Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şimdi, öyle analizlerden birisini de Nuriye Çeleğen abla adına yapmak istiyorum. Nuriye abla, kendisinin birkaç kitabına editörlük, bazılarına tashih, bazılarına da mizanpaj yaptığım bir isim. Yani tanıdığım birisi. İyiliğini biliyorum, kötü olduğunu düşünmüyorum. Bu yazıyı da onu kötü birisi olarak gördüğüm için yazmayacağım. Kendisini benim beyaz kağıdımda seyretmesi için yazacağım. Mümin müminin aynasıdır, aynalık etmek gerek. O kadar. Bunu hemen yazının başında belirteyim de kimse ifrat beklemesin. İfrat dileyenler de bu yazıyı okuyarak zaman kaybetmesinler. Kendisi hakkında 'abla' ifadesini kullanmaktan da çekinmem. Fakat şu var: Hiçbir abla/abi, bu unvanından dolayı mihenge vurulmaktan kurtulamaz. Ehl-i tahkikin bıçağı 'sorgulanmazlık' tanımaz, tanımamalı.
Kendisi hakkında bu sıralar twitter'da en çok kullanılan ifade; 'Yeniasya camiası, Cemil Tokpınar, Sungur abinin oğlu ve kızıyla birlikte Nurcuların yüzünü ak edenler' içinde sayılması. (Liste biraz kısa değil mi?) Daha ileri giden ifadeler de var. Etka Aslan isminde bir kullanıcı şöyle yazıyor mesela: "Çok şükür ki, AKP'nin gerçek yüzünü görüp hakikatleri savunabilen nice nur talebesi var. Mesela Nuriye Çeleğen!" Devamında Nuriye abladan bizzat görmediğim için onun sözü mü emin olamadığım şöyle birşey paylaşmış: "Risaleleri devletleştirmek Kemalist anlayışın esasıdır. Bediüzzaman sürgün edilmiş (...) fakat bugünkü kadar zincire hiç vurulmamıştı." Bu sözün başında 'Nuriye Çeleğen:' ifadesi bulunuyor. Dediğim gibi: Nette binlerce süprüntü var. Bizzat Nuriye ablanın böyle söyleyip söylemediğini bilmediğim için onu analiz etmeyeceğim. Ancak kendisinin bizzat twitter hesabından paylaştığı, bende ekran resimleri de olan ve zaten Gülen Örgütü mensuplarının çarşaf çarşaf paylaştığı şeyler var ki; bunların bizzat Nuriye Çeleğen ablanın kaleminden çıktığı kesin olduğu için analiz etmeye değer. Kötülük olsun diye değil, altını kazıp hakikatini ortaya çıkaralım diye.
Bir kere şunu söyleyelim: Nuriye Çeleğen, Gülen Örgütü ve AK Parti gerilimi sırasında bir tane bile Gülen Örgütünü ve siyasete karşı değişen tavrını eleştiren twit atmadı. İki tarafa da nasihat olabilir gibi anlaşılacak şeyleri ortaya söylemiş olabilir. Fakat gerilim boyunca bütün suçlamalar, klasik Nurcuların da dahil olduğu AK Parti destekçilerine yapılırken Gülen Örgütü ve mensupları hatadan sürekli tenzih edildi. Mesela Nurcular, kendi düşüncelerini Gülen Örgütünden farklılaştırırken Nuriye abla şu twitleri attı: "Ağabeylerin görüşlerinin kendi görüşleri olmadığını düşünüyorum. Çevresindeki kişilerin görüşleri olarak değerlendiriyorum. Şeytanın her dem aktif olduğunu; kıskançlık, benlik gibi duyguları harekete getirebileceğini düşünüyorum. Bu hizmeti ben neden yapmadım gibi."
Görüldüğü gibi Nuriye Çeleğen, bir telefon kadar yakınında olan abileri aramak yerine Bediüzzaman'ın talebelerinin 'yönlendirildiği' teorisini yazmayı seçti. Daha sonra süreç, abilerin bizzat kendilerinin beyanlarıyla onu yalanlasa da fikrinden vazgeçmedi. İkinci twitteki "Bu hizmeti ben neden yapmadım?" suçlaması ise daha fena. İzninizle buna suçlama diyorum, çünkü Nuriye ablanın burada kastettiği, hepinizin de anladığı gibi, Gülen Örgütünü diğer Nur ekollerinin kıskandığı ve bu kıskançlık yüzünden muhalefet ettikleri aslında. Ki, hatırlarsınız; süreç boyunca Gülen Örgütü de bu tezi işledi, kendi tabanını 'abilere rağmen' kendine bağlı tutabilmek için. Tabii insanın içi cız ediyor. Nuriye abla gibi bütün abileri zaten tanıyan, gelenek olarak klasik Nurculuğa daha yakın bir ismin, Gülengiller için neden saff-ı evvel abileri böylesine itham ettiğin merak ediyoruz. Ben ediyorum en azından.
