Bir yazarın sözlerini çarpıtmanın en kolay yolu, konjonktürünü ıskala(t)maktır. Onu, zamanının şartlarından, makamından, muhatabından (ve hatta bazen söyleyeninden de) mahrum bırakıp öyle sunmaktır. Bunu yaparsanız, en alakasız sözleri bile, istediğiniz şekilde tevil edebilirsiniz. Ve sizden bunu dinleyenler de (eğer müdakkik/sağlamacı değillerse) nakledilen bilginin, tevil edilen olaya uygunluğunu sınamazlar.
Nüzul sebebinin, Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında; söyleniş şartlarının, hadislerden hüküm çıkarmada ne kadar önemli olduğunu bilenler, bu sözlerime elbette hak verirler. Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri bu kelamî kaideyi açıklarken şöyle der: "(...) kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!"
Gayet açık olan bu kaidenin ıskalandığı her yerde Sokratvari bir şüphecilik yakışır insana. Ben de severim böyle yapmayı. Muhatabımın boş bıraktığı her satırın beni yanıltmaya yönelik bir 'içerik ihmali' olabileceğini düşünürüm. İster editör refleksi deyin siz buna, ister çok kandırılmışlık acısı. Var böyle bir huyum.
Bu yüzden Ali Ünal'ın, 19 Mayıs tarihli, "Musibete davetiye çıkarmak" yazısına da; Kazım Güleçyüz'ün, 18 Mayıs tarihli, Yeniasya'da çıkan “Risale-i Nur’a ilişmeyiniz, yoksa belâlar sel gibi yağar” yazısına da biraz şüpheci yaklaştım. Dayanak bulma yöntemiyle neredeyse pişti, ama sonuç çıkarma açısından farklı olan bu yazılar, aslında Erdoğan'a bir noktada daha teşekkür etmemiz gerektiğini gösteriyor: Yıllardır araları hiç de iyi olmayan Yeniasya ve Gülen grubu sanıyorum Erdoğan düşmanlığı sayesinde barışacak.
Kürt-Türk barışının ardından ikinci bir kardeşlik projesi daha haberimiz olmadan yürüyor galiba. Solcusu, sağcısı, Gülencisi, Yeniasyacısı, ne kadar grup varsa Erdoğan düşmanlığında ittifak halindeler. Neyse, bu kısmı işin biraz magazini oldu. Yazının ciddiyetini kaçırmasın. Asıl konuya döneyim:
Şerif Mardin, ilk kez 1989 yılında yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim isimli eserinde Bediüzzaman'ın veya Nurcu kimliğinin bir başarısını da diğer toplumsal kimliklerin yitirilişine bağlar. Yani Anadolu topraklarında her türlü dinî kimliği, öğeyi, öğretiyi, terbiyeyi, tarikati baskılayan bir istibdat yönetimi; onları bastırışındaki başarıya rağmen Nurculuk karşısında istediği etkiyi bir türlü gösterememiştir.
Bu yeni yol, onun, diğer terbiye metotlarını/ekollerini baskılamakta kullandığı yöntemlerle sindirilememektedir. Bu nedenle, diğer bütün kimliklerle bağlantısını bir ölçüde yitiren/zayıflatan insanlar, ortaya çıkan bu yeni kimliğe yeni bir canlanış/tecdid manası yüklerler. Nurcu kimliğinin bu kadar hızlı yayılmasının bir nedeni de Mardin'e göre budur: Ortada en çok görünen ve varlığı için mücadele veren dinî kimlik oluşu...
Şerif Mardin'e katılıp katılmamak sizin elinizde, fakat ben, Mahrem Bir Suale Cevaptır gibi bazı bahisleri okuyunca, Bediüzzaman'ın da bu duruşu sahip
"Benden sual ediyorsun: 'Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor.'
Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır."
Bediüzzaman burada ve külliyat içinde diğer yerlerde, metinlerinin bu başarısını doğrudan Kur'an'a bağladığı kadar, metoduyla da alakalandırır. Tabii, hemen bir dipnot düşelim buraya: Elbette Anadolunun her yerinde dindar insanlar kimliklerini yaşatmak için mücadele veriyorlardı. Bu noktada daha birçok değerli İslam âlimini de (Allah hepisinden razı olsun) bu kıymetli kavganın mücahidleri sayılırlar. Ancak yine de, dönemin medyası da incelendiğinde, hiçbir kimliğin Nurcu kimliği kadar uzun süre istibdat rejiminin mücadele odağı olarak kalmadığını da görüyoruz. Abdülkadir Selvi'nin, titiz bir arşiv taramasıyla oluşturduğu, Ateşten Yıllar isimli yakın tarih çalışması bu noktada okunmaya değer bir eserdir.
Dolayısıyla Bediüzzaman, Risale-i Nurları mahkemelerde müdafaa ederken olsun veya onların üzerine mesleğini bina ederken olsun, kendisinin ve metinlerinin Kur'an davasının önde duran simgelerinden olduğunun farkındaydı ve oraya göre konuşuyordu. Mahkemede savunduğu şeyler, azıcık savunmalarını karıştırınca anlayacağınız gibi, yalnız bir müellif ve onun telif ettiği metinler değildi ona göre. Ahirzamanın iman ve Kur'an davasıydı. Hatta bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman, kendisi yıkılırsa, yanında veya arkasında beraber mücadele verdiği diğer manevî terbiye metodlarının da dayanamayacağını düşünüyordu. Lemaat'ta, Rüyada Bir Hitabe'de ifade ettiği gibi, o, 'asrın vekili' idi.
