Yeniasya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeniasya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2015 Cuma

Cemaatsiznurcu ne demek? (yeniden)

Cemaatsiznurculuğu mana olarak mülküme alamam. Çünkü selefim diyebileceğim başka isimler vardı. Ve ben biraz da onların duruşlarına bakarak buna cesaret edebildim. Fakat bir tamlama ve tanımlama olarak mülküme alabilirim. Zira 2012'in Şubat'ında bu başlık altında bir blog kurup paylaşımlarda bulunmaya başladım. Allah biliyor ya epey bir eleştiri de göğüsledim. Enteresan ithamlar okudum. Bazısına güldüm. Bazısına acıdım. Bazısına hakikaten öfkelendim. Yine de bunun bir çığır açıcılık (bir blogla nasıl bir çığır açılacaksa artık) olmadığının farkındayım. Belki isim konulmamış birşeye isim koymuş sayılabilirim. Daha evvel isim koyanlar vardıysa da, onlar da kulağıma gelmedi maalesef, böyle birşeye cüret edebildim. Bu altında konuşacağımız başlığın hikayesi. Peki, gerisi?

Akif Arslan'ın Yeniasya gazetesinde bugün yayınlanan Cemaatsiz Nurculuk başlıklı yazısını bir kenara koyarsak, bu bence içten gelen bir tazkiyatın sonucu. Sayın Arslan'ın, Yeniasya gazetesinin pek alışık olduğumuz çizgisinde, hoşlarına gitmeyen her durum hakkında kurdukları komplo teorileri pek işimize yaramıyor bu noktada. Çünkü yazının cemaatsiznurculuğa bakışı Kemalist devletin Kürt sorununa bakışından daha mantıklı değil. Gerçi henüz soyumuz Ermeniliğe dayandırılmadı, ama ajanlaşmaya da başladık sayılır. Yazıyı kenarda bırakmamızın nedeni bu.

Bu soğuk savaş dönemi kafasının sosyolojik hiçbir vakıa hakkında insanı ve insanî olanı okumaya niyeti yok. Okumaya değer bulduğu tek şey devletçikler düzeyinde gördüğü güç ağalarının insanı nasıl kullanabildikleri. İnsanı, Allah'ın fıtratına koyduğu ihtiyaçlar/aşklar ekseninde dünyayı ve toplumu değiştirebilir bulmuyorlar. Yeni yollar arayabilir görmüyorlar. Gün gelip güdülemeyeceğini düşünmüyorlar. Devletçilik eleştirilerinin topusu yalan, çünkü ona veya onun küçük nümunelerine verdikleri değer bir yönüyle kutsama. Eleştiriyorlar, ama verdikleri önemle aslında kutsuyorlar.

Yaratılmış her istenmeyen olayın/kişinin devletlerin veya örgütlerin plan/projesine dönüştüğü bu kafa aslında komplo teorileri içinde o denli determinist ki, Allah'ı koyacak yer de bulamıyorsunuz içinde. Empati yapamaz, çünkü anlaşılacak olanla değil düşman olanla muhatap her zaman. Küfür isnadında bulunacak kadar cesur değil belki, ama ajanlık isnadında bulunacak kadar da cüretkâr. Elinde delil bulunmasına da gerek yok. Şahane suizannı var. Ve suizannının onun kafasındaki lakabı, öngörü. Böylece istediğine istediği isnadı yapabiliyor, ama kesinlikle o veya cemaati günaha girmemiş oluyor. Cemaatinin menfaati günahını çıkardığı bir rahip gibi. Biraz onlardan 'aferin' alacak ve Allah da onu bağışlamış olacak.

Peki, nedir bencileyin cemaatsiznurculuk? Bu tanımlamayı ilk yaptığımda bütün taşlarını döşemiş olduğum söylenemez. Daha çok bir arayıştı veya ihtiyaçtı. Mevcut grupların kast sisteminin gerek birbirine karşı ve gerekse kendi içlerinde yaşattıkları daralmanın bendeki tezahürüydü. Herkes bir diğerini esir alıyordu ve esarete direnen herkes 'aforoz' sopasıyla korkutuluyordu. Risale-i Nur'a olan ilginin, dikkatin veya ona ayrılmış olan mesainin cemaat aklına edilmiş itaat yemini olmadan hiçbir anlam taşımadığı garip bir dünyayı soluyordunuz kimi zaman, değil, çoğu zaman. Bunun her yerde ve her zaman aynı şiddette olduğunu hiçbir zaman söylemedim ve söyleyemem. Ama çok yerlerde vardı ve 'uyum sağlayamayan' yahut da Akif Arslan'ın yazısında söylediği gibi 'istişareye uymayan' düşüncelerinizden ötürü dışlanmanız pek kolaydı.

Uyuşmazlığın zemini Risale metinleri ve Risale cemaatleri arasındaki gelişim farklılığıydı bence. Bediüzzaman'ın (Allah ondan razı olsun) sağlığında mevcut yapılanmaların hangisinin varlığından söz edilebilirdi? Kurumlarıyla, istişare heyetleriyle veya bölgesel teşkilatlanmalarıyla hangi grubun tastamam Bediüzzaman'ın önerdiği veya emrettiği şekilde oluştuğu söylenebilirdi? Cemaatlerin tamamı bir şekilde meşruiyet zemini olarak Risalelerden besleniyordu, bunda haklılardı da. Fakat bir şekilde beslenmek, yaptığın her fiilin doğrudan Risalelerin istediği ve gerektirdiği olduğunu savunmakla aynı şey miydi? Bence gruplar arasındaki münakaşaların çoğu bu ikincisine dayanıyordu. Ve mevcut durum Nurcuların enerjisinin yüzde doksanın emip sömüren bir hastalıktı. Herkes kendi yolunun daha Risalelere uygun olduğunu söylerken zımmî olarak (bazen de açıkça) öteki grubun hafifçe (bazen de düpedüz) sapmış olduğu iddiasındaydı.

