Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şimdi, öyle analizlerden birisini de Nuriye Çeleğen abla adına yapmak istiyorum. Nuriye abla, kendisinin birkaç kitabına editörlük, bazılarına tashih, bazılarına da mizanpaj yaptığım bir isim. Yani tanıdığım birisi. İyiliğini biliyorum, kötü olduğunu düşünmüyorum. Bu yazıyı da onu kötü birisi olarak gördüğüm için yazmayacağım. Kendisini benim beyaz kağıdımda seyretmesi için yazacağım. Mümin müminin aynasıdır, aynalık etmek gerek. O kadar. Bunu hemen yazının başında belirteyim de kimse ifrat beklemesin. İfrat dileyenler de bu yazıyı okuyarak zaman kaybetmesinler. Kendisi hakkında 'abla' ifadesini kullanmaktan da çekinmem. Fakat şu var: Hiçbir abla/abi, bu unvanından dolayı mihenge vurulmaktan kurtulamaz. Ehl-i tahkikin bıçağı 'sorgulanmazlık' tanımaz, tanımamalı.
Kendisi hakkında bu sıralar twitter'da en çok kullanılan ifade; 'Yeniasya camiası, Cemil Tokpınar, Sungur abinin oğlu ve kızıyla birlikte Nurcuların yüzünü ak edenler' içinde sayılması. (Liste biraz kısa değil mi?) Daha ileri giden ifadeler de var. Etka Aslan isminde bir kullanıcı şöyle yazıyor mesela: "Çok şükür ki, AKP'nin gerçek yüzünü görüp hakikatleri savunabilen nice nur talebesi var. Mesela Nuriye Çeleğen!" Devamında Nuriye abladan bizzat görmediğim için onun sözü mü emin olamadığım şöyle birşey paylaşmış: "Risaleleri devletleştirmek Kemalist anlayışın esasıdır. Bediüzzaman sürgün edilmiş (...) fakat bugünkü kadar zincire hiç vurulmamıştı." Bu sözün başında 'Nuriye Çeleğen:' ifadesi bulunuyor. Dediğim gibi: Nette binlerce süprüntü var. Bizzat Nuriye ablanın böyle söyleyip söylemediğini bilmediğim için onu analiz etmeyeceğim. Ancak kendisinin bizzat twitter hesabından paylaştığı, bende ekran resimleri de olan ve zaten Gülen Örgütü mensuplarının çarşaf çarşaf paylaştığı şeyler var ki; bunların bizzat Nuriye Çeleğen ablanın kaleminden çıktığı kesin olduğu için analiz etmeye değer. Kötülük olsun diye değil, altını kazıp hakikatini ortaya çıkaralım diye.
Bir kere şunu söyleyelim: Nuriye Çeleğen, Gülen Örgütü ve AK Parti gerilimi sırasında bir tane bile Gülen Örgütünü ve siyasete karşı değişen tavrını eleştiren twit atmadı. İki tarafa da nasihat olabilir gibi anlaşılacak şeyleri ortaya söylemiş olabilir. Fakat gerilim boyunca bütün suçlamalar, klasik Nurcuların da dahil olduğu AK Parti destekçilerine yapılırken Gülen Örgütü ve mensupları hatadan sürekli tenzih edildi. Mesela Nurcular, kendi düşüncelerini Gülen Örgütünden farklılaştırırken Nuriye abla şu twitleri attı: "Ağabeylerin görüşlerinin kendi görüşleri olmadığını düşünüyorum. Çevresindeki kişilerin görüşleri olarak değerlendiriyorum. Şeytanın her dem aktif olduğunu; kıskançlık, benlik gibi duyguları harekete getirebileceğini düşünüyorum. Bu hizmeti ben neden yapmadım gibi."
