Birkaç yıl önce memlekette şahit olduğum bir diyaloğu başlarken ansam belki bir parça meselenin açılmasına yardımcı olacak. Deneyelim: Efendim, bir dost ziyaretindeyiz, iki akraba konuşuyorlar. Ben dinleyiciyim. Konuşanlar neredeyse emsaller. Çocukluğundan beri İstanbul'da yaşayanı diyor ki: "Hayvanları falan satmışsınız?" Diğeri cevap veriyor: "He, başedemedik, sattık." Devam ediyor diğeri: "Nasıl başedemediniz?" Öteki kızgınlıklıkla söyleniyor: "Hanım uğraşmak istemiyor. Ben de yetişemiyorum. Sattık mecburen." İstanbullu gerilimi sezdi. Sever böyle şeyleri. Üzerine gidiyor: "Ne demek uğraşmayı sevmiyor yahu? Öyle rahatlık var mı? Sözünü geçiremiyor musun?" Bu sefer köyde yaşayan dökülüyor: "Şehirli kızlar böyle. Sıkıya gelemiyorlar. Köyde yaşadığına şükrediyoruz." İstanbullu: "Bulamadın mı köyden bir kız?" En nihayet bizimki isyanı patlatıyor: "Köyde kız mı kaldı ki gardaş? Hepsini siz alıyorsunuz. Onlar da şehirde yaşaması kolay diye hemen varıyorlar."
Efendim, bu diyaloğun arkaplanına dair bir-iki şey de ben deyivereyim ki, mesele iyice vuzuha kavuşsun. Sivas'tan İstanbul'a göçenler, eğer delikanlının aklı İstanbul'da çelinmemişse, gelinlerinin memleketten almaya özen gösterirler. Neden? Hem kültürel anlamda aileye daha iyi uyum sağlayacağını düşünürler hem de kırsalda büyüyen kızlar çalışkandırlar, hamarattırlar, evhanımı olmaya yatkındırlar. Bu yüzden anneler oğlanın aklı bulanmadan memleketle irtibatı kurup sağda-solda ideal eş adaylarını yoklarlar. Bu durum kız tarafı için de sevindirici olabilir. Zira bazı ebeveynler de kızlarının şehirde yaşamasının rahat edeceği anlamına geldiğini düşünürler. En azından köydeki/kırsaldaki zahmetli işler oralarda yoktur. Diğer yandan bu durum bir tür 'sınıf atlama'dır da. Prestijlidir. Velhasıl İstanbul'a gelin gitmek muteberdir.
Allah mutlu-mesud etsin, hepsi iyidir-hoştur da, memlekette doğup büyüyen erkeklere ne olacağını kimse düşünmez. Köydeki kızların şehirlere birer-ikişer gelin gitmesi köyde yaşayan delikanlıyı şehirden kız almaya mecbur eder. Alabilirse tabii. Köy hayatı zor olduğundan şehirli kızların çoğu zaten başta vetoyu basar. Ya şehre taşınılacaktır yahut da bu iş olmayacaktır. Ha, hep böyledir demeyelim, hasbelkader ikna olanlar da vardır. Fakat onlarda da yukarıdaki durum geçerli olur. Kız böylesi işlere alışık olmadığından ve o yaştan sonra adabte olmak da hiç kolay olmadığından veyahut da bu durum çevresi tarafından bir 'düşüş' olarak değerlendirildiğinden, elini işlere katiyyen değdirmez. Bu durumda erkek de yavaş yavaş tavsamaya başlar. Genelde de bu aile ilerleyen yıllarda tası-tarağı bırakıp şehre taşınır.
Böyle yazdığımda gülünecek belki ama Türkiye'de tarım-hayvancılık konusunda başlayan gerilemenin sebeplerinden birisi de budur. Köylü sınıfı giderek erimektedir. Bu sadece toplumsal bir sınıfın değil bir (ç)alışkanlık sınıfının da yokoluşudur. Ben lise bitene kadar memlekette yaşamama rağmen iddia ederim: Beni köyde bir sene işe koşun bir dahaki seneyi görmem. Bohçamı alır kaçarım. Halbuki hepten de bu işlerden habersiz değilimdir. Bir de şehirde doğup büyüyenlerin halini düşünün. Evden okula yürürken dahi ceptelefonu elinden düşmeyen hanımkıza ineğin memeleri nasıl tutturulacaktır? Süt sağılırken aynı anda yazışılmaz ki.
Peki ben bunu nereye bağlayacağım? Becerebilirsem son zamanlarda üzerine çokça konuştuğumuz İstanbul Sözleşmesi vs. bağlamına çekeceğim. Evet. Öncelikle iktidarda geçen 17 yılın ardından şunu artık kabul etmek gerektiğini düşünüyorum: AK Parti toplumu dönüştürmekte etkisiz kalmıştır. Çünkü zaten böyle bir misyon da gütmemektedir. İmam-Hatipleri çoğaltmak ve okullardaki müfredata bir-iki küçük dokunuş yapmak dışında mevcut hükümetin geniş çaplı bir bilinçlenme/şuurlanma hamlesi yaptığını düşünmüyorum. Ha, süreç boyunca başına gelen işlerden dolayı rahat rahat bunu oturup çalışabildiğini de düşünmüyorum, fakat sonuçlar da ortada. Sokaklardan durumu okuyabiliyoruz. Dönüştüremiyoruz, aksine, dönüşüyoruz.
Birçok sebebe bağlanabilir bu durum ama bunlardan en önemlisi, kanaatimce, iktidarın 'ihya etmek' istediği belirgin bir 'itikad'ın olmayışıdır. "Ne sünniyim ne şiiyim!" tarzı libe-müslim söylemler bir ölçüde siyaseten anlaşılır olsa da sahada bu belirsizliğin inşa edeceği hiçbir gerçeklik yoktur. Gerçekler belirsizlikler üzerine inşa edilmezler. İdeolojik anlamda çerçevelerden yoksun kalış, amaçlanan suya-sabuna dokunmamaksa, muteber olabilir. Fakat suya-sabuna dokunup 'dindar bir nesil' yetiştirecekseniz, bunu, 'neye inanılıp neye inanılmayacağını' alabildiğine flû bırakarak çözemezsiniz. Dindar bir nesil yetiştirmenin öncesi elbette ve mecburen bir itikad hamlesidir ve itikad da belirsizlik kaldırmaz. Konuya dair okumaları olanlar bilirler: İmanından bahsederken bir mü'minin 'inşaallah' demesi bile caiz değildir. "İnşaallah müslümanım!" denilmez. "Elhamdülillah müslümanım!" denilir.
Bunu demekle de "Topluma itikad dayatalım!" zoruna girmiyoruz. Fakat birşeyler de tebliğ edebiliyor olabilmemiz lazım. Eğer AK Parti İstanbul seçimlerinde yaşadığı düşüşü hayra yormuyorsa, ki yorulacak birşey olduğunu sanmıyorum, bunu sadece ekonomik nedenlere bağlamamalıdır. Nihayetinde her yeni nesille birlikte Türkiye'nin sosyolojisi değişiyor ve bu değişim pek müsbet tarafa doğru görünmüyor. İstanbul'da şöyle bir sokakları dolaşınca bunu tayin/tesbit edebilmek mümkün. Oy verme yaşını aşağıya çekmenin de, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'akıldan ziyade hislerini dinlemeye yatkın' gençleri sandığa daha çok taşıdığı ortada. Onların iradeleri sandığa geldiğinde de işlerin akışı değişebiliyor. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan veya bir başka komedyenin hakikat lansesi Tayyib Erdoğan'dan daha etkili olabiliyor.
Üstelik 15 Temmuz'dan sonra iş daha da saçma bir hal aldı. Yargılamalarda yaşanan faciaları bir kenara ayırıyorum, dönüşü de yok onların, 15 Temmuz'dan sonra AK Parti'nin tam olarak hangi ideolojinin arkasında durduğunu tesbit edebilen var mı? İzmir'deki adayı neredeyse meyhaneye gidip "Maşaallah!" çekecek, başka bir yerdeki adayı başka bir halde, kimsenin söylediği diğerini tutmuyor, bin başlı bir dev gibi. Hatta, işin en "Yok artık. Bu kadar da olmaz. Buraya da varmaz!" dediğimiz kısmı, yani Mustafa Kemal hakkında hasbelkader bir eleştiri dile getiren olursa, onu da içeriye alıyorlar artık bu iktidarda. Tamam, hepimiz aynı gemideyiz de, gemi nereye gidiyor arkadaş? Oy kullanmaya başladığından beri AK Parti'den başka bir yere oy vermemiş birisi olarak söylüyorum: Geminin tam olarak nereye gittiğini söyleyebilen var mı?
Şimdi dindarların, bin maşaallah, hep bir ağız İstanbul Sözleşmesi'ne verdiği tepkinin arkasında da bu var. Bakınız, 44'e-54 fark attı Ekrem İmamoğlu. Ankara düştü. Büyükşehirler düştü. Hakkınızda hüsnüzan eden insanların sormak hakkıdır: Bu gemi nereye gidiyor? Evet. Bir kitapta okumuştum da çok hoşuma gitmişti. Yazar şöyle birşey diyordu: Bu ülkede okullar CHP seçmeni yetiştirir. Sonra onlardan gözü açılan olursa başka partilere verir. Şu an okullar hâlâ bu vaziyette. Çünkü cesurca bir meydan okuma yok. Bir karşına alma yok. MEB'in Kemalist endoktrinasyonundan geçmiş gençlerin hasbelkader Erdoğan'ın kaşına-gözüne âşık olup fikir değiştirmesini umuyoruz. Olmuyor böyle birşey. Hatta, işte tepki verilen şeylerden birisi, hükümetin kanatları altında yürüyen çalışmaların da diğer sosyolojiyi besleyen tarafları var: "Batı'da yapıyorlar biz de yapalım!" Yapıyorsun da, sonuçları ne oluyor, buna dair hiç okuma yapıyor musun? Yapanlara kulak veriyor musun? Yusuf Kaplan'ın dikkat çektiği şey de bu biraz. Hâkim söylemin gölgesine sığınan böylesi çalışmaların bildiğimiz dalı kesmekten farkı yok. Ötekinin ocağına odun atmalar bunlar. İnşaallah geç olmadan uyanırız. Tevfik ise Allah'tandır. Köyler iyiden iyiye boşaldı. Bari sandıklar boşalmasın.
Seçim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seçim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Temmuz 2019 Perşembe
26 Haziran 2019 Çarşamba
Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (2)
Hani başka yazılarımda da değinmişimdir: İslamî gruplar/bireyler içindeki sapmalar 'ikincil niyetler' üzerinden başlıyor. Örneğin: Adam Kur'an'ın başına oturuyor amma ondan hakikati öğrenmek için değil. Kafasında hakikatin ne olduğuna çoktan karar vermiş zaten. Mushafı "Bakalım hangi ayeti beni destekliyor?" diyerek açıyor. Ve evet, bir sırr-ı imtihan gereği, başkalarına "Yok artık!" dedirtecek ama kendisine "Ulan aferin!" gibi görünen birşeyler çıkarıyor oradan. Bu sadece Kur'an'da mı yaşanıyor peki? Hayır efendim. Hadiste, tefsirde, fıkıhta vs. Her ilimde-bilimde kendi kanaatini destekleyecek kanıtlara ulaşıyor bu 'ikincil niyet' sahipleri. Hatta, Kur'an'ın kendi ayetleri hakkında buyurduğu, fakat belki kainat ayetlerine de teşmil edilebilecek bir düstur, bu tarz tezahürlerle daha görünür oluyor. Evet. Her yeni ayetin gelişiyle hem mü'minlerin imanı artıyor hem de kâfirlerin dalaletleri. O imanına delil buluyor şu inkârına. Kim-ne niyetle oturursa başına arzusuna uygun olanı alıyor.
Yukarıda anlattıklarımızı şöyle bir misalle fehmimize yaklaştıralım: Bir hazine sandığına sahipsiniz diyelim. Bu sandıkta bilumum mücevherler mevcut olsun. Zümrütü, yakutu, elması, akiki, bilmem nesi, hepsi takı takı içinde takırdasın dursun. Aman, bin maşaallah, hiç gözümüz yok. Kavga çıkmasın şimdi. Hepsi de sizin olsun. Siz de akşam gideceğiniz davetten önce birşeyler takıştırmak üzere sandığınızın başına gidin. Gidin amma elbette bir niyetle gideceksiniz. İlk seferde niyetiniz şöyle olsun: "Kırmızı bir mücevher bulsam da taksam!" Bu niyetle gittiğinizde elbette sizin için en makbul mücevher kırmızılardan olacak.