Neyse, devam edelim: Şimdi Nuriye ablanın başka bir twitini aynen alacağım buraya: "Hizmeti tutmakla düşüncemde hata da yapsam bunun ahiret vebali olmayacağını düşünüyorum. Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Bakınız, bu twiti çok önemsiyorum, çünkü bu twit benim için itikadî anlamda da korkutucu çağrışımlara sahip. Hata yapan birilerini tuttuğu için (buna olabilme ihtimali de veriyor) ahirette hesaba çekilmeyeceğini emin bir şekilde söyleyen birisi var karşımızda. Ve devamında şunu da ifade ediyor: "Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Peki, ya siyasiler haklıysa? Mesela diyelim ki; Şeyh Bedreddin ayaklandı, Osmanlı teyakkuzda; böyle şeyler olamaz mı? Bunu tamamiyle ıskalamış, meseleye artık hak/bâtıl düzleminde değil; 'siyasilerle gerilim yaşıyorsa kesinlikle siyasiler haksızdır' tarzında ele alan enteresan bir düşünce dünyası bu. Ve 'hesaba çekilmem, vebali olmaz' gibi net ifadelerle de söyleyebiliyor. Ahiret adına konuşurken bu netlik korkutucu değil mi sizce de? Ben korkuyorum şahsen. Neyse, diğer iki twitine geçelim:
"Hizmete ait konuda hizmeti tutarım. Siyasetle hiç ilgim olmamıştır. Haber bile dinlemem. Üstadımdan öğrendiğim bu. Siyaset kirlenebilir. Ama hizmet kirlenirse kişilerin imanına zarar verir. Bunun vebali yüklenilemez. Bir kişinin imanı bile zarar görürse ahirette kurtulamayız." Şimdi öncelikle şöyle silsile şeklinde bir hata var. Haber bile dinlemeyen birisi gündeme dair bir meselede bu kadar net bir tavrı nasıl gösterebilir? Ne olup bittiğini bile bilmezken? Hizmetle ilgili her konuda hizmeti tutmak, gündemden hiç haberi olmayan birisi için ne kadar sağlıklıdır? Bunun yanısıra mesele hizmete temas ediyor olsa da (ben Gülen Örgütü demeyi tercih ediyorum) bütün Türkiye'yi ilgilendiren bir 'darbe teşebbüsü' hadisesinde nasıl böylesi 'himmet toplantısı' edasıyla "Hizmete dairse, hizmet haklıdır!" denilebilir. Böylesi bir tahkiksizlik Nur talebesine yakışır mı? Nuriye ablaya sormak lazım bunu.
Bir de devamında siyaset kirlenebilir diyor, doğru. Fakat hizmet kirlenemez mi? Boyu kadar siyasete batmışken? CHP'ye oy toplayan ablaları/abileri varken? Muhalefet partisine dönüşmüşken? Bilmem kaç okulu, kursu, bilmem nesi varsa siyasete girse de onu kirletemiyor mu siyaset? Eğer böyleyse, düzeltelim: Bediüzzaman 'siyasetin şerrinden Allah'a sığınmayı' boşuna tavsiye etmiş o zaman. Baksanıza, hizmet girerse kirlenmesi mümkün değilmiş zaten. Neden sığınsın? Hem kirleniyor derseniz hafazanallah imanınız tehlikede. Öyle de büyük manevî istibdatı var. Cehennemi kaldırıyor hemen başınızın üstüne. Neyse, devam edelim:
"Risalenin sadeleştirme ile tahrif edilmeyeceğini, edilemeyeceğini, edilemeyecek kadar muhkem olduğunu idrak edemiyorsak nasıl R.N okuyoruz?" Şimdi çok ilginç birşey diyeceğim. Nuriye abla, Gülen Örgütü sözkonusu olduğunda her meselede harika iyimser. Mümkün değil yani kötü birşey olması. Sadeleştirilsin, cümleleri değiştirilsin, isterse yeniden yazılsın mümkün değil kötü birşey olamaz. Kötü birşey olduğunu söyleyenler suçlu. Onlar Risalelerden anlamıyor. Ama diyelim ki; devlet Risale-i Nur basıyor. Bakınız ona tepkisi nasıl: "R Nur'ları devletin korumasına verdik bugün risalenin bayramı, dediklerinde şoke olmuştum. Bandrol verilmiyormuş, hiç şaşırmadım." Ablam dünyayı takip etmiyor, ama gündeme dair öngörüleri fevkalade isabetli. Bakınız bir tane daha var aynı meseleye dair: "Bediüzzaman, R.Nur'la yer ve göğün alakadar olduğunu ona zarar gelince iki unsurun hiddet ettiğini söyler. Semanın hiddeti tesadüf mü?" Gördüğünüz gibi sadeleştirme süreci boyunca hiçbir doğal afet kötü yorumlanmazken devlet Risaleleri basmaya başladığı andan itibaren bütün doğal afetler Kültür Bakanlığına dönük işlemeye başladı. Oluyor böyle şeyler. Şimdi daha ince bir twit silsilesine bakalım:
"Tepki veren kardeşlere diyorum ki; ben abileri de çok seviyorum. Fakat Hoca Efendiyi sevmeyi Sungur abiden öğrendim. Babam, Bediüzzaman hazretlerinin has talabelerim içine alıyorum dediği ve pek çok mektup gönderdiği birisi. Sungur abiye yıllar önce 'Abi bu H.Efendi yeni bir şey mi çıkartıyor?' diye sorduğunda Sungur abinin nasıl celallendiğini ve 'Kardeşim karışmayın o kardeşimize' demiş. Dersimi Sungur abiden aldım." Bu metinde üzüldüğümüz şey, Nuriye ablanın Sungur abiden aldığı dersleri çocukluğunda bırakması. Zira biraz daha devam etseydi, Sungur abinin sadeleştirme mevzusundaki emeği geçenlere beddua videosuna da ulaşacaktı. Yalnız burada ilginç olan babasının şüphesine hiç hakikat payı vermemesi. Ki bu şüphenin o dönemde birçok Nur talebesinde varolduğu ve şimdi onların hakikat çıktığı da ortada. Sungur abiden alınan bu ders hakkında geri kalan yorumları Meşveret cemaati üyelerine bırakıyorum. En bomba twitleri ise finale sakladım. Bu kısım ayrıca enteresan çünkü Risaleleri bakışınıza takla attırabilecek cinsten:
"Anlama endeksli risale okuması ben anlayacağım demektir ki bu da risalenin perdeleri kaldırma esasına terstir. Zaten bu da enaniyet veriyor. Virdi anlamadan da o neticeyi hasıl eder. Üstad günlük okumayı esas almış. Bu da vird demektir. Risaleyi düzenli okuyan mutlaka ihtiyacını alır."
