Bu yazının notunu Azizler'i izlediğimde almışım. Şöyle yazmışım ajandama: "Yalnızlığımız yalnız kalamamaktan." Doğru. Kalabalık yalnızlığı arttırıyor gibi. Öyle hissediyorum arkadaşım. Yahut da şöyle bir haşiyesi var bu söylediğimin: Vahdetsiz kalabalık yalnızlığı arttırıyor. Hani mürşidim bir yerde diyor: "Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür." Yani kesirlerin paydası ne kadar büyükse çarpım da o kadar küçük bir rakama ulaşır. 2x2=4'tür mesela. Fakat 1/2x1/2=1/4'tür.
Yarıların çarpımı dörtte birdir. Fakat, şu da ilginçtir, aynı yarımlığı 'tamlık' olarak ifade etseydik bu defa başka bir sonuç elde edecektik. 1/2 litre yerine 500 ml deseydik örneğin. 500x500 başka bir sonuç çıkaracaktı. İşin bu kısmı biraz 'neyin matematiği' sorusuyla alakadardır zannederim. Yarımlığın matematiği yoksunluğu ölçtüğü için sonuçta yoksunluk katlanır ellerinde. O katlanmış yoksunluğu sana söyler. Tamlığın matematiği varlığı ölçütüğü için varlık katlanır ellerinde. Varlığını sana söyler. Lakin, yeter, bu enteresanlıkla ziyade meşgul etmeyeyim seni. Zira sesime çağrışım bundan dolayı olmadı. Evet. Asıl 'kalabalığın yalnızlığı arttırışıyla' ilgili konuşacaktık. Yani mevzumuz bir ters orantı meselidir.
Kalabalık yalnızlığı arttırıyor gibi. Bunu yapması intizamsızlığından. Düzensizlik parçaları birbirine muarız kılar. Ahbap olanlar da hasımlaşır cehennemde. Çünkü herkes kendi kaosunu cehennemi kılarak oraya taşımıştır. Pir Sultan Abdal'ın dediği gibidir: "Cehennem dediğin, dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendi götürür." Ateş demek yakan demek. Yakan demek yıkan demek. Vahdet bağlarını bozan demek. İntizamını yitirdikçe cemaatten kalabalığa dönüşüyor zaten. Fıtrata aykırılıksa her kargaşanın başı...
İtikaddaki düzensizlik kaosumuzu besliyor. Bir de mimarideki sancılarımızı buna ekleyebiliriz. Mimari karanlığı arttırabiliyor. Mimarideki düzensizlik cetvele uyumsuzluk değil, bilakis, belki cetvelin kendisiyle kavgası var. Çünkü ruh cetvele sığmıyor. 'Herkese aynı' duvarlara kafa atıyor. Kendine has renklerle boyayacağı şeyler olmalı. İnsan matematik değildir. Rakam olarak 2 'iki insan'ı ifade etmez. Cevherimizde hesap edilebilirlikten fazlası var. O yüzden sosyalbilimler asla fenbilimleri gibi olamadılar.
Bir zamanlar Mars'a yolculuğun önündeki en büyük engelin 'insanları birarada tutma güçlüğü' olduğunu okumuştum. Malum, uzay araçları dar mekanlara sahipler, mecburen. Ve o dar mekanda birçok insanı birarada tutmak gerekiyor. Astronotların uzayda yaşadığı psikolojik sıkıntıların başında bu geliyormuş. Başka bir insanla o kadar dar bir mekanda bu kadar uzun bir süre yaşamak. Kavga ettikleri oluyormuş sık sık. Dünyadaki âmirleri barıştırmaya çalışıyormuş. Yahut da uzmanlar giriyormuş devreye. Kolay değil. "Çıkıp bir hava alayım!" deseniz çıkılacak yer yok. Hava zaten yok. Ahbap hiç yok.
Böylesi bir okumayı mimariye dair de işitmiştim. Apartman tarzı iskanın Avrupaî bir tarz olduğunu söylüyordu müellif. Ve ekliyordu: Avrupalıların mahremiyet algısıyla müslümanların mahremiyet algısı bir değildir. Onlar komşularının bu kadar yakınlarında olmasından rahatsız olmazlar. Çünkü ailelerini bizim kadar kıskanmazlar. Fakat bizim başka bir dünyamız var. Apartman mimarisinde komşumuz bize aşırı yakın geliyor. Yakınlığı aşırı geldiği için de içten içe rahatsız oluyoruz ondan. "Keşke bu kadar yakın olmasalar!" diyoruz. Böyle dilediğimiz için de apartman mimarisi komşuluğu öldürüyor. Komşuluğa bu kadar düşkün bir kültürde başarabiliyor hem de. Zira kimse komşusunu o kadar yakınında istemiyor.