Yeşiller, maviler, sarılar, billurlar ne kadar şiddetli gözkırparlarsa kırpsınlar dikkatiniz kırmızılarda kalacak. En nihayet de onlardan birisi seçilecek. Diğer renkler kaybedecek. Fakat bir de şöyle bir niyetle sandığın başına gittiğinizi düşünelim: "Sandıktaki en güzel mücevheri takacağım!" O zaman ne olur peki haliniz? O zaman sandığı daha bütüncül görmez misiniz? Bütün renklere dikkat etmez misiniz? O bütünlüğün herbir detayını birbirleriyle kıyaslayarak sonuca varmaz mısınız? Evet. Aynen. O zaman böyle yapmış olursunuz. Çünkü sandığın başına gelirken bir karara sahip değilsiniz. Size kararın ne olduğunu biraz da sandıktakiler öğretecek/söyleyecek. Buna müsaade ederseniz, inşaallah, doğruyu bulursunuz. Allah cümlemizi seçimini istikametle yapanlardan eylesin.
İşte, Kur'an'daki ayetler de, sünnetteki hadis-i şerifler de, hatta onlardan ilham alınarak istikametle yazılmış sair eserler de, derecesine göre, şu sandıktaki mücevherler gibidir. Başlarında durup 'hidayetini' arttıran da olur 'dalaletini' arttıran da. Hidayetini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Dalaletini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Fakat ikisi arasında şöyle bir nüanstan bahsedilebilir: Hidayetin müşterisi hakikatin tam tezahürü için doğrulayan-doğrulamayan bütün verileri karşısına alıp yorumlar. Elinden geldiğince her ikisine de söz verir. Dinler. Sonra kalbinde galip gelen görüşe göre hareket eder. Dalaletin müşterisiyse kanaatinin tezahür edebilmesi için kendisini doğrulayan (doğruladığını sanrıladığı) verileri karşısına alıp konuşur. Bu yanlı okuma da elbette onu en nihayet kendi kanaatine hakvermeye götürür.
Yani; hakikati arayan, ruhunu Cenab-ı Hakkın hidayetine açar ki, doğru 'beklentilerinden zarar görmeyecek şekilde' tecelli etsin. Değiştirecekse değiştirsin. Döndürecekse döndürsün. 'Göre'sine dayanak kollayansa, bakış açısını aradığı delilin renginden başkasını sokmayacak şekilde daraltır ki, hasbelkader başka birşey öğrenmesin. Başka birşey gösterilmesin. Değiştiren kendisi olsun. Kıyas kendisi olsun.
Böylece ikisinin eşyayla muhatabiyetleri kendi içlerinde farklılaşır. Aynı metni okusalar bile buldukları/anladıkları başka olur. Tıpkı; namaz kılmayışını "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin sadece "Namaza yaklaşmayın!" kısmını okuyarak gerekçelendiren Bektaşî'nin fıkrasında olduğu gibi. Mürşidim de bu sadedde der: "Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir." Böyle demekle de Furkan sûresinin şu hükmüne fehmimizi yaklaştırır: "Hevasını ilâh edinen kimseyi gördün mü? O hâlde (vazîfen sâdece tebliğken) onun üzerine sen mi vekîl olacaksın?" Tebliğ, yani hakikatin bilgisi, ancak 'ondan doğruyu öğrenmek isteyeni' cennetine götürebilir. Tebliğle yalnız 'hevalarını doğrulamak için' muhatap olanlarsa nübüvvetin vekaletinden faydalanamazlar. Başlarında koruyucu bulamazlar.
Bu uzun girizgâhın ardından asıl konumuza gelelim: Risale-i Nur okumalarında da, özellikle Münazarat tefekkürlerinde, benzeri çarpıtmaların yaşandığını düşünüyorum ben. (Bazılarına bizzat şahit de oldum.) Peki bu arıza en çok neyden yaşanıyor? Hazinenin bütünlüğünün ıskalanmasından. Yani Bediüzzaman'ı, eserlerini, ifadelerini veya hatıralarını parçalara ayırmaktan. Bu parçalardan işe yararlarını derleyip 'o yalnız bunlardan ibaretmiş gibi' sunmaktan. Halbuki İslamî ilimlerin usûllerini incelersek görürüz ki: Hüküm çıkartılırken mevzu ile ilgili (birbirleriyle çelişen-çelişmeyen) bütün delileri toparlayabilmek, hepsini topyekün ele alabilmek, sonra aralarında kıyaslamalar ve tefekkürler yapabilmek esastır. Selef-i Salihînin bize öğrettiği 'sağlıklı yargıya ulaşma metodu' budur. Bu nedenle büyük fâkihler aynı zamanda büyük muhaddislerdir. Böylesi ilimlerin birbiriyle kuvvetli bağıdır ki, hocalarını, 'birkaçında birden icazet sahibi olmaya' yönlendirmiştir. Yani ulemamız bütünü mümkün mertebe kuşatmanın hakikate yaklaştırıcılığına inanmışlardır. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin.
Fakat bugün bir kısım Nurcular arasında iş nasıl dönmektedir? Ben bir tane örnekle izah etmeyi deneyeyim: Şimdi, diyelim ki, benim Nurcu kardeşim bir garezle 'daha dindar olanı' değil de 'daha seküler olanı' siyaseten yetkilendirmeye karar vermiştir. Bunun demokrasinin kutsallarına daha uygun olacağına inanmıştır. Ancak bunu öylece "Ben öyle olması gerektiğini düşünüyorum!" diye söyleyemez. Ya? İlla ucunu Risale-i Nur'a bağlar. Olabilir ya, kendi hatası gibi değil, mürşidinin seçimi gibi sunmaya çalışır. Hatta, yalnız kendisi yetmiyorsa, yani çevresini de ikna etmek istiyorsa, elbette işi kanaatine güvenilir mürşide bağlamak çok daha faydalı olacaktır. Peki ne yapar o zaman?
Evvela Münazarat'a gider. Münazarat'ta bulamazsa Eski Said'in diğer eserlerinin kapısını çalar. Fakat genelde Münazarat'ın mağdur edilmesi yeterli olur. Oradan yeterli ekmek çıkar. Sonra oradan niyetine yakıştırıp seçtiği bir metni Risale-i Nur'un bütününden kopararak bir şerh çalışmasına tâbi tutar. Sonra da bu şerhini "Başkaca düşünülemez!" şekilde dayatır. Hadi bakalım. Hayırlı olsun. Artık o metni okuyan başka şekilde anlayamaz. En azından çoğunluk buna uğraşmaz. Eh, ne de olsa, hazırın üzerinden yürümekte de entelektüel bir rahatlık vardır.
Bunlardan bir tanesi, mesela, yine Münazarat'ta yeralan, "Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?" suali ve cevabıdır. Ne işe yarar bu sual ve cevap? Efendim, dedim ya az önce, sözgelimi CHP'yi başa geçirmeye karar verdiniz. Ay, pardon, öyle dememiştim. Özür dilerim. Düzelteyim: Alternatiflerden daha seküler olanı siyaseten yetkilendirmeye karar verdiniz. (Böyle daha cici oldu değil mi?) İçinizde bir şekilde bu arzuya vardınız. Eh, arzudur, varılır. Birşey denmez.
Ancak birtek sizin arzulamanızla olur mu iş? Cık, ı-ıh, e-eh! Hep beraber kafamızı yukarıya doğru sallayalım: "Oooolmaaaz!" Toplumun da ikna edilmesi gerekir. "Cübbesiz Ahmed efendi böyle düşünüyor!" denilince de kimse ikna olmaz. Ya ne yapılacak? Varırız Bediüzzaman'ın kapısına. Belki Bediüzzaman'ın dindar vicdanları tatmin edecek 'daha seküler olanın zararsızlığı'na dair beyanı vardır? Yok mudur? Aman, birebir tutmasın canım, şöyle kıvırtılacak yok mudur? Hop, işte, mezkûr sual ve cevap tam da bu noktada yardıma çağrılır:
"İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan,—herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan—envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz."
Yahu 'kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş, ne söylemiş' falan boşverin bunları. Pekâlâ bu metni kıvırtabiliriz. Eveeeet! Evreka! Bulduk! Buradan 'devletin alabileceği halden din namına endişelenmemeye' bir delil çıkarılabiliyor. 'Daha seküler olanın seçiminden İslam adına korkmamaya' bir karine bulunabiliyor. Metin tam olarak bunu söylemiyor mu? Boşver aslanım. Metnin aslında ne söylediğini kim-ne yapsın? Herkes kendi fikrini arıyor zaten metinde. Hatta arzusunu arıyor. Ona vardıktan sonra tam tersini söylese ne olur.
Tabiat Risalesi'nin başındaki cümleler mi? Üfff, ne gıcık çıktın sen ya, ne diyormuş peki orada? Dur bakalım: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Burada biraz endişeli mi görünüyor? Hııımmm. Şeeeey. Eeheemm. Bu endişe değil canım. Şey olmuş şey. Neyse, boşver bunu, çok önemli değil.
Başka da mı var? Mesela ne var? "Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsâadekâr davranan ve Zülfikar ve Sirâcü'n-Nur'un müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârâne, kanunsuz, tazip eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumâne lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit kabinenin zamanında en rahat yer hapistir." Ne takılıyorsun böyle şeylere. Ben sana işin kolayını gösterdim ya canım. Fazla karıştırma. Münazarat'a baksana sen. Cambaza bak cambaza.
Ha? Ne? Yeni Said'in siyasete temas eden metinlerinin genelinde devletin kimin elinde olduğundan endişelenir bir mahiyet mi var? DP'nin başa geçmesine bu yüzden mi çok seviniyor? Üstelik sahada yaşananlar da devletin kimin elinde olduğuyla müslümanların dinini daha rahat yaşamasının birbiriyle orantılı olduğunu mu vurguluyor? Amaaan ya! Geç bunları. Bunlarla işimiz yok. Biz zaten doğrunun ne olduğunu biliyoruz. Bunu Münazarat'a bakmadan önce de biliyorduk. Münazarat'a bakışımızın sebebi de zaten "Doğruyu doğru bilmiş mi bakalım Üstadımız?" öğrenmek içindi. Varsın Bediüzzaman'ın bütün hayatı, bütün metinleri, bütün duruşları bizi doğrulamasın. Bir yerde kendimize tevil edilecek malzeme bulduk ya. Tamamdır. Sen çok kurcaladığın için mutlu olamıyorsun. Kurcalama. Arzula. Abilerinin latif rüzgârına bırak kendini. Onlar da liberal aydınların rüzgârında kanat vuruyor zaten. Sakın tereddüt etme. Mutluluğun formülü çok açık: Bir sen, bir Münazarat, biraz da saflık. Evet. Bencileyin söylersem: Halipürmelalimiz budur muhterem ablalarım-abilerim.
Yukarıda anlattıklarımızı şöyle bir misalle fehmimize yaklaştıralım: Bir hazine sandığına sahipsiniz diyelim. Bu sandıkta bilumum mücevherler mevcut olsun. Zümrütü, yakutu, elması, akiki, bilmem nesi, hepsi takı takı içinde takırdasın dursun. Aman, bin maşaallah, hiç gözümüz yok. Kavga çıkmasın şimdi. Hepsi de sizin olsun. Siz de akşam gideceğiniz davetten önce birşeyler takıştırmak üzere sandığınızın başına gidin. Gidin amma elbette bir niyetle gideceksiniz. İlk seferde niyetiniz şöyle olsun: "Kırmızı bir mücevher bulsam da taksam!" Bu niyetle gittiğinizde elbette sizin için en makbul mücevher kırmızılardan olacak.
Yeşiller, maviler, sarılar, billurlar ne kadar şiddetli gözkırparlarsa kırpsınlar dikkatiniz kırmızılarda kalacak. En nihayet de onlardan birisi seçilecek. Diğer renkler kaybedecek. Fakat bir de şöyle bir niyetle sandığın başına gittiğinizi düşünelim: "Sandıktaki en güzel mücevheri takacağım!" O zaman ne olur peki haliniz? O zaman sandığı daha bütüncül görmez misiniz? Bütün renklere dikkat etmez misiniz? O bütünlüğün herbir detayını birbirleriyle kıyaslayarak sonuca varmaz mısınız? Evet. Aynen. O zaman böyle yapmış olursunuz. Çünkü sandığın başına gelirken bir karara sahip değilsiniz. Size kararın ne olduğunu biraz da sandıktakiler öğretecek/söyleyecek. Buna müsaade ederseniz, inşaallah, doğruyu bulursunuz. Allah cümlemizi seçimini istikametle yapanlardan eylesin.