Görüldüğü gibi Nuriye Çeleğen, bir telefon kadar yakınında olan abileri aramak yerine Bediüzzaman'ın talebelerinin 'yönlendirildiği' teorisini yazmayı seçti. Daha sonra süreç, abilerin bizzat kendilerinin beyanlarıyla onu yalanlasa da fikrinden vazgeçmedi. İkinci twitteki "Bu hizmeti ben neden yapmadım?" suçlaması ise daha fena. İzninizle buna suçlama diyorum, çünkü Nuriye ablanın burada kastettiği, hepinizin de anladığı gibi, Gülen Örgütünü diğer Nur ekollerinin kıskandığı ve bu kıskançlık yüzünden muhalefet ettikleri aslında. Ki, hatırlarsınız; süreç boyunca Gülen Örgütü de bu tezi işledi, kendi tabanını 'abilere rağmen' kendine bağlı tutabilmek için. Tabii insanın içi cız ediyor. Nuriye abla gibi bütün abileri zaten tanıyan, gelenek olarak klasik Nurculuğa daha yakın bir ismin, Gülengiller için neden saff-ı evvel abileri böylesine itham ettiğin merak ediyoruz. Ben ediyorum en azından.
Neyse, devam edelim: Şimdi Nuriye ablanın başka bir twitini aynen alacağım buraya: "Hizmeti tutmakla düşüncemde hata da yapsam bunun ahiret vebali olmayacağını düşünüyorum. Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Bakınız, bu twiti çok önemsiyorum, çünkü bu twit benim için itikadî anlamda da korkutucu çağrışımlara sahip. Hata yapan birilerini tuttuğu için (buna olabilme ihtimali de veriyor) ahirette hesaba çekilmeyeceğini emin bir şekilde söyleyen birisi var karşımızda. Ve devamında şunu da ifade ediyor: "Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Peki, ya siyasiler haklıysa? Mesela diyelim ki; Şeyh Bedreddin ayaklandı, Osmanlı teyakkuzda; böyle şeyler olamaz mı? Bunu tamamiyle ıskalamış, meseleye artık hak/bâtıl düzleminde değil; 'siyasilerle gerilim yaşıyorsa kesinlikle siyasiler haksızdır' tarzında ele alan enteresan bir düşünce dünyası bu. Ve 'hesaba çekilmem, vebali olmaz' gibi net ifadelerle de söyleyebiliyor. Ahiret adına konuşurken bu netlik korkutucu değil mi sizce de? Ben korkuyorum şahsen. Neyse, diğer iki twitine geçelim:
"Hizmete ait konuda hizmeti tutarım. Siyasetle hiç ilgim olmamıştır. Haber bile dinlemem. Üstadımdan öğrendiğim bu. Siyaset kirlenebilir. Ama hizmet kirlenirse kişilerin imanına zarar verir. Bunun vebali yüklenilemez. Bir kişinin imanı bile zarar görürse ahirette kurtulamayız." Şimdi öncelikle şöyle silsile şeklinde bir hata var. Haber bile dinlemeyen birisi gündeme dair bir meselede bu kadar net bir tavrı nasıl gösterebilir? Ne olup bittiğini bile bilmezken? Hizmetle ilgili her konuda hizmeti tutmak, gündemden hiç haberi olmayan birisi için ne kadar sağlıklıdır? Bunun yanısıra mesele hizmete temas ediyor olsa da (ben Gülen Örgütü demeyi tercih ediyorum) bütün Türkiye'yi ilgilendiren bir 'darbe teşebbüsü' hadisesinde nasıl böylesi 'himmet toplantısı' edasıyla "Hizmete dairse, hizmet haklıdır!" denilebilir. Böylesi bir tahkiksizlik Nur talebesine yakışır mı? Nuriye ablaya sormak lazım bunu.