Çok tuhaf, hiç duymadığınız, alışık olmadığınız şeyler söylemediğim kanaatindeyim. Farklı gruplar içinde bulundum. Birbirlerinden adam çalmaya çalışan veya adam çalınma korkusuyla gençlerini diğer Nurcu gruptan korumaya çalışan cemaatler gördüm. Sayın Akif Arslan belki hangi gruptan bahsettiğimi bilecek, seçimlerde oy vereceği partiyi cemaat tabanına mesaj atan gruplara şahit oldum. Bu insanlar, hiç katılmadıkları bir istişarenin kararına (kanaatlerinde istişareye açmadıkları halde) bağlanmaya zorlanabiliyorlardı. Uymadıklarında da 'yolundan sapmış' muamelesi görebiliyorlardı. Ve zirve noktamıza doğru giderken bazı gruplar cemaat mensuplarının evlenecekleri kıza, girecekleri işe, tutacakları ticarî yola bile karışabilme yetkisini kendilerinde görebiliyorlardı.

Bediüzzaman'ın istediği cemaat bu muydu? Risale metinlerindeki cemaat kullanımı ile bugün kastedilen cemaat kavramı ne denli uyuşuyordu? Sonra kurulanla önce söylenen tevil mi ediliyordu? Şu an mevcut olan yapılanmaların ne kadarını Bediüzzaman kurmuştu? Ne kadarını onaylardı? Kararların ne kadarı Risale-i Nur'un bütünselliğinde uyuyordu? Herkesin bir tane değil bin tane tevilcisi vardı. Birşeyin menfaatlerine olduğuna karar verdikten sonra Risale metinlerini bükmekte avatarı bile geçecek kadar mahirdiler. Fakat dönüp dolaşıp geldiğiniz noktada bütün bunların Kur'an'a ve Sünnete hangi vecihleri bakıyordu? Bu muhteremler, sahip oldukları tevil sanatıyla haramı helal, helali haram edecek kadar yüksek yetenekte miydiler?

İşte cemaatsiznurcu bu soruları sormakla yoluna başladı. Bu soruları soranların elleriyle bu yolculuk başladı. Bu yolculuk bugün onbinlerce kişinin kafasında da yaşanıyor.

Akif Arslan Bey'in yazısında olduğu gibi dış mihraklar veya ajanlar veya komita oyunları aramak yerine, artık biraz daha insana kulak versek... İnsanı anlama aracı olan cemaatleri, insan mühendisliği yapma çabalarından uzaklaştırsak... Cemaat-i İslamiye (ümmet) bayrağı altında daha sıkıca toplanıp, daha alt gruplarla olan bağımızı yumuşatsak... Beyler, biz şeriat sizden daha az sevmiyoruz. Allah'ın kulu olmakta sizden geri değiliz. Kur'an'ı sizden daha az okumuyoruz. Risale bilgimiz de sizden az değildir. Ama cemaat enaniyetlerinizi ve istibdatlarınızı da giysisi değişmiş diye başımıza tac etmeyeceğiz. Komplo teorisyenliğinden yorulduğunuzda tuttuğunuz köşelerden cadde-i kübraya bir inin. İnsanlar neyi arıyor, siz nerede kaldınız, bir sorun. Allah'ın rıza dairesi ne ara sizin istişare heyetinizin toplantı salonu kadar daraldı da, ona uymamakla/sığmamakla insanları cehenneme düşmüş gibi gösterebiliyorsunuz?

17 Temmuz 2014 Perşembe

Sadeleştirmeyi eleştirirken eldeki sözlükten olmak

Bazen oluyor; istemediğiniz birşeye karşı mücadele ederken, başka sûret giymiş aynısı onun yerine geçmeye çalışıyor. Saltanata karşı meşrutiyet mücadelesi verirken, yerine Mustafa Kemal'in cum­huriyet kostümü giymiş diktatörlüğünün geçmesi gibi. Or­well'ın Hayvan Çiftliği en güzel eleştirisi bunun. Çiftliğin yönetiminden insanları devirmek marifet değil. Marifet; yerine geçmesini istediğin şeyin 'ne olduğunu' ve 'ne olmaması gerektiğini' tam bilmek. İşlevini değiştirmeye çalışmak yani. Yoksa yönetimdeki insanları değiştirmek hüner değil. Ahmet gider, Mehmet gelir, düzen aynı kalır. Düzen aynı kaldıktan sonra değişimi istemenin de bir anlamı kalmaz. Amacını yitirir. İnce Memed gibi pes edersiniz. Kaç ağa öldürürseniz öldürün yerine yenisi geldikten sonra, yola çıktığınız ilk yer, yani Abdi Ağa'yı vurmak da yanlış görünmeye başlar.

Demek ki böylesi heyecanlı zamanlardan korkmalı. Bediüzzaman'a; "İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm..." dedirten sırrı anlamalı. Adımları endişeyle atmalı. Sorgulamalı. Kapılmaktan çekinmeli. Her anlaşılmazı, nedeni izah edilmeyeni, taklid isteyeni eleştirebilmeli. Bizi kalabalıkla birlikte sürüklemek isteyenlere; "Dur bakalım! Daha beni ikna edemedin. Aklımın hakkını ver!" diyebilmeli.

Bunu kıymetli buluyorum. Çünkü bu taklid ehli değil, tahkik ehli olduğumuzu gösteren birşeydir. Delilsiz ve sınamadan hareket etmemek bizim hem mesleğimiz, hem meşrebimizdir. "Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz..." diyen Üstadın yolu herhalde bazılarının sandığı gibi 'birileri ne diyorsa doğrudur, bir hikmeti vardır' tarzı bir ezber değildir. Hatta ilk savaşılması gereken bizzat budur.

"Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."

Emirağ Lahikası'ndaki bu bölümde de Bediüzzaman, kendi yolunun farkını bu bürhan-ı yakiniye temayülle ortaya koyar. 'Büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmek...' yolu ise kesinlikle Risale-i Nur'un mesleği ve meşrebi değildir. Nur talebesi sormalı, sorgulamalı; ancak tam anlamıyla ikna olduktan sonra adımlarını atmalıdır. Başkasını ikna etmeye çalışırken de araması gereken yol budur. "Filanca büyük zat böyle dedi. Yoksa sen onu 'mutlak vekil' saymıyor musun?" tarzı baskıcı bir yolla değil.