İşte, Kur'an'daki ayetler de, sünnetteki hadis-i şerifler de, hatta onlardan ilham alınarak istikametle yazılmış sair eserler de, derecesine göre, şu sandıktaki mücevherler gibidir. Başlarında durup 'hidayetini' arttıran da olur 'dalaletini' arttıran da. Hidayetini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Dalaletini arttıran ona müşteri olduğu için arttırmıştır. Fakat ikisi arasında şöyle bir nüanstan bahsedilebilir: Hidayetin müşterisi hakikatin tam tezahürü için doğrulayan-doğrulamayan bütün verileri karşısına alıp yorumlar. Elinden geldiğince her ikisine de söz verir. Dinler. Sonra kalbinde galip gelen görüşe göre hareket eder. Dalaletin müşterisiyse kanaatinin tezahür edebilmesi için kendisini doğrulayan (doğruladığını sanrıladığı) verileri karşısına alıp konuşur. Bu yanlı okuma da elbette onu en nihayet kendi kanaatine hakvermeye götürür.
Yani; hakikati arayan, ruhunu Cenab-ı Hakkın hidayetine açar ki, doğru 'beklentilerinden zarar görmeyecek şekilde' tecelli etsin. Değiştirecekse değiştirsin. Döndürecekse döndürsün. 'Göre'sine dayanak kollayansa, bakış açısını aradığı delilin renginden başkasını sokmayacak şekilde daraltır ki, hasbelkader başka birşey öğrenmesin. Başka birşey gösterilmesin. Değiştiren kendisi olsun. Kıyas kendisi olsun.
Böylece ikisinin eşyayla muhatabiyetleri kendi içlerinde farklılaşır. Aynı metni okusalar bile buldukları/anladıkları başka olur. Tıpkı; namaz kılmayışını "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin sadece "Namaza yaklaşmayın!" kısmını okuyarak gerekçelendiren Bektaşî'nin fıkrasında olduğu gibi. Mürşidim de bu sadedde der: "Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir." Böyle demekle de Furkan sûresinin şu hükmüne fehmimizi yaklaştırır: "Hevasını ilâh edinen kimseyi gördün mü? O hâlde (vazîfen sâdece tebliğken) onun üzerine sen mi vekîl olacaksın?" Tebliğ, yani hakikatin bilgisi, ancak 'ondan doğruyu öğrenmek isteyeni' cennetine götürebilir. Tebliğle yalnız 'hevalarını doğrulamak için' muhatap olanlarsa nübüvvetin vekaletinden faydalanamazlar. Başlarında koruyucu bulamazlar.
Bu uzun girizgâhın ardından asıl konumuza gelelim: Risale-i Nur okumalarında da, özellikle Münazarat tefekkürlerinde, benzeri çarpıtmaların yaşandığını düşünüyorum ben. (Bazılarına bizzat şahit de oldum.) Peki bu arıza en çok neyden yaşanıyor? Hazinenin bütünlüğünün ıskalanmasından. Yani Bediüzzaman'ı, eserlerini, ifadelerini veya hatıralarını parçalara ayırmaktan. Bu parçalardan işe yararlarını derleyip 'o yalnız bunlardan ibaretmiş gibi' sunmaktan. Halbuki İslamî ilimlerin usûllerini incelersek görürüz ki: Hüküm çıkartılırken mevzu ile ilgili (birbirleriyle çelişen-çelişmeyen) bütün delileri toparlayabilmek, hepsini topyekün ele alabilmek, sonra aralarında kıyaslamalar ve tefekkürler yapabilmek esastır. Selef-i Salihînin bize öğrettiği 'sağlıklı yargıya ulaşma metodu' budur. Bu nedenle büyük fâkihler aynı zamanda büyük muhaddislerdir. Böylesi ilimlerin birbiriyle kuvvetli bağıdır ki, hocalarını, 'birkaçında birden icazet sahibi olmaya' yönlendirmiştir. Yani ulemamız bütünü mümkün mertebe kuşatmanın hakikate yaklaştırıcılığına inanmışlardır. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin.
Fakat bugün bir kısım Nurcular arasında iş nasıl dönmektedir? Ben bir tane örnekle izah etmeyi deneyeyim: Şimdi, diyelim ki, benim Nurcu kardeşim bir garezle 'daha dindar olanı' değil de 'daha seküler olanı' siyaseten yetkilendirmeye karar vermiştir. Bunun demokrasinin kutsallarına daha uygun olacağına inanmıştır. Ancak bunu öylece "Ben öyle olması gerektiğini düşünüyorum!" diye söyleyemez. Ya? İlla ucunu Risale-i Nur'a bağlar. Olabilir ya, kendi hatası gibi değil, mürşidinin seçimi gibi sunmaya çalışır. Hatta, yalnız kendisi yetmiyorsa, yani çevresini de ikna etmek istiyorsa, elbette işi kanaatine güvenilir mürşide bağlamak çok daha faydalı olacaktır. Peki ne yapar o zaman?
Evvela Münazarat'a gider. Münazarat'ta bulamazsa Eski Said'in diğer eserlerinin kapısını çalar. Fakat genelde Münazarat'ın mağdur edilmesi yeterli olur. Oradan yeterli ekmek çıkar. Sonra oradan niyetine yakıştırıp seçtiği bir metni Risale-i Nur'un bütününden kopararak bir şerh çalışmasına tâbi tutar. Sonra da bu şerhini "Başkaca düşünülemez!" şekilde dayatır. Hadi bakalım. Hayırlı olsun. Artık o metni okuyan başka şekilde anlayamaz. En azından çoğunluk buna uğraşmaz. Eh, ne de olsa, hazırın üzerinden yürümekte de entelektüel bir rahatlık vardır.
Bunlardan bir tanesi, mesela, yine Münazarat'ta yeralan, "Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?" suali ve cevabıdır. Ne işe yarar bu sual ve cevap? Efendim, dedim ya az önce, sözgelimi CHP'yi başa geçirmeye karar verdiniz. Ay, pardon, öyle dememiştim. Özür dilerim. Düzelteyim: Alternatiflerden daha seküler olanı siyaseten yetkilendirmeye karar verdiniz. (Böyle daha cici oldu değil mi?) İçinizde bir şekilde bu arzuya vardınız. Eh, arzudur, varılır. Birşey denmez.
Ancak birtek sizin arzulamanızla olur mu iş? Cık, ı-ıh, e-eh! Hep beraber kafamızı yukarıya doğru sallayalım: "Oooolmaaaz!" Toplumun da ikna edilmesi gerekir. "Cübbesiz Ahmed efendi böyle düşünüyor!" denilince de kimse ikna olmaz. Ya ne yapılacak? Varırız Bediüzzaman'ın kapısına. Belki Bediüzzaman'ın dindar vicdanları tatmin edecek 'daha seküler olanın zararsızlığı'na dair beyanı vardır? Yok mudur? Aman, birebir tutmasın canım, şöyle kıvırtılacak yok mudur? Hop, işte, mezkûr sual ve cevap tam da bu noktada yardıma çağrılır:
"İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan,—herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan—envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz."
Yahu 'kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş, ne söylemiş' falan boşverin bunları. Pekâlâ bu metni kıvırtabiliriz. Eveeeet! Evreka! Bulduk! Buradan 'devletin alabileceği halden din namına endişelenmemeye' bir delil çıkarılabiliyor. 'Daha seküler olanın seçiminden İslam adına korkmamaya' bir karine bulunabiliyor. Metin tam olarak bunu söylemiyor mu? Boşver aslanım. Metnin aslında ne söylediğini kim-ne yapsın? Herkes kendi fikrini arıyor zaten metinde. Hatta arzusunu arıyor. Ona vardıktan sonra tam tersini söylese ne olur.
Tabiat Risalesi'nin başındaki cümleler mi? Üfff, ne gıcık çıktın sen ya, ne diyormuş peki orada? Dur bakalım: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Burada biraz endişeli mi görünüyor? Hııımmm. Şeeeey. Eeheemm. Bu endişe değil canım. Şey olmuş şey. Neyse, boşver bunu, çok önemli değil.
Başka da mı var? Mesela ne var? "Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsâadekâr davranan ve Zülfikar ve Sirâcü'n-Nur'un müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârâne, kanunsuz, tazip eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumâne lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit kabinenin zamanında en rahat yer hapistir." Ne takılıyorsun böyle şeylere. Ben sana işin kolayını gösterdim ya canım. Fazla karıştırma. Münazarat'a baksana sen. Cambaza bak cambaza.
Ha? Ne? Yeni Said'in siyasete temas eden metinlerinin genelinde devletin kimin elinde olduğundan endişelenir bir mahiyet mi var? DP'nin başa geçmesine bu yüzden mi çok seviniyor? Üstelik sahada yaşananlar da devletin kimin elinde olduğuyla müslümanların dinini daha rahat yaşamasının birbiriyle orantılı olduğunu mu vurguluyor? Amaaan ya! Geç bunları. Bunlarla işimiz yok. Biz zaten doğrunun ne olduğunu biliyoruz. Bunu Münazarat'a bakmadan önce de biliyorduk. Münazarat'a bakışımızın sebebi de zaten "Doğruyu doğru bilmiş mi bakalım Üstadımız?" öğrenmek içindi. Varsın Bediüzzaman'ın bütün hayatı, bütün metinleri, bütün duruşları bizi doğrulamasın. Bir yerde kendimize tevil edilecek malzeme bulduk ya. Tamamdır. Sen çok kurcaladığın için mutlu olamıyorsun. Kurcalama. Arzula. Abilerinin latif rüzgârına bırak kendini. Onlar da liberal aydınların rüzgârında kanat vuruyor zaten. Sakın tereddüt etme. Mutluluğun formülü çok açık: Bir sen, bir Münazarat, biraz da saflık. Evet. Bencileyin söylersem: Halipürmelalimiz budur muhterem ablalarım-abilerim.
21 Şubat 2019 Perşembe
Seçimler de "Allah bir!" diyor
Arkadaşım, İbrahim aleyhisselam, neden diğer bütün putları kırdı da en büyüğüne dokunmadı? Neden baltasını onun boynuna asarak kavmine "Belki büyükleri yapmıştır!" diye cevap verdi? Öyle ya. Başka tebliğ metodları da kullanabilirdi. Örneğin: Hepsini kırdıktan sonra "Kimin yaptığını kendileri söylesin!" diyebilirdi. Veya, hepsini kırdıktan sonra, "Nasıl şeylere tapıyorsunuz ki bir insanın gücü hepsine yetiyor!" diyebilirdi. Veyahut, en büyüklerini kırdıktan sonra, "Diğerleri neden bir olup abilerini koruyamamışlar?" diye sorabilirdi.
Bunlar gibi nice yolları deneyebilirdi. Fakat öyle yapmadı. Diğerlerini kırdı. Ve işin sonunda baltasını da en büyüklerinin boynuna astı. Suçu üzerine attı. Kavmini bu suçlama eşliğinde bir sorgulamaya davet etti. Dedi: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"
Seçimler yaklaştı ya insanın aklı başka çalışıyor. İşte Ahmed kardeşiniz de sürecin etkisiyle Enbiya sûresinde geçen bu kıssayı farklı bir perspektiften görmeye başladı. Fakat, sakın sakın, daha en baştan bir 'aman' dileyelim! Bu yazıda hiçbir güzide partimizi töhmet altında bırakmaya niyetimiz yok. Bizim derdimiz günceli bir basamak kılıp ayetlerin semasına çıkmak. Sandıktan çıkacakla bir ilgisi yok bu yazının. Oy, parti, siyaset, politik mesaj derdi yok. Başarabilirse, İbrahim aleyhisselamın kıssasından bir parmak daha bal alıp, mübarek ağızlarınıza çalacak. Tevfik ise her zaman Allah'tandır.
Evet. 'Seçimler' diyorduk. Çağrışımlarına geri dönelim. Görüyorsunuz kardeşlerim. Demokratik sistemde devletin gücünü yönetmeye aday birçok siyasi oluşum var. Bu oluşumlar öyle de oluşumlar ki, irili-ufaklı, iyili-kötülü, uzunlu-kısalı, ittifaklı-ittifaksız, çeşit çeşit türleri var. Ancak genel resme baktığımızda şu dikkatimizi çekiyor: İttifak halinde olanların içinde dahi aslan payının kime düşeceği bir gerilim meselesi. Yani güç sahibi olmak öyle birşey ki, ortak kabul etmiyor, kardeşi bile kardeşine küstürüyor. Hatta Bediüzzaman'ın deyişini hatırlarsak: "En ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor."
