baklavayı yedirir mi? Nefsin de bir aklı var. Ama kalp gibi çalışmıyor.Aklı olmayan menfaatini nasıl bilsin? Ki, kısa vadede, nefisten iyi menfaatini bilen bulamazsın.

Mesela bu yönüyle ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu ders nasıl da anlamlıdır:

“Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”

Çok şey bilmenin, eğer o bilgi insanı ‘asıl bilmesi gerekene’ götürmüyorsa, bir yük olduğu öğretisi; mantıkla birlikte nefse de verilen enteresan bir derstir. Hepimizin şehveti var. Her birimiz kuvvelerimizdeki potansiyeli başka kanallara yönlendirerek oralardan ‘amel’ devşiriyoruz. Burada da Bediüzzaman Hazretleri, kuvvelerinin cazibe merkezi ‘daha çok şey bilme’ olan bir mütefennine, çok şey bilmenin de (eğer doğru bir bakış açısı kuşanılmazsa) bir nevi cehalet olacağını ders vermekle nefsine bir tokat atıyor.

Böyle bir tokatın iki türlü faydası var: Birincisi; hakikatin nerede olduğunu öğretmesi. İkincisi; geçmiş emeklerin ziyan olmasını önlemek çaresini aratması ve yolunu da göstermesi. Ve böylece emekleri konusunda hassas olan nefsi harekete geçirmesi. Yani ikna etmesi... Öyle ya, hangimizin nefsi şimdiye kadar harcadıklarının ziyan olduğunu düşünmek ister? Hangimizin tabiatı iflastan hoşlanır? Ona, kaybettiklerini geridönüştürmenin bir yolunu gösterirseniz, koşarcasına gider peşinden. Ki nefsin bu tabiatını, Furkan sûresi 70, şöyle ders veriyor:

“Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Bu ayetteki çift müjde, bu mektupta da ‘bahtiyar doktora’ müjdelenenden çok farklı değil. Önce tövbelerinin kabulü, sonra ise geçmiş seyyiatın hasenata dönüşeceği müjdesi veriliyor. Tıpkı bahtiyar doktora yapıldığı gibi; emekleri konusunda hassas olan nefse, bir çıkış formülü sunuluyor: “Onları da kurtarabilirsin!” Görüyorsunuz ya, küçücük lahika mektuplarında bile Kur’an’la irtibatlı ne dersler var. Yeter ki, marifete açlığımız geçmesin. Amin.



5 Eylül 2013 Perşembe

Felsefe ‘öcü’ mü?

Alain de Botton'un Felsefenin Tesellisi’ni okuyorum şu günlerde. Kendi adıma konuşayım: Çok öğretici bir kitap... N.Ş.A.'da (normal şartlar altında demenin milli eğitimce pek makbul kısayolu) bir nur talebesinin, felsefeseye dair metinler okumasına abileri/ablaları tarafından pek sıcak bakılmaz. Fazla uzaklaşmaya gerek yok. Kendi öğrencilik yıllarıma döneyim delil sunmak için: O zamanlar böyle bir kitapla dersanede olmayı ancak 'hayal' edebilirdik. Elimizde yakalanırsa, uyarı alırdık. Felsefeyle ilgili bir metine, ancak ders kitabının içinde olursa veya yine milli eğitimle ilgili mecburiyetiniz varsa, müsaade vardı. Onun dışında, serbest felsefe okumalarına, sıcak bakılmazdı.

Aslında bunun çekincesi daha eskilerde saklı. Nedeni: Felsefe geleneğinden gelenlerin; İbn-i Sinalar, Farabîler devrinden beri, ümmet içinde bir kırılmayı temsil etmesi. Onların vahye sathî, akla esas/dakik bakmalarından dolayı tıkandıkları/sapıttıkları noktalar, İmam Gazalî gibi ehl-i sünnet âlimleri gözünde o kadar kerih görülmüş ki, üzerlerine eser telif edilerek (Tehavüt el-Felasife gibi) masaya yatırılmışlar, mizana vurulmuşlar. Dalalete koşmak ve insanları da peşlerinden sürüklemekle suçlanmışlar.