Bu iki twit Risale-i Nur'un 'tahkike verdiği öneme rağmen' ters takla atması demek. Eğer Risaleleri anlaşılması gerekmeyen metinler olarak görürseniz, elbette sadeleştirme size dokunmaz. Bu noktada artık Nuriye ablanın neden sadeleştirmeye taraf olduğunu idrak edebiliyoruz. Zaten Risale-i Nur'un, onlarca yerde müellifinin dediği gibi, bir tahkik ve idrak dersi olduğunu değil, bir vird olduğunu düşünüyor. Önemli olan vird gibi, zikir gibi tekrar etmek. Anlamaya çalışmak hatta enaniyet sebebi. Tabii bir kitabı anlamaya çalışmak nasıl enaniyet sebebi olabilir? Enaniyet olacaksa niye anlaşılması gereken bu kadar şey yazmıştır bir müellif? Bütün bu soruları bir kalem silin aklınızdan, çünkü karşınızda Gülen Örgütünün kanaatine göre Nurcuların yüzünü ak eden bir Nur talebesi var. Neredeyse bütün Nurcuların rağmına bunu başarmış bir isim. Ondan Nurculuk öğrenmelisiniz, öğretmek haddiniz değil. Biz de ablamızı tebrik ediyor ve hayatta başarılar diliyoruz.
Sadeleştirme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadeleştirme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
8 Ağustos 2014 Cuma
25 Mart 2014 Salı
Niyeti yok bilmeye, sadeleştirmeyle gider okumaya!
Bu mesele hakkında, daha tartışmalar sıcakken, The Cemaat’e yönelik çok hüsnüzanlı yazılar yazdım. (Risalehaber arşivinde var.) Bazıları, onları çok sert biçimde suçlar ve dışlarken; ben, onları da anlamaya çalışan, ama diğer yandan bakmadıkları (eksik kaldıkları) açıları da gösterme gayretinde olan sözler söyledim. Fakat bugün geldiğimiz noktada, o yazılarımın, haddinden fazla hüsnüzanlı ve haketmedikleri kadar da yumuşak olduğunu görüyorum. O zamanlar onları da ‘bizden’ sayıyor ve onlara karşı oluşan öfkeyi itidale çağırıyordum. Şimdi bakıyorum ki; öfke kontrolsüz de olsa, haklıymış. Ben, itidale çağırmakla, o zamanki kısa nazarıma göre doğru, fakat bugünden o güne bakınca yanlış bir iş etmişim. Şimdi o yanlışı düzeltme zamanı. The Cemaat, sadeleştirme konusunda hüsnüzansız birkaç kelamımızı da okusun bizden.
Öncelikle; Aksiyon Dergisi’nin 24 Aralık 2007 tarihli sayısında, Kadir Filiz imzalı, kapak konusu da olan bir çalışma var: Darbeli Edebiyat. O sayıda Ahmet Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu, Hilmi Yavuz ve Ali Çolak gibi isimlerin ‘Türk edebiyatında sadeleştirmenin bir cinayet olduğu’ üzerine açıklamaları var. Arşivlerinden siliyorlar mı böyle şeyleri bilmiyorum. (İkircikli dillerinin yakalanmasını sevmezler çünkü.) Ama tam da Risalelerin sadeleştirilmesinin en çok tartışıldığı dönemde Risalehaber, bu sayıdaki mezkur yazarların ifadelerini tırnaklayarak, haber yaparak, şöyle bir soru sormuştu onlara: “Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu, Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları, Ömer Seyfettin’in Bomba hikayelerine gösterilen hassasiyet Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nurlarına neden gösterilmiyor?” Bu soru hâlâ The Cemaat’ten bir cevap bekliyor. Ama alabileceğini sanmam. Onlar İslamî camia içinde iknayı değil, icbarı severler çünkü.
Neden mi böyle söyledim? Yıllardır bir şekilde içindeyiz onların. Her ne kadar kendinizi onların içinde tarif etmiyor olsanız bile, bir şekilde ilişkiye geçmeniz kaçınılmaz. Her yeri sarmış durumdalar ve sardıkları her yerde de diğer dinî grupları baskılamak âdetleri var. Bu baskının ilk muhatabı da klasik Nurcular. Gülen’in kendi sosyolojik siyasetini geliştirirken kimliğinden en çok istifade ettiği kişi Bediüzzaman Said Nursî olduğu için, hassaten diğer Nurcuları baskılamak konusunda çok çabalıyorlar. İstiyorlar ki; Nurculuk yalnız onlardan bilinsin. Başkalarının bahsi geçmesin. Risalelerin başka/değişik yorumu kalmasın piyasada. Tek onların malı olsun. Onun kuvve-i kudsiyesini kendilerinden başkaları kullanmasın ve mümkünse bilenler sesini çıkarmasın. Bu aslında The Cemaat’in şeytanî bir oyunu. Risale metinlerinin karşıkonulmazlığı üzerinden kendi sosyolojik/siyasi projelerinin yürütme planı.