Şirkin doğasında var bu: Boğuşmak. Yine Enbiya sûresinin, İbrahim aleyhisselamın kıssasıyla bizi buluşturmadan önce, buyurduğu "Eğer, yerle gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yokolurdu!" hakikati hemencecik kendisini gösteriyor. Hatta şunu söyleyebiliriz biraz cür'etle: Demokrasi tam da bunun üstünde duruyor. Birkaç yılda bir gücün sınırlarının belirsizleşmesi, sahipliğe aday kişi ve partilerin yarışına, yarış sırasındaki performansları da gücün ve liderliğin kimde emanet kalacağına karar veriyor. Tabii bir de halkın oyları var. Nihayetinde performans değerlendirmesinin jürisi demokrasilerde halk oluyor. Kimse de kendisine gelebilecek bir oyu başkasına bırakmak istemiyor.
Hemen burada İbrahim aleyhisselamın kıssasına geri dönelim. Ve kıssanın öncesinde zikredilen ayetle birlikte okumasını yapmaya çalışalım. Baltayı büyük putun boynuna asmak kavmin dikkatini neye çekmek olabilir? İlahlığın şanının ortak kabul etmemek olduğuna, böylesi bir koalisyon tahayyülünde en güçlünün "Yeter ulan sizden çektiğim!" diyerek ötekileri berhava edeceğine ve gücü tekeline almaya çalışacağına işaret olabilir mi? Hatta Bediüzzaman'ın yukarıda yarımca alıntıladığımız tesbiti de İbrahim aleyhisselamın hareket şeklinin içeriğini bize izah ediyor sayılabilir mi? Bakalım:
"Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et."
İşte yaklaşan seçimler üzerinden biz de bu hakikate çıkmaya çalışalım. Gücün sahipliği konusunda partilerin birbirlerine karşı takındıkları tavrı görelim ve aciz, zayıf, yardıma muhtaç insanda cereyan eden bu halin; kudreti, ilmi, iradesi sonsuz 'sözde ilahlar düzleminde' nasıl tezahür edeceğini düşünelim. O zaman ayet-i kerimenin bize söylediği sırra dokunacağız bence: "Eğer, yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu!"
Evet. Yer ve gök yokolurlardı. Çünkü sonsuzlar. Sonsuzluğun sınır tanımamasının gereği olarak birbirlerine işgal etmeye çalışırlar. Tasarruflarında birbirlerine karışırlar. Hem halktan istedikleri ibadet, şükür, dua gibi şeyleri de, tıpkı partilerin oyları paylaşamaması gibi, paylaşamazlar.
Öyle ya. Hangisini hangisi yaratmıştı? Hangisi için hangisine teşekkür edilecekti? Elma için edilecek şükür yağmur tanrısının(!) mıydı yoksa toprak tanrısının(!) mı? Yoksa güneş tanrısının(!) da bu işte bir payı var mıydı? Nihayetinde sözümüz dönüp dolaşıp yine mürşidimin dediğine geliyordu:
"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi?"
Vermez elbette. Büyüklüğünün şanı böyle iktiza ettiği için vermez. Hikmeti bunu gerektirdiği için vermez. Kudreti buna muhtaç olmadığı için vermez. Ve İbrahim aleyhisselam, belki de, bu sırrı kavmine hatırlatmak için baltayı götürüp en büyüklerinin boynuna asmıştı. Rakiplerinin ayağını kaydırmak en çok ona yakışırdı çünkü. En çok o 'ilahlığının şanı olarak edilen' ibadetleri bölüşmek istemezdi. En çok o 'makamında ortak' istemezdi. En çok o 'hükümranlığını paylaşmaya kapalı' olurdu. Durduğu yerin bir hakikati olsaydı tabii.
Arkadaşım, bu gözle bakınca, şu seçim sürecinin hırgürü dahi bize Allah'ın tekliğini, vahdetini, ehadiyetini anlatmıyor mu? Bak ortalıktaki gerilime, kavgaya, strese. Azıcık ilmi, aklı, iradesi, gücü, istenci olan canlılar bile gücün sınırları belirsizleştiğinde sahibi olmak için birbirlerini yiyorlar. İbrahim aleyhisselamın baltayı boynuna astığı put diğerlerini çiğ çiğ yemez miydi? Yiyebilseydi tabii. Ne diyordu Allah'ın halili en nihayet kavmine: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"
Bunlar gibi nice yolları deneyebilirdi. Fakat öyle yapmadı. Diğerlerini kırdı. Ve işin sonunda baltasını da en büyüklerinin boynuna astı. Suçu üzerine attı. Kavmini bu suçlama eşliğinde bir sorgulamaya davet etti. Dedi: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"
Seçimler yaklaştı ya insanın aklı başka çalışıyor. İşte Ahmed kardeşiniz de sürecin etkisiyle Enbiya sûresinde geçen bu kıssayı farklı bir perspektiften görmeye başladı. Fakat, sakın sakın, daha en baştan bir 'aman' dileyelim! Bu yazıda hiçbir güzide partimizi töhmet altında bırakmaya niyetimiz yok. Bizim derdimiz günceli bir basamak kılıp ayetlerin semasına çıkmak. Sandıktan çıkacakla bir ilgisi yok bu yazının. Oy, parti, siyaset, politik mesaj derdi yok. Başarabilirse, İbrahim aleyhisselamın kıssasından bir parmak daha bal alıp, mübarek ağızlarınıza çalacak. Tevfik ise her zaman Allah'tandır.
Evet. 'Seçimler' diyorduk. Çağrışımlarına geri dönelim. Görüyorsunuz kardeşlerim. Demokratik sistemde devletin gücünü yönetmeye aday birçok siyasi oluşum var. Bu oluşumlar öyle de oluşumlar ki, irili-ufaklı, iyili-kötülü, uzunlu-kısalı, ittifaklı-ittifaksız, çeşit çeşit türleri var. Ancak genel resme baktığımızda şu dikkatimizi çekiyor: İttifak halinde olanların içinde dahi aslan payının kime düşeceği bir gerilim meselesi. Yani güç sahibi olmak öyle birşey ki, ortak kabul etmiyor, kardeşi bile kardeşine küstürüyor. Hatta Bediüzzaman'ın deyişini hatırlarsak: "En ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor."
Şirkin doğasında var bu: Boğuşmak. Yine Enbiya sûresinin, İbrahim aleyhisselamın kıssasıyla bizi buluşturmadan önce, buyurduğu "Eğer, yerle gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yokolurdu!" hakikati hemencecik kendisini gösteriyor. Hatta şunu söyleyebiliriz biraz cür'etle: Demokrasi tam da bunun üstünde duruyor. Birkaç yılda bir gücün sınırlarının belirsizleşmesi, sahipliğe aday kişi ve partilerin yarışına, yarış sırasındaki performansları da gücün ve liderliğin kimde emanet kalacağına karar veriyor. Tabii bir de halkın oyları var. Nihayetinde performans değerlendirmesinin jürisi demokrasilerde halk oluyor. Kimse de kendisine gelebilecek bir oyu başkasına bırakmak istemiyor.
Hemen burada İbrahim aleyhisselamın kıssasına geri dönelim. Ve kıssanın öncesinde zikredilen ayetle birlikte okumasını yapmaya çalışalım. Baltayı büyük putun boynuna asmak kavmin dikkatini neye çekmek olabilir? İlahlığın şanının ortak kabul etmemek olduğuna, böylesi bir koalisyon tahayyülünde en güçlünün "Yeter ulan sizden çektiğim!" diyerek ötekileri berhava edeceğine ve gücü tekeline almaya çalışacağına işaret olabilir mi? Hatta Bediüzzaman'ın yukarıda yarımca alıntıladığımız tesbiti de İbrahim aleyhisselamın hareket şeklinin içeriğini bize izah ediyor sayılabilir mi? Bakalım:
"Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et."
İşte yaklaşan seçimler üzerinden biz de bu hakikate çıkmaya çalışalım. Gücün sahipliği konusunda partilerin birbirlerine karşı takındıkları tavrı görelim ve aciz, zayıf, yardıma muhtaç insanda cereyan eden bu halin; kudreti, ilmi, iradesi sonsuz 'sözde ilahlar düzleminde' nasıl tezahür edeceğini düşünelim. O zaman ayet-i kerimenin bize söylediği sırra dokunacağız bence: "Eğer, yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu!"
Evet. Yer ve gök yokolurlardı. Çünkü sonsuzlar. Sonsuzluğun sınır tanımamasının gereği olarak birbirlerine işgal etmeye çalışırlar. Tasarruflarında birbirlerine karışırlar. Hem halktan istedikleri ibadet, şükür, dua gibi şeyleri de, tıpkı partilerin oyları paylaşamaması gibi, paylaşamazlar.
Öyle ya. Hangisini hangisi yaratmıştı? Hangisi için hangisine teşekkür edilecekti? Elma için edilecek şükür yağmur tanrısının(!) mıydı yoksa toprak tanrısının(!) mı? Yoksa güneş tanrısının(!) da bu işte bir payı var mıydı? Nihayetinde sözümüz dönüp dolaşıp yine mürşidimin dediğine geliyordu:
"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi?"
Vermez elbette. Büyüklüğünün şanı böyle iktiza ettiği için vermez. Hikmeti bunu gerektirdiği için vermez. Kudreti buna muhtaç olmadığı için vermez. Ve İbrahim aleyhisselam, belki de, bu sırrı kavmine hatırlatmak için baltayı götürüp en büyüklerinin boynuna asmıştı. Rakiplerinin ayağını kaydırmak en çok ona yakışırdı çünkü. En çok o 'ilahlığının şanı olarak edilen' ibadetleri bölüşmek istemezdi. En çok o 'makamında ortak' istemezdi. En çok o 'hükümranlığını paylaşmaya kapalı' olurdu. Durduğu yerin bir hakikati olsaydı tabii.
Arkadaşım, bu gözle bakınca, şu seçim sürecinin hırgürü dahi bize Allah'ın tekliğini, vahdetini, ehadiyetini anlatmıyor mu? Bak ortalıktaki gerilime, kavgaya, strese. Azıcık ilmi, aklı, iradesi, gücü, istenci olan canlılar bile gücün sınırları belirsizleştiğinde sahibi olmak için birbirlerini yiyorlar. İbrahim aleyhisselamın baltayı boynuna astığı put diğerlerini çiğ çiğ yemez miydi? Yiyebilseydi tabii. Ne diyordu Allah'ın halili en nihayet kavmine: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"
14 Haziran 2018 Perşembe
'A' partisine oy vermek bizi onun zulümlerine ortak eder mi?
Bundan yıllar önce 'A' partisine oy veren bir arkadaşım 'C' partisine oy verenler hakkında şöyle bir soru yöneltti bana: "Bu partiye oy verenler için 'küfre girdiklerini' söyleyemez miyiz?" Ben de "Söyleyemeyiz elbette!" dedim. O biraz daha ısrarcı davrandı. Vazgeçmedi. Dedi ki: "Bu partinin şimdiye kadar yaptıkları ortada. Hep dinin aleyhinde çalışıyorlar. Hep dindarlara zulmediyorlar. Onlara destek olmak 'zulümlerine taraftar olmak' sayılmaz mı? Dolayısıyla onlara oy verenler de bu zulme destek çıkmış olmuyorlar mı?" Ben de kendisine Risale-i Nur'da da zikredilen önemli bir kaideyi hatırlattım: "Lazım-ı mezhep 'mezhep' değildir."
Peki "Lazım-ı mezhep 'mezhep' değildir!" ne demektir? Onu da bir örnekle açmayı deneyelim. Diyelim ki: Bilmediğiniz bir semtte yürürken birkaç adım ötenizde sıcaktan bayılan oldu. İnsansınız. Yardım etmek istediniz. Aklınıza hemen 'soğuk su bulmak' geldi. Karşınıza çıkan ilk markete daldınız. Soğuk suyu aldınız. Koşup gelip adamı rahatlattınız. Sonra farkettiniz ki burası içki satan bir markettir. Hatta o semtteki marketlerin çoğu böyledir. Siz de, maşaallah, dinî konularda hassas birisisiniz. Böyle yerlerden alışveriş yapmamaya çalışıyorsunuz. Ancak olan da oldu. Artık zamanı geriye döndüremezsiniz. Kullandığınız suyu iade edemezsiniz. Şartlar sizi 'ehven-i şerreyni/kötünün iyisini' seçmek zorunda bıraktı. Can kurtarmak için o suyu oradan almaya kendinizi mecbur bildiniz.
Hayal bu ya. O sırada bir tanıdığınız da uzaktan sizin bu yaptıklarınızı izliyordu. Herşey olup bittikten sonra yanınıza gelip dedi ki: "Sen şimdi küfre girdin. Tekrar müslüman ol. Tevbe et." Şaşırdınız. Ve sordunuz: "Neden?" O da şöyle cevap verdi: "Çünkü içki satan bir yerden alışveriş yaptın. Dolayısıyla onun içki satmasına destek vermiş oldun. Dolayısıyla içkinin haramiyetine itiraz ettin. Haram olan birşeyin helalliğini savunmak ise dinden çıkmaktır."