Ehl-i sünnet içindeki bu felsefe eleştirisinin zamanımızdaki yükünü omuzlayanlardan birisi de Bediüzzaman Hazretleri. O da külliyatının içinde, modern zamanların sarsılmaz sanılan felsefî argümanlarını masaya yatırıyor; hatta bazı yerlerde hepsine birden meydan okuyor, haklarında sert ifadeler kullanıyor. Külliyata aşina olanlar zaten bu noktada yeterli bilgiye sahipler. Üstadın, ‘Kur’an hikmeti’ ve ‘felsefenin hikmeti’ arasında nasıl kıyaslamalar yaptığını iyi biliyorlar.

Sanıyorum, Bediüzzaman’ın felsefeye yönelik bu eleştirel yaklaşımı, şu zamandaki takipçileri üzerinde o kadar etkili olmuş ki; en nihayet, benim yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, elinde felsefe kitabıyla dersanelerle gelenlere bile hoş bakılmayacak bir hale gelmiş. Ve yine belki, şu günlerde çokça tartışılan, ‘ilahiyat fakültelerinin ders programından felsefe tarihi derslerinin kaldırılması’ meselesinin de bu kadim endişeyle bir ilgisi var.

Felsefenin ve ilahiyatın arasında bir ters orantı olduğu, birisinde ilerlemenin diğerisinden uzaklaşma gerektirdiği genelin/avamın sahip olduğu bir kanaat. (‘Boş konuşma’ya yakın bir anlamda, halk arasında kullanılan ‘felsefe yapma’ tabiri, bu noktada ne kadar da manidar.) En azından nur talebeleri için durumun böyle olduğunu yakinen biliyorum. Fakat beni tanırsınız, kırk kere kulağıma cevabı söylenmiş olsa da yine külliyata sormadan edemem: “Bediüzzaman için durum gerçekten böyle mi?”

Zira ben biliyorum ki; Bediüzzaman, üzerine okumalar yapmadığı, bilmediği hiçbir şeyi eleştirmez. Onun felsefe eleştirisi, aynı zamanda iyi bir felsefe bilgisine sahip olmasını gerektirir. Tıpkı, Tehavüt’ten önce Makasıd el-Felasife’yi yazan İmam Gazalî’nin, yapılan eleştirilere verdiği yanıtta olduğu gibi: “İnsan bilmediği birşeyi nasıl eleştirebilir? Ben de evvel bunu yazdım ki, felsefeyi bildiğim anlaşılsın.” (Mesela; 10. Söz, 21. Söz, 11. Şua gibi çok yerde kullanılan “Malumdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar...” mantığının Sokrates’in savunmasında, jürinin yetkinliğini sorgulamada da kullanıldığını kaç kişi bilir?) Kendisi bu denli sağlam felsefe bilgisine sahip bir Bediüzzaman, talebelerinin, felsefeyle hiç ilgilenmemesini mi istiyordur? Yoksa sapmalarına dikkat edilmesini isteyerek, müdakkik bir okumadan geçirilmesini mi arzu ediyordur?

Sanıyorum bunun cevabını, bugünlerde üzerine düşündüğüm, Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda yakaladım. Orada bakınız, Bediüzzaman, fennî ve felsefî malumatının çok olduğunu düşündüğü muhatabına nasıl hitap ediyordu: “İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”

Buradan benim anladığım: Bediüzzaman’a göre özünde kusurlu olan felsefî maarifin kendisi değildi. Onu Hakîm-i Zülcelâl hesabına kullanmamak asıl arızayı yaratıyordu. Yoksa, doğru bir kullanımla; o odunları ateşe, o bilgileri kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne çevirmek mümkündü. Bediüzzaman’ın da karşısında durduğu da felsefenin bilinmesi değil, onun Hakîm-i Zülcelâl hesabına çevrilmemesiydi. Yoksa, böyle bir kullanımla, o bilgiden de hikmet devşirilebilirdi.

