cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2024 Salı

Yalnızlık cemaatini aramadan yapabilir mi hiç?

Bu yazının notunu Azizler'i izlediğimde almışım. Şöyle yazmışım ajandama: "Yalnızlığımız yalnız kalamamaktan." Doğru. Kalabalık yalnızlığı arttırıyor gibi. Öyle hissediyorum arkadaşım. Yahut da şöyle bir haşiyesi var bu söylediğimin: Vahdetsiz kalabalık yalnızlığı arttırıyor. Hani mürşidim bir yerde diyor: "Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür." Yani kesirlerin paydası ne kadar büyükse çarpım da o kadar küçük bir rakama ulaşır. 2x2=4'tür mesela. Fakat 1/2x1/2=1/4'tür.

Yarıların çarpımı dörtte birdir. Fakat, şu da ilginçtir, aynı yarımlığı 'tamlık' olarak ifade etseydik bu defa başka bir sonuç elde edecektik. 1/2 litre yerine 500 ml deseydik örneğin. 500x500 başka bir sonuç çıkaracaktı. İşin bu kısmı biraz 'neyin matematiği' sorusuyla alakadardır zannederim. Yarımlığın matematiği yoksunluğu ölçtüğü için sonuçta yoksunluk katlanır ellerinde. O katlanmış yoksunluğu sana söyler. Tamlığın matematiği varlığı ölçütüğü için varlık katlanır ellerinde. Varlığını sana söyler. Lakin, yeter, bu enteresanlıkla ziyade meşgul etmeyeyim seni. Zira sesime çağrışım bundan dolayı olmadı. Evet. Asıl 'kalabalığın yalnızlığı arttırışıyla' ilgili konuşacaktık. Yani mevzumuz bir ters orantı meselidir.

Kalabalık yalnızlığı arttırıyor gibi. Bunu yapması intizamsızlığından. Düzensizlik parçaları birbirine muarız kılar. Ahbap olanlar da hasımlaşır cehennemde. Çünkü herkes kendi kaosunu cehennemi kılarak oraya taşımıştır. Pir Sultan Abdal'ın dediği gibidir: "Cehennem dediğin, dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendi götürür." Ateş demek yakan demek. Yakan demek yıkan demek. Vahdet bağlarını bozan demek. İntizamını yitirdikçe cemaatten kalabalığa dönüşüyor zaten. Fıtrata aykırılıksa her kargaşanın başı...

İtikaddaki düzensizlik kaosumuzu besliyor. Bir de mimarideki sancılarımızı buna ekleyebiliriz. Mimari karanlığı arttırabiliyor. Mimarideki düzensizlik cetvele uyumsuzluk değil, bilakis, belki cetvelin kendisiyle kavgası var. Çünkü ruh cetvele sığmıyor. 'Herkese aynı' duvarlara kafa atıyor. Kendine has renklerle boyayacağı şeyler olmalı. İnsan matematik değildir. Rakam olarak 2 'iki insan'ı ifade etmez. Cevherimizde hesap edilebilirlikten fazlası var. O yüzden sosyalbilimler asla fenbilimleri gibi olamadılar.

Bir zamanlar Mars'a yolculuğun önündeki en büyük engelin 'insanları birarada tutma güçlüğü' olduğunu okumuştum. Malum, uzay araçları dar mekanlara sahipler, mecburen. Ve o dar mekanda birçok insanı birarada tutmak gerekiyor. Astronotların uzayda yaşadığı psikolojik sıkıntıların başında bu geliyormuş. Başka bir insanla o kadar dar bir mekanda bu kadar uzun bir süre yaşamak. Kavga ettikleri oluyormuş sık sık. Dünyadaki âmirleri barıştırmaya çalışıyormuş. Yahut da uzmanlar giriyormuş devreye. Kolay değil. "Çıkıp bir hava alayım!" deseniz çıkılacak yer yok. Hava zaten yok. Ahbap hiç yok.

Böylesi bir okumayı mimariye dair de işitmiştim. Apartman tarzı iskanın Avrupaî bir tarz olduğunu söylüyordu müellif. Ve ekliyordu: Avrupalıların mahremiyet algısıyla müslümanların mahremiyet algısı bir değildir. Onlar komşularının bu kadar yakınlarında olmasından rahatsız olmazlar. Çünkü ailelerini bizim kadar kıskanmazlar. Fakat bizim başka bir dünyamız var. Apartman mimarisinde komşumuz bize aşırı yakın geliyor. Yakınlığı aşırı geldiği için de içten içe rahatsız oluyoruz ondan. "Keşke bu kadar yakın olmasalar!" diyoruz. Böyle dilediğimiz için de apartman mimarisi komşuluğu öldürüyor. Komşuluğa bu kadar düşkün bir kültürde başarabiliyor hem de. Zira kimse komşusunu o kadar yakınında istemiyor.

Azizler filmini izlerken de bunu düşünmüştüm işte. Yalnızlığımız yalnız kalamamaktan belki de. Biraz aramıza mesafe girse artacağız. Şiddet-i zuhurundan sakınıyoruz kendimizi. Kendimiz olabilecek bir köşe. Başkasıyla işgal edilmeyecek bir nokta. Hiçbirşey memleketteki gibi olmuyor nedense. Orada aramıza duvar girerdi. Bahçe girerdi. Yol girerdi. Bahane olurdu. Gitmek-gelmek olurdu. Dostluk olurdu. Herkes hem 'gidilebilecek' hem de 'ayrı kalınabilecek' mesafedeydi. Şimdi gidilecek-gelinecek kimse kalmadı. Buradaki kalabalıkla aramızda bir vahdet unsuru bulamıyoruz. Taşları yerine oturtamıyoruz. O yüzden kesir darbı gibi sürekli yalnızlaşıyoruz. Kalabalığın artmasının, faydası bir yana, zararı oluyor. Ancak kesir olunmayan yerlerde bir vahdet hissi sarıyor yüreğimizi. Cemaatleşmelerde bunun payı büyük. Oralarda insan vahdeti bulabileceği ruhlar tanıyor. Kalabalıklar yeniden cemaat olabiliyorlar.

Cemaatleri kapatmaktan bahsediyor bazen birileri. Gülüyorum. Kalabalığı kapatabilir misiniz ki cemaatleri de kapatabilin? Yalnızlığı kapatabilir misiniz ki cemaatleri de kapatabilin? Medeniyet denilen deniyet bize o denli yalnızlık verdi ki, nihayetinde, cevabımız 'cemaat' oldu. Yalnız bizim cemaatimiz yok üstelik. Hergün meyhaneye takılanların da bir cemaati var. Hergün kahvehanede 'al kızı-ver papazı' çevirenlerin de bir cemaati var. Bu cemaatleri kapatabilir misiniz? Hayır. Asla. Cemaatler kapanmaz. Kapanamaz. Zira yalnızlık kapanmayan bir dosyadır. Kapanan ancak hayvandır. "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez." Meyhane cemaatini öldürmek mümkündür arkadaşım, evet, fakat mescid cemaati ölmek bilemez. Çünkü medenileşen herkes yalnızlaşıyor. Yalnızlık cemaatini aramadan yapabilir mi hiç?

2 Temmuz 2024 Salı

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserinden şöyle bir nakil yapıyor:

"Hacı Bayram'ın vefatından sonra bütün müridler Akşemseddin'e tâbi olurlar. O sıralarda, hem Akşemseddin hem de Ömer Dede, Göynük'te ikamet etmektedir. Akşemseddin her kuşluk ve akşam vaktinde ihvanıyla zikreder. Zikirden sonra birbirleriyle musafaha ederler. Ve müridler şeyhin elini öper. Yalnız Ömer Dede mescidin bir köşesinde oturur. Zikir halkasına dahil olmaz. Akşemseddin bu durumdan incinir. Birgün Ömer Dede'ye der ki: 'Zikir halkamıza dahil olman gerekir. Yoksa senden şeyhin (Hacı Bayram'ın) verdiği hilafet tacını ve hırkasını alırız.' Dede: 'Madem öyle, yarın (cuma günü), namazdan sonra bizim eve gelin. Size hırka ve tacı teslim edeyim' diye cevap verir. Ertesi gün evinin avlusuna büyük bir ateş yaktırır. Namazdan sonra Akşemseddin, ihvanıyla birlikte, eve gelir. Ömer Dede, sırtında hırka, başında tac olduğu halde ateşe girer. Ateşten çıktığında, hırka ve tacın yandığı, fakat kendisine birşey olmadığı görülür. Bu andan itibaren kendisi ve müridleri tac ve hırka giymez olurlar. Onun tarikine intisap edenlerin giysilerini değiştirmelerine gerek kalmaz. Bu hâdiseden sonra Bayramî yolu ikiye ayrılmış ve Akşemseddin ile Ömer Dede arasındaki soğukluk ortadan kalkmıştır."

Yine, Dr. Abdulhuseyn Zerrînkûb'a ait olan, Sûfî Mirasının Değeri (Visal Yayınları) isimli eserde de şöyle bir bilgi yeralmaktadır:

"Şeyhlerin sohbet ve hırka isnadı (hadis ehlinin icazet silsilesi gibi) önemli sayılıyordu ve her halukârda tarikat silsilelerinde biat, hilafet, icazet, meşihat ve kürsiname büyük öneme sahipti. Şeyhin vasiyeti gereği veya biat uyarınca yerine geçen halife veya 'veli-yi seccade' ya da 'seccade-nişîn'ler ruhsat sahibi sayılıyor, eski şeyh gibi, tarikata mensup mürit ve sâliklerle bağlı tekkelerin şeyhlerinin tamamı tarafından itaat edilip izleniyordu. Kimi zaman da (elbette çok seyrek olarak) hilafet ve biat iddia edenler arasında ihtilaf çıkıyordu. Örneğin: Hâce İshak Hatlânî'nin halifeliği konusunda yaşanan anlaşmazlık biri Nurbahşîlik ve diğeri de Zehebîlik olmak üzere iki ayrı silsilenin ortaya çıkmasıyla sonlanmıştır. Gerçekte, Hâce İshak'tan önce de, silsilesi Silsiletü'l-Zeheb adıyla meşhur olmasına rağmen, Zehebîlik, Seyyid Abdullah Berzişâbâdî adındaki halifesine tâbi olanlara özgü hale gelmiştir."

  İşte, bir süredir devam eden, hamiyet-i İslamiye sahibi olan herkesin ciğerini yakan, İsmailağa cemaatindeki anlaşmazlığı da yukarıdaki perspektifle ele almaktayım ben. Allah amellerinin karşılığını ecr-i kesirle mükafatlandırsın. Mübarek ocaklarının nuru kıyamete kadar sönmesin. Nurcu bir kardeşleri olarak ancak hizmetlerinin devamına dua ederim. Nakşibendî-Halidî dergâhı, küçük bir kardeşleri hükmündeki Risale-i Nur hizmetinin duasına muhtaç değildirler ya, fakat yine de kardeşlik ancak böyle gösterilir. Kardeş kardeşine dua eder. Mü'minin mü'mine en büyük yardımı dua iledir. Hayırlarını dileriz.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"Malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem' olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadîsle: Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek..."

Biz de böyle biliyoruz. O sebeple Anadolu'yu hocalarıyla fetheden bu güzel ocağın bereketinin kesilmemesini can u gönülden diliyoruz. Onların felaketini kendi felaketimiz gibi telakki ediyoruz. (Ben kendi adıma kesinlikle böyle düşündüğümü belirttiğim gibi nurcuların da alelekser böyle hissettiklerine kâniyim.) Ne de olsa, mürşidimiz Bediüzzaman Hazretleri de Nakşibendî-Halidî medreselerinden yetişmiş, mürşidlerinden ders almış, eserlerinden istifade etmiştir. Allah hepsinden razı olsun.

Biraz da bu imanımıza binaen, mabeynlerinde gördüğümüz gerilimi, yine Nakşibendî-Halidî dergahının mübarek bir kandili olan Abdülhakim Arvasî Hazretleri ile mürşidimiz arasındaki bir küçük-muvakkat anlaşmazlığa dair yazılmış şu mektubun içeriğiyle alakalı görüyoruz. Bu mektup o asil hocaların arasındaki anlaşmazlığa da merhem olur şeklinde, inşaallah, ümit ediyoruz. Hem de bu dumanlı atmosfere bakarak o mübarek ocağa hüsnüzannını kaybetme tehlikesi yaşayanlar varsa, Allah öyle vartalardan cümlemizi korusun, onlara da bir şifa sunacağını kuvvetle umuyoruz-diliyoruz.

İlgili mektup şöyledir:

"Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: 'Gaybı Allah'tan başkası bilemez!' sırrıyla ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen 'Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler...'deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir. Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor."

Evet. Şimdi biz de, muhterem-muazzez hocalarımızdan, mabeynlerindeki anlaşmazlıkta mezkûr hususlara nazar etmelerini istirham ediyoruz. Zira onların zararı hepimizin, tüm Türkiye'nin, hatta âlem-i İslam'ın zararı anlamına geliyor. Anlaşmazlıklarının hararetlendiğini gördükçe mülhidlerin yüzü gülüyor, şeytanlar bayram ediyor, münafıklar seviniyor. Onları sevindirmemek, hem dostları üzmemek, hem de Efendi Hazretleri merhumun denizler dolusu emeğini zâyi etmemek için tansiyonu düşürmek elzemdir. Elbette böylesi inkıbaz halleri yaşayanlara ağır gelir. Lakin, kimbilir, sırr-ı kadere taalluk eden ne hayırlar vardır. Ne çiçekler açacaktır. Cenab-ı Hak tez zamanda sulh u selamete çevirsin. Âmin. Âmin.