İşte, arkadaşlar, bütün bu 'dolayısıyla, dolayısıyla, dolayısıyla' atıfları 'lazım-ı mezhep'tir. Sizin asıl mezhebiniz ise 'acilen soğuk su bulmak'tır. Niyetiniz, ne 'içki satan bir markete destek vermek'tir, ne de 'içkinin helalliğini savunmak'tır. Bu nedenle muradınız dışında yapılan böylesi küfür suçlamaları haksız suçlamalardır. Siz de bunu vicdanınızda takdir edersiniz. Çünkü küfrü niyet etmemişsinizdir.
Siyasette de bu kaidenin hakikatini idrak etmemiz gerekiyor. Bir insan 'A' partisine oy veriyor olabilir. Bir insan 'C' partisine oy veriyor olabilir. Fakat, hiçbir oy, o partinin veya o partideki her kişinin veya o partinin her uygulamasının, oy veren kişi tarafından onaylandığı/desteklendiği anlamına gelmez. İnsan kastından mesul olur. "Zulme rıza zulümdür!" veya "Küfre rıza küfürdür!" gibi kaideler bizzat zulmün veya küfrün onaylandığı zamanlar için geçerlidir.
Yoksa bir insan takım tutmakla o takımın her taraftarının işlediği suçların mesulü olmaz. Holiganların taşkınlıkları tüm taraftarlara yazılmaz. "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez!" ayet-i celilesinin bir yüzü de buraya bakar. Yani 'zulmün' veya 'küfrün' onayı bizzat zulmün ve küfrün onayıdır. Yoksa bir insan sırf Sivaslı olmakla Sivaslıların bir kısmının işlediği bir cürmün (veya her cürmün) sorumlusu olmaz. Velev sabah-akşam Sivaslı olmakla övünüyor olsun. Yine de olmaz. Ancak o zulme sahip çıkarsa olur.
Kişiler değişiyor ama mevzular değişmiyor. Geçenlerde de başka bir arkadaşım 'A' partisine oy vermenin 'zulümlerine ortak olmak' anlamına geleceğini söyledi. Hatta kendi validesini bu yolla 'A' partisine oy vermekten vazgeçirdiğini söyledi. Aynı hatayı onda da gördüm. Bir insan 'A' partisine illa onun her uygulamasına "Helal olsun!" diyerek oy vermiyor olabilir. Bu seçim bir 'ehven-i şerreyn' seçimi olabilir. Ehven-i şerreyn ise, bizzat Bediüzzaman'ın ifadesiyle, bir adalet-i izafiyedir. Adalet-i izafiye, daha bu başlığı yüklendiği anda, işin içinde şerrin de olduğunu kabul eder. Zaten dünyada insanın karıştığı hiçbir iş, hele böyle kapsamlı işler, büsbütün hayır değildir. Aynı bahsin devamında mürşidim de der: "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz."
Bakınız, hem muhalifte hem muvafıkta, aynı sorun var. Dinî argümanları kullanarak birbirimizi esir almaya çalışıyoruz. Lakin dinî argümanların meze yapıldığı her tartışmanın bizi götürüp 'tekfir' kapısına iteklemesi kaçınılmaz oluyor. Çünkü taraflar bu tartışmaları 'ikincil niyetlerle' yürütüyorlar. Din ile toplum mühendisliği yapıyorlar. Yani, Allah selamet versin, bilmiyorum sonumuz ne olacak? Herhalde yakında, DP'ye oy verdiği için, Atatürk'ü Koruma Kanunu veya Anıtkabir gibi icraatların sorumluluğu da Bediüzzaman'a yüklenecek. Yok. Hayır. Buna mecbur değiliz. Kıralım bu zinciri. Birazcık merhamet herşeyin çözümü olabilir.
"Kafirleri dost edinmeyin!" ayet-i kerimesini Bediüzzaman'ın ele aldığı yeri hatırlayalım mesela. 'A' partisine oy vermenin 'yaptığı bütün zulümlere ortak olmak' anlamına geldiğini söyleyen aslında tam da bu ayetin 'yanlış anlayıcıları'na benziyor. Peki mürşidim onlar hakkında ne diyor? Alıntılayalım: "Hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"
Yahu, tamam, bunlardan hiçbirisi 'hayr-ı mahz' değildir. Kabul. Fakat siz de kabul edin. Yine bunlardan hiçbirisi 'şerr-i mahz' da değildir. İnsan, 'A'ya veya 'B'ye veya 'C'ye oyunu o şer içindeki hayrı görerek, amaçlayarak, hedefleyerek, niyet ederek vermiş olabilir. Zannında hata vardır. O ayrı. Güvenli zeminde kalınarak zannı tartışılabilir. Lakin hemen manevî esaret altına almak, zulme ortak etmek, hatta ve hatta küfre götürmek... İnsanın bu insafsızlık karşısında durup durup "Allah'tan korkun!" diye bağırası geliyor. Cenab-ı Hak cümlemizin ayağını istikamet üzere eylesin.
Peki "Lazım-ı mezhep 'mezhep' değildir!" ne demektir? Onu da bir örnekle açmayı deneyelim. Diyelim ki: Bilmediğiniz bir semtte yürürken birkaç adım ötenizde sıcaktan bayılan oldu. İnsansınız. Yardım etmek istediniz. Aklınıza hemen 'soğuk su bulmak' geldi. Karşınıza çıkan ilk markete daldınız. Soğuk suyu aldınız. Koşup gelip adamı rahatlattınız. Sonra farkettiniz ki burası içki satan bir markettir. Hatta o semtteki marketlerin çoğu böyledir. Siz de, maşaallah, dinî konularda hassas birisisiniz. Böyle yerlerden alışveriş yapmamaya çalışıyorsunuz. Ancak olan da oldu. Artık zamanı geriye döndüremezsiniz. Kullandığınız suyu iade edemezsiniz. Şartlar sizi 'ehven-i şerreyni/kötünün iyisini' seçmek zorunda bıraktı. Can kurtarmak için o suyu oradan almaya kendinizi mecbur bildiniz.
Hayal bu ya. O sırada bir tanıdığınız da uzaktan sizin bu yaptıklarınızı izliyordu. Herşey olup bittikten sonra yanınıza gelip dedi ki: "Sen şimdi küfre girdin. Tekrar müslüman ol. Tevbe et." Şaşırdınız. Ve sordunuz: "Neden?" O da şöyle cevap verdi: "Çünkü içki satan bir yerden alışveriş yaptın. Dolayısıyla onun içki satmasına destek vermiş oldun. Dolayısıyla içkinin haramiyetine itiraz ettin. Haram olan birşeyin helalliğini savunmak ise dinden çıkmaktır."
İşte, arkadaşlar, bütün bu 'dolayısıyla, dolayısıyla, dolayısıyla' atıfları 'lazım-ı mezhep'tir. Sizin asıl mezhebiniz ise 'acilen soğuk su bulmak'tır. Niyetiniz, ne 'içki satan bir markete destek vermek'tir, ne de 'içkinin helalliğini savunmak'tır. Bu nedenle muradınız dışında yapılan böylesi küfür suçlamaları haksız suçlamalardır. Siz de bunu vicdanınızda takdir edersiniz. Çünkü küfrü niyet etmemişsinizdir.
Siyasette de bu kaidenin hakikatini idrak etmemiz gerekiyor. Bir insan 'A' partisine oy veriyor olabilir. Bir insan 'C' partisine oy veriyor olabilir. Fakat, hiçbir oy, o partinin veya o partideki her kişinin veya o partinin her uygulamasının, oy veren kişi tarafından onaylandığı/desteklendiği anlamına gelmez. İnsan kastından mesul olur. "Zulme rıza zulümdür!" veya "Küfre rıza küfürdür!" gibi kaideler bizzat zulmün veya küfrün onaylandığı zamanlar için geçerlidir.
Yoksa bir insan takım tutmakla o takımın her taraftarının işlediği suçların mesulü olmaz. Holiganların taşkınlıkları tüm taraftarlara yazılmaz. "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez!" ayet-i celilesinin bir yüzü de buraya bakar. Yani 'zulmün' veya 'küfrün' onayı bizzat zulmün ve küfrün onayıdır. Yoksa bir insan sırf Sivaslı olmakla Sivaslıların bir kısmının işlediği bir cürmün (veya her cürmün) sorumlusu olmaz. Velev sabah-akşam Sivaslı olmakla övünüyor olsun. Yine de olmaz. Ancak o zulme sahip çıkarsa olur.
Kişiler değişiyor ama mevzular değişmiyor. Geçenlerde de başka bir arkadaşım 'A' partisine oy vermenin 'zulümlerine ortak olmak' anlamına geleceğini söyledi. Hatta kendi validesini bu yolla 'A' partisine oy vermekten vazgeçirdiğini söyledi. Aynı hatayı onda da gördüm. Bir insan 'A' partisine illa onun her uygulamasına "Helal olsun!" diyerek oy vermiyor olabilir. Bu seçim bir 'ehven-i şerreyn' seçimi olabilir. Ehven-i şerreyn ise, bizzat Bediüzzaman'ın ifadesiyle, bir adalet-i izafiyedir. Adalet-i izafiye, daha bu başlığı yüklendiği anda, işin içinde şerrin de olduğunu kabul eder. Zaten dünyada insanın karıştığı hiçbir iş, hele böyle kapsamlı işler, büsbütün hayır değildir. Aynı bahsin devamında mürşidim de der: "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz."
Bakınız, hem muhalifte hem muvafıkta, aynı sorun var. Dinî argümanları kullanarak birbirimizi esir almaya çalışıyoruz. Lakin dinî argümanların meze yapıldığı her tartışmanın bizi götürüp 'tekfir' kapısına iteklemesi kaçınılmaz oluyor. Çünkü taraflar bu tartışmaları 'ikincil niyetlerle' yürütüyorlar. Din ile toplum mühendisliği yapıyorlar. Yani, Allah selamet versin, bilmiyorum sonumuz ne olacak? Herhalde yakında, DP'ye oy verdiği için, Atatürk'ü Koruma Kanunu veya Anıtkabir gibi icraatların sorumluluğu da Bediüzzaman'a yüklenecek. Yok. Hayır. Buna mecbur değiliz. Kıralım bu zinciri. Birazcık merhamet herşeyin çözümü olabilir.
"Kafirleri dost edinmeyin!" ayet-i kerimesini Bediüzzaman'ın ele aldığı yeri hatırlayalım mesela. 'A' partisine oy vermenin 'yaptığı bütün zulümlere ortak olmak' anlamına geldiğini söyleyen aslında tam da bu ayetin 'yanlış anlayıcıları'na benziyor. Peki mürşidim onlar hakkında ne diyor? Alıntılayalım: "Hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"
Yahu, tamam, bunlardan hiçbirisi 'hayr-ı mahz' değildir. Kabul. Fakat siz de kabul edin. Yine bunlardan hiçbirisi 'şerr-i mahz' da değildir. İnsan, 'A'ya veya 'B'ye veya 'C'ye oyunu o şer içindeki hayrı görerek, amaçlayarak, hedefleyerek, niyet ederek vermiş olabilir. Zannında hata vardır. O ayrı. Güvenli zeminde kalınarak zannı tartışılabilir. Lakin hemen manevî esaret altına almak, zulme ortak etmek, hatta ve hatta küfre götürmek... İnsanın bu insafsızlık karşısında durup durup "Allah'tan korkun!" diye bağırası geliyor. Cenab-ı Hak cümlemizin ayağını istikamet üzere eylesin.
13 Nisan 2017 Perşembe
Ya kötü birisi başkan seçilirse? (3)
"Dediler: 'İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?' Dedim: 'Düşmanların onlara şiddeti hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.'" Münazarat'tan.
Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.
Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.
İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.
Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.
Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.
Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.
Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.
15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.
Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?
Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.
Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.
İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.
Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.
Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.
Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.
Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.
15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.
Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?
10 Nisan 2017 Pazartesi
Ya kötü birisi başkan seçilirse?
Bence, mürşidimin metinlerinde sıklıkla dikkatimizi çekmeye çalıştığı, ama bizim aynı sıklıkta ıskaladığımız birşeydir şu: Biz, elhamdülillah, mü'minleriz. Bizim hayatımızı ve o hayatların birlikteliğinden oluşan sosyolojimizi ve o sosyolojiye bina olunan seçimlerimizi İslam belirler. Büyük oranda onun etkisinde şekillenir veya en azından bir açlık, bir gaye-i hayal, bir 'olması gereken' olarak vicdan-ı umumi onu ufkunda bulundurur. Onu tanır. Ona özenir. Onu arar ve talep eder. Kur'an'da 'ümmeten vasatan' buyrularak işaret edilen de, hadis-i şerifte "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" denilerek altı çizilen de budur. İmanımız bizi farklı kılar. Ahirette, inşaallah, cennete gitmemizi sağlayacağı gibi; bu dünyada da bizi hadd-i vasatta, yani adalette, tutar.