Azizler filmini izlerken de bunu düşünmüştüm işte. Yalnızlığımız yalnız kalamamaktan belki de. Biraz aramıza mesafe girse artacağız. Şiddet-i zuhurundan sakınıyoruz kendimizi. Kendimiz olabilecek bir köşe. Başkasıyla işgal edilmeyecek bir nokta. Hiçbirşey memleketteki gibi olmuyor nedense. Orada aramıza duvar girerdi. Bahçe girerdi. Yol girerdi. Bahane olurdu. Gitmek-gelmek olurdu. Dostluk olurdu. Herkes hem 'gidilebilecek' hem de 'ayrı kalınabilecek' mesafedeydi. Şimdi gidilecek-gelinecek kimse kalmadı. Buradaki kalabalıkla aramızda bir vahdet unsuru bulamıyoruz. Taşları yerine oturtamıyoruz. O yüzden kesir darbı gibi sürekli yalnızlaşıyoruz. Kalabalığın artmasının, faydası bir yana, zararı oluyor. Ancak kesir olunmayan yerlerde bir vahdet hissi sarıyor yüreğimizi. Cemaatleşmelerde bunun payı büyük. Oralarda insan vahdeti bulabileceği ruhlar tanıyor. Kalabalıklar yeniden cemaat olabiliyorlar.
Cemaatleri kapatmaktan bahsediyor bazen birileri. Gülüyorum. Kalabalığı kapatabilir misiniz ki cemaatleri de kapatabilin? Yalnızlığı kapatabilir misiniz ki cemaatleri de kapatabilin? Medeniyet denilen deniyet bize o denli yalnızlık verdi ki, nihayetinde, cevabımız 'cemaat' oldu. Yalnız bizim cemaatimiz yok üstelik. Hergün meyhaneye takılanların da bir cemaati var. Hergün kahvehanede 'al kızı-ver papazı' çevirenlerin de bir cemaati var. Bu cemaatleri kapatabilir misiniz? Hayır. Asla. Cemaatler kapanmaz. Kapanamaz. Zira yalnızlık kapanmayan bir dosyadır. Kapanan ancak hayvandır. "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez." Meyhane cemaatini öldürmek mümkündür arkadaşım, evet, fakat mescid cemaati ölmek bilemez. Çünkü medenileşen herkes yalnızlaşıyor. Yalnızlık cemaatini aramadan yapabilir mi hiç?
mimari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mimari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Ekim 2024 Salı
4 Haziran 2014 Çarşamba
Yer'in Yapı'ya Söyledikleri: Estetik mi, Ahlak mı?
Geçtiğimiz cumartesi günü, SETA'da, 'mimarlık' konulu seminerlerin ikincisinde, kızı Emine ve damadı Mehmet Öğün'den, merhum Turgut Cansever Hocanın mimari düşüncesini dinledik. (Serinin ilk semineri, iki hafta kadar evvelinde, Sadettin Ökten Hoca tarafından verilmişti. Ve mimarinin 'medeniyet tasavvuruyla' ilişkisini anlatıyordu.) Cansever Hoca'nın sağlığında projesini görüp onay verdiği, Bodrum'daki Amanruya Oteli mimarisi üzerinden aktarılan bilgiler, Yer'in Yapı'ya Söyledikleri başlığı altında izleyicilere sunulmuştu. Tabii şunu başlarken kabul etmek gerek: Cansever Hoca gibi bir derya-misalin, bir seminerde, mimariye dair çok az şey bilen küçük kaplarımıza sığabilmesi mümkün değildi. Ancak yine de hem Mehmet Bey'in hem de Emine Hanım'ın, arkasından yürünecek ve eşliğinde yeni okumalar yapılabilecek bir bakışaçısı eğitimini o birkaç saatte başarıyla verdiklerini düşünüyorum.