14 Ekim 2018 Pazar

Çav Bella'yı Sordum Sarı Çiçeğe'den daha gür sesle söylemek

Gönül istemezdi ki olalım ama tanıdıklarımdan birkaçının boşanma sürecine şahit oldum. Bazılarını ise sonradan dinledim. Farkettiğim tevafuk şu oldu: Ne zaman ki eşler arasında 'senin-benim' ifadeleri kullanılmaya başlanıyor, artık arabanın freni patlamış oluyor, yokuş aşağı boşanmaya doğru gidiliyor. 'Senin-benim' ifadelerinden kastım nedir? Özünde bir 'mülkiyet' kavgasıdır. Sözgelimi: Ortak kullanılan arabanın üzerinde hanımın hissesi fazladır. (Yani daha çok parayı o koymuştur.) Ve kavganın bir yerinde der ki:

"Araba benim! Sen ne karışıyorsun?" Veya aynı şekilde, erkek, başka bir ortak eşyanın üzerinde hayat arkadaşının hakkını gözardı ederek der ki: "O şey benim! Sana ne?" İşte, bir çift, ne zaman ki böyle ifadeleri birbirine karşı sıklıkla kullanmaya başlıyor, aralarındaki bağlar da kopmaya başlıyor.

İşin şöyle tuhaf bir yanı da var: Başka türden gerginlikler kolay unutulsa da böylesi yaşanmışlıklar bir türlü unutulmuyor. Yıllar geçtikten sonra bile, benzer bir zemin fırsat bilinerek, hemen hatırlatılıyor: "Sen zaten bir keresinde de böyle böyle demiştin!" Hatta bazen, bu sözlerin üzerine söylendiği eşyayla, sözün muhatabı olan taraf 'bir daha ilişki kurmamayı' da seçebiliyor. Sözgelimi: Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, kadın erkeği arabanın sahipliğinden bir kez dışlamış olsun, erkek o arabayı kullanmayı artık şerefine yediremiyor. Tersi misaller de çoklukla vardır. Görülmüştür. Bulunur. Belki benim örneklerim size kendi tecrübelerinizden/şahitliklerinizden başka başka misalleri de hatırlatmıştır. Hepimizin ne yazık ki rastladığı şeyler.

Yani 'mülkiyet' başlığı altında süren tartışmaların erkek ve kadın arasında 'fayhattına benzer' bir mahiyeti var. Bediüzzaman, 11. Mektup'ta, "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" ayetini tefsir ederken şunları söyler:

"Hükm-ü Kur'ânî, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet, adalettir. Çünkü, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler, irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir. Çünkü, o zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ân'a göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi, ona 'Benim servetimin yarısını ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk...' nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi, ona 'Hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip...' nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde, o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az birşey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Haktan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür."

Yani mirasta kızı erkekle eşit tutmak, mirası eşit paylarla bölüştürmek, kıza yapılmış bir zulümdür. Kur'an'a ve sünnete göre bu böyledir. Ayetin sarih ifadesiyle, sünnetin uygulamasıyla ve ümmetin icmaıyla da sabittir. Bunu şu asrın feminist yüzüne anlatmak ise büsbütün zordur. Çünkü onlar daha siz 'fıtraten nazik, nazenin ve hilkaten zaife ve nahife kız' der demez üstünüze bin yerden top atışı yaparlar: "Ne demek bütün bunlar? 'Kadınlar erkekten daha zayıftır!' demeye mi getiriyorsunuz? Aşağılıyor musunuz bizi?"

Halbuki niyetiniz aşağılamak falan değildir. Niyetiniz fıtratı, yani yaratılışımızı, hiçbir tasannu ve kibre kapılmadan ortaya koymaktır. Fakat muhataplarınızın kibri ve bu kibrin beslediği refleksleri o kadar açılmıştır ki, lafı ağzınıza tıkarlar, hatta bir de alay ederler: Üzerinizde 'ata-erkil toplumun' veya 'erkek-egemen zamanların' izleri vardır. İslam geleneği de elbette bu 'eril taassub'dan kendisini koruyamamıştır. Biraz daha insaflı(!) olanları belki şu noktaya gelebilirler: Kur'an, ata-erkil bir topluma inmiştir, elbette bir süre onların nabzına göre şerbet vermek gerektiğini bilmektedir. Ama artık bu 'nabza göre şerbet verme'ye gerek kalmamıştır. İşler değişmelidir.

Ben, ümmetin asırlardır uygulayageldiği şeylere karşı yapılan karşı hamlelerde de, benzer bir mantığın olduğunu düşünmekteyim. Bizim dünyamızda 'eşitlik' artık 'fıtrat'tan daha vurgulu. Adaletimiz de, bu nedenle, birinden çok diğerine meylediyor. Kadın ve cami ilişkisi üzerine başlayan tartışmalarda da kokusunu alabiliyoruz bunun. Kadın artık camide daha çok varolmak istiyor. Daha çok pay, saf, hak istiyor. Çünkü oradaki paylaşımın eşitliğe uygun olmadığını düşünüyor. Peki fıtrata uygun mu? Bu soruyu durup düşünecek zamana sahip değiliz. Genciz. Feminist bir enerji ile dolup taşmaktayız. Sahiplik iddia edebileceğimiz her yer hakkında sahipliğimizi iddia ederiz. Erkeklerin varolabildiği her yerde biz de varolabiliriz.

Bunun bedeli ne olur peki? Sanıyorum ödenecek bedelde çok bir değişiklik olmaz. Bir fayhattına daha sahip oluruz böylece. Geriye çekilmekle daha kuvvetlendirilecek ilişkiler yerine, ileri gidilerek zayıflatılan bağlar doldurur dünyamızı. Mirastan erkek kardeşinin yarısı kadar hisse almayı kabullenmeyen kızın, Bediüzzaman'ın yukarıda ifade ettiği gibi, hem kardeşi ve hem de babasından kazandığı muhabbet/şefkat yerine, hiddetli/şiddetli bir kavgası olur. Çav Bella'yı Sordum Sarı Çiçeğe'den daha gür sesle söyleyen bu asrın insanına da bu yakışır elbette: Kıyameti koparana kadar yerleri sallamak.

6 Ekim 2018 Cumartesi

Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum?


Metin Karabaşoğlu abi Fethi Çağıl'ın konuğu olduğu bir Haftanın Yorumu Özel'de FETÖ hakkında şunları söylemişti: "'Böyle bir darbe teşebbüsü (YN: 15 Temmuz kastediliyor) savuşturuldu. Tamam. Mesele bitti!' olarak da görmüyorum. Bakarsak; sürekli, zemin altında, kırk-kırkbeş senedir kök salan bir yapı artık ifşa oldu. Evet. Son beş sene içerisinde. MİT Krizi, dersaneler meselesi, 17-25 Aralık derken ifşa oldu. Fakat ifşa olmasına karşılık o yapı sürekli el arttırdı. Her aşmada bir öncekinden daha da beteri bir savrulma, bir ihanet, bir eylemsellik ile çıkıyor karşımıza. Burada kalmayabilir. Bundan daha da beterini görebiliriz. Bunu da dikkate almamız gerekir diye düşünüyorum.

Niye böyle söylüyorum? Çünkü, tekrar ifade edeyim, daha hakkıyla üzerinde durulmamış bütün o tırnak içinde 'sabırlı' hazırlık sürecini yöneten, ondan sonra yeri geldiğinde hakimse hakim, polisse polis, akademisyense akademisyen, esnafsa esnaf, subaysa subay. Herkes yeri geldiğinde, emir geldiğinde artık, kurulmuş bir robot gibi harekete geçiren unsur. O unsur, evet, teolojik bir boyut taşıyor. Bir teolojinin ürettiği bir psikolojik motivasyon var.
"

Dostlarım affetsinler. Ben galiba bu türden cümleleri kurmanın normal olduğu bir zamanda takılıp kaldım. Sonrasında yaşanan gelişmeleri de yeterince kavrayamadım. Doğrudur. Olabilir. Kafam biraz yavaş çalışır zaten. Fakat şunu yine de anlayamıyorum: Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum? Nasıl bu kadar ileriye gidebildim? Doğrusu bunu bilmek, değişimimi gözlemleyebilmek, en azından 'değiştiğimden haberdar olmak' isterdim. Lakin, yok, olmadı. Ben kendimin değiştiğini anlayamadım. Fakat beni dışarıdan izleyenler 'şıp' diye anladılar.

Halbuki 15 Temmuz'un yaşanmasından beri 'Yaş da yansın kurunun yanında!' diye birşey söylemedim. Masum olduğunu bildiğim, hadi isim de verelim, Ahmet Yıldız abi gibi insanların görevden alınmasına tepki verdim. (Tanımadıklarımda, istikameti burada gördüğüm için, sessiz kaldım.) Bunlarla ilgili yazdıklarım, geçmişimi silmek âdetim olmadığı için, sosyalmedya hesaplarımda bulunabilir.

Ancak hep şuna dikkat çektim: FETÖ mevzusu 'suçun şahsiliği' ilkesini (fıkıh yerine ilkenin konmasına nasıl gıcık olduğumu başka yazının konusu yapacağım) koyup da 'Hop!' diye sonuç alınabilecek bir olay değil. Bir kere bu suç 'şahsî' mi 'organize' mi? Taraflar bu konuda uzlaşabilmiş değil. Bunun tartışmasını yapmaya yanaşmadan yürüyoruz meseleye. Bu yürüyüşten insanların/devletin kulak vereceği bir nasihat çıkmayacak. Belki ancak şu olacak: İşte, tıpkı benim yakın zamanda yaşadığım türden, kendileriyle aynı şekilde düşünmediğim kişiler 'imtihanı kaybedenler' başlığı açıp adımı da üstlerde bir yere yazacaklar. Tabii, bunu yaparken, FETÖ'nün da aynı şekilde başlıklar açıp, kendisi gibi düşünmeyen dindarları içine yazdıklarını hatırlamayacaklar.

Köşelerden savaşmak kolaydır. Artık epey eskidiğini biliyorum ama gençliğimde çok oynadığım Quake diye bir oyun vardı. Elinizde silahla sanal mekanlarda dolaşıp birbirinizi avladığınız oyunların ilkiydi sanırım. Orada, en sevilmeyen oyuncular, köşeleri tutanlardı. Evet. Köşe tutmanın rahat bir tarafı vardı. Sağınızdan-solunuzdan düşman gelmeyeceğini bilirdiniz. Köşede beklerdiniz. Gelip-geçen olursa vurup puan alırdınız. Ancak böyle oyuncuların artmasıyla oyun tatsızlaşırdı. Herkesin bir köşe bulup kurulduğu oyunda kimse ortalarda dolaşmadığından can sıkılırdı. Bu yüzden öyle oynamayı âdet edinenlerle kimse oynamak istemezdi.

Doğrusu artık ben de sıkılıyorum. Çünkü kimse köşesinden çıkmak istemiyor. Herkes bir başlığı kendi adına mülk edinip rakibini diğer başlık içinde kalmaya zorlayarak (hatta itekleyerek) kolay yoldan haklılık arıyor. Müzakere zemini var mı? Sanmıyorum. Varsa da çok kısıtlı. Azıcık konuşsanız "Hakkın hatırı âlidir!" ile ağzınıza bir şamar alıyorsunuz. O cümle sanki "Ben ne diyorsam o!" makamında söylenmiş gibi bir muamele görüyorsunuz. Her neyse... Meselenin bu tarafı gayet acı olmakla birlikte çok da konuşmayla sonuç alınabilesi değil. Çünkü saflar giderek kalıcılaşıyor. Duygusallığın arttığı yerde empati azalır.

İşte, 'adalet-i mahza'yı daha oyunun ilk dakikalarında tutup, oradan düşman avlamaya çıkan sniperlar da "Ya bu iş o kadar basit değil!" diyen herkesi 'adalet-i izafiye' torbasına sokuyorlar. "Şunu bir konuşalım/tartışalım!" diyen herkes "Oooo filanca beyler de adalet-i izafiyeci olmuşlar!" rivayetlerine dahil ediliyorlar. Argümanları, karşı başlık altına sokulmakla, 'konuşulmaz' kılınıyor. Bunu herkes yapıyor. Ben de sadece bir tarafı suçlayarak aynı hataya düşmek istemem.

Lakin meseleyi bu kadar basitleştirmek de istemem. Zira bu kadar basitleştirilince birşey üretilmez. Çözüm çıkmaz. Nasihat edilmez. Edenler de dinlenilmez. Herkes kendi köşesinden çıkmadan havayı yumruklamaya devam eder. Bu yüzden, tıpkı maçı başlatan hakem gibi, her iki tarafa da bir parça 'köşesinden çıkmayı' teklif ediyorum. Bir kere 'adalet-i mahza'cılara şöyle bir soruya cevap vererek azıcık dışarıya adım atmalarını öğütlüyorum: "Sizler FETÖ'nün işlediği suçların 'bireysel' mi 'organize' mi olduğunu düşünüyorsunuz?"

Bence bu soruya hiçbir insaflı muhatap 'bireysel' diye cevap vermez. Çünkü eylenenlerin bir organizasyon işi olduğu hepimizin kabulü. Güneş gibi aşikâr olan birşey. Bizim burada tartışmamız gereken 'suçun şahsiliği' değil. Suça kimlerin/ne kadar dahil olduğu? Kimin/ne kadar mesul tutulabileceği? Kimin/ne kadar içinde yeraldığı? Soru bu olmalı ve cevap da şu şekilde aranmalı. Eğer siz organize bir örgütün işlediği suçlardan 'suçun şahsîliği' ile çıkmaya çalışırsanız ne sorunu çözebilirsiniz ne de muhatabınız ne söylemek istediğinizi anlar. Mevcut iletişimsizliğin kaynağı da budur bence. Tedavisi tavrın değişiminde saklıdır.