"Her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çektiği biraz da budur. Biz, kendi sosyolojimiz ile değerlendirilir, yargılanır ve şekilleniriz. Başka sosyolojiler üzerinden yapılan çıkarımlar bünyemize uymaz. Bizi bağlamaz. Hem haklı da çıkmaz. Çünkü üzerinde yükseldiğimiz değerler silsilesi de farklıdır:
"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder."
Bu yüzden Batı'nın tarihi 'zulüm tarihi' iken İslam'ın tarihi fazilet tarihidir. Sömürgecilik Batı'nın medeniyet İslam'ındır. İşgal ettikleri her bölgeye kan kusturmak Batı'nın, gittikleri her yere insanlık götürmek İslam'ındır. Dalaleti meslek haline getirmek Batı'nın, dalalette birleşmemek İslam'ındır. İfrat etmek Batı'nın, adalet etmek İslam'ındır. Sayılacak her değerde bu böyledir. Çok şükür, biz mü'minler, Batı'nın zulümle dolu mirasının yetişemeyeceği pak bir tarihe sahibiz. Çünkü bu tarihi dinimizin getirdiği değerler üzerine bina etmişiz.
Peki hiç mi zulüm olmamıştır İslam tarihinde veya hiç mi müslümanlar zulmetmemiştir birbirlerine veya başkalarına? Elbette olmuştur. Fakat kritik ayrım şurada: Ümmet hiçbir zaman böylesi hadiseleri olumlamamış veya meşrulaştırmamıştır. Yezit'in yezitliğini hatırda tutmuş, Haccac'ın yanına 'zalim'i eklemiş, içinden çıkan her fasığa fırsatını bulduğunda karşı koymuştur.
Batı, zulmünü 'sosyal darwinizm' gibi şeyler üzerinden meşrulaştırırken, müslümanlar kendi içindeki sapmaların üzerine 'zulüm' kaşesini vurarak kaldırıp ümmete göstermiştir. Geçmiş ulemamızın eserlerine bakınız. Zalimin zalimliğinin net bir şekilde altının çizildiğini göreceksiniz. Bundan daha fazlası, menkıbe menkıbe anlatılan, ahlaklarında vardır. İslam tarihi zalimlere karşı dik dik konuşabilen âlimlerin tarihidir.
Üstelik bu zalimler ümmetin iradesiyle başa geçmiş kişiler de değillerdir. Yezit'in saltanatı hangi seçimle olmuştur? Haccac'ı hangi ümmet atamıştır? Yakın tarihte tahtları devrilen Saddam gibi, Kaddafi gibi, Hüsnü Mübarek gibi nemrutlar seçimle mi başagelmişlerdir? Yoksa, elde ettikleri silah gücüyle veya sırtlarını sıvazlayan küresel ağaların desteğiyle mi iktidarı elde etmişlerdir? Daha öncesinden sarf-ı nazar, Arap Baharı'nı doğuran sürece bu gözle bakılsa, şu zalimlerin halklarının iradesini/isteklerini değil, onları oraya atayan 'küresel ağaların' iradesini/isteklerini kolladıkları görülür. İktidarı ne elde edişleri ne de elde tutuşları demokratiktir. Bu 'Asya münafıklarını' başımıza bırakan 'Avrupa kafirleri'dir. Bizim oylarımız değildir.
"Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler..." derken Bediüzzaman'ın altını çizdiği de budur.
Önümüzdeki referandum nedeniyle tekrar dillendirilmeye başlanan Hitler-Erdoğan benzetmesi tam da bu nedenle yanlıştır. Mantığı tam da bu noktadan yanlışlanır. Nasıl? Bu benzetme kafir sosyolojisini müslüman sosyolojisine kıyaslıyor. Küfrün üzerinde yükselen bir toplumun seçimleriyle İslam'ın üzerinde yükselen bir toplumun seçimlerini bir tutuyor. Mürşidimin ifadesiyle tangocu bir kadının libasını ihtiyar hocaya giydiriyor.
Hitler'i biz seçmedik. Müslümanlar asla bir Hitler seçmediler. Çünkü mü'mindiler. Allah, onlara, doğruyu yanlıştan ayıran Furkan'ı ve hak ile batılı öğreten sünneti bağışlamıştı. Bu yüzden Museviler Endülüs'te kılıçtan geçirilirken müslümanlar onlara kucak açtılar. Şunlar üzerine yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını veriyorlardı. Bunlar üzerinde yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını verdiler. Ve işte yine tam da bu yüzden "Ya kötü birisi başkan seçilirse?" veya "Hitler de çok oy almıştı!" argümanlarının altı boştur. Boştur, çünkü bizim sosyolojimize ve tecrübelerimize değil, küfrün sosyolojisine ve tecrübelerine yaslanmaktadır. Hasıl-ı kelam: Bu ve benzeri demagojileri aşabilmek için kopyala-yapıştır analizlerden kaçmaya ve kendi mirasımıza daha fazla özgüven duymaya ihtiyacımız var. İslam'ın izzeti burada saklı çünkü. Ve evet, tangocu kadının elbisesi, bu ihtiyar hocaya yakışmaz.
29 Haziran 2015 Pazartesi
Ne olacak bu HDP'ye oy vermemiş Kürtlerin hali?
Seçim sonuçları bazılarımızı sarstı. Bazılarımızı daha iyi sarstı. 'İyi sarstı!' denilebilecek gruptayım sanırım. 12 yılın yorgunluğuyla bir oy kaybı bekliyordum. Ama bu oranda bir kayıp, hele hele Türkiye'nin koalisyona muhtaç olacağı bir kayıp, beklemiyordum. Bir de öyle bir kem tablo var ki karşımızda, bir 'tekrar seçim' olmadan düğümün çözülmesi mümkün görünmüyor. Fakat bundan da ötede, beni asıl üzen/yeise düşüren, Kürt seçmenin AK Parti'den vazgeçiyor oluşuydu. İşaretlerini görüyordum. "Sandığa gidince iş böyle olmaz!" diyordum. Ferasetin galip geleceğini umuyordum. Ama olmadı. Olmuşla ölmüşe çare yok. Şimdi, önümüzdeki tabloyu konuşmak gerek.
Bu tablonun en ağır darbesini milliyetçilik bağlamında tüm Türkiye'ye vurduğu kanaatindeyim. Seçimden evvel de twitter'da ve facebook'ta beni takip edenlere anlatmaya çalıştım: Bu ülkede barışın teminatı HDP, MHP ve CHP çizgisi değildir. Bu ülkede barışın teminatı DP'den AK Parti'ye uzanan çizgide Kürtlerin ve Türklerin birleşmiş, beraber yaşamaya niyet etmiş iradeleridir. Şimdiye kadar böyleydi, bundan sonra da böyle olacak inşaallah. Fakat şu son seçim DP'den AK Parti'ye kadar uzanan bu 'buluşturucu' çizginin büyüsünü büyük oranda bozdu. Yüzler asıldı. Telafisi mümkün mü? Elbette. Önümüzdeki seçimde Kürt seçmenin oyu tekrar AK Parti'ye dönerse mümkün. Fakat ya dönmezse?
Dönmezse, kimse kusuruma bakmasın ama, ben karamsarım. Ülkenin gerilimli ortamında, bu kadar ağır bir milliyetçi dile sahip siyasetinde, eğer bu dil ve gerilim bir nebze yumuşuyorsa bunun sebebi hem Kürt hem de Türk oylarını alan partiler sayesindedir. Ve bu oyların en yüksek oranda buluştuğu parti ise AK Parti'dir. Hadi, parti ismi konuşmayalım, bu çizgidir. Eğer bu çizgide buluşan Kürt ve Türk oyları bir daha biraraya gelmezse; sadece Türklerin veya sadece Kürtlerin oylarını almış partilerin birbirilerine karşı daha saldırgan, daha agresif bir dil kullanmalarını ne engelleyebilir? Hatta bu dilin daha sık bir şekilde etnisiteye vurgu yapması kaçınılmaz olur. Siyasiler kendilerini tutmaya çalışsalar da, bu partilerin seçmenlerinin birbirlerine karşı ırkçılık yapmalarını ne durdurabilir?
Şener Aktürk Hoca'nın Türkiye'nin Kimlikleri kitabında yaptığı çok güzel bir analiz var. AK Parti'nin Kürt haklarına karşı duyarlılığını ve barış sürecinin Milli Görüş çizgisinin Kürt vatandaşlardan aldığı destekle ilgisini analiz ediyor orada. Diyor ki mesela: Bu çizgiden gelen partiler Batı ve Orta Anadolu'da kalesi olduğu düşünülen yerlerde bile düşük oy aldıklarında Doğu'da yüksek oy aldılar. Bu da ister istemez onları Kürtlerin sorunlarına daha duyarlı yaptı. Nitekim merhum Erbakan'ın Kürtlerin varlığı ve haklarıyla ilgili ilk açıkça kelam eden siyasilerden olduğu malumdur. Elbette bu çizgiden yetişen isimlerin ağırlıkla yeraldığı AK Parti'de de Kürt haklarına karşı bir duyarlılık miras kalmıştır.
Fakat bugün, bu seçim sonuçlarıyla bu duyarlılığın altına bir dinamit koymuş olduk. Tabii ki, AK Parti içindeki ehl-i basiret, ehl-i kemal insanlar bu duyarlılığın bir seçim sonucuyla sarsılmaması ve korunması gerektiğini söylüyorlar. Ancak Türkiye gibi Türk milliyetçiliğinin yerleştiği bir ülkede, Kürt oyları onlardan uzaklaşıyor olduğu halde, daha ne kadar dayanabilirler? Çatlak sesleri ne kadar bastırabilirler? Daha da acısı, eğer iki halkın oylarının buluştuğu parti büyüsü bozulursa, AK Parti içindeki Türk seçmenin Kürtlere karşı hissettiği duyarlılık (ki her şekilde CHP ve MHP seçmenine fark atar bu konuda) ne zamana kadar korunabilir? Bence bu noktada Kürtler olarak takkemizi önümüze koyup tekrar düşünmeliyiz. Milliyetçiliğe prim vererek neyi bombalıyoruz, gerçekten farkında mıyız?
Tabii genç Kürtler yahut tuzukuru Kürtler bu sözlerimle alay ederler. Belki beni ezik de bulurlar. Fakat bugün en fazla Kürdün yaşadığı İstanbul gibi bir şehirde ayakta durmaya, hayatta kalmaya çalışan bir Kürdün, Türklerle yaşayacağı gerilim kaçının umurundadır? (Kaçı bu gerilimin farkındadır?) Benim umurumda. Böyle birçok arkadaşımdan üzüntü dolu, keder dolu mesajlar alıyorum. Bulundukları her ortamda Kürtler hakkında kem sözler işittiklerini ve çok üzüldüklerini/yıprandıklarını anlatıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, oylarını HDP'ye vermiş de değiller. Fakat bu eleştiriler HDP'li/HDP'siz ayırmıyor ki. Kürtler diye başlıyor, Kürtler diye gidiyor maalesef.
Kandil'de yaşayanın bunu anlaması mümkün değil. Yaptığı açıklamalar anlamadığını ve hatta umursamadığını da gösteriyor zaten. Ama Selahaddin Demirtaş'ın veya HDP'lilerin biraz daha duyarlı olması lazımdı. Ne yazık ki, Demirtaş'ın bizi getirip sapladığı nokta da CHP veya MHP'den çok farklı olmadı. Erdoğan düşmanlığı en çok tutan argümanı. AK Parti neredeyse, onlar karşısında. Bu demektir ki; Selahaddin Demirtaş da metropollerde Türklerle birlikte hayatta kalmaya çalışan Kürdü umursamıyor. MHP'yle bile sıcak baktığı koalisyona (ki alabildiği tek şey hakarettir) AK Parti'yle sıcak bakmaması bunun bir delili. Peki, ben soruyorum şimdi: Ne olacak HDP'ye oy vermeyen Kürtlerin hali? Hadi vermiş olsun, ne olacak bu insanların siyasetten çözüm beklentisi? Ortalığı gerdikçe germek, Erdoğan'a/AK Parti'ye veya Türkiye'ye eline geçen her fırsatta atar yapmak, Türkiye'de yaşamaya azmetmiş Kürtlere "Ya benimsin ya toprağın!" demek mi? Kürt siyasetinin yarını düşündüğünü görebilecek miyiz?