Peki, bu seminerde ne anlatıldı, neler öğrendik? Her insan bir âlemdir ve böylesi her âlem, dışındaki âlemin kendi renginde/özgü bir yansımasından oluşur. Benim bu seminerde ilk öğrendiğim şeyse şuydu: Kendi âleminin rengi ne kadar cazibedar olursa olsun, ona kapılıp dışındaki âlemin uyumunu bozma. Sıradışı olmaya çalışıp, uyumlu olanın güzelliğini ıskalama. Şeyh Galib'çe ifade edecek olursam: "Her renge boyan da renk verme." Dışında olanın 'herkese ait olan' olduğunu unutma. Hem belki bunun da üstünde düşün: Tevhidî bak âleme. Herşey büyük uyumun birer parçası. Kendi renginin güzelliğine kapılıp o büyük uyumun dışına çıkmaya çalışma. Evet, salt bilgi naklinin ötesinde, bir bakışaçısı ve belki bir ahlak öğüdü olarak aldığım ders buydu Cansever mimarisinden.
Daha başlarken Mehmet Bey'in geleneksel mimarimizin en bariz özelliği olarak altını çizdiği 'çevreyle uyum' gözetilmesi gereken ana öğelerden birisiydi. Hatta bu noktada Mehmet Bey; "Tüm özellikleriyle bir Süleymaniye yapıp onu şu an'a koysanız, bu geleneği yaşatmak olmaz, ancak taklitçilik olur" diyerek; geleneğe hürmetkâr, fakat kendini yenilemekten de aciz olmayan bir mimari dilinin hedeflenmesi gereken şey olduğunu söyledi. Yani birebir biçimleri almaktan/kopyalamaktan ziyade, o biçimin arkasında öze gitmek. Elbette geleneğin de tecrübeler inbiğinden geçmiş, yani test edilmiş güçlü içeriğini yadsımadan yapmak bunu.
Emine Hanım, bu gelenek anlatısı üzerine, Cansever Hoca'nın çizgisinde, mimarilerinde dikkat ettikleri detayları anlattı: "Özellikle biçim ve malzeme tercihlerimizde; o biçim veya malzeme, mimariyi oluşturduğumuz ortama gökten indirilmiş gibi durmaması lazım. Uyumlu olması lazım." Bu uyum penceresinden bakmakla gözükebilecek birçok detaya da, sunumunun ilerleyen kısımlarında yer verdi. Mesela; Amanruya Oteli'nde kullandıkları bitkileri bile, yine o çevrede bulunan, yerel bitki tercihleriyle yaptıklarını; genelde park ve bahçelerde yapıldığı gibi yöre açısından sıradışı sayılabilecek tropikal şeyler seçmediklerini, bunun sebebinin de yine 'uyum' olduğunu söyledi. Binaların yüksekliğinin, sırasının, açısının, renginin, malzemesinin bile coğrafyanın eğimiyle ve rengiyle bağlantılı olduğunu; bunun da yine uyumla ilintili birşey olduğunu aktardı ve ekledi: "Bizim mimari önerimiz; yerin gerçekliğini reddetmeden, tevuza ile varolmaya bir çağrı."
Buraya bir parantez açacağım, çünkü seminerin bencileyin en büyük kazanımı burada oldu. Farkettim ki: Hem Mehmet Bey, hem Emine Hanım, sunumları boyunca, mimariyi ahlakla bağladılar. Mesela; bir yerde Mehmet Bey; "Burada kullanılan her biçim, her malzeme gerçek. Hiçbir biçim, hiçbir detay insanı kandırmaya yönelik değil. Taş görülen her yerde taş kullanıldı. Kaplama falan yapılmadı. Ahşap görünen her yer gerçekten ahşap, kandırmaca yok..." diyerek mimari ile dürüstlük arasında bir bağlantı kurdu. Emine Hanım, birçok yerde uyumun altını çizerken aynı zamanda bunun tevazu ile varolmak olduğunu söyledi. Hatta Ahmet Hakan'ın bir köşeyazısında, otele yönelik aydınlatma eleştirisi bile; "Bizim otelimiz, öyle şıkır şıkır, 'Ben buradayım!' diye bağıran bir yapı değil" diye cevaplayarak aydınlatmada bile kibri değil, böyle bir tevazuyu gözettiklerini aktardı.
Bu anlatılanları da dinleyince, ister istemez, şunu düşündüm: Ahlakı sadece sosyal hayata veya ibadet hayatına münhasır görerek onu sınırlandırıyor muyuz? Öyle ya, eşyanın kendisinde hikmeti, tevazuyu ve dürüstlüğü görüp, onun üzerinde kendi elimiz işlerken ortaya çıkan şeyde bunları aramamak gaflet sayılmaz mı?