Suçun şahsîliği organize eylemlerde ne şekilde uygulanır? Cevap aramamız gereken soru bu olmalı. Veya ondan öncesinde, FETÖ özelinden konuşursak, cemaat nerede başlar nerede biter? Örgüt nerede başlar nerede biter? Silahlı terör örgütü nerede başlar nerede biter? Bu tür birçok soruya kesinleştirilmiş cevaplar bulunmalı. FETÖ başlığı altında bu tanımların tarifi, tasnifi, kriterleri konulmalı.

Eğer siz bu alt soruların tamamını görmezden gelip, yanıtlamaktan çekinip, alternatif üretmekten kaçarsanız, sizi kimse muhatap almaz. Çünkü aklın muktezasını iptal ediyorsunuz. Adamlar karşılarında bir organizasyon görüyor. Çok komplike bir hazırlık ve eylem süreci yaşıyorlar. Siz de diyorsunuz ki: Suçun şahsîliği...

İyi de bu bireysel suç değil ki. Bireylerin bireysel olarak işledikleri suçlar büyük resmin görünürlüğünü ortadan kaldırmıyor. Atıyorum: Ankara'da sivilleri bombalamış F-16 pilotunun girdiği kanda İstanbul'da tank ile yol kesmiş subayın ne ölçüde payı var? Ona sosyalmedyadan destek vermiş sivilin buradaki payı ne kadardır? Darbeyi meşrulaştırmaya çalışan köşeyazarının bu cürmden payı ne olmalıdır? "Yoktur!" derseniz alacağınız cevap "Hadi ordan!" Daha ötesi değil. Bütün bu alt sorulardan kaçıldığı sürece hiçbir yere varılmaz.

Elbette iyi bir tasnif şart. Elbete bu tasnifte somut delillere şüpheden daha fazla pay verilmeli. Ancak şunu da kabul edelim: Kendisini gizlemeyi daha çocuk yaşlarda öğrenmiş böyle bir örgütün mensuplarına karşı hiçbir şüpheyi haklı görmezseniz yarın iş hakikaten Metin Karabaşoğlu abinin dediği noktaya gelir: 15 Temmuz'un bin beterini yaşarsınız. Ve sokakta işlenen ve faili belli/sınırlı bir suçla FETÖ'nün eylemlerini aynı ilkeyle, hiçbir farklılık kollamadan, çözmeye çalışırsanız kendi ellerinizi ellerinizle bağlarsınız. Benim bu söylediklerime 'ademe vücud rengi vermek' olarak bakanlar da azıcak insaf etsinler. Bizi aptal yerine koymasınlar. Bu bütün ithamlardan daha çok can yakıyor.

Anlatılır ki: Mızrağa Kur'an sayfası asılıp kaldırıldığında durmak isteyen Hz. Ali (r.a.) değildi. Ancak ordusundakileri ikna edemedi. Bunun bir hile olduğunu biliyordu. Yaklaşan galibiyetin kesinleştirilmesi için devamını istiyordu. Olmadı. Savaşın devam ettirilememesi tedavisi asırlar süren bir yaranın açılmasına sebep oldu. Biz de buradaki dersi günümüze taşıyalım: Taraflardan birisine biraz daha 'merhamet' diğerine biraz daha 'empati' lazım. Başka birşey değil. Böyle olursa ancak çözüm bulunur.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Cemaatler ne zaman tehlikeli olur?

"Parçalaştığın kadar ihlaslısın..." yazımda 'asabiyet' ile 'ihlas' arasındaki bir nüansa dikkat çekmiş, fakat üzerinde yeterince durmamış, koşarak uzaklaşmışım. Şimdi, biraz da 'konuşulması iyi gelir bir zamana' denk geldiği için, durmak istiyorum. Öncelikle, azıcık hatırlayalım, biz o yazıda ihlası nasıl bir çerçevede tarif etmiştik? İhlası 'parçanın bütündeki vazifesi için kendi vurgusundan vazgeçebilmesi' olarak düşünmüştük. Peki bu ne demekti? Bu 'en büyük resimde' tevhidin parçası olmakla tatmin/mutlu olmaktı. Onu amaçlamaktı. Ve 'bütünler bütününe' dahil oluş süreci ancak rıza-i ilahî ile yaşanılırdı. Bu nedenle ihlaslı olmak aslında Allah'ın rızasını (öncelikle) amaçlamak ve (sonra) kazanmaktı.

Bu tarifi bencileyin önemsiyorum. Çünkü ihlas en nihayetinde 'en büyük resmin parçası olmakla' hakikatini buluyor. İnsan, Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sına ayna olmak için yaratıldığını farkettiğinde, kainatın geri kalanı da aynı vazifeyi yaptığı için, bir bütünlüğe dahil oluyor. Bu bütünlüğün daha üstü yok. Bu tam anlamıyla evrenin kardeşliği. Herşeyle kardeşlik. Taşla, ağaçla, kuşla, çiçekle, böcekle, yıldızlarla, galaksilerle... Herşeyle kardeşlik.

Tek hakiki bütünlük bu olduğu için, bundan gayrı bütünlükler (ne kadar büyük olurlarsa olsunlar) ancak bu bütünlüğün parçaları mesabesinde kalabildikleri için, ihlas da en kemal manada bu bütüne parça olmakla yaşanıyor. Biraz da bu nedenle bütünün amacını 'iman ile' bilen elbette bilmeyenlerden ihlaslı oluyor. En azından bu ihtimale güzel bir kapı açılıyor. Kıymetini bilene...

Evet. İman öncelikle bütünün anlamından haberdar olmaktır. Bu haberdar oluş sayesinde kişi, ne kadar küçük bir alan işgal ederse etsin, evrenin parçası olur. Tevhide iman eden tevhidin parçası olur. Evvelinde parçası değil midir? Parçasıdır fakat şuurunda değildir. Cenab-ı Hak biz gibi iradeli mahluklarından diğerlerinden istediğinden bir fazlasını ister. Nedir o fazladan istediği? İrademizi, şuurumuzu, dikkatimizi, sevgimizi, aklımızı ve kalbimizi bu bütünlüğün farkındalığıyla doldurmamız. Biraz derinlikli bakıldığında ibadetlerin öğrettiği de budur. Hem tefekkür de aslında bunun içindir.

Tamam. İhlası hatırladık. İhlas en büyük bütünün parçası olmak. Ok. Peki 'asabiyet' ne? İşte, ben, asabiyeti de ihlasın rağmına bir tarifle 'daha küçük bütünlükler için vurgudan vazgeçme' olarak tanımlıyorum. Asabiyetlerde bir ihlas kokusu var mı? Var. Hatta bazen, mürşidimin Ermeni fedaileri örneğinde dikkat çektiği gibi, kendi hayatlarını o bütünlük için acılar içinde sonlandıracak kadar bir 'bütünlük aşkı' taşıyabilir asabiyetçiler. Milletleri için ölebilirler. Takımları için helak olabilirler. Mahalleleri için kanlarını dökebilirler.

Fakat asabiyetçilerin hayatlarını adadıkları bütünlükler, en nihayetinde, kocaman bir okyanustaki 'erimeyen buz parçaları'dır. Yani: Daha büyük bir bütünlüğe bakmaz onların adandıkları bütünlüklerin yüzleri. Adandıkları, bütünler bütünü sandıkları, öyle iman ettikleri 'parça-bütünlük' için geçerler kendi hayatlarından, vurgularından, bencilliklerinden.

İşte, asabiyetleri, milliyetçilikleri, ırkçılıkları, cemaatçilikleri, grupçulukları, takımcılıkları, particilikleri hep burasından tutup ayırırız: Onlar daha büyük bir bütünlükte erimeye yatkın değildirler. Kendi buzlarının varlığını koruma temayülündedirler. Hatta yeri geldiğinde daha büyük bütünlükleri bu parça-bütünlük adına yıkarlar. Bir kardeşliği devirip bir bencillik kurarlar. Sahte ihlasları, gölge samimiyetleri, kurgu hamiyetleri sayesinde başarırlar da bunu. Hatta uzaktan bakanlar bunu da bir tür ihlas sayarlar.

Fakat mürşidim ne güzel der: "Müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir."

Hayır arkadaşlar hayır. Bu ihlas değildir. Bu, hadis-i şerifin tabiriyle, asabiyet-i cahiliyedir. Çünkü yüzü tevhidde değildir. Bir müslüman ister takım tutsun, ister parti, ister mahalle; bütün bunlarda yüzü daha büyük parçaya bakmaktadır/bakmalıdır. O bütünlüğün içinde erimeye yatkın bir şekilde şu parçalılığı yaşamaktadır/yaşamalıdır. Bu nedenle ehl-i sünnet ve'l-cemaatten olmak bizim için tüm altgruplardan daha üstündür. Tasavvuf mesleğinde olmak bir tarikate mensubiyetten daha üstündür. Müslüman olmak her millete mensup olmaktan daha üstündür. Metinden istifadeyle söylersek: İçerideki elmasın değeri kalenin taşlarından elbette daha üstündür. Zaten kale elması korudukça güzeldir.

Daha büyük bir parçayla daha küçük parçanın sınandığı bir anda biz tercihimizi mutlaka 'daha büyük parça' adına kullanırız. (Kullanmalıyız.) Çünkü daha büyükten daha büyüğe bir yolculukla en büyüğe, yani tevhide, ulaşabileceğimizi biliriz. Namaz kılınacağı zaman, imam ister Hanefi olsun ister Şafii olsun, arkasında diziliriz. Ehl-i sünnet olmanın zamanı gelmiştir diye inanırız. Orada daha küçük parçamızı eritiriz. Hangi tarikatten olursak olalım birbirimizin mürşidine hürmet ederiz. Zikrine rağbet ederiz. Varlığına dua ederiz. Kendi parçamız adına bütün bozulsun istemeyiz. Erimeye yatkın yaşarız. Erimeye yatkın yaşamakla ihlasımızın asabiyete dönüşmesine engel oluruz. Bediüzzaman'ın 'buz parçası olan enaniyet' tabirinden hareketle söylersek 'daha büyük bir buz parçası olan cemaatimizi' de büyük havuzlar içerisinde eritiriz.

Bu eşiği çok önemsiyorum. Çünkü ihlas ile başlayan gruplaşmalar biraz da bu nüans gözetilmediği için bir süre sonra 'parçacık asabiyetine' dönüşüyorlar. Daha büyüğü içinde erimek yerine, kendi küçüklüğünü bütüne dayatmayı deniyorlar, o da elbette olmuyor. Bünye kabul etmiyor. Küçük büyüğü yutamıyor. Bütün kendisiyle uyumsuzluk gösteren parçayı reddediyor. Cemaatler olarak varlığımızı sürdürmemiz biraz da bu nüansı aklımızda-kalbimizde-hayatımızda tutabilmemizle mümkün. Parçalığımızın şuurunda olabilmeliyiz ki bütün bizi tükürmesin. Dışlamasın. Reddetmesin. Cenab-ı Hak, hepimize, böylesi bir hakiki kardeşliği yaşamayı nasip etsin. Âmin.

10 Şubat 2017 Cuma

FETÖ Abdülhamid'i kullanmaz mıydı?

Ortaokul 3. sınıftan Lise 1'in sonlarına kadar FETÖ'nün evlerine/abilerine devam ettim. Bu süre zarfında herhalde yüzlerce vaazını dinlemiş ve onlarca da kitabını okumuşumdur. İtiraf edeyim: Onlar "İtaat sorunu var!" deyip şutlayıncaya kadar büsbütün irtibatımı koparamamıştım. Evet, itiraz ediyordum. Evet, bazı şeyleri yanlış/saçma buluyordum. Evet, işin içinde bir tuhaflık/dengesizlik olduğunu hissediyordum. Ancak yine de FETÖ'den büsbütün kopmaya cesaret edemiyordum. Neden?

Bunu anlatabilmem için öncelikle size 'manevî istibdat' denilen şeyi tarif etmem gerek. Manevî istibdat, kişinin, fiziksel/dünyevî tehditlerle değil, metafizik/gaybî öğelerle esaret altına alınmasıdır. Maddî istibdatta, insanlar, somut varlıklardan görecekleri zararlardan korkarlar. Manevî istibdatta ise cezasından korkulan şeyler soyut varlıklardır. Ve biz FETÖ'ye devam ettiğimiz dönem boyunca, alttan alta, bir manevî istibdat ile baskılandık.

Cemaate girmek kolaydı. Hele gelecek adına menfaat beklenen bireylerseniz giderek de kolaylaşıyordu. Fakat çıkmak konusunda 'dünyanın kenarından cehenneme düşmek' gibi derin kaygılarımız vardı. FETÖ'deki en büyük marazlardan (veya taktiklerden) birisi; İslam tarihindeki bütün manevî istibdat malzemesini (veya elverecek şekilde evriltebileceği malzemeyi) başarıyla çocuklar-gençler üzerinde kullanmasıydı. Sınavlara hazırlanmak için eğitim kurumlarına/öğretmenlerine mecbur olan öğrencileri oralarda öyle bir endoktrinasyona tâbi tutuyorlardı ki, cemaate bir defa giren bir çocuk, eğer hepten dine düşman olmayacaksa, cemaatten kopmayı 'cehenneme atlamak' gibi görüyordu. FETÖ bunu nasıl başarıyordu? Bunu, siyerden tutun peygamber kıssalarına, Risale-i Nur'dan tutun II. Abdülhamid anlatılarına kadar 'bükmeye elverişli bulduğu' geniş bir malzeme yelpazesiyle başarıyordu.