Buradan AK Parti'li kardeşlerime de şöyle seslenmek istiyorum: İçinizdeki MHP'linin uyanmasına fırsat vermeyin. İnşaallah bu seçim sonuçları değişir. Hem değişmese bile yine de bu iradeden vazgeçmemiş benim gibi pekçok Kürt var. Onların hatırına içinizde asabiyet-i cahiliye uyandırmaya çalışanlara fırsat vermeyin. Uzun vadede elbette haklı olan kazanacak. Sizi MHP'ye giden oylardan ziyade HDP'ye giden Kürt oylarının üzdüğünü biliyorum. İnkisar-ı hayale uğradığınızı hissediyorum. Anlamlandıramadığınızı, hakları konusunda verdiğiniz desteğe rağmen neden HDP'yi seçtiklerini çözemediğinizi idrak ediyorum. Fakat kardeşliğin bir yanı sabırdır. Hangi aile vardır ki, kardeşler hiç anlaşmazlık yaşamamış olsunlar. Elbet bu kara bulutlar da dağılacak. İmanımız bize 'birbirimiz hakkında da' iyimser olmayı emrediyor.
Bu tablonun en ağır darbesini milliyetçilik bağlamında tüm Türkiye'ye vurduğu kanaatindeyim. Seçimden evvel de twitter'da ve facebook'ta beni takip edenlere anlatmaya çalıştım: Bu ülkede barışın teminatı HDP, MHP ve CHP çizgisi değildir. Bu ülkede barışın teminatı DP'den AK Parti'ye uzanan çizgide Kürtlerin ve Türklerin birleşmiş, beraber yaşamaya niyet etmiş iradeleridir. Şimdiye kadar böyleydi, bundan sonra da böyle olacak inşaallah. Fakat şu son seçim DP'den AK Parti'ye kadar uzanan bu 'buluşturucu' çizginin büyüsünü büyük oranda bozdu. Yüzler asıldı. Telafisi mümkün mü? Elbette. Önümüzdeki seçimde Kürt seçmenin oyu tekrar AK Parti'ye dönerse mümkün. Fakat ya dönmezse?
Dönmezse, kimse kusuruma bakmasın ama, ben karamsarım. Ülkenin gerilimli ortamında, bu kadar ağır bir milliyetçi dile sahip siyasetinde, eğer bu dil ve gerilim bir nebze yumuşuyorsa bunun sebebi hem Kürt hem de Türk oylarını alan partiler sayesindedir. Ve bu oyların en yüksek oranda buluştuğu parti ise AK Parti'dir. Hadi, parti ismi konuşmayalım, bu çizgidir. Eğer bu çizgide buluşan Kürt ve Türk oyları bir daha biraraya gelmezse; sadece Türklerin veya sadece Kürtlerin oylarını almış partilerin birbirilerine karşı daha saldırgan, daha agresif bir dil kullanmalarını ne engelleyebilir? Hatta bu dilin daha sık bir şekilde etnisiteye vurgu yapması kaçınılmaz olur. Siyasiler kendilerini tutmaya çalışsalar da, bu partilerin seçmenlerinin birbirlerine karşı ırkçılık yapmalarını ne durdurabilir?
Şener Aktürk Hoca'nın Türkiye'nin Kimlikleri kitabında yaptığı çok güzel bir analiz var. AK Parti'nin Kürt haklarına karşı duyarlılığını ve barış sürecinin Milli Görüş çizgisinin Kürt vatandaşlardan aldığı destekle ilgisini analiz ediyor orada. Diyor ki mesela: Bu çizgiden gelen partiler Batı ve Orta Anadolu'da kalesi olduğu düşünülen yerlerde bile düşük oy aldıklarında Doğu'da yüksek oy aldılar. Bu da ister istemez onları Kürtlerin sorunlarına daha duyarlı yaptı. Nitekim merhum Erbakan'ın Kürtlerin varlığı ve haklarıyla ilgili ilk açıkça kelam eden siyasilerden olduğu malumdur. Elbette bu çizgiden yetişen isimlerin ağırlıkla yeraldığı AK Parti'de de Kürt haklarına karşı bir duyarlılık miras kalmıştır.
Fakat bugün, bu seçim sonuçlarıyla bu duyarlılığın altına bir dinamit koymuş olduk. Tabii ki, AK Parti içindeki ehl-i basiret, ehl-i kemal insanlar bu duyarlılığın bir seçim sonucuyla sarsılmaması ve korunması gerektiğini söylüyorlar. Ancak Türkiye gibi Türk milliyetçiliğinin yerleştiği bir ülkede, Kürt oyları onlardan uzaklaşıyor olduğu halde, daha ne kadar dayanabilirler? Çatlak sesleri ne kadar bastırabilirler? Daha da acısı, eğer iki halkın oylarının buluştuğu parti büyüsü bozulursa, AK Parti içindeki Türk seçmenin Kürtlere karşı hissettiği duyarlılık (ki her şekilde CHP ve MHP seçmenine fark atar bu konuda) ne zamana kadar korunabilir? Bence bu noktada Kürtler olarak takkemizi önümüze koyup tekrar düşünmeliyiz. Milliyetçiliğe prim vererek neyi bombalıyoruz, gerçekten farkında mıyız?
Tabii genç Kürtler yahut tuzukuru Kürtler bu sözlerimle alay ederler. Belki beni ezik de bulurlar. Fakat bugün en fazla Kürdün yaşadığı İstanbul gibi bir şehirde ayakta durmaya, hayatta kalmaya çalışan bir Kürdün, Türklerle yaşayacağı gerilim kaçının umurundadır? (Kaçı bu gerilimin farkındadır?) Benim umurumda. Böyle birçok arkadaşımdan üzüntü dolu, keder dolu mesajlar alıyorum. Bulundukları her ortamda Kürtler hakkında kem sözler işittiklerini ve çok üzüldüklerini/yıprandıklarını anlatıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, oylarını HDP'ye vermiş de değiller. Fakat bu eleştiriler HDP'li/HDP'siz ayırmıyor ki. Kürtler diye başlıyor, Kürtler diye gidiyor maalesef.
Kandil'de yaşayanın bunu anlaması mümkün değil. Yaptığı açıklamalar anlamadığını ve hatta umursamadığını da gösteriyor zaten. Ama Selahaddin Demirtaş'ın veya HDP'lilerin biraz daha duyarlı olması lazımdı. Ne yazık ki, Demirtaş'ın bizi getirip sapladığı nokta da CHP veya MHP'den çok farklı olmadı. Erdoğan düşmanlığı en çok tutan argümanı. AK Parti neredeyse, onlar karşısında. Bu demektir ki; Selahaddin Demirtaş da metropollerde Türklerle birlikte hayatta kalmaya çalışan Kürdü umursamıyor. MHP'yle bile sıcak baktığı koalisyona (ki alabildiği tek şey hakarettir) AK Parti'yle sıcak bakmaması bunun bir delili. Peki, ben soruyorum şimdi: Ne olacak HDP'ye oy vermeyen Kürtlerin hali? Hadi vermiş olsun, ne olacak bu insanların siyasetten çözüm beklentisi? Ortalığı gerdikçe germek, Erdoğan'a/AK Parti'ye veya Türkiye'ye eline geçen her fırsatta atar yapmak, Türkiye'de yaşamaya azmetmiş Kürtlere "Ya benimsin ya toprağın!" demek mi? Kürt siyasetinin yarını düşündüğünü görebilecek miyiz?
Buradan AK Parti'li kardeşlerime de şöyle seslenmek istiyorum: İçinizdeki MHP'linin uyanmasına fırsat vermeyin. İnşaallah bu seçim sonuçları değişir. Hem değişmese bile yine de bu iradeden vazgeçmemiş benim gibi pekçok Kürt var. Onların hatırına içinizde asabiyet-i cahiliye uyandırmaya çalışanlara fırsat vermeyin. Uzun vadede elbette haklı olan kazanacak. Sizi MHP'ye giden oylardan ziyade HDP'ye giden Kürt oylarının üzdüğünü biliyorum. İnkisar-ı hayale uğradığınızı hissediyorum. Anlamlandıramadığınızı, hakları konusunda verdiğiniz desteğe rağmen neden HDP'yi seçtiklerini çözemediğinizi idrak ediyorum. Fakat kardeşliğin bir yanı sabırdır. Hangi aile vardır ki, kardeşler hiç anlaşmazlık yaşamamış olsunlar. Elbet bu kara bulutlar da dağılacak. İmanımız bize 'birbirimiz hakkında da' iyimser olmayı emrediyor.
13 Ekim 2014 Pazartesi
Güçler ayrılığı, vesayet, tevhid ve şirk üzerine: Devlet nasıl hayatlanır?
- Ha meclis seçmiş, ha millet seçmiş ne fark eder?
- Aynı şey değil. Bir arabanın içindeyiz. Direksiyon sende. Gaz bende. Fren Polat'ta. Bu araba ne tarafa gidecek? Buna kim karar verecek?
- Ne tarafa gidecek?
- Ne tarafa gidecek! Patinaj yapıp duracak!
Kurtlar Vadisi dizisinden, Deli Hikmet ve savcı.
Güçler ayrılığı ilkesi kimileri tarafından ta Aristo'ya kadar götürülüyor. Fakat bildiğimiz şeklini miras aldığımız isimler daha çok Locke ve Montesquieu. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı üç ayaklı düzen Montesquieu'ya ait diye biliyorum ben. Bir açıdan Hristiyan teolojisinin de (teslis) bir etkisi olabilir bunda. (Kainat üç elle yönetiliyorsa, devlet de böyle yönetilir.)
Güçler ayrılığı kötü birşey mi peki? Bence değil. Gücün millet tarafından birilerine tevdi edildiği bir düzende, tevdi edilenlerin birbirini sınayabilecek bir şekilde üçe çıkarılması, sürecin sağlıklı işlemesi açısından kıymetli. Hatta bir açıdan muhalefet partilerinin bile güçler ayrılığı ilkesinin bir yerinde olduğunu düşünüyorum ben. Yönetimde olmasalar da, halkın teveccühünün bir kısmına mazhar olmakla, onlar da aslında devletin bir rüknü ve gücü. Hükümetin işlerinde iskamet üzere olması açısından muhalefetin eleştirisi de kıymetli. Tabii insaflı olursa, vücudun hayatını devam ettirmeye yönelik/yapıcı yapılırsa, çirkefçe saldırılmazsa. Ki biz Türkiye'de daha çok türüne rastlıyoruz.
Fakat bu noktada birşeyin yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. En azından halkımızın bir kısmı tarafından: Güçler ayrılığı ilkesi gereğince paylaşılan bu gücün (yahut daha doğru bir ifadeyle; millet tarafından paylaştırılması gereken bu üç gücün) birbiriyle çatışık ve çelişik olmasını bekliyoruz genelde. Örneğin: Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın hem seçimi öncesinde hem sonrasında yapılan eleştiriler şu zeminde: "Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı. Eğer Erdoğan seçilirse, tarafsız olamaz, hükümetin tarafını tutar. Her yaptıklarına onay verir." Hatta geçmiş cumhurbaşkanı Gül'e de, hükümetle uyumlu çalıştığı için, 'noter memuru' diyordu aynı isimler.
Bu noktada anladığım kadarıyla bu insanların cumhurbaşkanlığı makamından bekledikleri şey aslında hükümetin denetlenmesi, sınırlanması. Daha kesif muhalefet yürütenlerin beklentisi ise şu: Cumhurbaşkanının, hükümetin her işinin altına dinamit koyması, uğraştırması, çalışamaz hale getirmesi. Bu eğer idealse, Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile meşhur Sezer'in cumhurbaşkanlığı dönemini iftiharla anmamız lazım. Çünkü en kral cumhurbaşkanlığını o yapmış oldu böylece. Ancak görüyoruz ki; aynı dönem, Türkiye'de siyasetin ve hükümetin çıkmazda olduğu ve vatandaşın en çok sıkıntı çektiği dönem. Sırf o anayasa kitapçığı fırlatılması meselesi yüzünden nasıl bir kriz yaşandığını hatırlayalım. İdealin(!) pek de devlet ve halk selameti açısından sağlıklı durmadığını görüyoruz. Halbuki ideal olan, en sağlıklı olandır.
Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde devlete bir 'şahs-ı manevi' diyor. Manevi de olsa, bir vücudu var. Vücut, hayatla ayakta durur. Her nerede olursa olsun, hayat düzendedir. Hayatı karmaşa ile tarif edenlere muhalefet ediyorum bu noktada. Hayat intizamın şiddetlisidir. Kainat ve insan karşılaştırması yaptığı Mektubat isimli eserinde; "Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çekmek istediği de bu gibi geliyor bana. Düzenin şiddetinden sureti değişiyor.