Bir de devamında siyaset kirlenebilir diyor, doğru. Fakat hizmet kirlenemez mi? Boyu kadar siyasete batmışken? CHP'ye oy toplayan ablaları/abileri varken? Muhalefet partisine dönüşmüşken? Bilmem kaç okulu, kursu, bilmem nesi varsa siyasete girse de onu kirletemiyor mu siyaset? Eğer böyleyse, düzeltelim: Bediüzzaman 'siyasetin şerrinden Allah'a sığınmayı' boşuna tavsiye etmiş o zaman. Baksanıza, hizmet girerse kirlenmesi mümkün değilmiş zaten. Neden sığınsın? Hem kirleniyor derseniz hafazanallah imanınız tehlikede. Öyle de büyük manevî istibdatı var. Cehennemi kaldırıyor hemen başınızın üstüne. Neyse, devam edelim:
"Risalenin sadeleştirme ile tahrif edilmeyeceğini, edilemeyeceğini, edilemeyecek kadar muhkem olduğunu idrak edemiyorsak nasıl R.N okuyoruz?" Şimdi çok ilginç birşey diyeceğim. Nuriye abla, Gülen Örgütü sözkonusu olduğunda her meselede harika iyimser. Mümkün değil yani kötü birşey olması. Sadeleştirilsin, cümleleri değiştirilsin, isterse yeniden yazılsın mümkün değil kötü birşey olamaz. Kötü birşey olduğunu söyleyenler suçlu. Onlar Risalelerden anlamıyor. Ama diyelim ki; devlet Risale-i Nur basıyor. Bakınız ona tepkisi nasıl: "R Nur'ları devletin korumasına verdik bugün risalenin bayramı, dediklerinde şoke olmuştum. Bandrol verilmiyormuş, hiç şaşırmadım." Ablam dünyayı takip etmiyor, ama gündeme dair öngörüleri fevkalade isabetli. Bakınız bir tane daha var aynı meseleye dair: "Bediüzzaman, R.Nur'la yer ve göğün alakadar olduğunu ona zarar gelince iki unsurun hiddet ettiğini söyler. Semanın hiddeti tesadüf mü?" Gördüğünüz gibi sadeleştirme süreci boyunca hiçbir doğal afet kötü yorumlanmazken devlet Risaleleri basmaya başladığı andan itibaren bütün doğal afetler Kültür Bakanlığına dönük işlemeye başladı. Oluyor böyle şeyler. Şimdi daha ince bir twit silsilesine bakalım:
"Tepki veren kardeşlere diyorum ki; ben abileri de çok seviyorum. Fakat Hoca Efendiyi sevmeyi Sungur abiden öğrendim. Babam, Bediüzzaman hazretlerinin has talabelerim içine alıyorum dediği ve pek çok mektup gönderdiği birisi. Sungur abiye yıllar önce 'Abi bu H.Efendi yeni bir şey mi çıkartıyor?' diye sorduğunda Sungur abinin nasıl celallendiğini ve 'Kardeşim karışmayın o kardeşimize' demiş. Dersimi Sungur abiden aldım." Bu metinde üzüldüğümüz şey, Nuriye ablanın Sungur abiden aldığı dersleri çocukluğunda bırakması. Zira biraz daha devam etseydi, Sungur abinin sadeleştirme mevzusundaki emeği geçenlere beddua videosuna da ulaşacaktı. Yalnız burada ilginç olan babasının şüphesine hiç hakikat payı vermemesi. Ki bu şüphenin o dönemde birçok Nur talebesinde varolduğu ve şimdi onların hakikat çıktığı da ortada. Sungur abiden alınan bu ders hakkında geri kalan yorumları Meşveret cemaati üyelerine bırakıyorum. En bomba twitleri ise finale sakladım. Bu kısım ayrıca enteresan çünkü Risaleleri bakışınıza takla attırabilecek cinsten:
"Anlama endeksli risale okuması ben anlayacağım demektir ki bu da risalenin perdeleri kaldırma esasına terstir. Zaten bu da enaniyet veriyor. Virdi anlamadan da o neticeyi hasıl eder. Üstad günlük okumayı esas almış. Bu da vird demektir. Risaleyi düzenli okuyan mutlaka ihtiyacını alır."
Bu iki twit Risale-i Nur'un 'tahkike verdiği öneme rağmen' ters takla atması demek. Eğer Risaleleri anlaşılması gerekmeyen metinler olarak görürseniz, elbette sadeleştirme size dokunmaz. Bu noktada artık Nuriye ablanın neden sadeleştirmeye taraf olduğunu idrak edebiliyoruz. Zaten Risale-i Nur'un, onlarca yerde müellifinin dediği gibi, bir tahkik ve idrak dersi olduğunu değil, bir vird olduğunu düşünüyor. Önemli olan vird gibi, zikir gibi tekrar etmek. Anlamaya çalışmak hatta enaniyet sebebi. Tabii bir kitabı anlamaya çalışmak nasıl enaniyet sebebi olabilir? Enaniyet olacaksa niye anlaşılması gereken bu kadar şey yazmıştır bir müellif? Bütün bu soruları bir kalem silin aklınızdan, çünkü karşınızda Gülen Örgütünün kanaatine göre Nurcuların yüzünü ak eden bir Nur talebesi var. Neredeyse bütün Nurcuların rağmına bunu başarmış bir isim. Ondan Nurculuk öğrenmelisiniz, öğretmek haddiniz değil. Biz de ablamızı tebrik ediyor ve hayatta başarılar diliyoruz.