Şeriata aykırı işlerini Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssası üzerinden 'hikmeti sonra anlaşılacak' şeyler olarak lanse ederken; dinlerarası diyaloglarında 'Muhammedu'r-Resulullah'tan ödün vermelerini ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın müşriklere "La ilahe illallah deyin, kurtulun!" buyurması üzerinden meşrulaştırıyorlardı. (Yani; o, müşrikleri İslam'a çağırırken böyle yapıyorsa 'Muhammedu'r-Resulullah'a çok da takılmamak lazımdı.) Cemaatten çıkma konusunda ise iki şeyi Gülen'in sohbetlerinde sık andığını hatırlıyorum: Risale-i Nur'dan (çarpıttıkları) bir metin ve merhum II. Abdülhamid'e dair (uydurdukları) bir hikaye.

Çarpıttıkları o metin ne idi? Hemen alıntılayayım: "Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i Kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var." İşte, bu metin, bağlamından koparılarak deniliyordu ki: "Hizmetlerimizin gitmediği ülke kalmadı. Bu işin şu zamanda en büyük mümessili biziz. Şimdi bizden ayrılırsanız, sadece bizden ayrılmış sayılmazsınız, dinsizliğe dahil olursunuz." Böyle bir tuzağa düştükten sonra artık size iki yoldan birisini seçmek kalıyordu: Ya cemaate herşeye rağmen devam edecektiniz. Veya sadece cemaatten değil dinden de kopacaktınız. Nitekim, ben, FETÖ'den koptuğum dönemde böyle bir boşluğa düştüğümü (düşürüldüğümü) hatırlıyorum.

Halbuki Bediüzzaman'ın şu ifadeleri hem içerisinde bulundukları metinle hem de başka birçok bağlamla kayıtlı ifadelerdi. Daha sonra Risale-i Nur'un birebir/cemaatsiz bir talebesi olduğumda farkettim. Bediüzzaman o gibi yerlerde kendisine, eserlerine ve talebelerine (imana hizmetlerinden dolayı) savaş açıldığı bir dönemde mahkemede Risale-i Nur'dan teberri edenlerden yakınıyordu:

"Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane değil, belki tenkidkârane iki küçük meseleyi beyan edeceğim: Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nur'u müdâfaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkârınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkârınız, 'Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar!' diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok."

14. Şua'da mezkûr meseleyi vuzuha kavuşturacak birçok metni ve hatta Bediüzzaman'ın talebelerine ettiği duadan 'sadıkıne/sadıklar' ifadesini çıkarmasının nedenini okumak mümkün. Hepsinden özetle şunu anlıyorsunuz: Hakikaten o sırada Bediüzzaman'dan teberri edenler karşı tarafa yardım etmiş oluyorlar. Çünkü muhatabın eline bir gerekçe/dayanak tutuşturmuş oluyorlar. Yoksa bu metinle Bediüzzaman, hâşâ, "Nur talebesi değilseniz dinsizlere yardım ediyorsunuz!" inhisarcılığı yapmıyor. Eserlerinin/hayatının bütününe baktığınızda zaten böyle bir inhisarcılığın ondan sâdır olmasının mümkün olmadığını görüyorsunuz. Ama ne var? Mahkemede işleyen bir süreç var. Nur talebeleri tevkif edilmiş. "Beni, çekingenliğinizle onlar karşısında yalnız bırakmayın, elimi zayıflatmayın, hasma destek olmayın!" diyor. Hatta başka bir yerde daha açık ifade ediyor bunları:

"Ve deyiniz: Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi-otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli... deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz."

İşte FETÖ, bu ve benzeri metinleri bükerek manevî istibdadına malzeme buluyordu. Tabir-i caizse 'ima yoluyla tekfircilik' yapıyordu. Bu hususta kullandığı ikinci öğe ise; merhum II. Abdülhamid'e dair, (güya) merhum Mehmet Akif'in anlattığı bir hikayeydi. Kaynağı meçhul ama internette rahatlıkla bulunan bu hikayeyi aklımda kaldığı kadarıyla nakledeyim:

Mehmet Akif bir gün çok ızdıraplı bir ihtiyara rastlıyor camide. Derdini öğrenmek istiyor. O da, vaktiyle II. Abdülhamid'in subayı olduğunu, ancak mirasa konunca ordudan ayrılmak istediğini ve evvelen buna izin vermeyen Sultan'ın, ısrarları sonucu onu azlettiğini anlatıyor. Ardından bir rüya görüyor bu ihtiyar. Rüyasında Efendimiz aleyhissalatuvesselam Osmanlı ordusunu teftiş ediyor. Yanında da II. Abdülhamid var. Bütün bölükleri geziyorlar. İhtiyarın başında olması gereken bölük dağınık olunca (güya) Aleyhissalatuvesselam soruyor: "Bunlar niye dağınık?" II. Abdülhamid cevaplıyor: "Efendim komutanını azlettik." Aleyhissalatuvesselam hiddetle buyuruyor: "Senin azlettiğini biz de azlettik." İşte, mezkûr ihtiyar, yaşadığı bu sahne yüzünden ızdırabdan kurtulamıyor.

Bu hadisenin anlatılış/kullanılış amacı da aynı. Yani; "Ey müntesipler, eğer Gülencilikten ayrılırsanız, siz de Efendimiz aleyhissalatuvesselam tarafından görevden alınmış olacaksınız. Ayağınızı denk alın!" ihtarı verilmiş oluyor.

Peki, yazıyı neden yazdım, ona geleyim: Son zamanlarda Erdoğan-II. Abdülhamid üzerine pek rağbet gören bir özdeşleştirme çabası var. (Yakında bir dizi de TRT'de başlayacak.) Allah mübarek etsin. İkisini de severiz. Fakat bütün bunlar olurken şunu unutmamak lazım kanaatimce: FETÖ bitse de FETÖ'yü doğuran arkaplanın bitmesi kolay değil. Malzeme, kritiği yapılmamış bir şekilde, öylece duruyor. Bu 'kimin hakkında' ürettiğinizle ilgili bir mesele değil çünkü.

Asıl soru şu: Ne üretiyorsunuz? Bir kişinin veya liderin 'hikmetinden sual olunmaz'lığının pr'ını yapıyorsanız, istediğiniz kadar FETÖ'ye düşman olun, yeni yeni FETÖ'lere zemin sağlıyor ve malzeme hazırlıyorsunuz demektir. Hatta bunu Erdoğan üzerinden yapsanız bile emekleriniz yine geleceğin FETÖ'lerine yarar. Kullanışlı kılıflar her minarenin boyuna uydurulur. Böyle özdeşleştirmeler yapılırken 'hamiyet' ekseni doğru, 'her yaptığı doğru' ekseni yanlıştır. Bize, hata yapmayan 'ulu önderler' değil, hatalarıyla/tevbeleriyle içimizden olan, yani eleştirilebilir liderler lazım. (Ben, Erdoğan'ın 'yanıldığını/kandırıldığını' rahatlıkla ifade ettiği yerleri bu yüzden seviyorum.) Aksi yöndeki telkinlerin sahipleri, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, geleceğin FETÖ'leri için tarla ekiyorlar. Fakat ne çare! Yaptıklarının farkında değiller.

26 Eylül 2016 Pazartesi

Bölünmek de bir nimettir

Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Hangisinden hadis alırsanız, doğruyu bulursunuz. Ashabın ihtilâfı sizin için rahmettir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I/210-212)

Bediüzzaman'ın hayatını bilenler bilirler ki; sakındığı şeylerden birisi de 'çokça ziyaret edilmek'tir. Özellikle Lahika mektuplarında, talebelerini, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumaya yönlendirir. Onları okumanın kendisiyle sohbet etmekten daha faydalı olacağını söyler. Bu, bana, Fetullah Gülen'in 'ziyaret edilme merakı' ile birlikte ele alınınca ilginç geliyor. Aslında her iki cemaatin (birine artık cemaat demiyoruz) yapılanma şekilleri, mürşidlerinin ziyaretçilere karşı takındıkları tavırlar üzerinden bir derece okunabilir.

Bediüzzaman, kendisiyle görüşmek isteyenleri, mümkün mertebe metinlerine yönlendirerek adem-i merkeziyetçi bir cemaat yapısını destekler. Doğru, metinler bireylerce tefekkür edilerek keşfedilecektir. Yorumlar, o doğruların farklı renklerini ortaya çıkaracaktır. Belki biraz da bu yüzden nur talebeleri, sayılarını kendilerinin bile bilemediği kadar, grup ve grupçuklara ayrılmıştır. (Hiçbir gruba bağlı olmayan fertleri de vardır.) Fetullahçılıkta iş böyle değildir. Zira Gülen ziyaret edilmeyi sever. Hatta ondan fayda bulacağını düşündüğü isimleri bazen 'davet ederek' bazen de 'mecbur bırakarak' kendisini ziyaret ettirir. Pensilvanya'daki ini bu açıdan tam bir ziyaretgâh olmuştur.

İşin şurası da mühim: Bu, yurtdışına çıktıktan sonra gelişen bir ahlak değildi onda. Türkiye'den ayrılmadan önce de ziyaret edilmeyi seviyordu. Lise dönemimden, her ilden öğrencilerin kendisini ziyarete götürüldüğünü hatırlıyorum. (Böyle bir teklif bana da yapılmıştı.) Zaten bu cemaatimsi örgütün yapısını az-çok bilen, Gülen'in müntesipleriyle metinler üzerinden değil de şifahi/sözlü şekilde iletişim kurmayı sevdiğini bilir. Kitaplarının baskı sayısı vaaz kasetlerinin satış sayısıyla asla boy ölçüşemez. Hatta kitaplarının çoğu da vaazlarının/konferanslarının deşifre edilmiş halidir.

Bu tefekkür, beni, 'bölünmenin de nimet olduğu' düşüncesine sürükledi. Eğer Bediüzzaman, bizi, Risale-i Nur metinleri üzerinden bir ilişkiye teşvik etmese de 'mutlak vekillik' gibi kişi merkezli bir ilişkiye zorlasaydı, biz de FETÖ'de olduğu gibi 'parçalanmayan' ama bunun bedeli olarak da 'sorgulamayan' bir yapıya dönüşebilirdik. Elhamdülillah ki, böyle olmadık. Metinler üzerinden birbirimizle/hakikatle kurduğumuz ilişki daha hür iradeler geliştirebilmemize ve yeri geldiğinde birbirimizi eleştirebilmemize yol açtı. Zâhiren baktığımızda nur talebelerinin parça parça olması kötüydü. Ama biraz daha derinlemesine baktığımızda bölünmek de bir nimetti. Bölünmemiz sayesinde bir diğerimizin yoldan çıkmasına (elimizden geldiğince) engel olduk.

Belki İslam ümmeti olarak bu denli çok mezhep, meslek, meşrep sahibi olmamız da böylesi bir hayır saklıyor. Her ekolün müntesibi, kendi ekolünün haklılığını inşa ederken, diğer ekolün de eleştirisini geliştirmiş oluyor.

Bu illa hakikat dairesinin dışına atmak şeklinde değil; hasen ve ahsen, hak ve ehak düzleminde de yaşanıyor. Daha güzeli ararken veya daha güzelin bizcesini tarif ederken bir diğerimize eleştiri geliştirmiş oluyoruz. Farklılığın zenginlik olması hakikati tam da burada karşımıza çıkıyor. Farklı olan, farklı olduğu şeylere geliştirdiği eleştiri üzerinden, istikametin de kaynağı oluyor. Ancak elbette bu farklılıkların en nihayet ümmet bütünlüğünde erimeye yatkın olması lazım. Bölünmelerin de 'daha büyük bir bütünlükte erime adına' yaşanması lazım. Yoksa toplulukta asabiyet, bireyde ise enaniyet olurlar.

FETÖ toplululuk olarak kütük gibi bir asabiyete (Gülen de birey olarak kocaman bir enaniyete) sahipti. Üstelik bir kaya parçası gibi de bölünmekten yoksundu. Hükümetle çekiştiği birkaç yılda da (bireysel ayrılıklar dışında) ciddi bir bölünme yaşamadı. Bu katı liderciliğin bir zararı olarak karşımızda duruyor. Bir kişinin hatası onu sorgulamayan bin kişinin hatası olabiliyor. O halde bölünmelerimize üzülmeyelim. Güzel bir şekilde bölünmememize üzülelim. Küslükle ve kavgayla, ümmet bütünlüğüne zarar verecek şekilde, bölünmüşsek ona üzülelim. Böyle şeylerin yaşanmadığı bölünmeler esasında bölünme de değildir. Çoğalmaktır. Bütünün kemaline yapılmış bir katkıdır. Hücre sayısının milyonları aşması vücuda zarar vermez. Kanserli bir hücrenin tüm vücuda kendi düzenini dayatmasıdır asıl zarar verici olan.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Cemaatsiznurcu (yeniden) 2

Mücahid Çakır'a teşekkürler. Cemaatsiznurculuk meselesinin tartışılması, böyle mütevazı bir zeminde dahi olsa, benim için mutluluk vesilesi. Çünkü bu tartışma sırasında en kötü ihtimal yanlış yolda olduğumu öğreneceğim. En iyi ihtimalse böyle birşeyin olabilirliğini tüm Nurcular ve Nurcu adayları öğrenmiş olacak. İki türlüsü de kazanç benim için. Mücahid Bey'in yazısına geçmeden önce bir endişemin altını daha kalın çizeceğim:

Bediüzzaman'ın kullandığı kelimeleri tartışırken onlara Bediüzzaman'ın verdiği anlamları vermemiz gerek. Her kitap için bu böyledir. Bu tefsir usûlünde Kur'an'ı yorumlarken de altı çizilen bir kaidedir. Kur'an'da geçen lafızların o dönemde ne anlama geldiklerini bilmezseniz, bugünkü çağrışımlarıyla yaptığınız yorumlarda hata edersiniz. Zira kelimeler de zaman içinde anlam kaymaları yaşar veya başka şeyleri karşılamak için kullanılır. Hadis ilmindeki tevatür ile bugün bizim kullandığımız tevatürün karşılığı neredeyse birbirinin zıttıdır. Yine Bediüzzaman'ın 'belki' kelimesi yüklediği anlam da bugün bizim kullandığımız belkinin neredeyse tam tersidir. "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil..." derken Bediüzzaman'ın kastettiği herhalde 'bir ihtimal' gibi birşey demek değildir.