Sadeleştirme ve devamında yaşanan tartışmalar boyunca da bu gerekli endişeyi taşıyarak yoluma devam ettim. Sadeleştirme yapanların metne verdiği zarar yönüyle eleştirilerini yaparken, sadeleştirmeyi eleştirenlerin de "Üstadın izni yok!" tarzı yaptıkları savunmanın altının boş olduğunu, bunun yerine sadeleştirmenin metinde yaptığı hasarı tesbit edip insanlara onu göstermenin bürhan-ı yakini yoluna daha yakın olduğunu söyledim. "Üstadın izni yok!" demek bir kazıye-yi makbule iken, bizzat metindeki kusuratı ve anlam kaybını göstermek bürhan-ı yakini idi çünkü. "Bak burada şu şu zararları dokunmuş" diye göstermek, "Uzmanlar iyi değil diyorlarmış" demekten daha elle tutulur, somut, güçlü bir ikna yöntemiydi. Risale-i Nur'un bizden üretmemizi istediği bilgi türü de buydu.

Şimdi, bandrol olayı diye gündemimizi meşgul eden, bazılarına göreyse Risale-i Nur'un devletleşmesi olarak anılan hadiseyi de yine bu çizgide durarak değerlendiriyorum. Olayın ilk tartışıldığı günlerden itibaren önceleri "Risalelerin neşri engelleniyor!" deyip sonra "Devletleşiyor!"a dönen kesime şunu sordum: "Risalelerin devletleşmesi nedir? Ve devletleşince ne olmasından korkuyorsunuz? Bunu madde madde yazın. Şekle bürünsün. Neyi istemiyorsunuz? Sakıncalarını ve somut yanlışları görelim. Yoksa bize 'devletleşmeyi' teşhisi mümkün olmayan bir öcü gibi gösterip durmayın!" dedim. Zira Risalelerde veya Üstadın kendi hayatında devletleşmeden bu tarz bir endişe duyduğunu görmüyordum. Hatta Üstadın kendisinin külliyatın basımının devlet çatısı altında yapılmasını istediği biliniyordu. Bizzat teşebbüs etmişti buna.

Buna karşılık kimse birşey yazmadı. Yine bir dolu korku üretildi. Hatta bu korku, samimiyetinin ciddi sınanmasını gerektirecek bir iktidar düşmanlığıyla karıştırılmaya başlandı. (Erdoğan'a Deccal/Süfyan diyecek kadar...) Meselenin bu tarafında yer alan Gülengiller olsun, Yeniasyacılar olsun, her ikisinin de bu dönem kronik bir şekilde siyasi muhalif oldukları biliniyordu. Hükümetin yaptığı hiçbir şeye maşaallah demiyorlardı ki, buna da desinler. Delil de göstermeyince insan hiç inanamıyordu anlattıklarına.

En nihayet bu konu hakkında Metin Karabaşoğlu abi kendi endişelerini aktaran bir yazı kaleme aldı. Kısa, ama içindeki herşey bir surete bürünmüş, öcü olarak kalmamış, somut şeyler. Mesela benim o yazıdan anladığım: Metin abi, endişelerini, Risalelerin devletleşmesinden ziyade, devletin Risale-i Nur üzerine vesayet kurmak isteyenlere son zamandaki gerilimden dolayı bir şans verebilmesi üzerine kurguluyordu. Bu insanların, Risale-i Nur üzerine yapılan her türlü çalışmaya, geçmişte pek çoğuna şahit olduğumuz şekilde, mutaassıbane izin vermemesinden endişe ediyordu. Ayrıca kurdukları bu yeni vesayet nedeniyle kendileri dışındaki Nurcu grupları da mağdur etmelerinden endişe ediyordu. İşte bu endişe bana da 'dokunulabilir' geldi. Bu yazıyı okumamın ardından sayfaaltı sözlüklü çalışmalara dair attığım twite karşı aldığım tepkiler, bu noktada bir vesayetin/istibdadın hazırolda beklediğini gösterdi.

Bu tepkilerin bana en komik gelen yanı, bu insanların tamamının külliyattaki kelimelerin anlamı için illa bir sözlüğe bakmalarıydı. Fakat kendileri bir sözlük açıp karıştırınca bu doğru, ama bu sözlük metnin altında kolay bulunacak bir şekilde veriliyorsa bu yanlış oluyordu. Yani demek ki, karşı olunan sözlük değil, sözlüğün yeriydi. Bu endişenin de iki gerekçesi vardı: 1) Bir abiyle Üstad arasında geçen bir hadise. 2) Sayfaaltındaki anlamın külliyat okurunun anlamı ona münhasır görmesiyle yaşayabileceği bir anlam daralması. Halbuki aynı insanlar, aynı tehlikenin sohbetlerde kelimenin anlamına dair yapılan izahlarda, başka bakılan sözlüklerde yine geçerli olduğunu düşünmüyorlardı.

Bir kelimenin anlamına dair her tarif dolayısıyla bir sınırlama içerir. Bunu ister sayfanın altından okuyun, ister sözlükten, ister dersten/sohbetten. Hal böyleyken, ilk ikisi caizken, üçüncüsünü böyle "Kesinlikle olmaz!" kılan neydi? Ve buna ilaveten: Kelimenin anlamını altta yazan manaya münhasır görmek de aslında okurun nazar problemi değil miydi? Bunun sözlükle ne ilgisi vardı? Sözlükte okuğu her manayı mutlaklaştıran okur, bunu her şekilde yapardı zaten. Ha başka sözlüğe bakmış, ha sayfa altına.