Sadeleştirme meselesinde de duruşları böyle oldu. Kendilerini eleştiren, konuşmak isteyen Nurcuları muhatap bile almadılar. (Yakın zamanda Said Özdemir abi, Gülen’i bu hususta ziyaret etmek istediğini, ama kabul edilmeğini aktardı, hatırlarsınız.) Doğruluklarının sorgulanmasına katlanamadıkları gibi, muhataplarını tezyif edici açıklamalar da yaptılar. Meseleyi ilmî bir şekilde müzakere etmek yerine, ‘meşkuk menfaat ekseninde’ icbarlarına ikna olmamızı beklediler. (Baykal’ın kaset olayında aynı gün açıklama yapan Gülen, bu hususta hiç konuşmadı mesela.) Yapıp yapıp eserlerini önümüze attılar ve her yeri o sadeleştirilmiş şeylerle doldurarak (çok satılıyor nümayişiyle) hegemonik baskıyı denediler. The Cemaat’in çalışma tarzı eskiden beri böyle. Düşünmez yapar, tartışmaz gemiyi yürütür. Bu yüzden amelleri nümayişli, ama altı boş şeylerdir. Sloganda kuvvetli, tefekkürde eksiktirler.
Diğer bütün Nurcu grupları ve gruplara bağlı olmayan Nurcuları yok saydılar, yollarına devam ettiler. Hani şimdilerde Başbakan Erdoğan’a ‘diktatör’ diyorlar ya. İşte sadeleştirme gibi hususlarda aslında kendileri tam diktatörlük ettiler. Zaten içlerinde bir demokrasi ahlakı gelişmediği için, kurgularında bir sorun yaşamadılar. Adanmış robotları, kendilerine abileri/ablaları tarafından yapılan tebliğ uyarınca, yeniden kodlanıp sorgulanmaz yollarına devam ettiler. Bugün de hiç o yoldan sapmıyorlar. Son nümunesini de Zaman Gazetesi’nde Prof. Muhittin Akgül’ün yazısından gördük. Yine aynı patron/ağa dili, yine anlaşılmadıkları üzerine bir dizi sitem, yine diğer Nurcu grupların endişelerini görmezden gelme! Yola çıktıkları gibi devam ediyorlar. Nasıl başarılı bir iradesizleşme, pes!
Yalnız Akgül’ün yazısında ilginç birşey de var: Gençlerin Risaleleri anlamadığı ve sadeleştirmenin kaçınılmaz olduğu üzerine sözler söylemiş. Ben böyle şeyleri The Cemaat’ten duyunca iki kere şaşırıyorum, çünkü kendisiyle nasıl bir tezata düştüğünü farketmiyor böylesi hususlarda. Bir yandan her sene Türkçe olimpiyatları düzenleyen ve bütün dünyaya Türkçe öğretecekleri iddiasında olan bir grubun, diğer taraftan elli-yüz kelimenin anlamını aktaramadıkları için Risaleleri sadeleştirmeye girişmesi tuhaf olduğu kadar, komik de geliyor. Ya birincisinde bizi kandırıyorlar ya ikincisinde? Ya Türkçe öğretebildikleri yalan, ya da sadeleştirmenin kaçınılmaz olduğu? Öyle ya, ellerindeki ‘yabancılara bile Türkçe öğretebilecek’ imkanlarla nasıl olup da yüz kelimenin anlamını gençlere öğretemiyorlar? Bunu cidden tuhaf buluyorum.
Bizim sadeleştirme meselesinde bu kadar serzenişte bulunmamızın asıl nedeni bence güvensizlik. Evet, biz The Cemaat’in ilk günden beri duruşuna ve tavırlarına güvenmiyoruz. Her ne yapsalar ikinci bir niyetin arkalarında saklı olduğunu müminane bir ferasetle hissediyoruz. Bu nedenle Risaleleri gençlere öğretmek gibi bir amacı asla öncelikli kılmamış bir yapılanmanın, bugün birden, sırf bu maslahatla orijinal metinleri zedelemesini anlayamıyoruz. Birşeyler yanlış geliyor. Taşlar yerine oturmuyor. Öyle ya, yıllarca devam ettim ben de onların düzenine. Bir kere bile Risale dersi aldığımı hatırlamıyorum. Her namazdan sonra Gülen’in kitaplarından bukleler okunurdu. Her derste ya Gülen’in sözleri anlatılır yahut da vaaz kaseti dinletilirdi. Şimdi insan sormadan edemiyor: “Arkadaş, sizin için Risaleler ne zaman öncelikli hale geldi ki, bu işe giriştiniz?”
Kaldı ki, Risale metinlerini hizmetinin merkezinde tutan grupların, gençlere, bu kelimelerin anlamlarını aktaramama gibi bir sorunu yok. Bir elli ders kadar devamlılığı olan her genç, bu kelimelerin anlamını tekrar tekrar işitmekten öğreniyor. Ben otuz iki yaşındayım ve külliyattan okunsa anlamını bilemeyeceğim kelime sayısı çok az. Çünkü yirmi yaşımdan sonra Risale merkezli bir ders sistemi içinde yetiştim. The Cemaat’te böyle bir ders sistemi yok ki, gençler kelimelerin anlamını öğrensin, metinlerle ünsiyet etsin. Hiçbir şey yapmadan “Olmuyor!” demek de büyük kolaycılık! Helal olsun bu pişkinliğe.