Yine bu noktada Ene Risalesi’ndeki şu bölüm ne kadar anlamlıydı: “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir.”

Demek ki; iki silsilenin imtizaç ve ittihad etmesi mümkündü ve bu silsile-i felsefenin, silsile-i diyanete itaat/hizmet etmesiyle olabiliyordu. Ve bu ittihad ve imtizaçtan, insaniyet adına parlak bir saadet ortaya çıkıyordu. Sorun; felsefenin bizzat kötü olmasından değil, onun doğru kullanılmamasından veya vahyin ışığında hayatlandırılmamasından kaynaklanıyordu. Felsefe ve ilahiyat üzerine tartışmaların yaşandığı şu günlerde, bu mektuptaki şu nüansı farketmek, gerçekten güzel oldu. Ders almak nazarıyla bakarsanız, lahikaların vereceği dersler hiç bitmiyor. Onlar, her vakit başımızda öğretmenler...

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Lahikalar ne söyler?

Ortaokul ve lise yıllarında, lahika bulunmayan cemaat evlerine devam ettim. Bırakın yokluklarının nedenini sorgulamayı, Bediüzzaman’ın lahikalar isminde eserleri bulunduğunu bile bilmiyordum. Hasbelkader, bir arkadaşın böyle bir soru sorduğuna şahit olduğumda, şöyle bir cevap aldığını hatırlıyorum: “İçlerinde siyasi şeyler var. O yüzden evlerde bulunması sakıncalı...” Aradan yıllar geçti, ben o grubtan ayrıldım. Ama güzel ayrılmadım. Koşulsuz itaat noktasında biraz arızalı olduğum için attılar beni. Evet, attılar... Sonradan öğrendim: Biraz fazla soru soruyordum. En azından evlere gitmeye devam eden arkadaşlar ‘gerekçeyi’ böyle naklettiler. Gıyabımda verilmiş bir karardı. Savunmam alınmadı. Ben de “Aman, ne yaptım?” falan demedim. Özür de dilemedim. Arkasından da koşmadım. Fakat bu kopuş, bir yıkım olmuştu o zamanlar benim için. Bana öyle geliyordu ki; Allah, beni rahmetinden kovmuştu. Tam anlamıyla kendimi dağıttım. Şimdi aptalca geliyor, ama öyle...

Neden böyle oldu? Bugün, külliyatı sekiz kere baştan sona okumuş ve elinden geldiğince anlamaya/anlatmaya çalışan birisi olarak bu soruya cevap arıyorum. Neden ben, o zamanlar, cemaatten (şimdi camia diyorlar) ayrıldım ve bu ayrılık beni Allah’ın huzurundan kovulmuş gibi derbeder etti? Bugünkü aklım ve kalbimle meseleye baktığımda karşıma çıkan cevap şu: Çünkü onlar, kendi küçük dairelerini bana, Allah’ın yegane rahmet dairesi gibi tarif ettiler. Kendi yolları dışında hak yollar olduğunu göstermediler. Bu yüzden oradan çıkmak, beni dünyanın kenarından düşmüş gibi perişan etti. Yıllarım Kur’an’dan, namazdan, huzurdan uzakta geçti. Kendimi bulmam, ancak serseri birkaç senenin ardından, Risaleleri gerçekten tanımamla mümkün oldu. Yoksa hakikaten mahvolmuştum. O boşluk hissinin yaşattığı eziyeti, bir içe çökme olarak tarif etsem, yine eksik tarif etmiş sayılırım.