Birinci hadisede ise külliyatta böyle bir kayıt bulunmamakla birlikte, hatıra nevinden aktarılan bir hadiseye göre abilerden birisi (ismini yazmayayım) böyle bir çalışma yapmış, Üstada göstermiş, Üstad da ona tepki göstererek 'altına Bediüzzaman değil, kendi adını yazmasını' söylemişti. Hadisenin naklolurken ne kadar sıhhatli nakledildiğini ve kaçıncı ağızdan bize geldiğini bir kenara koyuyorum. Bir kere o abinin yaptığı çalışmanın nasıl bir çalışma olduğuna dair elinde kesin bir bilgi olan var mı? Yani ne yazmış? Nüshası nerede? Sadece kelimelerin anlamını mı yazmış? Şerh mi yapmış? Yorum mu katmış? Düz kelime manası mı vermiş? Üstadın vermediği, onun kastettiğinin çok dışında manalar vermiş ve Bediüzzaman Hazretleri aslında buna kızmış olabilir mi? Çalışmasını o dönem için malayani bulmuş sayılabilir mi? Bediüzzaman çalışmanın metoduna mı kızmış, yoksa orada yazanlara mı kızmış? Bunların hiçbirisi analiz edilmiş veya tartışılmış değil. Çünkü çalışma da yok ortada. Yani neye kızıldığını ancak tahmin edebiliyoruz.

Kaldı ki, altı kelimeli külliyat çalışmaları ilk dönemde çok tepki almasına rağmen sonradan bu saff-ı evvel abilerin iltifat ve desteklerine de mazhar oldular. Madem Bediüzzaman bu kadar karşıydı, bu destek neden verildi? Ben bu sözlük çalışmalı külliyatlardan birisinin kenarından şahidi olarak kaç tane abinin bu külliyat çalışmasını gördüğünü, önce biraz kızsalar da sonradan destek verdiklerini, öyle külliyatlardan ders yaptıklarını biliyorum. Şimdi sormak istiyorum: Hayırdır, o zaman akla gelmeyen vesayet, şimdi ortam buldu da yeniden mi ortaya çıkıyor? Haydi bu soruları da geçelim. Bediüzzaman lügat düşmanı mıydı? Talebelerine "Aman lügata bakmayın. Kelimelerin anlamı, ayet mealleri falan önemli değil, sadece metinleri okuyun!" Böyle bir tane tavsiyesi var mı Allah aşkına? Onun yokken sizin nereden aklınıza geliyor bu endişeler?

Tamam, o mealleri ve sözlük anlamlarını tek geçer akçe görmeyelim, eyvallah, o da yanlış. Fakat onun ötesinde bu tasarıma, yeni şeyler üretmeye, hem de metne zarar vermeden çalışan şeyler nasıl yasak kılınabiliyor? Bu da bir istibdat, bir vesayet değil mi? Buna karşı mücadele vermek gerekmez mi?

11. Lem'a'da Bediüzzaman Kur'an'la ve sünnetle çelişmeyen, aykırı bir hüküm içermeyen uygulamalara bid'a-yı hasene namı verildiğini söylüyor. "Fakat, tarikatte evrad ve ezkâr ve meşrepler nev'inden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esasat, Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid'a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid'aya dahil edip, fakat 'bid'a-i hasene' namını vermiş." Peki siz kim oluyorsunuz ki, Kur'an'la ve sünnetle, külliyatın metinleriyle hiçbir çelişkisi olmadığı halde, her yeni tasarım uygulamasını bid'a diye nitelendirebiliyorsunuz? Mutlak vekillerin mutlak vekillerinin mutlak vekilleri misiniz? Uzayacak mı daha bu silsile? Bir bitseniz de Nurcular hayırlısıyla hür düşünmeye başlasa. Sizin bağnazlıklarınıza takılmaktan, bırak adım atmayı, nefes alamıyoruz.

3 Temmuz 2014 Perşembe

Çok da 'kucak delisi' olmamak lazım

"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir..." Muhammed sûresi, 35'ten.

Efendim, malumunuz CB seçimleri yaklaştı. Eh, adaylarımız da belli oldu gibi. Benim de bunun üzerine iki tike birşeyler karalamam yerinde olur. Hakkında laf etmediğim mevzu kalmadı zaten; bir de bu meseleye, biraz da yüzünüzü güldürmeye çalışarak değineyim: Öncelikle şu CB'lığının devlet kademesinde nasıl bir yere tekabül ettiğini anlamış değilim. Ne amaçla oraya birisini oturtuyoruz biz? "Başında bir büyük bulunsun" diye mi? Yoksa başka bir fonksiyonu da var mı? Örneğin: Başbakanlık çalışma makamı, CB'lığı da acaba 'kucaklama' makamı mı oluyor?

Bunu soruyorum, çünkü bu sıralar CB'lığı hakkında yazısını okuduğum, sözünü dinlediğim neredeyse herkes onun o meşhur kucaklamasından bahsedip duruyorlar. Öyle ki; insan falan ayırmayacak, herkesi saracak halat gibi kolları olacak. Bir nevi takım elbiseli Noel Baba. Öyle birşey canlanıyor insanın hayalinde. Yoksa istenilen bulunduğu makamda çalışması, proje üretmesi falan değil. Ülkeyi daha ileri bir noktaya getirmesinden de bahseden az. Adaylardan birisi de bunu dile getirdi zaten. "O makam öyle proje makamı değil" gibisinden birşey dedi. Herkesin niyetini başka. İyi olan kazansın.

Bu iş geçmişten beri böyle. Ne zaman CB'lığı adayları sıraya dizilse aranılan özellik çalışması değil, kucaklayıcı olması. Ben bu kucaklayıcılık işine takıldım. Kucaklayıcılık ile kastedilen ne? Herkesin hoşuna gitmesi mi? Dostlarım, azıcık bu ülkede yaşayan herkes bilir ki, birşeyler yapmaya çalıştığınız anda birileri sizi sever, birileri sizi sevmez. Sahada olmanın getirisidir/riskidir bu. Bu ülkede ancak 'taşın altına elini koymayanlar' herkes tarafından sevildiklerini sanabilirler. Hep kazanan ata oynayanlar, ama rengini belli etmeyenler. O tipler dışında herkesin sevdiği bir adam yok. Hele yaptığınız bir ülkeyi yönetmekse, ancak cenazenizde çok sayıda insan olmasıyla mükafatlandırılırsınız, herkesin sizi sevmesiyle değil.

Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'e verdiği Ayasofya camii örneğini hatırlayalım. O camiye girdinse, bir kere riski aldın. Artık orada yapacağın davranış ya serserileri sevindirecek ya müminleri. İkisini birden sevindirmek demek duruşsuzluk demek. Herkesin sevdiği insanlardan korkarım ben. Lisede bir arkadaşımın Gülen grubu hakkındaki (ki o aralar ben de onlara takılıyorum) enteresan feryadını hatırlarım: "Abi adamların hiç mi kavgalı oldukları birşey olmaz. Herkesle araları iyi. Herkesi idare ediyorlar. Böyle olmaz ki." Kulakları çınlasın. O zaman gözümü açamamıştı. Ama benim gözüm sonradan başka vesilelerle açıldı. Duruşsuzluğun aynı zamanda kimliksizlik veyahut bir çok kimlilik sorunu olduğunu anladım, karaladım hakkında birşeyler. Yeniden CB'lığına dönersek:

Efendim, kucaklayıcılığın zıttı da kutuplaştırıcılık. Ne demek o? Şu demek: Eğer toplum gergin saflara ayrılıyorsa, sen kutuplaştırıcısın. (Sesteki tonlamadan kötü birşey olduğunu anlayabiliyoruz.) Bu nedenle senin o makamda olmaman lazım. İyi de, bugün barış gibi, özgürlük gibi en kavgasız kavramları bile ele alsanız; arkasında durmaya çalıştığınız anda karşınızda kutuplar belirir. Barış sürecini ele alalım mesela. Barış sürecine bugün herkes taraftardır diyebilir miyiz? Diyemiyoruz, ama cesaretle arkasında durulursa; yani kutuplaşmanın oluşturduğu gerilime karşı ölçülü bir mücadele verilirse, halkın çoğunluğu istiyor, bir asırlık bu parantez kapanabilir diyoruz. Bu ümit de kucaklayıcılıktan değil, cesur bir meydan okuyuştan güç alıyor. 12 yıllık iktidarı döneminde Erdoğan'ın ve ekibinin başardığı çoğu şey de bu meydan okuyuculukla gerçek oldu. Yolda gördüğü herkesi kucakladığı için değil. (Onu Hasan Celal Güzel yapıyordu, tutmadı.) Kucaklayıcılıkta ne arıyoruz? Bunu iyi analiz etmek gerek.

Emirdağ Lahikası'nda, Bediüzzaman'ın, Mustafa Kemal tarafından Şeyh Sünûsî yerine vaiz-i umumî atanması teklifini neden kabul etmediğini izah etttiği yer de bu analizimize katkı yapabilir: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi."

Ve yine Gülen grubuna geri dönelim. Bugün bu grubun girdiği hal, düştüğü durum, biraz da geçmişte herkesi kucaklamaya çalışmasından değil mi? Kendisi gibi dinî bir kimlik temsil eden gruplar dışında farklı kimlikli olanlardan; solculardan, Amerikalılardan, İsraillilerden, başka din mensubu cemiyetlerden, kapitalistlerden, hatta masonik faaliyetler gösterdiği bilinen yerlerden bile kucakladığı insanlar var. Bunu şimdiye kadar hizmetlerin yürümesi için bir strateji olarak anlatıyordu. "Gönülleri ısındırıyordu." Fakat nihayeti öyle olmadı. Bu herkese kendini beğendirme çabasıdır ki, bugün kimsenin onları beğenmemesiyle netice verdi. Beğeniyor sandıkları da aslında vakit dolduruyor. İşlerine yaramadıklarını anladıkları anda sırtlarını dönecekler.

Gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu'na. Kendisini pek tanımam. Bir kitabını okumuştum sadece. Ama gelişi itibariyle hoş çağrışımlar yapmadı. Ramazan Ramazan Anıtkabir ziyareti (hatta hızını alamayıp İsmet İnönü'ye doğru da bir tur attı sonra) bir tuhaf oldu. Onu da geçeyim: Bir kere çatısına çıktığı binanın sütunları bir tuhaf. Bir tarafta Haydar Baş var. Öteki tarafta CHP var. Diğer tarafta MHP var. Bu yanda da Gülengiller var. Bu adamlar daha düne kadar birbirlerini yiyen, demediklerini bırakmayan gruplardı. Haydar Baş'a karşı Gülen grubunda hissedilenleri Şubat Soğuğu dizisindeki Şah Veli karakteri hatırlatır herkese. CHP ve MHP'nin arasındaki bu muhabbet ise 80'li görmüşler için elektroşok etkisi yapıyor. Dahası da var. Bu çatının altında bir de Yeniasya var. Boyu küçük, ama olsun, gelenekteki işlevi büyük. Onlar da Gülengillerle, CHP'yle, Haydar Baş'la sorunlu bir geçmişe sahipler. Fakat ne enteresan, onlar da bu çatının altına dahil oldular.

Eh be muhterem okurlarım, hani Erdoğan'ın kutuplaştırıcılığı? Adam Türk-Kürt barışını sağladığı gibi perde arkasından başka kardeşlik projeleri de yürütüyor anlaşılan. Bakınız; CHP-MHP ile barıştı. (CHP'nin genel başkanı, otobüste, ülkücü işareti bilem yaptı, o derece.) Gülengillerle Yeniasya barıştı. Sonra bu ikisi Haydar Baş ve ekibiyle barıştı. Hepsi bir çatının altına girdiler, bir seçim boyunca mutlu yaşayacaklar. Hani Erdoğan kutuplaştırıyordu? Yahu Gezi'de bile ne enteresan posterlerin, bayrakların yanyana geldiğini gördük. Neler neler beraberdi. Hiç dünyada bir araya gelmez dediğimiz gruplar bir aradaydı. Sahi, Erdoğan böyle mi kutuplaştırıyor? Ben bu acip işe de şaşkınlığımı ifade eder, siyasette 'çok da kucak aramamalı' diye buraya not düşerim muhterem okurlarım. Allah, başımıza, bizi geleceğe cesaretle taşıyacak ve bu güzel yolda hilafına çalışanları kucaklamayacak bir CB nasip etsin. Amin.