Hal böyle olunca 'cemaat' kelimesi gibi, İslamî literatürde bir karşılığı da olan kelimeleri önce "Bediüzzaman o kelimeye ne anlam veriyor?" diyerek ele almalıyız. Bu gözle Risale-i Nur külliyatı taransa, herhalde Mücahid Bey'in de görmezden gelemeyeceği bir şekilde, Bediüzzaman'ın vurgusu hep cemaat-i İslamiyeyedir. Mahkeme savunmalarında da (hatta bırakın salt kendisinin, talebelerinin savunmalarında da) altı çizilen şey budur. Bediüzzaman, İslam cemaatinin bir ferdi olarak bir cemaate aidiyetini kabul eder. Fakat onun dışında kendisine yüklenen 'siyasi cemiyet' gibi isnadları reddeder. Bunun için alıntı yapmayı dahi beis görüyorum. O kadar zahir birşeydir ki bu.

Peki, biz bugün o kelimeye ne karşılık veriyoruz? Biz bugün o kelimeyi asıl manasından çok daha daralmış bir karşılıkla yâdediyoruz. Bu daraltılmış mana bir yönüyle asabiyet de koktuğundan (kokmak kelimesi yaşananları yumuşatıyor ancak), tamamı Nurcu olan grupların kendi içinde ettikleri kavga miktarı; dindışı veya ehl-i bid'a gruplarla ettikleri kavga miktarını bile geçiyor. Peki, ürettikleri ne? Birbirimizi yediğimiz kadar kimi dişliyoruz?

Başından konuşalım. Bugün herbiri birer cemaat namını alan Nurcu gruplardan hangisinin ismini Bediüzzaman koymuştur? Hangisinin sistemini Bediüzzaman kurmuştur? (Bu grupların kurumlarının işlevine yönelik getireceğiniz bir eleştiri, ekonomik ve sosyal hayatın ilkeleri ve gerekleriyle bastırılır, Bediüzzaman'ın bir sözüyle/onayıyla değil.) Böylesi bir onayın, delillendirmenin, kesin kanıtın olmadığı yerde bir Nurcu neden bu gruplardan birisine girmeye mecbur olur? Aradığı şey sadece Allah rızası iken neden başkalarını da razı etmeye mecbur kalır? Hem bir Nurcu gruba dahil olmak, sadece Risale-i Nur'u okumak demek değildir; o grubun geçmiş kavgalarını da omuzlamak gibi birşeydir. Hatta o grubun abilerini, resmi söylemini, hatalarını dahi savunmak bu cemaat mensubunun görevlerine dahildir. Herhalde azıcık mazimizi bilenler bu sözlerime itiraz etmezler.

Şimdi Mücahid Bey'in yazısına gelelim. Mücahid Bey, "Tabii burada Ahmet Ay’ı ille de gel bir cemaate katıl diye zorlayacak değiliz. Fakat argümanları bana pek mantıklı gelmedi" diyor. Olabilir. Fakat cemaatsiznurculuğun mümkünlüğüne dair yaptığımız tartışma bile aslında Mücahid Bey'in, Akif Arslan'ın veya diğerlerinin bunun mümkün olmadığını düşündüklerini gösteriyor değil mi?

Eğer zorlama ihtiyacı hissetmeseydiniz bu başlık altında bir tartışmamız da olmazdı bence. Bunu anlıyorum, çünkü etkiniz/gücünüz size daha sıkı bağlarla bağlı bir insan kitlesine dayanıyor. Hakikate değil. Daha yumuşak bağlar daha az kişiyi yönetmek demek. Bu da cemaatinizin üzerine kurulu olduğu yönetim şeklinde kabul edilemez birşey. O salonlar mutlaka dolmalı. Cemaatsiznurculuğun eleştiri almasının sebebi sizden daha az Risale okuması veya Kur'an'ın ve sünnetin nezih çizgisinden sapması değil. Sizden güç çalması. Veya çalabilme riski. İstişare süsü verilmiş oligarşik yönetiminizin böylesi özgürleştirici ve doğrudan Risale-i Nur'a ve onun üzerinden Kur'an ve sünnete karşı kendisinde bir sorumluluk hisseden fertler üzerinde etkili olması çok güç. Bunu onaylamasam da anlıyorum.

Tabii Mücahid Bey kaçak güreşmeyi tercih ediyor. Beni 'mimli' gruplara itekleyerek, zorlu tevillerle aramızda bağlar kurarak modernist müslüman yaftası yapıştırmaya da çalışıyor bana. “Doğrudan Risale-i Nur’la, doğrudan Kur’an’la ve sünnetle muhatap olmak istiyorum, demiş. İşin aslı bu söz bana 'Risaleyi niye okuyorsunuz, yaş ve kuru her şey Kur’an-ı Kerim’de zaten apaçık yok mu?' diyen insanların söylemlerini hatırlattı." İyi deneme ama bende tutmayacağı malum. Zira Mücahid Bey belki bilmez, fakat benim bu tarz iddia sahiplerine cevap olarak karaladığım yirminin üstünde yazım var. Hatta bunlardan bir seri şu sıralar Risalehaber'de yayınlanıyor. Bu serinin mahiyeti İslamoğlu'nun iddialarına cevaplar niteliğinde. Ama mesele hakkı aramak değil, haksız çıkarmak olunca Mücahid Bey beni her ima ile her kılığa sokabilir. Çünkü delilden ziyade suyu bulandırmaya ihtiyacı var. Bu da, ne yalan söyleyeyim, Yeniasya köşeyazarlarında çok rastladığım bir yazım tarzı. Çamur at izi kalsın stili birşey. O kadar zorlama yapıyor ki bunu Mücahid Bey, yazıda Kur'an ve sünnet dediğimi de görmüyor. Herhalde düşündüğünü yapmak istesem sadece Kur'an derdim.

"Risale-i Nur’da bir cemaate dahil olmadan, fert halinde hizmet etme metodu varsa satırdan yer göstersin. Doğrudan Risale-i Nur okumak isteyen Ahmet Ay’ın buradaki ölçüsü de Risale-i Nur olmalı, değil mi?" Evet, öyle zaten. Fakat buraya girmeden önce bir muğalatayı aydınlatmam gerek. Ben cemaatsiz ve nurcu ifadelerini beraber kullanmakla akıllı insanların farkedeceği bir ironi yapmıştım. Ehline denk gelmeyince farkedilmediğini anladığım için izah edeyim: Ben 'Nurcu' kelimesi ile bir aidiyetle iftihar ediyorum. Ve bu noktada kendisini 'Nurcu' olarak tarif eden herkesle de müslümanlar içinde ikinci bir rabıtam var. Aynı mürşidden ders alıyoruz çünkü. Bu rabıta, Mücahid Bey'inki gibi gazetesinde çalışmak, firmasından maaş almak, istişaresine katılmak veya ne bileyim, sempozyumlarını takip etmek tarzında değil. Ben Risale-i Nur'u okuduğum her anda bu rabıtayı hissediyorum. Ve Risale metinlerine baktığımda da Üstadımın metinlerini okumamın ve neşrine çalışmamın dışında başka bir rabıta şekli dayatmadığını görüyorum. Yani gazetesinin veya başka bir firmasının maaşlı elemanı olma yahut istişarelerine katılıp o istişareden çıkan kararları asla eleştirmeme tarzı bir merbutiyet Risale metinlerine hiç gözüme çarpmadı. Herhalde Mücahid Bey dost, kardeş, talebe tariflerini bilir. Bunlardan hangisi kastedilen manada cemaatle ilgilidir? Üstelik benim cemaatsizlik vurgum cemaate bugün verilen manaya dahildir ve eleştirim bunadır. Yoksa ben İslam'ın bir hakikati olan cemaat-i İslamiyeye bağlıyım ve şeref duyuyorum. Ümmetin bir parçasıyım ve bununla iftihar ederim. Bunun dışındaki rabıtaları ikincil konuma koyduğumun ve asabiyet kaynağı olarak eleştirdiğimin farkına varılsın isterim.

'Sulandırılmış Risale dersleri' yazısını doğrusu okumadım. Kime yapılıyor o eleştiri, onu da anlamadım. Galiba Nur Mektebi, Sözler Köşkü gibi gruplara yapılıyor. Onlar kendilerini savunabilecek güçteler, benim birşey söylememe gerek yok. Fakat şu var: Yahu hanginiz bir diğerinizi böyle şeylerle itham etmediniz? Derslerinde sırf Risale okuyan cemaatler, derslerinde hem okuma hem izah olan cemaatleri böyle şeylerle eleştirmiyor muydu bir vakitler? O izahçı olan cemaatler de, izahın miktarına göre birbirlerine aynı ithamı yapmıyor muydu? Bunların içinde Yeniasya ayrıca (bu misali Mücahid Bey için özel kullanıyorum) derslerini siyasetle sulandırmakla itham edilmiyor muydu?

Arkadaş, bilmeyen adam olsak bize yedirin bunları. Asıl sadede gelelim: Sizin rahatsız olduğunuz şey, bu yeni grupların gençleri kendilerine daha çok çekiyor olması değil mi? Asıl anlayamadığınız ve canınızın sıkıldığı şey bu değil mi? Yoksa bir cümle Risale'den alıntı yaptı yahut Bediüzzaman'dan bahsetti diye Aydınlar Konuşuyor yazdırdığınız vakitler sulanmayan Risale-i Nur külliyatı, böyle dersler yapılınca mı sulanmaya başladı? Kusur varsa kusurları teşhis edip birebir eleştirmek lazım. Onu da yararsız görmemekteyim. Fakat sizin genellemeciliğiniz benim ayağımın altıdır. Ve zaman en büyük müfessirdir.

Mücahid Bey'in beni en çok güldürdüğü husus 'adam çalma' meselesini sahiplenip savunmasıydı. İnkar eder diye düşünmüştüm. İnsaflıymış, yapmadı. Şöyle cevap verdi: "Adam çalma/adam çalınma korkusu gayet anlaşılabilir bir şey değil mi? Sen bir öğrenciye yatırım yapıyorsun, emek veriyorsun, eğitim veriyorsun; bu öğrencinin kendi cemaatin bünyesinde yer almasını istemenin nesi yanlış?" Ona dair Risalelerden şöyle bir alıntım var:

"Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yalvarmalı." Veya şunu da alıntılayabilirim: "Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil." Bunlara düşkünlüğünüz bile aslında eleştirilmesi gereken birşey değil mi? Üstelik çalan kim? Ateistler mi alıyor öğrenciyi? Hristiyanlığa mı geçiyor bu öğrenciler? Nurcu gruplar birbiriyle kapışıyor. Neden korkuyorsunuz?

"Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer 'Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim' arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir." Gelmemiş midir yani Mücahid Bey bir zarar? Yanlış olarak böyle şeyler yetmez mi?

10 Nisan 2015 Cuma

Cemaatsiznurcu ne demek? (yeniden)

Cemaatsiznurculuğu mana olarak mülküme alamam. Çünkü selefim diyebileceğim başka isimler vardı. Ve ben biraz da onların duruşlarına bakarak buna cesaret edebildim. Fakat bir tamlama ve tanımlama olarak mülküme alabilirim. Zira 2012'in Şubat'ında bu başlık altında bir blog kurup paylaşımlarda bulunmaya başladım. Allah biliyor ya epey bir eleştiri de göğüsledim. Enteresan ithamlar okudum. Bazısına güldüm. Bazısına acıdım. Bazısına hakikaten öfkelendim. Yine de bunun bir çığır açıcılık (bir blogla nasıl bir çığır açılacaksa artık) olmadığının farkındayım. Belki isim konulmamış birşeye isim koymuş sayılabilirim. Daha evvel isim koyanlar vardıysa da, onlar da kulağıma gelmedi maalesef, böyle birşeye cüret edebildim. Bu altında konuşacağımız başlığın hikayesi. Peki, gerisi?

Akif Arslan'ın Yeniasya gazetesinde bugün yayınlanan Cemaatsiz Nurculuk başlıklı yazısını bir kenara koyarsak, bu bence içten gelen bir tazkiyatın sonucu. Sayın Arslan'ın, Yeniasya gazetesinin pek alışık olduğumuz çizgisinde, hoşlarına gitmeyen her durum hakkında kurdukları komplo teorileri pek işimize yaramıyor bu noktada. Çünkü yazının cemaatsiznurculuğa bakışı Kemalist devletin Kürt sorununa bakışından daha mantıklı değil. Gerçi henüz soyumuz Ermeniliğe dayandırılmadı, ama ajanlaşmaya da başladık sayılır. Yazıyı kenarda bırakmamızın nedeni bu.