Gülen Örgütü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gülen Örgütü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
8 Ağustos 2014 Cuma
20 Mayıs 2014 Salı
Aba altından 'musibet' göstermek!
"Başlarına bir iyilik gelince 'Bu bizim hakkımız' der, kötülük gelince de Musa ile beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı." (A’râf, 7: 131'den... )
Bir yazarın sözlerini çarpıtmanın en kolay yolu, konjonktürünü ıskala(t)maktır. Onu, zamanının şartlarından, makamından, muhatabından (ve hatta bazen söyleyeninden de) mahrum bırakıp öyle sunmaktır. Bunu yaparsanız, en alakasız sözleri bile, istediğiniz şekilde tevil edebilirsiniz. Ve sizden bunu dinleyenler de (eğer müdakkik/sağlamacı değillerse) nakledilen bilginin, tevil edilen olaya uygunluğunu sınamazlar.
Nüzul sebebinin, Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında; söyleniş şartlarının, hadislerden hüküm çıkarmada ne kadar önemli olduğunu bilenler, bu sözlerime elbette hak verirler. Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri bu kelamî kaideyi açıklarken şöyle der: "(...) kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!"
Gayet açık olan bu kaidenin ıskalandığı her yerde Sokratvari bir şüphecilik yakışır insana. Ben de severim böyle yapmayı. Muhatabımın boş bıraktığı her satırın beni yanıltmaya yönelik bir 'içerik ihmali' olabileceğini düşünürüm. İster editör refleksi deyin siz buna, ister çok kandırılmışlık acısı. Var böyle bir huyum.
Bu yüzden Ali Ünal'ın, 19 Mayıs tarihli, "Musibete davetiye çıkarmak" yazısına da; Kazım Güleçyüz'ün, 18 Mayıs tarihli, Yeniasya'da çıkan “Risale-i Nur’a ilişmeyiniz, yoksa belâlar sel gibi yağar” yazısına da biraz şüpheci yaklaştım. Dayanak bulma yöntemiyle neredeyse pişti, ama sonuç çıkarma açısından farklı olan bu yazılar, aslında Erdoğan'a bir noktada daha teşekkür etmemiz gerektiğini gösteriyor: Yıllardır araları hiç de iyi olmayan Yeniasya ve Gülen grubu sanıyorum Erdoğan düşmanlığı sayesinde barışacak.
Kürt-Türk barışının ardından ikinci bir kardeşlik projesi daha haberimiz olmadan yürüyor galiba. Solcusu, sağcısı, Gülencisi, Yeniasyacısı, ne kadar grup varsa Erdoğan düşmanlığında ittifak halindeler. Neyse, bu kısmı işin biraz magazini oldu. Yazının ciddiyetini kaçırmasın. Asıl konuya döneyim:
Şerif Mardin, ilk kez 1989 yılında yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim isimli eserinde Bediüzzaman'ın veya Nurcu kimliğinin bir başarısını da diğer toplumsal kimliklerin yitirilişine bağlar. Yani Anadolu topraklarında her türlü dinî kimliği, öğeyi, öğretiyi, terbiyeyi, tarikati baskılayan bir istibdat yönetimi; onları bastırışındaki başarıya rağmen Nurculuk karşısında istediği etkiyi bir türlü gösterememiştir.
Bu yeni yol, onun, diğer terbiye metotlarını/ekollerini baskılamakta kullandığı yöntemlerle sindirilememektedir. Bu nedenle, diğer bütün kimliklerle bağlantısını bir ölçüde yitiren/zayıflatan insanlar, ortaya çıkan bu yeni kimliğe yeni bir canlanış/tecdid manası yüklerler. Nurcu kimliğinin bu kadar hızlı yayılmasının bir nedeni de Mardin'e göre budur: Ortada en çok görünen ve varlığı için mücadele veren dinî kimlik oluşu...
Şerif Mardin'e katılıp katılmamak sizin elinizde, fakat ben, Mahrem Bir Suale Cevaptır gibi bazı bahisleri okuyunca, Bediüzzaman'ın da bu duruşu sahip
lendiğini düşünüyorum:
"Benden sual ediyorsun: 'Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor.'
Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır."
Bediüzzaman burada ve külliyat içinde diğer yerlerde, metinlerinin bu başarısını doğrudan Kur'an'a bağladığı kadar, metoduyla da alakalandırır. Tabii, hemen bir dipnot düşelim buraya: Elbette Anadolunun her yerinde dindar insanlar kimliklerini yaşatmak için mücadele veriyorlardı. Bu noktada daha birçok değerli İslam âlimini de (Allah hepisinden razı olsun) bu kıymetli kavganın mücahidleri sayılırlar. Ancak yine de, dönemin medyası da incelendiğinde, hiçbir kimliğin Nurcu kimliği kadar uzun süre istibdat rejiminin mücadele odağı olarak kalmadığını da görüyoruz. Abdülkadir Selvi'nin, titiz bir arşiv taramasıyla oluşturduğu, Ateşten Yıllar isimli yakın tarih çalışması bu noktada okunmaya değer bir eserdir.
Dolayısıyla Bediüzzaman, Risale-i Nurları mahkemelerde müdafaa ederken olsun veya onların üzerine mesleğini bina ederken olsun, kendisinin ve metinlerinin Kur'an davasının önde duran simgelerinden olduğunun farkındaydı ve oraya göre konuşuyordu. Mahkemede savunduğu şeyler, azıcık savunmalarını karıştırınca anlayacağınız gibi, yalnız bir müellif ve onun telif ettiği metinler değildi ona göre. Ahirzamanın iman ve Kur'an davasıydı. Hatta bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman, kendisi yıkılırsa, yanında veya arkasında beraber mücadele verdiği diğer manevî terbiye metodlarının da dayanamayacağını düşünüyordu. Lemaat'ta, Rüyada Bir Hitabe'de ifade ettiği gibi, o, 'asrın vekili' idi.
Nur talebesi olmayan isimler bu ifadeyi abartılı bulsun veya bulmasın, Bediüzzaman'ın bu kimliği sahiplendiği aşikâr. Bu nedenle Risale metinlerinde veya mahkemelerde Risale-i Nur'a ilişilince belaların gelebileceğini söylediği yerleri de bu nazarla okumak lazım. Yani bu makamda, bu muhatapla, bu konjonktürde ve kendi zamanının şartlarıyla: "İddianamede yanlış bir mânâ verip, Nurun kerametlerinden tokat tarzındaki bir kısmını, medar-ı itham saymış. Güya Nurlara hücum zamanında gelen zelzele gibi belalar Nurun tokatlarıdır. Hâşa sümme hâşâ! Biz öyle dememişiz ve yazmamışız. Belki mükerrer yerlerde hüccetleriyle demişiz ki: Nurlar makbul sadaka gibi belâların def'ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat bulup başımıza geliyorlar."
Yani sorumluluk ve şefkat itibariyle en önde durduğunu ve ahirzaman davasını temsil ettiğini düşünen bir şahsiyetin, amaçlarından birisi dini terbiyeyi bu topraklardan silmek olan bir rejime karşı, yukarıda zikrettiğim şartlar içinde (düşünün ki tekkeler ve zaviyeler kapanmış, harf inkılabı olmuş, dinî tedrisat yasak; pek çok âlim ya asılmış, ya mahkum yahut da sürgünde) söylediği sözlerdir bunlar. Ve büyük ihtimalle Bediüzzaman, bu saldırının sırf kendisine olmakla lokal değil; kendisinin arkasına uzanmaya çalışmakla bütün müslümanlara yönelik olduğunu düşünmektedir. (Şualar'da, şahsının hedef alındığı metinleri okuduğunda sevinçle paylaşır ve talebelerine 'ondan bire, yirmiden bire indi' gibi müjdeler verir örneğin.) Bu nedenle de bu hücumların umumî musibetlere neden olabileceğini, çünkü Nurların göz önündelik ve güçlü duruş itibariyle farklı bir yere sahip olduğunu, bunun da ona yapılan saldırıları bütün ehl-i imana yapılmış ve umumileşmiş olarak görmeyi mümkün kıldığını düşünmektedir.