27 Mayıs 2014 Salı

Bir gruplaşma hastalığı olarak: Allah'ı tekeline almak

"Suçluların dinsiz-imansız olduğu söylenir. Bunun anlamı nedir? İzninizle söyleyeyim. Öncelikle şunu kafanızdan atın: Allah sizi unutmadı! Hapishanenin kapısı size kapalı olabilir. Ancak Allah'a giden yollar her zaman açıktır. Kaçmak için yol aramaktan vazgeçin. Allah sadece iyi insanlara ait değildir. Bizim Allahımız suçluların da Allahıdır. Sadece Allah insanlara ayrımcılık yapmaz. (...) Ne yazık ki, bazı insanlar herşeyi kendileri için istiyorlar." Marmoulak (Kertenkele) filminden...

Şöyle bir noktadan başlayalım: Hem Yeniasya'nın (belki sadece merkezinin demeliyim) hem Gülengillerin (buna tamamı dahil edilebilir) Risale-i Nur'daki deprem bahislerini okuyuşlarını rıza-yı ilahîyi arayan, iyi niyetli ve hayırlı okumalar olarak değil; bilakis, zaten hedefi belli, kendi gruplarının hükümetle yaşadıkları gerilimden fazlaca etkilenmiş ve dolayısıyla 'siyasi' okumalar olduğunu düşünüyorum.

Bediüzzaman Hazretlerinin İçtihad Risalesi'nde de dikkatlerimizi çektiği gibi; her zamanda, nazarların ona müncer olduğu, rağbet gören bir mal var. Rağbet, nazarı da (ve dolayısıyla yapılan yorumu da) etkileyen birşey. Bugünün metaı da siyaset. Bu nedenle bundan fazlaca etkilenmiş, hatta kronik maraz haline getirmiş grupların Risale metinlerinden ve kevnî hadiselerden yaptıkları içtihadlar da sağlıklı olmuyor; nazar arzda takıldığı için içtihad da arzî oluyor; rıza-yı ilahîyi hedeflemediği için semaya çıkamıyor. Bediüzzaman'ın, İçtihad Risalesi'nde, ısrarlı bir şekilde, zamanın içtihada uygun bir zaman olmadığını belirtmesi biraz da bundan kanaatimce.

İkinci olarak; bu konuyla ilgili bir önceki yazımda ("Aba altından 'musibet göstermek!" yazısı) altını çizdiğim gibi; bu arkadaşlar, bizzat Bediüzzaman'ın kelama bakılırken dikkat edilmesini tembihlediği "Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!" kaidesini de dinlemiyorlar. Devr-i sabıkın Mustafa Kemal'li, İsmet İnönü'lü körkütük istibdat yönetimini kesip, onun yerine son on yılda ülkeye en büyük özgürlükleri getirmiş Erdoğan'lı AK Parti'yi; zamanın müceddidinin bizzat başında olduğu, siyasete ve dünya menfaatine eli eteği değmemiş pâk Nur mesleğini de kesip, burunları bir türlü siyasetten çıkmayan, hatta devlet içinde devlet olmaya çalışan ve kendi içlerinde kavga etmekten artık bölük pörçük bir hale gelmiş 'tek adamlı' mesleklerini koyuyorlar. Ondan sonra da diyorlar ki: "Kardeşler! Bakın bu aslında budur..."

Bu arada şunu da belirtmeliyim: Depremlerin veya başkası doğal afetlerin birer ilahî ikaz olduğunu reddetmiyorum. Ama bunu siyasetten bağımsız, günübirlik seçimlerden uzak, iman ve Kur'an ekseninde hatalar düzeyinde düşünüyorum. Mesela; başımızdaki hükümet, eğer dindar bir hükümet değil de din düşmanı bir hükümet olsaydı; camileri kapatsaydı, Kur'an'ı yasaklasaydı, Risaleleri evleri basarak toplatsaydı; sadece biz değil, bütün dindarların artık yaka silktiği bir düzeyde olsaydı bu iş, musibetleri böylesi bir düzlemde anlamlandırmak mümkün olabilirdi. Ama elinizi vicdanınıza koyun; pek yapmıyorsunuz çünkü bu sıralar; var mı böyle birşey?

Allah'a şükür, öyle bir hükümetimiz var ki başımızda; kusurları olmakla birlikte; gelişmeye ve geliştirmeye müsait. Birşeyler yapıyor ve daha fazlasını da yapmaya çalışıyor. Şimdi saymaya kalksam değiştirdiklerini, iyileştirdiklerini bu yazıya sığmaz. Peki neden Allah onları ve onları seçmek dolayısıyla bizi tokatlıyor? Meczuplara göre bunun cevabı şu: Bu hükümet, Gülengillerin paralel devlet kurmasına izin vermedi, operasyon yapıyor ve ayrıca Yeniasya'ya da bandrol vermiyor. İyi de ne dindarlar Nurculardan ibaret, ne de Nurcular Gülencilerden veya Yeniasyacılardan. Hal böyleyken, yani umum ümmet hükümetin icraatlarından memnun ve destekçisiyken (hatta tüm İslam coğrafyasından dualar alırken), siz nasıl seçilmiş bir grup veya gruplarsınız ki; Allahın iradesini tekelinize alabiliyor ve "Bu bize yapılanlardan dolayı oluyor!" diyebiliyorsunuz. Levh-i Mahfuz yazılırken başında mı duruyordunuz?

Musibetlerin neden geldiği, neye geldiği, kime geldiği, bunlar öncelikle içtihadî meselelerdir. Sorumlulukta sebep tahtındaki hatalardan/eksiklerden sonra bunlara bakılır. İnsanlar kendilerine yönelik, nefislerine yönelik çıkarım yapabilirler; ama tutup ötekine yönelik dersler çıkarmak, kusura bakmayın ama, biraz cesaret ister. Bediüzzaman gibi asfiya sınıfından bir âlim; ilmiyle ve ferasetiyle böyle bir konuda içtihad yapabilir. Fakat tek marifeti oturdukları gazetelerin köşelerinden siyaset döşenmek olan köşeyazarlarının böyle bir çapı var mıdır acaba?