Bir de bizim korkularımız var. Ta Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren buradan çok darbe yemişiz. Risale metinlerine aşina olanlar bilirler. Kur’an’ın meali yapılıp yerine konulmak istenmiş ki, (hâşâ) “Ta ne mal olduğu bilinsin!” çirkefliğiyle. Ezan Türkçe okunmuş ki, ne dediği anlaşılsın ikiyüzlü niyetiyle. Türkçe ibadet, Türkçe namaz, hep bu eksende ‘fayda mülahazasıyla’ önümüze itilmiş, ama arkasında hep kutsal metinleri gözden düşürmek ve sadeleştirirken köreltmek saklı niyetiyle yapılmış bu. Bediüzzaman bununla çok mücadele etmiş. Tekrarat meselesinde mücadele etmiş. Arapça ibarelerin yerine Türkçeleri okunmaz diye mücadele etmiş. Hat üzerinden mücadele etmiş.
Diyorum ya: Bizi buradan çok ısırmaya çalışmış yılanlar. Biz buradan ısırtmamaya talimliyiz. Buraya karşı bir sağlam refleksimiz var. Şimdi The Cemaat’in sözde aydınları, ilahiyatçıları, abileri, bilmem neleri, yine aynı fayda mülahazasıyla kudsî metinlerle aramızda rabıta olan bir terminolojiyi yoketmek istiyorlar. Halbuki o kelimelerin her birisi Kur’anî. Kur’anî olmayanların bile ilmî mirasta, gelenek içinde bir yeri var. Şimdi ha Arap alfabesini almışsın elimizden, ha bu terminolojiyi. Farkın ne? ‘Gençler anlasın’ demekle iş bitiyor mu sayın Akgül? Eğer isminin önündeki prof. yalan değilse, bu terminolojinin kıymetini sen benden iyi bilmelisin. Eğer niyetiniz başka birşey değilse tabii. Hani olur ya, “Sadeleştirelim, ta ne mal olduğu bilinsin!” falan… Gülen’in arkasında onu her an makamından azledecek bir demokles kılıcı gibi durmasın. Böyle korkularınız da var, biliyoruz.
Öncelikle; Aksiyon Dergisi’nin 24 Aralık 2007 tarihli sayısında, Kadir Filiz imzalı, kapak konusu da olan bir çalışma var: Darbeli Edebiyat. O sayıda Ahmet Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu, Hilmi Yavuz ve Ali Çolak gibi isimlerin ‘Türk edebiyatında sadeleştirmenin bir cinayet olduğu’ üzerine açıklamaları var. Arşivlerinden siliyorlar mı böyle şeyleri bilmiyorum. (İkircikli dillerinin yakalanmasını sevmezler çünkü.) Ama tam da Risalelerin sadeleştirilmesinin en çok tartışıldığı dönemde Risalehaber, bu sayıdaki mezkur yazarların ifadelerini tırnaklayarak, haber yaparak, şöyle bir soru sormuştu onlara: “Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu, Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları, Ömer Seyfettin’in Bomba hikayelerine gösterilen hassasiyet Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nurlarına neden gösterilmiyor?” Bu soru hâlâ The Cemaat’ten bir cevap bekliyor. Ama alabileceğini sanmam. Onlar İslamî camia içinde iknayı değil, icbarı severler çünkü.
Neden mi böyle söyledim? Yıllardır bir şekilde içindeyiz onların. Her ne kadar kendinizi onların içinde tarif etmiyor olsanız bile, bir şekilde ilişkiye geçmeniz kaçınılmaz. Her yeri sarmış durumdalar ve sardıkları her yerde de diğer dinî grupları baskılamak âdetleri var. Bu baskının ilk muhatabı da klasik Nurcular. Gülen’in kendi sosyolojik siyasetini geliştirirken kimliğinden en çok istifade ettiği kişi Bediüzzaman Said Nursî olduğu için, hassaten diğer Nurcuları baskılamak konusunda çok çabalıyorlar. İstiyorlar ki; Nurculuk yalnız onlardan bilinsin. Başkalarının bahsi geçmesin. Risalelerin başka/değişik yorumu kalmasın piyasada. Tek onların malı olsun. Onun kuvve-i kudsiyesini kendilerinden başkaları kullanmasın ve mümkünse bilenler sesini çıkarmasın. Bu aslında The Cemaat’in şeytanî bir oyunu. Risale metinlerinin karşıkonulmazlığı üzerinden kendi sosyolojik/siyasi projelerinin yürütme planı.
Sadeleştirme meselesinde de duruşları böyle oldu. Kendilerini eleştiren, konuşmak isteyen Nurcuları muhatap bile almadılar. (Yakın zamanda Said Özdemir abi, Gülen’i bu hususta ziyaret etmek istediğini, ama kabul edilmeğini aktardı, hatırlarsınız.) Doğruluklarının sorgulanmasına katlanamadıkları gibi, muhataplarını tezyif edici açıklamalar da yaptılar. Meseleyi ilmî bir şekilde müzakere etmek yerine, ‘meşkuk menfaat ekseninde’ icbarlarına ikna olmamızı beklediler. (Baykal’ın kaset olayında aynı gün açıklama yapan Gülen, bu hususta hiç konuşmadı mesela.) Yapıp yapıp eserlerini önümüze attılar ve her yeri o sadeleştirilmiş şeylerle doldurarak (çok satılıyor nümayişiyle) hegemonik baskıyı denediler. The Cemaat’in çalışma tarzı eskiden beri böyle. Düşünmez yapar, tartışmaz gemiyi yürütür. Bu yüzden amelleri nümayişli, ama altı boş şeylerdir. Sloganda kuvvetli, tefekkürde eksiktirler.