Dediğim gibi; bugünden o zamana bakınca abilerin bana/bize yaptığı telkinlerdeki hataları daha net görüyorum. Mesela Bediüzzaman’ın şefkat tokatları gibi bahislerini birebir kendi hizmetleri ekseninde yorumlayarak ve aksi yönde hareket edecek olursak bize de aynısının olacağını söyleyerek yaptıkları gerilimli tebliğ, korku damarını tahrik ile bizi dairede tutma gayretiydi belki. Ama abilerin kararı, vahyin kendisi gibi kusursuz olmadığı için, itiraz ettiğiniz noktalar mutlaka olurdu veya olmalıydı. Bunlar olduğunda da şefkat tokatları ile tehdit, yolu gerçekten anlamamış olmakla itham edilmek, dairenin dışına çıkacakların bir daha daireye giremeyeceklerini söylemek ne kadar sağlıklıydı? Halbuki ben, işte bizzat ben, dairenin dışına atılmış ve tekrar Allah’ın fazlıyla Nur halkasına katılmıştım.

Burada belki de temel sorun; Risale-i Nur metinlerin birbirine göre farklı ve zengin yorumlar yapılmasına müsait bir alan oluşturmasına rağmen, bugün takipçisi olan alt fraksiyonların bu farklı yorumlara müsaade etmemesiydi. Hatta müsaade etmek bir yana, onları dairenin dışına atmaya çalışmalarıydı. Sırf bu yüzden, bir grubun bizzat kendi uydurduğu, Risale metinleriyle belki sadece bir tevil ilgisi bulunan, basit bir uygulamayla sorun yaşarsanız, gideceğiniz yer doğrudan dairenin dışı oluyordu. Halbuki bu sorun Risale metinlerinden dolayı kaynaklanmıyordu ki. Temel problem, ona evvelkilerin yaptığı yorumların, sonrakilerin yorumları için bağlayıcı bir nitelik taşımasıydı. Şefkat tokatlarında Risalelerin konulduğu yere, bu sefer abiler geçmişti ve gençleri, kendi dünyalarının dışına çıkarlarsa bu tokatlardan yiyecekleri konusunda korkutuyorlardı. (Hatta halısaha maçına çağırdıkları halde gelmeseler bile...)

İşte şimdilerde ben, o evlerde lahikaların neden bulunmadığını anladım. Risale-i Nur’un farklı farklı yorumları, farklı farklı talebeleri, farklı farklı sistemleri ve öğrencileri olduğunu bilmemiz istenmiyordu belki de. Sadece ‘bir kişiye’ bağlanmamız ve onu Risaleler adına zamanın söz sahibi bilmemiz arzu ediliyordu. Ve ne gariptir, ben, Bediüzzaman’ın başka talebeleri de olduğunu ancak ikinci kez Risalelerle buluştuğumda öğrenebildim. Ondan evvel, bırakın yaşayanları, ölenlerin varlıklarından bile haberdar değildim. Lahikalardan uzak kalış, onların bana sunabileceği; “Birisinin izinden gitmek sana uymuyorsa, diğerinden gidebilirsin” seçeneğini ortadan kaldırmıştı. Belki de sırf bu yüzden onlar evlerde olmazlardı. Çünkü seçeneklerin çoğaldığı yerde, lidere koşulsuz itaati sağlayamazdınız. Mirasa tek başınıza sahip çıkamazdınız.

Ve yine, belki de bu yüzden, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidayet bulursunuz” buyurmuştu. Biliyordu çünkü; herkesin fıtratı farklı, meşrebi farklı, istidadı farklıydı. Herkes kendi fıtratınca, meşrebince, istidadınca bir yöntem takip edebilirdi ve belki başkasıyla uyuşamazdı. Bu yüzden onları, bir kişinin, bir sahabinin, yalnız bir yıldızın peşinden gitmeye mecbur etmemişti. “Tümü yıldızlar gibidir” demişti. Bizse bu sırrı anlamıyor ve tebliğ yapalım derken kötülük ediyorduk. Kendi yıldızımızı yegane yıldız sanıyor ve öyle de lanse ediyorduk. O yıldızın peşinden gitmeyenleri ise, dairenin dışına çıkmakla ve yanlış yapmakla korkutuyorduk. Lahikalar bize, Bediüzzaman’ın arkasındaki bütün yıldızları göstermek açısından ne kadar da sırlıydı. Ve onları okumamak, Nur eğitimi adına, ne kadar hatarlıydı. Ben bunu bizzat yaşayarak öğrendim.