Bu açıdan Dücane Cündioğlu gibi kimi isimlerin 'estetik' merkezli, bana bir yönüyle seçkinci gelen mimari dilinin, Mehmet ve Emine Öğün Hocaların dilinde (veya Cansever Hoca'nın ekolünde demeliyim) nasıl da ahlak üzerinden temellendirildiğini ve böyle bir anlatımın nasıl da mümin için içselleştirilebilir olduğunu farkettim. Elbette tevhidî bakışla, büyük uyumun parçası olan insan, bu varlığın içinde eserleriyle varolmaya çalışırken de onla uyumlu olmalı, ondaki hikmeti gözetmeli, onun kadar tevazu sahibi olup, sıradışı olmanın kibrine veya faydacılığın menfaatperestliğine düşmemeliydi. Sanırım sırf aldığım bu bakış açısı dersi için bile hocalarıma ve dolayısıyla SETA'ya teşekkür etmem gerek.
Bitirirken bir not: Bizim din tedrisatımızda mimarinin ahlakla veya esma ile bağlantılı bir tefekkürünün olmayışı, acaba eşya ile sorunlu bir zühd mesleğinin getirisi olabilir mi? Eğer böyleyse bile: "(...) herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını 'Lâ mevcude illâ Hû' diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için 'Lâ meşhûde illâ Hû' deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir. Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden 'Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır' sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var..." dersiyle artık eşyanın bu yönünü de tefekkür etmekten kaçınmamamız lazım.
Mimari içinde tevhidî bakışı yakalamak, kainatla ve fıtratla uyumlu olmak, farkındalığına varmamız gereken bir eksik. Bu yönde ciddi bir tefekkür açlığımız var. Eserlerimiz de yine sırf bu nedenle sorunlu. Bu seminerler dizisi, bana hem yeni bir bilgi, hem yeni bir nazar, hem de ikisinden kıymetli yeni bir açlık öğrettiği için büyük keyif aldım. (Bu arada: Önümüzdeki cumartesi bu seminerler serisinin bir yenisi daha var. İstanbul'da olanların kaçırmamasını tavsiye ederim.)
Peki, bu seminerde ne anlatıldı, neler öğrendik? Her insan bir âlemdir ve böylesi her âlem, dışındaki âlemin kendi renginde/özgü bir yansımasından oluşur. Benim bu seminerde ilk öğrendiğim şeyse şuydu: Kendi âleminin rengi ne kadar cazibedar olursa olsun, ona kapılıp dışındaki âlemin uyumunu bozma. Sıradışı olmaya çalışıp, uyumlu olanın güzelliğini ıskalama. Şeyh Galib'çe ifade edecek olursam: "Her renge boyan da renk verme." Dışında olanın 'herkese ait olan' olduğunu unutma. Hem belki bunun da üstünde düşün: Tevhidî bak âleme. Herşey büyük uyumun birer parçası. Kendi renginin güzelliğine kapılıp o büyük uyumun dışına çıkmaya çalışma. Evet, salt bilgi naklinin ötesinde, bir bakışaçısı ve belki bir ahlak öğüdü olarak aldığım ders buydu Cansever mimarisinden.
Daha başlarken Mehmet Bey'in geleneksel mimarimizin en bariz özelliği olarak altını çizdiği 'çevreyle uyum' gözetilmesi gereken ana öğelerden birisiydi. Hatta bu noktada Mehmet Bey; "Tüm özellikleriyle bir Süleymaniye yapıp onu şu an'a koysanız, bu geleneği yaşatmak olmaz, ancak taklitçilik olur" diyerek; geleneğe hürmetkâr, fakat kendini yenilemekten de aciz olmayan bir mimari dilinin hedeflenmesi gereken şey olduğunu söyledi. Yani birebir biçimleri almaktan/kopyalamaktan ziyade, o biçimin arkasında öze gitmek. Elbette geleneğin de tecrübeler inbiğinden geçmiş, yani test edilmiş güçlü içeriğini yadsımadan yapmak bunu.