Diğer bütün Nurcu grupları ve gruplara bağlı olmayan Nurcuları yok saydılar, yollarına devam ettiler. Hani şimdilerde Başbakan Erdoğan’a ‘diktatör’ diyorlar ya. İşte sadeleştirme gibi hususlarda aslında kendileri tam diktatörlük ettiler. Zaten içlerinde bir demokrasi ahlakı gelişmediği için, kurgularında bir sorun yaşamadılar. Adanmış robotları, kendilerine abileri/ablaları tarafından yapılan tebliğ uyarınca, yeniden kodlanıp sorgulanmaz yollarına devam ettiler. Bugün de hiç o yoldan sapmıyorlar. Son nümunesini de Zaman Gazetesi’nde Prof. Muhittin Akgül’ün yazısından gördük. Yine aynı patron/ağa dili, yine anlaşılmadıkları üzerine bir dizi sitem, yine diğer Nurcu grupların endişelerini görmezden gelme! Yola çıktıkları gibi devam ediyorlar. Nasıl başarılı bir iradesizleşme, pes!
Yalnız Akgül’ün yazısında ilginç birşey de var: Gençlerin Risaleleri anlamadığı ve sadeleştirmenin kaçınılmaz olduğu üzerine sözler söylemiş. Ben böyle şeyleri The Cemaat’ten duyunca iki kere şaşırıyorum, çünkü kendisiyle nasıl bir tezata düştüğünü farketmiyor böylesi hususlarda. Bir yandan her sene Türkçe olimpiyatları düzenleyen ve bütün dünyaya Türkçe öğretecekleri iddiasında olan bir grubun, diğer taraftan elli-yüz kelimenin anlamını aktaramadıkları için Risaleleri sadeleştirmeye girişmesi tuhaf olduğu kadar, komik de geliyor. Ya birincisinde bizi kandırıyorlar ya ikincisinde? Ya Türkçe öğretebildikleri yalan, ya da sadeleştirmenin kaçınılmaz olduğu? Öyle ya, ellerindeki ‘yabancılara bile Türkçe öğretebilecek’ imkanlarla nasıl olup da yüz kelimenin anlamını gençlere öğretemiyorlar? Bunu cidden tuhaf buluyorum.
Bizim sadeleştirme meselesinde bu kadar serzenişte bulunmamızın asıl nedeni bence güvensizlik. Evet, biz The Cemaat’in ilk günden beri duruşuna ve tavırlarına güvenmiyoruz. Her ne yapsalar ikinci bir niyetin arkalarında saklı olduğunu müminane bir ferasetle hissediyoruz. Bu nedenle Risaleleri gençlere öğretmek gibi bir amacı asla öncelikli kılmamış bir yapılanmanın, bugün birden, sırf bu maslahatla orijinal metinleri zedelemesini anlayamıyoruz. Birşeyler yanlış geliyor. Taşlar yerine oturmuyor. Öyle ya, yıllarca devam ettim ben de onların düzenine. Bir kere bile Risale dersi aldığımı hatırlamıyorum. Her namazdan sonra Gülen’in kitaplarından bukleler okunurdu. Her derste ya Gülen’in sözleri anlatılır yahut da vaaz kaseti dinletilirdi. Şimdi insan sormadan edemiyor: “Arkadaş, sizin için Risaleler ne zaman öncelikli hale geldi ki, bu işe giriştiniz?”
Kaldı ki, Risale metinlerini hizmetinin merkezinde tutan grupların, gençlere, bu kelimelerin anlamlarını aktaramama gibi bir sorunu yok. Bir elli ders kadar devamlılığı olan her genç, bu kelimelerin anlamını tekrar tekrar işitmekten öğreniyor. Ben otuz iki yaşındayım ve külliyattan okunsa anlamını bilemeyeceğim kelime sayısı çok az. Çünkü yirmi yaşımdan sonra Risale merkezli bir ders sistemi içinde yetiştim. The Cemaat’te böyle bir ders sistemi yok ki, gençler kelimelerin anlamını öğrensin, metinlerle ünsiyet etsin. Hiçbir şey yapmadan “Olmuyor!” demek de büyük kolaycılık! Helal olsun bu pişkinliğe.
Bir de bizim korkularımız var. Ta Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren buradan çok darbe yemişiz. Risale metinlerine aşina olanlar bilirler. Kur’an’ın meali yapılıp yerine konulmak istenmiş ki, (hâşâ) “Ta ne mal olduğu bilinsin!” çirkefliğiyle. Ezan Türkçe okunmuş ki, ne dediği anlaşılsın ikiyüzlü niyetiyle. Türkçe ibadet, Türkçe namaz, hep bu eksende ‘fayda mülahazasıyla’ önümüze itilmiş, ama arkasında hep kutsal metinleri gözden düşürmek ve sadeleştirirken köreltmek saklı niyetiyle yapılmış bu. Bediüzzaman bununla çok mücadele etmiş. Tekrarat meselesinde mücadele etmiş. Arapça ibarelerin yerine Türkçeleri okunmaz diye mücadele etmiş. Hat üzerinden mücadele etmiş.