1 Ağustos 2013 Perşembe

Nasıl bir cemaat?

Bediüzzaman’ın lahikalara bakışı, diğer eserlerine bakışı gibi değil. Orada yapmak istediği farklı birşeyler var gibi geliyor bana. Belki daha önce de yazdım hakkında. Lahikalar, kurguları itibariyle, artık yazarın okurlarıyla buluştuğu, hatta kaynaştığı, hatta ortak eserler ortaya çıkarmaya başladığı bir platform.

Okurların talebiyle de olmuyor bu. Yazar, bizzat kendisi, okurlarını sıkıştırarak, mektuplar isteyerek, eserleri hakkında kendilerine sualler sorarak yazılmasını sağlıyor bu mektupların. Ben, lahikalardaki bu ortak yazım dilini okurun; yazarın ve eserin bir parçası haline gelmesi açısından çok anlamlı buluyorum. Kendisi yazımına katılmış bir okur kadar, kim bir kitabı destekler ve böylesi sever? Böylesi yakınlıklar ister istemez muhabbet sebebidir. Karşı konulmazdır. Fıtrattır.

Fakat bunun arkasında, Bediüzzaman’ın oluşturmaya çalıştığı ikinci şey; yalnızca okur kazanmanın ötesinde birşey. O, kendisini okumakla yetişen okurların; anlatmakla bunu geliştirmelerini ve yazmakla başkalarını da yetiştirmesini istiyor. Mesela Barla Lahikası’ndaki şu kısacık mektup bu noktada ne kadar ders verici:

“Bahtiyar kardeşim Hüsrev,

Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.”

Yani Bediüzzaman’ın, eserlerini telif etmesinin ardından okurları arasında oluşmasını istediği zemin, böyle bir zemin. Düşündüğü cemaat de belki böyle bir cemaat: Münevver öğrencilerin birbirleriyle fikirlerini paylaştığı, aldığı dersi arkadaşlarına aktardığı bir platform. Okumanın bir adım ötesinde Bediüzzaman, talebeleri için ikinci bir hareket alanı daha tasarlıyor ve açıyor böylece. Gördüklerini yazacaklar ve onları birbirleriyle paylaşacaklar. Bir hakikatin çok renklerini görüp birbirleriyle onları müzakere edecekler.

Bu noktada diyebiliriz ki; Bediüzzaman, oluşturmaya çalıştığı okur sınıfıyla, aslında düşündüğümüz gibi katı kuralları, tabuları, uyulması gereken prosedürleri olan cemaat yapısı hayal etmiyor. Onlardan asıl istediği şey: Fikirlerini birbiriyle müzakere etmeleri. Mücevheratlarını birbirleriyle paylaşmaları. Belki eleştirilerini bile... Birbirlerini sınamaları ve doğruya beraber koşmaları. O nedenle bazen kendi içimize dönük şeyler söylüyor ve kardeşlerimize sitem ediyoruz: Müdavele-i efkâra izin verilmeyen yerde nasıl cemaat olur?



23 Nisan 2013 Salı

Sıktıkça parçalanmak...