Şimdi alın bu şartları, bu makamı, bu muhatabı; vurun Güleçyüz'le Ünal'ın yazdıklarına! Ne muhatap o muhatap, ne makam o makam, ne duruş o duruş... İki yazar da kendi lokal duruşlarını (ki seçimler de ümmetin onların duruşlarını onaylamadığını gösteriyor) umumileştirerek kendilerine yapıldığını düşündükleri bir haksızlığı (o da tartışılır ya) umumileştirmekle kalmıyorlar; ayrıca o günden bugüne değişen muhatabı da ıskalıyorlar. Allah biliyor ki; bu ülkede dindarlar biraz başları dik durabiliyorsa, başörtüleriyle okuyabiliyor veya çalışabiliyorsa, bunda Erdoğan'ın ve AK Parti'nin emeği inkâr edilemez. Üstelik bu yönüyle bırakın istibdatı temsil etmeyi, ülkenin son on yılı, önceki seksen yılından daha çok özgürlüğün kazanıldığı bir dönem oldu. Daha da iyi olacak inşaallah.
Üstelik nerede Bediüzzaman'ın siyasete temas etmeyen pir u pak Kur'an hizmeti, nerede sizin devletin içinde paralel yapılanmalarınız ve güç arzusu dolu, çirkin, hukuk dışı çalışmalarınız! Nerede Bediüzzaman'ın hanesi basılarak toplanan eserleri, nerede bir türlü telif problemini çözemediğiniz için alamadığınız bandrolleriniz! Acip şey: Kendisi Risale basan hükümet, yasal prosedürü tamamlamadığınız için size bandrol vermeyince, Risalelerle mücadele ediyor mu oluyor? Vay arkadaş! Ne genişlik! Nasıl bir kafa! Hiç nefsinize de dokundurmuyorsunuz. Gayretullah'ı örgütünüzün güvenlik şirketi sandığınızı biliyorduk da bu kadarını da beklemiyorduk.
İşte arkadaşlar, ben 32 yaşında, kendini daha bu işin başında gören bir Nur talebesi olarak, yaşını başını almış bu abilerin(!) yazdıklarını okuyunca sinirimden dudaklarımı kemiriyorum, Nurcu olmayanlar ne yapsın? Üstadımızdan beddua dersi almadık. Ancak ıslah olsunlar diliyoruz. Bu vesileyle Soma'da vefat eden kardeşlerimize de Allah'tan rahmet, yakınlarına güzel sabırlar dilerim. Sorumlularının cezalarını bulduklarını görmek umuduyla...
Bir yazarın sözlerini çarpıtmanın en kolay yolu, konjonktürünü ıskala(t)maktır. Onu, zamanının şartlarından, makamından, muhatabından (ve hatta bazen söyleyeninden de) mahrum bırakıp öyle sunmaktır. Bunu yaparsanız, en alakasız sözleri bile, istediğiniz şekilde tevil edebilirsiniz. Ve sizden bunu dinleyenler de (eğer müdakkik/sağlamacı değillerse) nakledilen bilginin, tevil edilen olaya uygunluğunu sınamazlar.
Nüzul sebebinin, Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında; söyleniş şartlarının, hadislerden hüküm çıkarmada ne kadar önemli olduğunu bilenler, bu sözlerime elbette hak verirler. Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri bu kelamî kaideyi açıklarken şöyle der: "(...) kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde 'Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?' ise bak. Yalnız söze bakıp durma!"
Gayet açık olan bu kaidenin ıskalandığı her yerde Sokratvari bir şüphecilik yakışır insana. Ben de severim böyle yapmayı. Muhatabımın boş bıraktığı her satırın beni yanıltmaya yönelik bir 'içerik ihmali' olabileceğini düşünürüm. İster editör refleksi deyin siz buna, ister çok kandırılmışlık acısı. Var böyle bir huyum.
Bu yüzden Ali Ünal'ın, 19 Mayıs tarihli, "Musibete davetiye çıkarmak" yazısına da; Kazım Güleçyüz'ün, 18 Mayıs tarihli, Yeniasya'da çıkan “Risale-i Nur’a ilişmeyiniz, yoksa belâlar sel gibi yağar” yazısına da biraz şüpheci yaklaştım. Dayanak bulma yöntemiyle neredeyse pişti, ama sonuç çıkarma açısından farklı olan bu yazılar, aslında Erdoğan'a bir noktada daha teşekkür etmemiz gerektiğini gösteriyor: Yıllardır araları hiç de iyi olmayan Yeniasya ve Gülen grubu sanıyorum Erdoğan düşmanlığı sayesinde barışacak.