Bu soğuk savaş dönemi kafasının sosyolojik hiçbir vakıa hakkında insanı ve insanî olanı okumaya niyeti yok. Okumaya değer bulduğu tek şey devletçikler düzeyinde gördüğü güç ağalarının insanı nasıl kullanabildikleri. İnsanı, Allah'ın fıtratına koyduğu ihtiyaçlar/aşklar ekseninde dünyayı ve toplumu değiştirebilir bulmuyorlar. Yeni yollar arayabilir görmüyorlar. Gün gelip güdülemeyeceğini düşünmüyorlar. Devletçilik eleştirilerinin topusu yalan, çünkü ona veya onun küçük nümunelerine verdikleri değer bir yönüyle kutsama. Eleştiriyorlar, ama verdikleri önemle aslında kutsuyorlar.

Yaratılmış her istenmeyen olayın/kişinin devletlerin veya örgütlerin plan/projesine dönüştüğü bu kafa aslında komplo teorileri içinde o denli determinist ki, Allah'ı koyacak yer de bulamıyorsunuz içinde. Empati yapamaz, çünkü anlaşılacak olanla değil düşman olanla muhatap her zaman. Küfür isnadında bulunacak kadar cesur değil belki, ama ajanlık isnadında bulunacak kadar da cüretkâr. Elinde delil bulunmasına da gerek yok. Şahane suizannı var. Ve suizannının onun kafasındaki lakabı, öngörü. Böylece istediğine istediği isnadı yapabiliyor, ama kesinlikle o veya cemaati günaha girmemiş oluyor. Cemaatinin menfaati günahını çıkardığı bir rahip gibi. Biraz onlardan 'aferin' alacak ve Allah da onu bağışlamış olacak.

Peki, nedir bencileyin cemaatsiznurculuk? Bu tanımlamayı ilk yaptığımda bütün taşlarını döşemiş olduğum söylenemez. Daha çok bir arayıştı veya ihtiyaçtı. Mevcut grupların kast sisteminin gerek birbirine karşı ve gerekse kendi içlerinde yaşattıkları daralmanın bendeki tezahürüydü. Herkes bir diğerini esir alıyordu ve esarete direnen herkes 'aforoz' sopasıyla korkutuluyordu. Risale-i Nur'a olan ilginin, dikkatin veya ona ayrılmış olan mesainin cemaat aklına edilmiş itaat yemini olmadan hiçbir anlam taşımadığı garip bir dünyayı soluyordunuz kimi zaman, değil, çoğu zaman. Bunun her yerde ve her zaman aynı şiddette olduğunu hiçbir zaman söylemedim ve söyleyemem. Ama çok yerlerde vardı ve 'uyum sağlayamayan' yahut da Akif Arslan'ın yazısında söylediği gibi 'istişareye uymayan' düşüncelerinizden ötürü dışlanmanız pek kolaydı.

Uyuşmazlığın zemini Risale metinleri ve Risale cemaatleri arasındaki gelişim farklılığıydı bence. Bediüzzaman'ın (Allah ondan razı olsun) sağlığında mevcut yapılanmaların hangisinin varlığından söz edilebilirdi? Kurumlarıyla, istişare heyetleriyle veya bölgesel teşkilatlanmalarıyla hangi grubun tastamam Bediüzzaman'ın önerdiği veya emrettiği şekilde oluştuğu söylenebilirdi? Cemaatlerin tamamı bir şekilde meşruiyet zemini olarak Risalelerden besleniyordu, bunda haklılardı da. Fakat bir şekilde beslenmek, yaptığın her fiilin doğrudan Risalelerin istediği ve gerektirdiği olduğunu savunmakla aynı şey miydi? Bence gruplar arasındaki münakaşaların çoğu bu ikincisine dayanıyordu. Ve mevcut durum Nurcuların enerjisinin yüzde doksanın emip sömüren bir hastalıktı. Herkes kendi yolunun daha Risalelere uygun olduğunu söylerken zımmî olarak (bazen de açıkça) öteki grubun hafifçe (bazen de düpedüz) sapmış olduğu iddiasındaydı.

Çok tuhaf, hiç duymadığınız, alışık olmadığınız şeyler söylemediğim kanaatindeyim. Farklı gruplar içinde bulundum. Birbirlerinden adam çalmaya çalışan veya adam çalınma korkusuyla gençlerini diğer Nurcu gruptan korumaya çalışan cemaatler gördüm. Sayın Akif Arslan belki hangi gruptan bahsettiğimi bilecek, seçimlerde oy vereceği partiyi cemaat tabanına mesaj atan gruplara şahit oldum. Bu insanlar, hiç katılmadıkları bir istişarenin kararına (kanaatlerinde istişareye açmadıkları halde) bağlanmaya zorlanabiliyorlardı. Uymadıklarında da 'yolundan sapmış' muamelesi görebiliyorlardı. Ve zirve noktamıza doğru giderken bazı gruplar cemaat mensuplarının evlenecekleri kıza, girecekleri işe, tutacakları ticarî yola bile karışabilme yetkisini kendilerinde görebiliyorlardı.

Bediüzzaman'ın istediği cemaat bu muydu? Risale metinlerindeki cemaat kullanımı ile bugün kastedilen cemaat kavramı ne denli uyuşuyordu? Sonra kurulanla önce söylenen tevil mi ediliyordu? Şu an mevcut olan yapılanmaların ne kadarını Bediüzzaman kurmuştu? Ne kadarını onaylardı? Kararların ne kadarı Risale-i Nur'un bütünselliğinde uyuyordu? Herkesin bir tane değil bin tane tevilcisi vardı. Birşeyin menfaatlerine olduğuna karar verdikten sonra Risale metinlerini bükmekte avatarı bile geçecek kadar mahirdiler. Fakat dönüp dolaşıp geldiğiniz noktada bütün bunların Kur'an'a ve Sünnete hangi vecihleri bakıyordu? Bu muhteremler, sahip oldukları tevil sanatıyla haramı helal, helali haram edecek kadar yüksek yetenekte miydiler?

İşte cemaatsiznurcu bu soruları sormakla yoluna başladı. Bu soruları soranların elleriyle bu yolculuk başladı. Bu yolculuk bugün onbinlerce kişinin kafasında da yaşanıyor.

Akif Arslan Bey'in yazısında olduğu gibi dış mihraklar veya ajanlar veya komita oyunları aramak yerine, artık biraz daha insana kulak versek... İnsanı anlama aracı olan cemaatleri, insan mühendisliği yapma çabalarından uzaklaştırsak... Cemaat-i İslamiye (ümmet) bayrağı altında daha sıkıca toplanıp, daha alt gruplarla olan bağımızı yumuşatsak... Beyler, biz şeriat sizden daha az sevmiyoruz. Allah'ın kulu olmakta sizden geri değiliz. Kur'an'ı sizden daha az okumuyoruz. Risale bilgimiz de sizden az değildir. Ama cemaat enaniyetlerinizi ve istibdatlarınızı da giysisi değişmiş diye başımıza tac etmeyeceğiz. Komplo teorisyenliğinden yorulduğunuzda tuttuğunuz köşelerden cadde-i kübraya bir inin. İnsanlar neyi arıyor, siz nerede kaldınız, bir sorun. Allah'ın rıza dairesi ne ara sizin istişare heyetinizin toplantı salonu kadar daraldı da, ona uymamakla/sığmamakla insanları cehenneme düşmüş gibi gösterebiliyorsunuz?

6 Eylül 2014 Cumartesi

Mutlak vekilliğe serzenişler 1: Müminler seçse daha iyi olmaz mı?

"Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bakara sûresi, 118.

Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik isimli eserinde 'Doktrinde Direnme Hakkı/Konusu' başlığını ele alırken Hulefa-i Raşidin dönemine (r.a.) dair ilginç bilgi aktarır:

"Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan yönetim sisteminde, Müslümanların genel oyları ile seçilmiş halife, aynen İslam'dan önce kendi akranları arasında seçilen bir kabile başkanı gibi 'eşitler arasında birinci' (primus inter pares) bir şahsiyettir. (...) Bunu izleyen sonuç, Hz. Peygamberden sonra seçilen yöneticilerin Allah'ın değil, ancak Hz. Peygamberin dünyevi kişiliğinin halifesi (temsilcisi) olabileceğidir. Halifetullah (Allah'ın halifesi) sıfatı, Hz. Peygamberden sonra toplumun yöneticisi seçilen Hz. Ebu Bekir tarafından reddedilmiştir. Kaldı ki, Ömer b. Hattab (r.a.) bu nitelemenin bile uygun olmadığını düşünmüş olmalı ki, kendisi için 'emirü'l-mü'minin' (inananların yöneticisi) sıfatını daha uygun bulmuştur."

İlgili bölümün içerisinde, aynı zamanda, gücünü 'ilahî seçilmişlik' üzerine zeminlendirmiş 'otorite'lerin halklarına nasıl zulümler ettiği de anlatılır. Böylesi iktidarların/otoritelerin güçlerini halktan değil, doğrudan Allah'tan aldıklarını savundukları için halkın hoşnutluğunu kazanmak gibi uğraşları da yoktur. Hesap vermezler ve kendilerine yapılan itaatsizliği de doğrudan Allah'a yapılmış gibi algılarlar. Böyle otorite sapkınlıklarının olduğu bir dünya tarihinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer efendilerimin duruşları ne kadar anlamlı ve örnek alınasıdır.

Geçmiş yazılarımı takip edenler, neredeyse bir yılımızı tartışmalarıyla alıp götüren AK Parti-Gülen Örgütü gerilimi sırasında neden AK Partinin yanında durduğumu hatırlarlar. O duruşun da zemini, işte, özetle; yukarıdaki metindir. Kendinde 'ilahî bir seçilmişlik' gören Gülen Örgütü ve otoritesi, elbette gücünü 'milletin iradesinden' alan ve bunu dokuz kez seçimle de sınamaya/doğrulamaya/onaya açan bir siyasî iradeye karşı tercih edilemez. Otoriteyi eline almada haklı görülemez. Kendini 'emirü'l-mü'minin' gören bir otorite, Hulefa-i Raşidin'in yukarıdaki bahiste bize verdiği dersle, kendini yönetimin seçilmiş ve sınanmaz sahibi gibi görenlerden daha tercih edilirdir. Hâkimiyetleri meşrudur.

Kusurları da olsa, bu böyledir. Çünkü ötekini değil seçime tâbi tutmanız, sınamanız bile hemen Gayretullaha dokundurulur! Allah'a isyan gibi algılanır. (Bu arada bir not: Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kemalist Türkiye'nin Din Yanlışları kitabında, 'İcma-ı Ümmet ve İrade-i Milliye' başlıklı yazısında, irade-i milliyenin icma-ı ümmet anlamına geldiğini söyler.) Aslında bu dersi Bediüzzaman'dan aldığım bir yerler de var. Mesela Sünuhat'taki şu bahis:

"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfîzîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet (eyvah!) nihayet miskinlikte karar kıldı.

Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.
"

Benim bu bahisten kendimce şudur: Yüzünü her zaman ümmete, fıtrata dön. Yani bir nevi kendi hükümlerini/kanaatlerini icma ile sına. Ümmet ve fıtrat iki aynan olsun. Onların duruşlarıyla kendi duruşunu/kanaatini düzelt, ayarla veya en azından bir sigaya çek. Çünkü nass-ı hadisle buyurulmuştur ki; ümmet dalalet üzere birleşmez. Bak, Emeviler, yola başladıkları yer yanlış iken, yüzlerini ümmetten ayırmadıkları için en nihayet ehl-i sünnete dahil oldular. Aleviler ise; yola başladıkları yer doğru iken, o haklılıktan bir elitizm veya taassup ürettikleri için, her adımlarını tekrar be tekrar sınamadıkları için, haklılıklarını ümmetten ayrılmaya yol kıldıkları için, en nihayet Rafiziliğe vardılar. (Metin Karabaşoğlu abinin bu bahisten çıkardığı ve bize verdiği ders, tek cümle ile şöyle: "Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.") Zira Bediüzzaman yine Emevilerin, Ehl-i Beyt'le kıyaslanmaktan yaşadıkları güçlükleri anlatmak için diyor:

"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Yani ehl-i İslam nazarında mevkisini korumaya çalışan, yüzü ümmete dönük olan kazanıyor. Başarılarından bir 'seçilmişlik' dili üretenler değil. Azlığından elitizm, çokluğundan asabiyet üretenler değil. Ötekini kazanmaya çalışanı ve ne söylediğini önemseyeni Allah 'denge'ye ve istikamete mazhar kılıyor. Çünkü denge parçalarımızda değil, bütünümüzde. Hayır küllî, şer ise cüzî.

Bu yönüyle elbette seçimle başa gelenler ve sınanabilenler, kendi iç yapısı oligarşik olan; değil başındaki hocayı, en küçük dersanesindeki imamı/abiyi bile seçimle değil atamayla göreve getiren bir yapıdan daha demokratiktir ve icma sırrına daha yakındır. Bu noktada değil yalnız Gülenistlerin, Nurcu grupların da bir iç eleştiri üretmeleri gerekmektedir. Başta 'mutlak vekillik' meselesinden tutun, cemaatler içerisinde işleyen meşveret ve istişarelere kadar bütün yapılanmalar bu 'ümmete ve fıtrata dönüş'ün esaslarını ne kadar yerine getiriyor sınamalıdır. Başta 'mutlak vekillik' meselesi olmak üzere, diğer bütün meselelerde oligarşiye değil, icma-ı ümmete daha yakın olan cumhuriyete heves etmelidir müminler. Abiler dayatılmamalıdır. Abiler seçilebilmelidir.