Nur talebesi olmayan isimler bu ifadeyi abartılı bulsun veya bulmasın, Bediüzzaman'ın bu kimliği sahiplendiği aşikâr. Bu nedenle Risale metinlerinde veya mahkemelerde Risale-i Nur'a ilişilince belaların gelebileceğini söylediği yerleri de bu nazarla okumak lazım. Yani bu makamda, bu muhatapla, bu konjonktürde ve kendi zamanının şartlarıyla: "İddianamede yanlış bir mânâ verip, Nurun kerametlerinden tokat tarzındaki bir kısmını, medar-ı itham saymış. Güya Nurlara hücum zamanında gelen zelzele gibi belalar Nurun tokatlarıdır. Hâşa sümme hâşâ! Biz öyle dememişiz ve yazmamışız. Belki mükerrer yerlerde hüccetleriyle demişiz ki: Nurlar makbul sadaka gibi belâların def'ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat bulup başımıza geliyorlar."
Yani sorumluluk ve şefkat itibariyle en önde durduğunu ve ahirzaman davasını temsil ettiğini düşünen bir şahsiyetin, amaçlarından birisi dini terbiyeyi bu topraklardan silmek olan bir rejime karşı, yukarıda zikrettiğim şartlar içinde (düşünün ki tekkeler ve zaviyeler kapanmış, harf inkılabı olmuş, dinî tedrisat yasak; pek çok âlim ya asılmış, ya mahkum yahut da sürgünde) söylediği sözlerdir bunlar. Ve büyük ihtimalle Bediüzzaman, bu saldırının sırf kendisine olmakla lokal değil; kendisinin arkasına uzanmaya çalışmakla bütün müslümanlara yönelik olduğunu düşünmektedir. (Şualar'da, şahsının hedef alındığı metinleri okuduğunda sevinçle paylaşır ve talebelerine 'ondan bire, yirmiden bire indi' gibi müjdeler verir örneğin.) Bu nedenle de bu hücumların umumî musibetlere neden olabileceğini, çünkü Nurların göz önündelik ve güçlü duruş itibariyle farklı bir yere sahip olduğunu, bunun da ona yapılan saldırıları bütün ehl-i imana yapılmış ve umumileşmiş olarak görmeyi mümkün kıldığını düşünmektedir.
Şimdi alın bu şartları, bu makamı, bu muhatabı; vurun Güleçyüz'le Ünal'ın yazdıklarına! Ne muhatap o muhatap, ne makam o makam, ne duruş o duruş... İki yazar da kendi lokal duruşlarını (ki seçimler de ümmetin onların duruşlarını onaylamadığını gösteriyor) umumileştirerek kendilerine yapıldığını düşündükleri bir haksızlığı (o da tartışılır ya) umumileştirmekle kalmıyorlar; ayrıca o günden bugüne değişen muhatabı da ıskalıyorlar. Allah biliyor ki; bu ülkede dindarlar biraz başları dik durabiliyorsa, başörtüleriyle okuyabiliyor veya çalışabiliyorsa, bunda Erdoğan'ın ve AK Parti'nin emeği inkâr edilemez. Üstelik bu yönüyle bırakın istibdatı temsil etmeyi, ülkenin son on yılı, önceki seksen yılından daha çok özgürlüğün kazanıldığı bir dönem oldu. Daha da iyi olacak inşaallah.
Üstelik nerede Bediüzzaman'ın siyasete temas etmeyen pir u pak Kur'an hizmeti, nerede sizin devletin içinde paralel yapılanmalarınız ve güç arzusu dolu, çirkin, hukuk dışı çalışmalarınız! Nerede Bediüzzaman'ın hanesi basılarak toplanan eserleri, nerede bir türlü telif problemini çözemediğiniz için alamadığınız bandrolleriniz! Acip şey: Kendisi Risale basan hükümet, yasal prosedürü tamamlamadığınız için size bandrol vermeyince, Risalelerle mücadele ediyor mu oluyor? Vay arkadaş! Ne genişlik! Nasıl bir kafa! Hiç nefsinize de dokundurmuyorsunuz. Gayretullah'ı örgütünüzün güvenlik şirketi sandığınızı biliyorduk da bu kadarını da beklemiyorduk.
İşte arkadaşlar, ben 32 yaşında, kendini daha bu işin başında gören bir Nur talebesi olarak, yaşını başını almış bu abilerin(!) yazdıklarını okuyunca sinirimden dudaklarımı kemiriyorum, Nurcu olmayanlar ne yapsın? Üstadımızdan beddua dersi almadık. Ancak ıslah olsunlar diliyoruz. Bu vesileyle Soma'da vefat eden kardeşlerimize de Allah'tan rahmet, yakınlarına güzel sabırlar dilerim. Sorumlularının cezalarını bulduklarını görmek umuduyla...