Barla Lahikası’nın hemen başlarında bir mektup var. Kısa, ama kıymetli bir mektup... Üstad Hazretleri, orada, Hulusi (Yahyagil) ve Sabri (Arseven) ağabeylerin yazdıklarına lahikalar içinde neden yer verdiği izah ediyor beş maddede. İkisinin birden medihlerini yapıp samimiyetlerinin altını çiziyor ve diyor ki: “Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

Ben, bu mektubu ne zaman okusam, aklıma, Bediüzzaman’ın bir cadde olarak tarif ettiği mesleği geliyor. Toplumsal hayatta birbirinin zıttı noktalarda/zeminlerde sandığımız insanları, aynı tedrisin önünde müdavim haline getiren sırrı... Ben, bu sırra, Üstadımın tariflerinden aldığım cesaretle ‘caddeleşmek’ diyorum. Sokaklara, dar alanlara, kısır tartışmalara talip olmamak; caddeleşmek... Geneli kanatlarının altına alabilmek.

Bediüzzaman’ın ayrı ayrı iltifatlar ettiği iki talebesinin toplumsal kimliklerine bakıyorum bu sefer. Birisi askeriyeden, rütbeli birisi. Ötekisi ulemadan, talebeleri olduğu anlatılıyor. Devrin şartları da gözönüne alınırsa, normalde, zıt kutuplarda olmaları gerekiyor. “Ulema o devirde en çok kimden çekiyor?” diye sorsak alacağımız cevap da belli çünkü: Askerî idareden... Orduya hakim ve çoğu eski rütbeli bir zümre ancak devr-i sabıkı yönetiyor. (Ordu en çok kimden korkuyor diye sorsak cevap yine aynı: Ulemadan.) Ve onların istibdatı altında en çok ulema eziliyor. Bu yönüyle hem Hulusi, hem Sabri abi farklı kimliklerle bulundukları konumlara gelmişler. Yakın tarihin karanlık oyunları da onları karşı safların insanları gibi göstermiş bize.

Fakat nasıl oluyor, Bediüzzaman, bu farklı kimlikleri, böylesine bir sadakatle sisteminin içerisine dahil edebiliyor? Birisinden “Birinci talebem...” ötekinden “Hulusi-i Sânî...” diye sözedebiliyor? Ve bu iki kişiyi, birer nümune-i imtisal olarak talebelerine lahikaları içinde sunabiliyor. Ve bununla adeta şöyle diyor:

“İşte size sabık düzenin saflara ayırmaya çalıştığı toplumdan iki farklı/zıt kimlik. İki farklı insan. Bunların bu farklılıkları, kimliklerinin arasına bıçaklar konulmaya çalışılması, onların Kur’an’ın sancağı etrafında toplanmasına engel olmadı. Siz de sizdeki kimlik farklılıklarını Kur’an’a intisapta engel olarak algılamayın. Sorun yapmayın. Aşın bunları. Bu yol caddedir. Caddede herkesin hakk-ı hayatı var.”

İşte ben, ne zaman bu mektubu okusam, Bediüzzaman’ın sadece Hulusi ve Sabri abileri bize övmek için değil; aynı zamanda zıtların ahengini yakalayan mesleğinin sırrını da göstermek için bu mektubu yazdığını düşünürüm. Hatta lahikalar içerisinde yer alan her mektup ve sahibi, toplumun farklı bir kesimini yansıtan bir kimlik sahibi olarak, Kur’an sancağı altında nasıl topyekün biraraya gelinebileceğini gösterir bize. Ve ben, bunun en şefkatli ifadesini, Bediüzzaman’ın, yine lahikalarda yeralan şu cümlesinde yudumlarım: “Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz.”

Eyvallah Üstadım, eyvallah. Zaten son altmış yılın (ve belki on asrın) dağılıp kopmaları, kırılıp saçılmaları, husumetleri, pişmanlıkları da hep bu çok sıkı tutmalardan değil midir? Buna sebep de nazariyata bile sirayet eden taassup değil midir? Cadde-i kübra mesleğidir bu. Sıkmakla birarada durmaz. Sıktıkça parçalanır. O nur eli mesken ittihat etmez. Sokaklara ayrılır.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...