Hazır dokunmuşken o konuya, o konuya dair de birşeyler yazmak istiyorum: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde geçen 'mutlak vekil' ifadesi bilerek veya bilmeyerek Nurcu gruplar arasında bir oligarşinin, bir vesayetin aracı kılınmaya çalışılıyor. İlgili metinde geçen ifadeden hareketle 'otoritenin' artık Bediüzzaman'dan vekil tayin ettiği abilere geçtiği ve Nurculuk adına verilecek bütün kararlarda son merciin artık onlar olduğu üzere saçma sapan bir argüman üretiliyor. Bu tam bir cerbezedir. Bediüzzaman'ın mesajının bütününü görmezden gelip; bir parçada, bir paragrafta talebelerini boğmaya çalışmaktır.

Bir kere Bediüzzaman, kendisi hayattayken dahi, zatını bütün kararların son mercii ilan etmemiştir ki? Defaatle istişareye ve talebelerinin alacağı karara sevk etmiştir işlerini. Kendisini 'dindar bir cumhuriyetçi' olarak tarif etmiştir. Hatta eserlerinin tesirini bile zatına değil, metinlerindeki hakikatlere bina etmeye çalışmış, kendisini ziyaret edeceklere dahi kitaplarını okumalarını, bunun daha faydalı olacağını söylemiştir. Böyle bir Bediüzzaman örneği, tüm detaylarıyla ve böyle bir külliyat, tüm eserleriyle karşımızdayken nasıl içimizdeki bazı Nurcular kalkıp bir nevi postnişinlik/saltanat gibi hayal ettikleri mutlak vekilliği bazı abilerin omuzlarına bırakmaktadır? Bediüzzaman'ın bize mirası bir oligarşi midir? İlgili metni de alıntılayayım buraya:

"Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur'un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur'un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat'î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım."

Gördüğünüz gibi arkadaşlar, metnin her tarafı bağırıyor ki: Bu bir üstünlük, veraset, postnişinlik, hâkimiyet tayini değildir. Bir kere başta diyor: 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil.' (Yani bu abiler diğer talebelerin fevkinde sayılmayacaklar.) Sınırını tayin ediyor: 'bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler' (bir derece'ye dikkat, yine sınır). Devamında kendi konumunu (yani vekalet edecekleri şeyi) anlatıyor: 'Said de bir hizmetkârdır.' Yani demiyor ki: Şimdiye kadar bütün kararları ben veriyordum. Bundan sonra da bütün kararlar bu insanların elinde. Ben bir hizmetkârdım. Bu kardeşlerim de bundan sonra hizmetime devam edecekler diyor. Ve metnin nihayeti o mutlak vekil tayininin hikmetini söylüyor: Vefatımla aksayabilecek şeyler var. Onların devamında sorun olmasın diye yapıyorum vazifelendirmeyi.

Bu metinde ne "Bundan sonra ne meseleniz olursa, hepinizin alacağı kararlarda bu arkadaşlar tasarruf sahibidir, yetki onlardadır" tayini var, ne de onlara bırakılmış manevî ve müceddidî bir veraset. Bu metinden benim aldığım tek ders: Bu abilerin Üstada dair anlattıkları dinlenmeli, ders alınmalı, kendilerine hürmet edilmeli. Fakat bizim irademizi manevî bir istibdat altına alacak, kararlarımızı belirleyecek, Nurcuların iradelerini tayin edecek ve her konuda son kararı onlar verecek gibi bir tayin yok ve zaten Bediüzzaman'ın yolu da öyle bir yol değil:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Eserlerinde defaatle bu dersi veren Bediüzzaman, herhalde ömrünün son zamanlarında birden fikir değiştirip "Şu, şu arkadaşlar size şeyhlik misal benim bir mutlak vekilliğimi yapabilirler!" tarzına dönmedi öyle değil mi? Nasıl olup da oradan böylesi bir veraset tayini çıkıyor? Neden Risale-i Nur'u bu denli bilen insanların böylesi bir oligarşiye heves ettiklerini, hatta savunduklarını anlayamıyorum. Son bandrol meselesinde bile bu vesayet açlığını hissedenlerin takındıkları garip tavırlar var. Külliyat umumun malıyken, birileri yetkiyi yalnız kendine istiyor. Neden, neden, neden? Ümmet olmak daha güzel değil mi? Halife-i Bediüzzaman olmaktansa, emirü'l-mü'minin olmak daha ahsen değil mi?

Ümmete yüzümüzü dönmek; bütünün temsilini, bütünün onay verdiği ve seçtiği/sınayabildiği insanlar eşliğinde ve fertlerin iradesini yok etmeden koruyabilmek şeriata da, Kur'an'a da, hikmete de, Risale metinlerine de daha uygun bir yolken; neden vesayetlere heves ediliyor? Gülencilerin başına gelen yeterince ders olmadı mı? Neden hâlâ onları vartaya sürükleyen huylarını taklide yelteniyoruz? (Bir zamanlar da başarılarına gıpta edip herşeyimizi onlara göre dizayn etmeye çalışırdık.) Bir kere de çukura düşmeden "Bu çukurdur!" diyelim yahu! Güce değil, katılıma değer verelim.



29 Ağustos 2014 Cuma

Muvazenesiz vaiz 2

Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsrâ sûresi 35)
Aylar önce, (Muhakemat’taki şu cümleyle başlayan “Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”)  ’Muvazenesiz Vaiz’ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta ve başka eserlerde geçen bazı tesbitlerinden hareketle ‘hakikatin dengesi’ (terim için Metin Karabaşoğlu abiye teşekkürler) merkezli analizlerde bulunmuştum Gülen ve avanesi hakkında. Bu yazıda, kaldığım yerden devam ederek, müşahhas bir örnek üzerinden o yazıda söylediğim bazı şeylerin altını tekrar çizeceğim. Müşahhas örneğim, Gülen’in (bu yazının yazıldığı tarih itibariyle) son nağmesi olan ‘411. Nağme: Utanacak İş Yapmadınız; Dimdik Durun ve Âhirete Alacaklı Gidin’in içinden olacak. Fakat ona geçmeden evvel muvazenesiz vaizlikten kastımızın ne olduğunu Bediüzzaman’ın Muhakemat’taki ifadesiyle birlikte tekrar hatırlayalım: “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (…) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Peki, Bediüzzaman’ın bu ‘(güya) iyi birşey yapmaya çalışırken kötü birşey yapmaya’ yani şeriatın dengesini bozmaya örnek verdiği şeyler nelerdir dersek, aynı eserde şuraya ulaştırır bizi: “Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (…) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.
Kendi anladığımı aktarırsam: İnsanın lezzet aldığı şeyi arttırma, tarif veya hikaye ettiği şeyi ise abartmaya meyli vardır. Fakat ilacın faydasına kapılıp gereğinden fazla kullanmak onu zararlı birşeye dönüştürebilir. Vaizler de bazen, bazı günahlardan insanları caydırmaya çalışırken (veya bir salih ameli sevdirmeye çalışırken) ölçüyü kaçırırlar. “İnsanları onlardan soğutalım” derken, şeriatın dengesini bozarlar. Bunlardan ortaya çıkan şey hayır değildir. Çünkü nihayetinde kıyas ölçüsü olarak kullanılan amellerin/günahların kıymeti/kötülüğü bu şekilde tenzil edilir. İnsanlara ‘gıybetle katl birbirine eşit’ denirse gıybetin büyük görülmesi kâr hanesine yazılamaz, çünkü asıl zararlı sonuç ‘katlin küçük görülmesi’ olur. Özetle benim anladığım bu. (Yukarıdaki metinde haccın anıldığı kısmı da aklınızda tutmanızı istirham edeceğim. Çünkü o da lazım olacak.)
Peki, bu kusurlarına rağmen mübalağalı tergib veya terhib'ler neden yapılır? Bunun Gülen'in ve avanesinin ekseninde kalınarak verilebilecek cevabı, kanaatimce, manevi istibdattır. Yani Gülen, yaşanılan son gerilimde, kendi grubuna yönelik geliştirilen eleştirileri (muhataplarının da dindar olduğunu bildiği için) bu tarz bir 'korku' ile bastırmaya çalışmaktadır. Bunun dışında, bazı dönemlerde Gülen, öncelik verilmesini istediği alanlarda bağlılarının gayretlerini toplayabilmek için yine böylesi 'tergib veya terhib'ler yapabilmektedir. (Son bir yıl için mesela hırsızlığa/muta nikahına yaptıkları vurgu buna bir örnek olabilir.) Kanaatimce; Gülen'in dünyasında böylesi 'tergib ve terhib'ler bir kitle kontrol aracıdır. Mübalağalar eşliğinde her defasında müntesiplerine yeni hedefler gösterir ve onlara delicesine koşturur.
Dediğim gibi; ben bu yazıda esas olarak Gülen’in bir nağmesini incelemek istiyorum. 411. Nağmesinde Gülen, (29. dakikasından itibaren) diyor ki: “Allah Resulü buyuruyor ki; ‘Gıybet, zina etmeden daha şiddetlidir.’ Bir ferdi gıybet etmek zinadan daha şiddetlidir. Bir cemaati gıybet etmek o kadar zinadan daha eşeddir. Bir hareketi bütün efradıyla gıybet etmek o kadar zina etmek demektir.” Gülen’in nağmesinden başından beri yapmaya çalıştığı şey ortada zaten: Cemaatini bir arada tutmaya çalışıyor ve mümkünse dış sesleri de ahiret korkusuyla bastırabilmeyi umuyor. Fakat burada, farkettiğiniz gibi, Bediüzzaman’ın ‘muvazenesiz vaizlik’ dediği şeyin içine dahil ediyor buna çabalarken. Çünkü bir eserinde Bediüzzaman gıybet/zina ilişkisini (belki aynı hadise de bir atıf yaparak) şöyle yorumluyor:
Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: ‘Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?’ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: ‘Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.’ Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, ‘Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız’ demektir.
Benim buradan anladığım şu: “Gıybet, zinadan daha şiddetlidir!” hadisinin söylenme sebebi gıybetin bütün efradını zinadan daha şiddetli göstermek değil. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı'ndan insanları soğutmak. Yani dört şahidi olmadan zina isnadında bulunmaktan ve gıybetini yapmaktan insanları men etmek. Hatta Bediüzzaman orada gördüğünüz gibi o meseleyi Hz. Aişe annemizin 'ifk' hadisesine ve o hadise üzerine nazil olan ayete de atıfla yorumluyor. Yoksa Gülen gibi mutlak manada 'her gıybet zinadan daha günah' şeklinde anlamıyor. (Bu arada; muta nikahını ağzında sakız edip zina konusunu gıybet malzemesi yapan asıl kimdi, sormak lazım Gülen'e.)
Kaldı ki; Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de, bu tarz hadislere nasıl bakılmasını gerektiğini öğrettiği 12 Asıl’da da ‘tergib ve terhib’ meselesini Gülen gibi mutlak manada anlamıyor. Hatta orada, 9. Asıl’da diyor ki: “Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.” 10. Asıl’da ise tam aradığımız izahı yapıyor bizlere: 
Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphembulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-imümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, ‘Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.’
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür. Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ; ‘Gıybet, katl gibidir.’ Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, ‘Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi birsadaka-i azîmenin yerine geçer.’ Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir." Devamında ise bir hadis-i şerifi bu nazarla analiz ediyor: “Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.”
Bu bahisten benim anladığım yine yukarıda konuştuklarımızla paralel: Hadislerin, özellikle böylesi belagatli hadislerin işaret ettiği şey o kötü amelin veya iyi amelin bütün efradının aynı kapsamda olduğu değil. O kapsama girmeye dair ümidi (veya tersi şekilde korkusu) olduğudur. Allah Resulü, hem men ederken hem teşvik ederken, o kapsamın harika ferdine işaret ederek, bizi oraya doğru şevklendirmek veya ona göre caydırmak istemiştir. Söylediği ne abartıdır ne de şeriatın muvazenesini bozmaya çalışmaktır.
İslam ulemasınca kebair günahlar zaten bellidir. Bediüzzaman da Barla Lahikası’nda yedi madde sayar.  Zina onlardan birisidir, fakat (bütün sınıflarıyla) gıybet ne Bediüzzaman’ın ne de başka ulemanın eserinde büyük günahlara girmez. Ki girmiş olsa, zaten hepimizin yandığının resmidir. O sebepten diyorum işte: Gülen’in yaptığı bir muvazenesiz vaizliktir. Şeriatın dengesini bozmaktır. Hac meselesine ise, söz verdiğim halde, tam istediğim gibi değinemeyeceğim. Şu kadar dikkat çekeyim: Aynı nağmede Halid b. Velid’den başlayarak (onun o meselede farz haccını değil, nafile haccını Hz. Ömer’in kastettiği hiç irdelenmeden) Osmanlı Padişahlarına götürülen “Bazen daha büyük farzlar uğruna hac gibi farzlardan vazgeçilebilir” tesbiti çok korkutucudur. Zira bu daha büyüğün tayinini Gülen ulus-devlet ekseninde yapmaktadır.
Bitirirken not: Bu konuyla ilgili yakın zamanda yaşadığım komik bir hatıram da var. Gülencilerden birisiyle taksiye bindim geçenlerde. Daha Davudoğlu’nun başbakanlığı kesinleşmemişti. Taksiye biner binmez şoförü işlemeye başladı: “Davudoğlu başbakan olursa çok kan dökülür. Suriye, Mısır, Irak karışmaya devam eder. O çok radikal bir adam. Onun başbakan olmaması lazım…” Taksici de (Erdoğan hakkındaki tezyif edici ifadelerinden anladığım kadarıyla) AK Partili değildi. Fakat Gülenci de değildi. Ve sohbetin bir yerinde şöyle atarlandı: “O Fetullah’ın da ne mal olduğu ortaya çıktı. Hükümetle danışıklı dövüş ediyorlar. Ben inanmıyorum kavgalarına. Şimdiye kadar değirmenine su taşıdılar bir sürü.” Gülencinin tepkisi şu oldu: “Neyse, insanların gıybetini etmeyelim.” Hey mübarek! Gıybetin günah olduğu yeni mi aklına geldi? Taksiye bindiğimizden beri Davudoğlu’na döşerken gıybet günah değil miydi? Beni de en çok Gülengillerin bu huyu ifrit ediyor. Kendileri saldırırken birşey yok, ama eleştirilirken ahireti kalkan gibi kaldırıyorlar. Gülen’in de yapmaya çalıştığı bu aslında.