Diyorum ya: Bizi buradan çok ısırmaya çalışmış yılanlar. Biz buradan ısırtmamaya talimliyiz. Buraya karşı bir sağlam refleksimiz var. Şimdi The Cemaat’in sözde aydınları, ilahiyatçıları, abileri, bilmem neleri, yine aynı fayda mülahazasıyla kudsî metinlerle aramızda rabıta olan bir terminolojiyi yoketmek istiyorlar. Halbuki o kelimelerin her birisi Kur’anî. Kur’anî olmayanların bile ilmî mirasta, gelenek içinde bir yeri var. Şimdi ha Arap alfabesini almışsın elimizden, ha bu terminolojiyi. Farkın ne? ‘Gençler anlasın’ demekle iş bitiyor mu sayın Akgül? Eğer isminin önündeki prof. yalan değilse, bu terminolojinin kıymetini sen benden iyi bilmelisin. Eğer niyetiniz başka birşey değilse tabii. Hani olur ya, “Sadeleştirelim, ta ne mal olduğu bilinsin!” falan… Gülen’in arkasında onu her an makamından azledecek bir demokles kılıcı gibi durmasın. Böyle korkularınız da var, biliyoruz.
6 Şubat 2012 Pazartesi
Dünyaya Türkçe konuşturdunuz da bir Risale-i Nur'un diline mi bizi çıkaramadınız?
Benim bu noktadaki duruşumu önceki yazılarımdan bir nebze anladınız: Kendi adıma sadeleştirmeyi doğru bulmuyorum, ama bir başkasının sadeleştirmesine de “Vay densiz, bunu neden yaptın şimdi?” tarzında bakmıyorum. Zira bu ihtiyacın dışarıdan değil, içeriden gelen bir sesin yankısı olduğunu düşünüyorum. Hal böyle olunca da hazır durum sadeleştirme yapanları düşman ilan etmek gibi bir fikri kalbime, zihnime vermiyor. Onları düşman değil, kardeş gibi görüyorum. İkisi beraber olmuyor. Zaten ben ikisini birden kalbimde istemiyorum. Kardeş bana yetiyor...
Fakat bu noktada kardeşlerimi kardeş bilmem, onlara birazcık serzenişte bulunmama mani değil. Mesela şu noktada kardeşlerime biraz kırgınım: Siz ki, tüm dünyaya Türkçe konuşturan, bunun bilmem kaç ülkede, kaç senedir tekrarını yapan, büyük büyük organizasyonlara imza atan bir cemaatsiniz. Büyüksünüz, kemiyeten de büyüksünüz, keyfiyeten de büyüksünüz. İnkâr etmiyoruz. “Kim bunlar? Daha dünkü çocuklar! Ne anlarlar?” falan demiyoruz. Sizi kesinlikle kendimizden öte görmüyoruz. Lakin böyle büyük bir güce sahip olan sizler, evet sizler, acaba bu milletin gençlerinin fikrini Risale-i Nur’un diline daha yakın bir hale getiremez miydiniz? Böyle organizasyonlar tertip edemez miydiniz? Risale-i Nur olimpiyatları düzenleyemez miydiniz? Bunun seferberliğine giremez miydiniz?
Ama hayır, bunu yapmadınız. Metni sadeleştirdiniz, yalınlaştırdınız. Bizi o semaya çıkarabilecekken, semayı aşağıya indirdiniz. Bunu yapmaya imkan sahibiydiniz halbuki... Sayınız çoktu, kaynağınız çoktu, imkanlarınız bizden kat kat çoktu. Bakınız, bunlardan dolayı sizi eleştirmiyoruz, siz bizim kardeşimizsiniz. Okullarınız var, öğrencileriniz var, dersaneleriz var. Kanallarınız, şirketleriniz, holdingleriniz var. Belki bu ülkenin en büyük eğitim organizasyonu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sonra sizin kontrolünüzde... Sizler, evet sizler, böyle bir eğitim organizasyonuna sahipken bizi neden Risale-i Nur’un semasına çıkmaya yönlendirmediniz? Neden semayı aşağıya indirdiniz? Neden buna heves ettiniz? Bu kolaycılık olmadı mı?
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir kitabını bazen beş editörle yayına hazırlıyorsunuz. O beş editör, beş kişi bir oluyorlar da metni sadeleştiremiyorlar mı? Ben kendi adıma söyleyeyim, bana Hocaefendi’nin kitapları Risale-i Nur metinlerinden daha ağır geliyor. Bazı kitaplar daha anlaşılmaz duruyor. Fakat bugüne kadar Hocaefendi’nin hiçbir kitabını sadeleştirmeye teşebbüs etmediniz. Metinler, olduğu gibi duruyor. Peki, onun kitaplarında denemediğinizi, neden bizim kıymetlimizde denediniz, canımızı yaktınız, içimize bu fitneyi saçtınız, bazılarımızı ağlattınız?
Şimdi bu çıkan yangından sizin payınıza hiçbir şey düşmez mi sanıyorsunuz? Herkes birbirine beddua ederken, gıybetini ederken, kardeş kardeşin etini dişlerken; sizin hanenize de puanlar yazılmaz mı sanıyorsunuz? Yoksa “Niyetimiz hayır” deyip teselli mi buluyorsunuz? Hayır, hayır, teselli bulmamalısınız. Şu insanların onca feryadına biriniz çıkıp; “Tamam, hata olmuş, kapağına bir dahaki sefere sadeleştirilmiş yazacağız!” bile demediniz. Belli ki, demeyeceksiniz. Ben olsam, ben kimim ki ya, ama yine de sizin yerinizde ben olsam; şu canı yananların hatrına bir iki sakinleştirici söz söyler, bir iki şeyi değiştirebileceğimi beyan ederdim. Ama yok, siz bunu da söylemediniz. Şimdi bu ateş iki tarafı da yakıyor...