Ben bunları böyle söyleyince diyorlar ki: "Sen depremlerin umumî musibet olduğunu inkar mı ediyorsun?" Hayır etmiyorum, ama her musibeti sizin gibi öteki üzerinden okumaya da cesaret edemiyorum. Mesela Mucizat-ı Ahmediye'de geçen şu hadiseyi: "Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Ciharyâr-ı Güzîn ile Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi." Şimdi diyebilir misiniz ki, bu deprem, yani Uhud'un veya Hira'nın sallanması oradakilerin (hâşâ) günahkâr olmasından gerçekleşti?

Demek her musibete bu gözle bakamıyoruz. Hassaten insanlığın hayırlılarına gelmiş musibetlere 'makamlarını yükseltme aracı' olarak da nazar ediyoruz. "Büyük buhranlar büyük doğumların sancısıdır" diyoruz mesela. Peki sizin elinizde nasıl bir ölçüm cihazı var ki, hiç bu ihtimalleri hesaba katmadan, karşısındakini günahkâr ilan edebiliyor? Neden hiç nefsim demiyor? Hastalar Risalesi'nde bile Bediüzzaman, 'günahların kefareti' bahsini ancak 8. Deva'da anlatır. Sizin bu kadar da mı merhametiniz yok kardeşlerinize veya bu kadar mı eminsiniz kendinizin kurtarılmışlığınızdan?

Musibetler gaflet dağıtıcılardır. Allah, rızası yoluna daha çok hasr-ı nazar etmeyi bu musibetler vesilesiyle hepimize nasip eylesin. Ama 'hepimize' eylesin. Yalnızca içimizdeki bir zümreye değil. Çünkü hiçkimsenin kurtuluşu garanti değil. Musibetleri 'ötekiler üzerinden' okumak bu yüzden tehlikeli. Ayet-i kerime de belki bu yüzden bizi uyarıyor: "Başlarına bir iyilik gelince 'Bu bizim hakkımız' der, kötülük gelince de Musa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı."

20 Mayıs 2014 Salı

Aba altından 'musibet' göstermek!

"Başlarına bir iyilik gelince 'Bu bizim hakkımız' der, kötülük gelince de Musa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı." (A’râf, 7: 131'den... )

Bir yazarın sözlerini çarpıtmanın en kolay yolu, konjonktürünü ıskala(t)maktır. Onu, zamanının şartlarından, makamından, muhatabından (ve hatta bazen söyleyeninden de) mahrum bırakıp öyle sunmaktır. Bunu yaparsanız, en alakasız sözleri bile, istediğiniz şekilde tevil edebilirsiniz. Ve sizden bunu dinleyenler de (eğer müdakkik/sağlamacı değillerse) nakledilen bilginin, tevil edilen olaya uygunluğunu sınamazlar.

Nüzul sebebinin, Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında; söyleniş şartlarının, hadislerden hüküm çıkarmada ne kadar önemli olduğunu bilenler, bu sözlerime elbette hak verirler. Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri bu kelamî kaideyi açıklarken şöyle der: "(...) kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!"

Gayet açık olan bu kaidenin ıskalandığı her yerde Sokratvari bir şüphecilik yakışır insana. Ben de severim böyle yapmayı. Muhatabımın boş bıraktığı her satırın beni yanıltmaya yönelik bir 'içerik ihmali' olabileceğini düşünürüm. İster editör refleksi deyin siz buna, ister çok kandırılmışlık acısı. Var böyle bir huyum.

Bu yüzden Ali Ünal'ın, 19 Mayıs tarihli, "Musibete davetiye çıkarmak" yazısına da; Kazım Güleçyüz'ün, 18 Mayıs tarihli, Yeniasya'da çıkan “Risale-i Nur’a ilişmeyiniz, yoksa belâlar sel gibi yağar” yazısına da biraz şüpheci yaklaştım. Dayanak bulma yöntemiyle neredeyse pişti, ama sonuç çıkarma açısından farklı olan bu yazılar, aslında Erdoğan'a bir noktada daha teşekkür etmemiz gerektiğini gösteriyor: Yıllardır araları hiç de iyi olmayan Yeniasya ve Gülen grubu sanıyorum Erdoğan düşmanlığı sayesinde barışacak.

Kürt-Türk barışının ardından ikinci bir kardeşlik projesi daha haberimiz olmadan yürüyor galiba. Solcusu, sağcısı, Gülencisi, Yeniasyacısı, ne kadar grup varsa Erdoğan düşmanlığında ittifak halindeler. Neyse, bu kısmı işin biraz magazini oldu. Yazının ciddiyetini kaçırmasın. Asıl konuya döneyim:

Şerif Mardin, ilk kez 1989 yılında yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim isimli eserinde Bediüzzaman'ın veya Nurcu kimliğinin bir başarısını da diğer toplumsal kimliklerin yitirilişine bağlar. Yani Anadolu topraklarında her türlü dinî kimliği, öğeyi, öğretiyi, terbiyeyi, tarikati baskılayan bir istibdat yönetimi; onları bastırışındaki başarıya rağmen Nurculuk karşısında istediği etkiyi bir türlü gösterememiştir.

Bu yeni yol, onun, diğer terbiye metotlarını/ekollerini baskılamakta kullandığı yöntemlerle sindirilememektedir. Bu nedenle, diğer bütün kimliklerle bağlantısını bir ölçüde yitiren/zayıflatan insanlar, ortaya çıkan bu yeni kimliğe yeni bir canlanış/tecdid manası yüklerler. Nurcu kimliğinin bu kadar hızlı yayılmasının bir nedeni de Mardin'e göre budur: Ortada en çok görünen ve varlığı için mücadele veren dinî kimlik oluşu...

Şerif Mardin'e katılıp katılmamak sizin elinizde, fakat ben, Mahrem Bir Suale Cevaptır gibi bazı bahisleri okuyunca, Bediüzzaman'ın da bu duruşu sahip
lendiğini düşünüyorum:

"Benden sual ediyorsun: 'Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor.'

Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.
"

Bediüzzaman burada ve külliyat içinde diğer yerlerde, metinlerinin bu başarısını doğrudan Kur'an'a bağladığı kadar, metoduyla da alakalandırır. Tabii, hemen bir dipnot düşelim buraya: Elbette Anadolunun her yerinde dindar insanlar kimliklerini yaşatmak için mücadele veriyorlardı. Bu noktada daha birçok değerli İslam âlimini de (Allah hepisinden razı olsun) bu kıymetli kavganın mücahidleri sayılırlar. Ancak yine de, dönemin medyası da incelendiğinde, hiçbir kimliğin Nurcu kimliği kadar uzun süre istibdat rejiminin mücadele odağı olarak kalmadığını da görüyoruz. Abdülkadir Selvi'nin, titiz bir arşiv taramasıyla oluşturduğu, Ateşten Yıllar isimli yakın tarih çalışması bu noktada okunmaya değer bir eserdir.

Dolayısıyla Bediüzzaman, Risale-i Nurları mahkemelerde müdafaa ederken olsun veya onların üzerine mesleğini bina ederken olsun, kendisinin ve metinlerinin Kur'an davasının önde duran simgelerinden olduğunun farkındaydı ve oraya göre konuşuyordu. Mahkemede savunduğu şeyler, azıcık savunmalarını karıştırınca anlayacağınız gibi, yalnız bir müellif ve onun telif ettiği metinler değildi ona göre. Ahirzamanın iman ve Kur'an davasıydı. Hatta bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman, kendisi yıkılırsa, yanında veya arkasında beraber mücadele verdiği diğer manevî terbiye metodlarının da dayanamayacağını düşünüyordu. Lemaat'ta, Rüyada Bir Hitabe'de ifade ettiği gibi, o, 'asrın vekili' idi.

Nur talebesi olmayan isimler bu ifadeyi abartılı bulsun veya bulmasın, Bediüzzaman'ın bu kimliği sahiplendiği aşikâr. Bu nedenle Risale metinlerinde veya mahkemelerde Risale-i Nur'a ilişilince belaların gelebileceğini söylediği yerleri de bu nazarla okumak lazım. Yani bu makamda, bu muhatapla, bu konjonktürde ve kendi zamanının şartlarıyla: "İddianamede yanlış bir mânâ verip, Nurun kerametlerinden tokat tarzındaki bir kısmını, medar-ı itham saymış. Güya Nurlara hücum zamanında gelen zelzele gibi belalar Nurun tokatlarıdır. Hâşa sümme hâşâ! Biz öyle dememişiz ve yazmamışız. Belki mükerrer yerlerde hüccetleriyle demişiz ki: Nurlar makbul sadaka gibi belâların def'ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat bulup başımıza geliyorlar."

Yani sorumluluk ve şefkat itibariyle en önde durduğunu ve ahirzaman davasını temsil ettiğini düşünen bir şahsiyetin, amaçlarından birisi dini terbiyeyi bu topraklardan silmek olan bir rejime karşı, yukarıda zikrettiğim şartlar içinde (düşünün ki tekkeler ve zaviyeler kapanmış, harf inkılabı olmuş, dinî tedrisat yasak; pek çok âlim ya asılmış, ya mahkum yahut da sürgünde) söylediği sözlerdir bunlar. Ve büyük ihtimalle Bediüzzaman, bu saldırının sırf kendisine olmakla lokal değil; kendisinin arkasına uzanmaya çalışmakla bütün müslümanlara yönelik olduğunu düşünmektedir. (Şualar'da, şahsının hedef alındığı metinleri okuduğunda sevinçle paylaşır ve talebelerine 'ondan bire, yirmiden bire indi' gibi müjdeler verir örneğin.) Bu nedenle de bu hücumların umumî musibetlere neden olabileceğini, çünkü Nurların göz önündelik ve güçlü duruş itibariyle farklı bir yere sahip olduğunu, bunun da ona yapılan saldırıları bütün ehl-i imana yapılmış ve umumileşmiş olarak görmeyi mümkün kıldığını düşünmektedir.

Şimdi alın bu şartları, bu makamı, bu muhatabı; vurun Güleçyüz'le Ünal'ın yazdıklarına! Ne muhatap o muhatap, ne makam o makam, ne duruş o duruş... İki yazar da kendi lokal duruşlarını (ki seçimler de ümmetin onların duruşlarını onaylamadığını gösteriyor) umumileştirerek kendilerine yapıldığını düşündükleri bir haksızlığı (o da tartışılır ya) umumileştirmekle kalmıyorlar; ayrıca o günden bugüne değişen muhatabı da ıskalıyorlar. Allah biliyor ki; bu ülkede dindarlar biraz başları dik durabiliyorsa, başörtüleriyle okuyabiliyor veya çalışabiliyorsa, bunda Erdoğan'ın ve AK Parti'nin emeği inkâr edilemez. Üstelik bu yönüyle bırakın istibdatı temsil etmeyi, ülkenin son on yılı, önceki seksen yılından daha çok özgürlüğün kazanıldığı bir dönem oldu. Daha da iyi olacak inşaallah.

Üstelik nerede Bediüzzaman'ın siyasete temas etmeyen pir u pak Kur'an hizmeti, nerede sizin devletin içinde paralel yapılanmalarınız ve güç arzusu dolu, çirkin, hukuk dışı çalışmalarınız! Nerede Bediüzzaman'ın hanesi basılarak toplanan eserleri, nerede bir türlü telif problemini çözemediğiniz için alamadığınız bandrolleriniz! Acip şey: Kendisi Risale basan hükümet, yasal prosedürü tamamlamadığınız için size bandrol vermeyince, Risalelerle mücadele ediyor mu oluyor? Vay arkadaş! Ne genişlik! Nasıl bir kafa! Hiç nefsinize de dokundurmuyorsunuz. Gayretullah'ı örgütünüzün güvenlik şirketi sandığınızı biliyorduk da bu kadarını da beklemiyorduk.

İşte arkadaşlar, ben 32 yaşında, kendini daha bu işin başında gören bir Nur talebesi olarak, yaşını başını almış bu abilerin(!) yazdıklarını okuyunca sinirimden dudaklarımı kemiriyorum, Nurcu olmayanlar ne yapsın? Üstadımızdan beddua dersi almadık. Ancak ıslah olsunlar diliyoruz. Bu vesileyle Soma'da vefat eden kardeşlerimize de Allah'tan rahmet, yakınlarına güzel sabırlar dilerim. Sorumlularının cezalarını bulduklarını görmek umuduyla...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...