8 Ağustos 2014 Cuma

Nuriye Çeleğen nereye koşuyor?

Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şimdi, öyle analizlerden birisini de Nuriye Çeleğen abla adına yapmak istiyorum. Nuriye abla, kendisinin birkaç kitabına editörlük, bazılarına tashih, bazılarına da mizanpaj yaptığım bir isim. Yani tanıdığım birisi. İyiliğini biliyorum, kötü olduğunu düşünmüyorum. Bu yazıyı da onu kötü birisi olarak gördüğüm için yazmayacağım. Kendisini benim beyaz kağıdımda seyretmesi için yazacağım. Mümin müminin aynasıdır, aynalık etmek gerek. O kadar. Bunu hemen yazının başında belirteyim de kimse ifrat beklemesin. İfrat dileyenler de bu yazıyı okuyarak zaman kaybetmesinler. Kendisi hakkında 'abla' ifadesini kullanmaktan da çekinmem. Fakat şu var: Hiçbir abla/abi, bu unvanından dolayı mihenge vurulmaktan kurtulamaz. Ehl-i tahkikin bıçağı 'sorgulanmazlık' tanımaz, tanımamalı.

Kendisi hakkında bu sıralar twitter'da en çok kullanılan ifade; 'Yeniasya camiası, Cemil Tokpınar, Sungur abinin oğlu ve kızıyla birlikte Nurcuların yüzünü ak edenler' içinde sayılması. (Liste biraz kısa değil mi?) Daha ileri giden ifadeler de var. Etka Aslan isminde bir kullanıcı şöyle yazıyor mesela: "Çok şükür ki, AKP'nin gerçek yüzünü görüp hakikatleri savunabilen nice nur talebesi var. Mesela Nuriye Çeleğen!" Devamında Nuriye abladan bizzat görmediğim için onun sözü mü emin olamadığım şöyle birşey paylaşmış: "Risaleleri devletleştirmek Kemalist anlayışın esasıdır. Bediüzzaman sürgün edilmiş (...) fakat bugünkü kadar zincire hiç vurulmamıştı." Bu sözün başında 'Nuriye Çeleğen:' ifadesi bulunuyor. Dediğim gibi: Nette binlerce süprüntü var. Bizzat Nuriye ablanın böyle söyleyip söylemediğini bilmediğim için onu analiz etmeyeceğim. Ancak kendisinin bizzat twitter hesabından paylaştığı, bende ekran resimleri de olan ve zaten Gülen Örgütü mensuplarının çarşaf çarşaf paylaştığı şeyler var ki; bunların bizzat Nuriye Çeleğen ablanın kaleminden çıktığı kesin olduğu için analiz etmeye değer. Kötülük olsun diye değil, altını kazıp hakikatini ortaya çıkaralım diye.

Bir kere şunu söyleyelim: Nuriye Çeleğen, Gülen Örgütü ve AK Parti gerilimi sırasında bir tane bile Gülen Örgütünü ve siyasete karşı değişen tavrını eleştiren twit atmadı. İki tarafa da nasihat olabilir gibi anlaşılacak şeyleri ortaya söylemiş olabilir. Fakat gerilim boyunca bütün suçlamalar, klasik Nurcuların da dahil olduğu AK Parti destekçilerine yapılırken Gülen Örgütü ve mensupları hatadan sürekli tenzih edildi. Mesela Nurcular, kendi düşüncelerini Gülen Örgütünden farklılaştırırken Nuriye abla şu twitleri attı: "Ağabeylerin görüşlerinin kendi görüşleri olmadığını düşünüyorum. Çevresindeki kişilerin görüşleri olarak değerlendiriyorum. Şeytanın her dem aktif olduğunu; kıskançlık, benlik gibi duyguları harekete getirebileceğini düşünüyorum. Bu hizmeti ben neden yapmadım gibi."

Görüldüğü gibi Nuriye Çeleğen, bir telefon kadar yakınında olan abileri aramak yerine Bediüzzaman'ın talebelerinin 'yönlendirildiği' teorisini yazmayı seçti. Daha sonra süreç, abilerin bizzat kendilerinin beyanlarıyla onu yalanlasa da fikrinden vazgeçmedi. İkinci twitteki "Bu hizmeti ben neden yapmadım?" suçlaması ise daha fena. İzninizle buna suçlama diyorum, çünkü Nuriye ablanın burada kastettiği, hepinizin de anladığı gibi, Gülen Örgütünü diğer Nur ekollerinin kıskandığı ve bu kıskançlık yüzünden muhalefet ettikleri aslında. Ki, hatırlarsınız; süreç boyunca Gülen Örgütü de bu tezi işledi, kendi tabanını 'abilere rağmen' kendine bağlı tutabilmek için. Tabii insanın içi cız ediyor. Nuriye abla gibi bütün abileri zaten tanıyan, gelenek olarak klasik Nurculuğa daha yakın bir ismin, Gülengiller için neden saff-ı evvel abileri böylesine itham ettiğin merak ediyoruz. Ben ediyorum en azından.

Neyse, devam edelim: Şimdi Nuriye ablanın başka bir twitini aynen alacağım buraya: "Hizmeti tutmakla düşüncemde hata da yapsam bunun ahiret vebali olmayacağını düşünüyorum. Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Bakınız, bu twiti çok önemsiyorum, çünkü bu twit benim için itikadî anlamda da korkutucu çağrışımlara sahip. Hata yapan birilerini tuttuğu için (buna olabilme ihtimali de veriyor) ahirette hesaba çekilmeyeceğini emin bir şekilde söyleyen birisi var karşımızda. Ve devamında şunu da ifade ediyor: "Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Peki, ya siyasiler haklıysa? Mesela diyelim ki; Şeyh Bedreddin ayaklandı, Osmanlı teyakkuzda; böyle şeyler olamaz mı? Bunu tamamiyle ıskalamış, meseleye artık hak/bâtıl düzleminde değil; 'siyasilerle gerilim yaşıyorsa kesinlikle siyasiler haksızdır' tarzında ele alan enteresan bir düşünce dünyası bu. Ve 'hesaba çekilmem, vebali olmaz' gibi net ifadelerle de söyleyebiliyor. Ahiret adına konuşurken bu netlik korkutucu değil mi sizce de? Ben korkuyorum şahsen. Neyse, diğer iki twitine geçelim:

"Hizmete ait konuda hizmeti tutarım. Siyasetle hiç ilgim olmamıştır. Haber bile dinlemem. Üstadımdan öğrendiğim bu. Siyaset kirlenebilir. Ama hizmet kirlenirse kişilerin imanına zarar verir. Bunun vebali yüklenilemez. Bir kişinin imanı bile zarar görürse ahirette kurtulamayız." Şimdi öncelikle şöyle silsile şeklinde bir hata var. Haber bile dinlemeyen birisi gündeme dair bir meselede bu kadar net bir tavrı nasıl gösterebilir? Ne olup bittiğini bile bilmezken? Hizmetle ilgili her konuda hizmeti tutmak, gündemden hiç haberi olmayan birisi için ne kadar sağlıklıdır? Bunun yanısıra mesele hizmete temas ediyor olsa da (ben Gülen Örgütü demeyi tercih ediyorum) bütün Türkiye'yi ilgilendiren bir 'darbe teşebbüsü' hadisesinde nasıl böylesi 'himmet toplantısı' edasıyla "Hizmete dairse, hizmet haklıdır!" denilebilir. Böylesi bir tahkiksizlik Nur talebesine yakışır mı? Nuriye ablaya sormak lazım bunu.

Bir de devamında siyaset kirlenebilir diyor, doğru. Fakat hizmet kirlenemez mi? Boyu kadar siyasete batmışken? CHP'ye oy toplayan ablaları/abileri varken? Muhalefet partisine dönüşmüşken? Bilmem kaç okulu, kursu, bilmem nesi varsa siyasete girse de onu kirletemiyor mu siyaset? Eğer böyleyse, düzeltelim: Bediüzzaman 'siyasetin şerrinden Allah'a sığınmayı' boşuna tavsiye etmiş o zaman. Baksanıza, hizmet girerse kirlenmesi mümkün değilmiş zaten. Neden sığınsın? Hem kirleniyor derseniz hafazanallah imanınız tehlikede. Öyle de büyük manevî istibdatı var. Cehennemi kaldırıyor hemen başınızın üstüne. Neyse, devam edelim:

"Risalenin sadeleştirme ile tahrif edilmeyeceğini, edilemeyeceğini, edilemeyecek kadar muhkem olduğunu idrak edemiyorsak nasıl R.N okuyoruz?" Şimdi çok ilginç birşey diyeceğim. Nuriye abla, Gülen Örgütü sözkonusu olduğunda her meselede harika iyimser. Mümkün değil yani kötü birşey olması. Sadeleştirilsin, cümleleri değiştirilsin, isterse yeniden yazılsın mümkün değil kötü birşey olamaz. Kötü birşey olduğunu söyleyenler suçlu. Onlar Risalelerden anlamıyor. Ama diyelim ki; devlet Risale-i Nur basıyor. Bakınız ona tepkisi nasıl: "R Nur'ları devletin korumasına verdik bugün risalenin bayramı, dediklerinde şoke olmuştum. Bandrol verilmiyormuş, hiç şaşırmadım." Ablam dünyayı takip etmiyor, ama gündeme dair öngörüleri fevkalade isabetli. Bakınız bir tane daha var aynı meseleye dair: "Bediüzzaman, R.Nur'la yer ve göğün alakadar olduğunu ona zarar gelince iki unsurun hiddet ettiğini söyler. Semanın hiddeti tesadüf mü?" Gördüğünüz gibi sadeleştirme süreci boyunca hiçbir doğal afet kötü yorumlanmazken devlet Risaleleri basmaya başladığı andan itibaren bütün doğal afetler Kültür Bakanlığına dönük işlemeye başladı. Oluyor böyle şeyler. Şimdi daha ince bir twit silsilesine bakalım:

"Tepki veren kardeşlere diyorum ki; ben abileri de çok seviyorum. Fakat Hoca Efendiyi sevmeyi Sungur abiden öğrendim. Babam, Bediüzzaman hazretlerinin has talabelerim içine alıyorum dediği ve pek çok mektup gönderdiği birisi. Sungur abiye yıllar önce 'Abi bu H.Efendi yeni bir şey mi çıkartıyor?' diye sorduğunda Sungur abinin nasıl celallendiğini ve 'Kardeşim karışmayın o kardeşimize' demiş. Dersimi Sungur abiden aldım." Bu metinde üzüldüğümüz şey, Nuriye ablanın Sungur abiden aldığı dersleri çocukluğunda bırakması. Zira biraz daha devam etseydi, Sungur abinin sadeleştirme mevzusundaki emeği geçenlere beddua videosuna da ulaşacaktı. Yalnız burada ilginç olan babasının şüphesine hiç hakikat payı vermemesi. Ki bu şüphenin o dönemde birçok Nur talebesinde varolduğu ve şimdi onların hakikat çıktığı da ortada. Sungur abiden alınan bu ders hakkında geri kalan yorumları Meşveret cemaati üyelerine bırakıyorum. En bomba twitleri ise finale sakladım. Bu kısım ayrıca enteresan çünkü Risaleleri bakışınıza takla attırabilecek cinsten:

"Anlama endeksli risale okuması ben anlayacağım demektir ki bu da risalenin perdeleri kaldırma esasına terstir. Zaten bu da enaniyet veriyor. Virdi anlamadan da o neticeyi hasıl eder. Üstad günlük okumayı esas almış. Bu da vird demektir. Risaleyi düzenli okuyan mutlaka ihtiyacını alır."

Bu iki twit Risale-i Nur'un 'tahkike verdiği öneme rağmen' ters takla atması demek. Eğer Risaleleri anlaşılması gerekmeyen metinler olarak görürseniz, elbette sadeleştirme size dokunmaz. Bu noktada artık Nuriye ablanın neden sadeleştirmeye taraf olduğunu idrak edebiliyoruz. Zaten Risale-i Nur'un, onlarca yerde müellifinin dediği gibi, bir tahkik ve idrak dersi olduğunu değil, bir vird olduğunu düşünüyor. Önemli olan vird gibi, zikir gibi tekrar etmek. Anlamaya çalışmak hatta enaniyet sebebi. Tabii bir kitabı anlamaya çalışmak nasıl enaniyet sebebi olabilir? Enaniyet olacaksa niye anlaşılması gereken bu kadar şey yazmıştır bir müellif? Bütün bu soruları bir kalem silin aklınızdan, çünkü karşınızda Gülen Örgütünün kanaatine göre Nurcuların yüzünü ak eden bir Nur talebesi var. Neredeyse bütün Nurcuların rağmına bunu başarmış bir isim. Ondan Nurculuk öğrenmelisiniz, öğretmek haddiniz değil. Biz de ablamızı tebrik ediyor ve hayatta başarılar diliyoruz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...