Büyüğüz, güçlüyüz, kalabalığız, zenginiz diyorsunuz belki... Belki diğer kardeşlerinizi de kendinize muhtaç biliyorsunuz. Belki sizden hariç başka emanetçiler olduğunu da görmezden geliyorsunuz. Keşke böyle olmasaydınız. Böyle yapmasaydınız, bu mesele daha sakin halledilebilirdi. Daha az can yakıcı olabilirdi. Daha kavgasız, gürültüsüz olabilirdi. Herkes razı edilebilirdi. Şimdi; “Biz yaptık oldu” diyorsunuz. Oldu, evet oldu kardeşim, oldu; ama bir bak amel defterlerimize, nasıl oldu? Birbirimizin etini dişlemekte yamyamları geçtik, işte böyle oldu.
Fakat bu noktada kardeşlerimi kardeş bilmem, onlara birazcık serzenişte bulunmama mani değil. Mesela şu noktada kardeşlerime biraz kırgınım: Siz ki, tüm dünyaya Türkçe konuşturan, bunun bilmem kaç ülkede, kaç senedir tekrarını yapan, büyük büyük organizasyonlara imza atan bir cemaatsiniz. Büyüksünüz, kemiyeten de büyüksünüz, keyfiyeten de büyüksünüz. İnkâr etmiyoruz. “Kim bunlar? Daha dünkü çocuklar! Ne anlarlar?” falan demiyoruz. Sizi kesinlikle kendimizden öte görmüyoruz. Lakin böyle büyük bir güce sahip olan sizler, evet sizler, acaba bu milletin gençlerinin fikrini Risale-i Nur’un diline daha yakın bir hale getiremez miydiniz? Böyle organizasyonlar tertip edemez miydiniz? Risale-i Nur olimpiyatları düzenleyemez miydiniz? Bunun seferberliğine giremez miydiniz?
Ama hayır, bunu yapmadınız. Metni sadeleştirdiniz, yalınlaştırdınız. Bizi o semaya çıkarabilecekken, semayı aşağıya indirdiniz. Bunu yapmaya imkan sahibiydiniz halbuki... Sayınız çoktu, kaynağınız çoktu, imkanlarınız bizden kat kat çoktu. Bakınız, bunlardan dolayı sizi eleştirmiyoruz, siz bizim kardeşimizsiniz. Okullarınız var, öğrencileriniz var, dersaneleriz var. Kanallarınız, şirketleriniz, holdingleriniz var. Belki bu ülkenin en büyük eğitim organizasyonu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sonra sizin kontrolünüzde... Sizler, evet sizler, böyle bir eğitim organizasyonuna sahipken bizi neden Risale-i Nur’un semasına çıkmaya yönlendirmediniz? Neden semayı aşağıya indirdiniz? Neden buna heves ettiniz? Bu kolaycılık olmadı mı?
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir kitabını bazen beş editörle yayına hazırlıyorsunuz. O beş editör, beş kişi bir oluyorlar da metni sadeleştiremiyorlar mı? Ben kendi adıma söyleyeyim, bana Hocaefendi’nin kitapları Risale-i Nur metinlerinden daha ağır geliyor. Bazı kitaplar daha anlaşılmaz duruyor. Fakat bugüne kadar Hocaefendi’nin hiçbir kitabını sadeleştirmeye teşebbüs etmediniz. Metinler, olduğu gibi duruyor. Peki, onun kitaplarında denemediğinizi, neden bizim kıymetlimizde denediniz, canımızı yaktınız, içimize bu fitneyi saçtınız, bazılarımızı ağlattınız?
Şimdi bu çıkan yangından sizin payınıza hiçbir şey düşmez mi sanıyorsunuz? Herkes birbirine beddua ederken, gıybetini ederken, kardeş kardeşin etini dişlerken; sizin hanenize de puanlar yazılmaz mı sanıyorsunuz? Yoksa “Niyetimiz hayır” deyip teselli mi buluyorsunuz? Hayır, hayır, teselli bulmamalısınız. Şu insanların onca feryadına biriniz çıkıp; “Tamam, hata olmuş, kapağına bir dahaki sefere sadeleştirilmiş yazacağız!” bile demediniz. Belli ki, demeyeceksiniz. Ben olsam, ben kimim ki ya, ama yine de sizin yerinizde ben olsam; şu canı yananların hatrına bir iki sakinleştirici söz söyler, bir iki şeyi değiştirebileceğimi beyan ederdim. Ama yok, siz bunu da söylemediniz. Şimdi bu ateş iki tarafı da yakıyor...
Büyüğüz, güçlüyüz, kalabalığız, zenginiz diyorsunuz belki... Belki diğer kardeşlerinizi de kendinize muhtaç biliyorsunuz. Belki sizden hariç başka emanetçiler olduğunu da görmezden geliyorsunuz. Keşke böyle olmasaydınız. Böyle yapmasaydınız, bu mesele daha sakin halledilebilirdi. Daha az can yakıcı olabilirdi. Daha kavgasız, gürültüsüz olabilirdi. Herkes razı edilebilirdi. Şimdi; “Biz yaptık oldu” diyorsunuz. Oldu, evet oldu kardeşim, oldu; ama bir bak amel defterlerimize, nasıl oldu? Birbirimizin etini dişlemekte yamyamları geçtik, işte böyle oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...