Kürt-Türk barışının ardından ikinci bir kardeşlik projesi daha haberimiz olmadan yürüyor galiba. Solcusu, sağcısı, Gülencisi, Yeniasyacısı, ne kadar grup varsa Erdoğan düşmanlığında ittifak halindeler. Neyse, bu kısmı işin biraz magazini oldu. Yazının ciddiyetini kaçırmasın. Asıl konuya döneyim:
Şerif Mardin, ilk kez 1989 yılında yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim isimli eserinde Bediüzzaman'ın veya Nurcu kimliğinin bir başarısını da diğer toplumsal kimliklerin yitirilişine bağlar. Yani Anadolu topraklarında her türlü dinî kimliği, öğeyi, öğretiyi, terbiyeyi, tarikati baskılayan bir istibdat yönetimi; onları bastırışındaki başarıya rağmen Nurculuk karşısında istediği etkiyi bir türlü gösterememiştir.
Bu yeni yol, onun, diğer terbiye metotlarını/ekollerini baskılamakta kullandığı yöntemlerle sindirilememektedir. Bu nedenle, diğer bütün kimliklerle bağlantısını bir ölçüde yitiren/zayıflatan insanlar, ortaya çıkan bu yeni kimliğe yeni bir canlanış/tecdid manası yüklerler. Nurcu kimliğinin bu kadar hızlı yayılmasının bir nedeni de Mardin'e göre budur: Ortada en çok görünen ve varlığı için mücadele veren dinî kimlik oluşu...
Şerif Mardin'e katılıp katılmamak sizin elinizde, fakat ben, Mahrem Bir Suale Cevaptır gibi bazı bahisleri okuyunca, Bediüzzaman'ın da bu duruşu sahip
"Benden sual ediyorsun: 'Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor.'
Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır."
Bediüzzaman burada ve külliyat içinde diğer yerlerde, metinlerinin bu başarısını doğrudan Kur'an'a bağladığı kadar, metoduyla da alakalandırır. Tabii, hemen bir dipnot düşelim buraya: Elbette Anadolunun her yerinde dindar insanlar kimliklerini yaşatmak için mücadele veriyorlardı. Bu noktada daha birçok değerli İslam âlimini de (Allah hepisinden razı olsun) bu kıymetli kavganın mücahidleri sayılırlar. Ancak yine de, dönemin medyası da incelendiğinde, hiçbir kimliğin Nurcu kimliği kadar uzun süre istibdat rejiminin mücadele odağı olarak kalmadığını da görüyoruz. Abdülkadir Selvi'nin, titiz bir arşiv taramasıyla oluşturduğu, Ateşten Yıllar isimli yakın tarih çalışması bu noktada okunmaya değer bir eserdir.
Dolayısıyla Bediüzzaman, Risale-i Nurları mahkemelerde müdafaa ederken olsun veya onların üzerine mesleğini bina ederken olsun, kendisinin ve metinlerinin Kur'an davasının önde duran simgelerinden olduğunun farkındaydı ve oraya göre konuşuyordu. Mahkemede savunduğu şeyler, azıcık savunmalarını karıştırınca anlayacağınız gibi, yalnız bir müellif ve onun telif ettiği metinler değildi ona göre. Ahirzamanın iman ve Kur'an davasıydı. Hatta bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman, kendisi yıkılırsa, yanında veya arkasında beraber mücadele verdiği diğer manevî terbiye metodlarının da dayanamayacağını düşünüyordu. Lemaat'ta, Rüyada Bir Hitabe'de ifade ettiği gibi, o, 'asrın vekili' idi.
Nur talebesi olmayan isimler bu ifadeyi abartılı bulsun veya bulmasın, Bediüzzaman'ın bu kimliği sahiplendiği aşikâr. Bu nedenle Risale metinlerinde veya mahkemelerde Risale-i Nur'a ilişilince belaların gelebileceğini söylediği yerleri de bu nazarla okumak lazım. Yani bu makamda, bu muhatapla, bu konjonktürde ve kendi zamanının şartlarıyla: "İddianamede yanlış bir mânâ verip, Nurun kerametlerinden tokat tarzındaki bir kısmını, medar-ı itham saymış. Güya Nurlara hücum zamanında gelen zelzele gibi belalar Nurun tokatlarıdır. Hâşa sümme hâşâ! Biz öyle dememişiz ve yazmamışız. Belki mükerrer yerlerde hüccetleriyle demişiz ki: Nurlar makbul sadaka gibi belâların def'ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat bulup başımıza geliyorlar."