Emine Hanım, bu gelenek anlatısı üzerine, Cansever Hoca'nın çizgisinde, mimarilerinde dikkat ettikleri detayları anlattı: "Özellikle biçim ve malzeme tercihlerimizde; o biçim veya malzeme, mimariyi oluşturduğumuz ortama gökten indirilmiş gibi durmaması lazım. Uyumlu olması lazım." Bu uyum penceresinden bakmakla gözükebilecek birçok detaya da, sunumunun ilerleyen kısımlarında yer verdi. Mesela; Amanruya Oteli'nde kullandıkları bitkileri bile, yine o çevrede bulunan, yerel bitki tercihleriyle yaptıklarını; genelde park ve bahçelerde yapıldığı gibi yöre açısından sıradışı sayılabilecek tropikal şeyler seçmediklerini, bunun sebebinin de yine 'uyum' olduğunu söyledi. Binaların yüksekliğinin, sırasının, açısının, renginin, malzemesinin bile coğrafyanın eğimiyle ve rengiyle bağlantılı olduğunu; bunun da yine uyumla ilintili birşey olduğunu aktardı ve ekledi: "Bizim mimari önerimiz; yerin gerçekliğini reddetmeden, tevuza ile varolmaya bir çağrı."
Buraya bir parantez açacağım, çünkü seminerin bencileyin en büyük kazanımı burada oldu. Farkettim ki: Hem Mehmet Bey, hem Emine Hanım, sunumları boyunca, mimariyi ahlakla bağladılar. Mesela; bir yerde Mehmet Bey; "Burada kullanılan her biçim, her malzeme gerçek. Hiçbir biçim, hiçbir detay insanı kandırmaya yönelik değil. Taş görülen her yerde taş kullanıldı. Kaplama falan yapılmadı. Ahşap görünen her yer gerçekten ahşap, kandırmaca yok..." diyerek mimari ile dürüstlük arasında bir bağlantı kurdu. Emine Hanım, birçok yerde uyumun altını çizerken aynı zamanda bunun tevazu ile varolmak olduğunu söyledi. Hatta Ahmet Hakan'ın bir köşeyazısında, otele yönelik aydınlatma eleştirisi bile; "Bizim otelimiz, öyle şıkır şıkır, 'Ben buradayım!' diye bağıran bir yapı değil" diye cevaplayarak aydınlatmada bile kibri değil, böyle bir tevazuyu gözettiklerini aktardı.
Bu anlatılanları da dinleyince, ister istemez, şunu düşündüm: Ahlakı sadece sosyal hayata veya ibadet hayatına münhasır görerek onu sınırlandırıyor muyuz? Öyle ya, eşyanın kendisinde hikmeti, tevazuyu ve dürüstlüğü görüp, onun üzerinde kendi elimiz işlerken ortaya çıkan şeyde bunları aramamak gaflet sayılmaz mı?
Bu açıdan Dücane Cündioğlu gibi kimi isimlerin 'estetik' merkezli, bana bir yönüyle seçkinci gelen mimari dilinin, Mehmet ve Emine Öğün Hocaların dilinde (veya Cansever Hoca'nın ekolünde demeliyim) nasıl da ahlak üzerinden temellendirildiğini ve böyle bir anlatımın nasıl da mümin için içselleştirilebilir olduğunu farkettim. Elbette tevhidî bakışla, büyük uyumun parçası olan insan, bu varlığın içinde eserleriyle varolmaya çalışırken de onla uyumlu olmalı, ondaki hikmeti gözetmeli, onun kadar tevazu sahibi olup, sıradışı olmanın kibrine veya faydacılığın menfaatperestliğine düşmemeliydi. Sanırım sırf aldığım bu bakış açısı dersi için bile hocalarıma ve dolayısıyla SETA'ya teşekkür etmem gerek.
Bitirirken bir not: Bizim din tedrisatımızda mimarinin ahlakla veya esma ile bağlantılı bir tefekkürünün olmayışı, acaba eşya ile sorunlu bir zühd mesleğinin getirisi olabilir mi? Eğer böyleyse bile: "(...) herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını 'Lâ mevcude illâ Hû' diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için 'Lâ meşhûde illâ Hû' deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir. Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden 'Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır' sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var..." dersiyle artık eşyanın bu yönünü de tefekkür etmekten kaçınmamamız lazım.
Mimari içinde tevhidî bakışı yakalamak, kainatla ve fıtratla uyumlu olmak, farkındalığına varmamız gereken bir eksik. Bu yönde ciddi bir tefekkür açlığımız var. Eserlerimiz de yine sırf bu nedenle sorunlu. Bu seminerler dizisi, bana hem yeni bir bilgi, hem yeni bir nazar, hem de ikisinden kıymetli yeni bir açlık öğrettiği için büyük keyif aldım. (Bu arada: Önümüzdeki cumartesi bu seminerler serisinin bir yenisi daha var. İstanbul'da olanların kaçırmamasını tavsiye ederim.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...