Yani sorumluluk ve şefkat itibariyle en önde durduğunu ve ahirzaman davasını temsil ettiğini düşünen bir şahsiyetin, amaçlarından birisi dini terbiyeyi bu topraklardan silmek olan bir rejime karşı, yukarıda zikrettiğim şartlar içinde (düşünün ki tekkeler ve zaviyeler kapanmış, harf inkılabı olmuş, dinî tedrisat yasak; pek çok âlim ya asılmış, ya mahkum yahut da sürgünde) söylediği sözlerdir bunlar. Ve büyük ihtimalle Bediüzzaman, bu saldırının sırf kendisine olmakla lokal değil; kendisinin arkasına uzanmaya çalışmakla bütün müslümanlara yönelik olduğunu düşünmektedir. (Şualar'da, şahsının hedef alındığı metinleri okuduğunda sevinçle paylaşır ve talebelerine 'ondan bire, yirmiden bire indi' gibi müjdeler verir örneğin.) Bu nedenle de bu hücumların umumî musibetlere neden olabileceğini, çünkü Nurların göz önündelik ve güçlü duruş itibariyle farklı bir yere sahip olduğunu, bunun da ona yapılan saldırıları bütün ehl-i imana yapılmış ve umumileşmiş olarak görmeyi mümkün kıldığını düşünmektedir.
Şimdi alın bu şartları, bu makamı, bu muhatabı; vurun Güleçyüz'le Ünal'ın yazdıklarına! Ne muhatap o muhatap, ne makam o makam, ne duruş o duruş... İki yazar da kendi lokal duruşlarını (ki seçimler de ümmetin onların duruşlarını onaylamadığını gösteriyor) umumileştirerek kendilerine yapıldığını düşündükleri bir haksızlığı (o da tartışılır ya) umumileştirmekle kalmıyorlar; ayrıca o günden bugüne değişen muhatabı da ıskalıyorlar. Allah biliyor ki; bu ülkede dindarlar biraz başları dik durabiliyorsa, başörtüleriyle okuyabiliyor veya çalışabiliyorsa, bunda Erdoğan'ın ve AK Parti'nin emeği inkâr edilemez. Üstelik bu yönüyle bırakın istibdatı temsil etmeyi, ülkenin son on yılı, önceki seksen yılından daha çok özgürlüğün kazanıldığı bir dönem oldu. Daha da iyi olacak inşaallah.
Üstelik nerede Bediüzzaman'ın siyasete temas etmeyen pir u pak Kur'an hizmeti, nerede sizin devletin içinde paralel yapılanmalarınız ve güç arzusu dolu, çirkin, hukuk dışı çalışmalarınız! Nerede Bediüzzaman'ın hanesi basılarak toplanan eserleri, nerede bir türlü telif problemini çözemediğiniz için alamadığınız bandrolleriniz! Acip şey: Kendisi Risale basan hükümet, yasal prosedürü tamamlamadığınız için size bandrol vermeyince, Risalelerle mücadele ediyor mu oluyor? Vay arkadaş! Ne genişlik! Nasıl bir kafa! Hiç nefsinize de dokundurmuyorsunuz. Gayretullah'ı örgütünüzün güvenlik şirketi sandığınızı biliyorduk da bu kadarını da beklemiyorduk.
İşte arkadaşlar, ben 32 yaşında, kendini daha bu işin başında gören bir Nur talebesi olarak, yaşını başını almış bu abilerin(!) yazdıklarını okuyunca sinirimden dudaklarımı kemiriyorum, Nurcu olmayanlar ne yapsın? Üstadımızdan beddua dersi almadık. Ancak ıslah olsunlar diliyoruz. Bu vesileyle Soma'da vefat eden kardeşlerimize de Allah'tan rahmet, yakınlarına güzel sabırlar dilerim. Sorumlularının cezalarını bulduklarını görmek umuduyla...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...