Kur'an, kainat ve insan, üçü de Allah'ın sanatı; fakat çelişik ve çakışık değil, uyumlu parçalar. Sanat ve hayat, bu düzenin, yani bir adım ötesinde uyumun, en girift halidir. Karmaşadan bahsedeceksek bunu tesadüfün omuzlarına değil, akılüstülüğün veya mucizenin (anlamakta veya yapmakta insanı aciz bırakışın) üzerine bina etmeliyiz. Karmaşık, çünkü çözemiyoruz. Ama aslında düzenin şiddetlisi. Şiddet-i zuhurundan çözemiyoruz. Biraz biyoloji, kimya, fizik, tıp bilenler; hayatın nasıl ince dengelerin eseri olduğunu bilirler.
Ali Şeriati, İslam Bilim isimli eserinde, özünde hem tevhidin hem de şirkin sadece inanç değil, aynı zamanda bir varlık algılama biçimi olduğunu söyler. Yani kainata tevhid nazarıyla bakan bir mümin yalnız uyum arar. Çünkü inancı ona der ki: "Bu âlemi yaratan birdir. Bir olduğuna göre parçaların tamamı aynı ustanın elinden çıkmıştır. Aynı ustanın elinden çıkan parçalar birbiriyle uyumsuz olamaz." Ama şirk karmaşaya bir imkan tanır ve der ki: "Eğer kainatta farklı farklı ilahlar ve onların farklı farklı mahlukları varsa, o zaman bu kainatta çakışma ve çelişme olması kaçınılmazdır. İlla birşeyler birbiriyle çatışır. İlla birşeyler birbiriyle uyumsuzluk gösterir."
O nedenle biz müslümanlar müminane bakışın asıl huzur kaynağı olduğunu savunuyoruz. Çünkü kainatta uyumu arıyoruz, karmaşayı değil. "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pekçok hayır verilmiştir..." ayetini biraz da böyle anlıyorum ben. Hikmet zaten bu yerliyerindeliğin hem kabulu hem uygulanması değil midir? "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" cümlesini hem Ali Şeriati'nin yukarıdaki tesbitiyle hem de bu ayetle birlikte düşünmenizi isterim.
Toparlamaya çalışayım. Bediüzzaman, Risalelerinde, tevhidin sadece (dogmatik) inanılacak birşey değil, kainatın anlaşılması ve anlatılması noktasında da kolaylık vesilesi olduğunu söyler. Tabiat Risalesi'nden tutun Ayetü'l-Kübra'ya, oradan 33. Pencere'ye kadar Risale-i Nur'un en çok öğretmeye çalıştığı (ve başardığı) şeylerden birisi kainatın tevhidle açıklanmasının, şirkle açıklanmasından daha kolay olmasıdır. "Din kolaylıktır" hadis-i şerifine de bir yönüyle dokunan bu tesbitin tekerrürü o kadar çok ve çeşitlidir ki külliyatta, bir tanesini alıp geçeyim:
"Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.
Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur."
Bold yaptığım (koyulaştırdığım) kısma dikkat edilirse Bediüzzaman'ın bu tevhid kolaylığını "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayetiyle de bağladığı ve belki o ayetin tefekküründen bu noktaya geldiği anlaşılır. Fakat yalnızca bu değil, örneğin; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti!" diyen Enbiya 22 de başka bir açıdan (alternatifin imkansızlığı açısından) aynı hakikatin altına mührünü basar. Fakat burada, Bediüzzaman, bir ayete daha atıf yapıyor verdiği misalle. Zümer sûresi, 29: "Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler." Yalnızca köleyi nefer yapıyor.
Yani nihayetinde tevhid, bunun yönetim biçimi olarak düşünülürse Rububiyet, kainattaki düzeni ve uyumu anlatmakta daha mantıklı (hatta tek mantıklı) yoldur. Allah, nihayetsiz esmasının tecellisi olarak yarattığı kainatı; bu esmayı bir nevi, tabir-i caizse, çok kusurlu bir benzetme olarak veriyorum bunu, farkındayım; kuvvetler ayrılığı gibi, hatta kuvvetin değil de insandaki algının sınırlılığından kaynaklanan bir ayrılık gibi düşünürsek, insanın nazarında ayrıymış gibi görünen bu kuvvetleri, en nihayet tevhid içinde toplar. İman; birbirinden farklı görünen eşyanın parçalarını, bu farklılığın aslında aynı birin tecellileri olduğunu anlamak ve kabul etmekle olur. Eğer, sınırlılığımızın da payı olan bu farklılıkları farklı ilahlara verirsek, esmayı paylaştırmış oluruz ki, bu da şirktir. Şirk, kainattaki 'farklılıklar içre mükemmel düzeni' açıklayamaz.
Geriye dönelim, en başa hem de. Cumhurbaşkanlığı veya HSYK seçimlerinin öncesinde/sonrasında konuşulan yargının hükümetin güdümüne girmesi ve bunun yanlış olduğu eleştirileri, eğer burada kastedilen şey; yargının da milletin iradesine doğrudan bağlanması ise, haksız eleştirilerdir. Zira işlerin selameti açısından birbirini denetleyebilir, sınırlayabilir kuvvetler ayrılığı işgörür dursa da, son minvalde, cumhuriyet sisteminde, tüm yetkinin sahibi ve paylaştırıcısı millet olduğundan, yine o kuvvetler millet elinde tevhid edilmelidir. Fakat altını çizmek istiyorum: İktidarın elinde değil, milletin elinde. Hükümet/iktidar seçim sistemi dolayısıyla, milletin iradesini en çabuk, en sık yansıttığı ayna olduğundan yetkiyi elinde toplamayı hakeder.
Bundan daha ideali ise, ayrık bu üç gücün de millet tarafından seçilmesidir. Yani ideal devlet, bence, kuvvetler ayrılığına sahip olmakla birlikte, bu ayrılığı son minvalde milletin eline bırakan devlettir. "Yok, millet yalnız hükümeti seçer, ordu başka bir güçtür, yargı başka bir güçtür, cumhurbaşkanlığı başka bir güçtür; hükümet haricindekiler millete sormadan bu devlet gücünü paylaşırlar!" gibi düşünülüyorsa, bu bizi ayet-i kerimenin dikkat çektiği kaosa götürür. Yerde veya gökte ilahların sayısı iki olmayacağı gibi, hiçbir devlet düzeninde otoritenin sayısı iki olmaz, çünkü düzen fesada uğrar. Tıpkı cumhuriyet macerası boyunca sayısız yönetim krizi yaşayan Türkiye'de olduğu gibi.
Ki İslam'ın ideale en yakın devlet düzeni diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin dönemi de, içerdiği halifelik sistemi ile, seçim ve biat usulünü, son minvalde bütün yetkinin halifede toplandığı bir şekilde uygular.[1]
Bu açıdan vesayet ve şirk arasında teolojik olmasa da yönetimbilim anlamında bir benzerlik bulunmaktadır. Şirk nasıl, Allah'ın mülküne varolmayan kurgu ilahlar dahil edip, Onun elinden (haşa) mülkünü gasbetmeye çalışmaktır; vesayet de aynı şekilde, kurgu veya dayatma otoritelerle milletin elinden yönetim ve seçim hakkını çalmaktır.
Mazimiz, hassaten ordu vesayetinin izleriyle dolu. Ancak aslında tüm bu darbelerde son imzayı atan yargıdır. Türkiye, vesayet içinde vesayet bulunan bir sarmaldadır ve bunun son versiyonu da Gülen Örgütüdür. HSYK, MGK veya YÖK gibi kurumlarla milletin iradesine hep fren konulmuştur. Hep yetkisi gaspedilmiştir. Şimdi buna yavaş yavaş "Dur!" demeye başladık. Yetkiyi tevhid etmek en doğrusu millet elinde. Ama bu şu da olmamalı: Millet adına vesayetleri sonlandıran iktidar, iktidar vesayeti de yaratmamalı. Kuvvetler âdil olmalı. Ancak ayrık olmak uyumsuzluğa sebebiyet vermemeli. Yeni anayasa bunu sağlamalı. Şunu da belirtmeliyim: En az korktuğum iktidar vesayeti. Çünkü seçimle yine millete mecbur olduğundan, değiştirmesi en kolayı o. Yeter ki, bütün dizginler 'dokunulmaz' kurumların değil, milletin elinde olsun.
[1] Anısına yazılan bir eserde, M. Kaya Canpolat tarafından, İdris Küçükömer'in de, Asya toplumlarında 'iktidarın bölünmezliği' ilkesine bağlı kalındığını, Batı'da ise 'kuvvetler ayrılığı' savunulduğu için sivil toplumun daha kolay geliştiğini savunduğu aktarılıyor. (Anılar ve Düşünceler, Profil Yayınları, s. 98)
- Aynı şey değil. Bir arabanın içindeyiz. Direksiyon sende. Gaz bende. Fren Polat'ta. Bu araba ne tarafa gidecek? Buna kim karar verecek?
- Ne tarafa gidecek?
- Ne tarafa gidecek! Patinaj yapıp duracak!
Kurtlar Vadisi dizisinden, Deli Hikmet ve savcı.
Güçler ayrılığı ilkesi kimileri tarafından ta Aristo'ya kadar götürülüyor. Fakat bildiğimiz şeklini miras aldığımız isimler daha çok Locke ve Montesquieu. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı üç ayaklı düzen Montesquieu'ya ait diye biliyorum ben. Bir açıdan Hristiyan teolojisinin de (teslis) bir etkisi olabilir bunda. (Kainat üç elle yönetiliyorsa, devlet de böyle yönetilir.)
Güçler ayrılığı kötü birşey mi peki? Bence değil. Gücün millet tarafından birilerine tevdi edildiği bir düzende, tevdi edilenlerin birbirini sınayabilecek bir şekilde üçe çıkarılması, sürecin sağlıklı işlemesi açısından kıymetli. Hatta bir açıdan muhalefet partilerinin bile güçler ayrılığı ilkesinin bir yerinde olduğunu düşünüyorum ben. Yönetimde olmasalar da, halkın teveccühünün bir kısmına mazhar olmakla, onlar da aslında devletin bir rüknü ve gücü. Hükümetin işlerinde iskamet üzere olması açısından muhalefetin eleştirisi de kıymetli. Tabii insaflı olursa, vücudun hayatını devam ettirmeye yönelik/yapıcı yapılırsa, çirkefçe saldırılmazsa. Ki biz Türkiye'de daha çok türüne rastlıyoruz.
Fakat bu noktada birşeyin yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. En azından halkımızın bir kısmı tarafından: Güçler ayrılığı ilkesi gereğince paylaşılan bu gücün (yahut daha doğru bir ifadeyle; millet tarafından paylaştırılması gereken bu üç gücün) birbiriyle çatışık ve çelişik olmasını bekliyoruz genelde. Örneğin: Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın hem seçimi öncesinde hem sonrasında yapılan eleştiriler şu zeminde: "Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı. Eğer Erdoğan seçilirse, tarafsız olamaz, hükümetin tarafını tutar. Her yaptıklarına onay verir." Hatta geçmiş cumhurbaşkanı Gül'e de, hükümetle uyumlu çalıştığı için, 'noter memuru' diyordu aynı isimler.
Bu noktada anladığım kadarıyla bu insanların cumhurbaşkanlığı makamından bekledikleri şey aslında hükümetin denetlenmesi, sınırlanması. Daha kesif muhalefet yürütenlerin beklentisi ise şu: Cumhurbaşkanının, hükümetin her işinin altına dinamit koyması, uğraştırması, çalışamaz hale getirmesi. Bu eğer idealse, Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile meşhur Sezer'in cumhurbaşkanlığı dönemini iftiharla anmamız lazım. Çünkü en kral cumhurbaşkanlığını o yapmış oldu böylece. Ancak görüyoruz ki; aynı dönem, Türkiye'de siyasetin ve hükümetin çıkmazda olduğu ve vatandaşın en çok sıkıntı çektiği dönem. Sırf o anayasa kitapçığı fırlatılması meselesi yüzünden nasıl bir kriz yaşandığını hatırlayalım. İdealin(!) pek de devlet ve halk selameti açısından sağlıklı durmadığını görüyoruz. Halbuki ideal olan, en sağlıklı olandır.
Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde devlete bir 'şahs-ı manevi' diyor. Manevi de olsa, bir vücudu var. Vücut, hayatla ayakta durur. Her nerede olursa olsun, hayat düzendedir. Hayatı karmaşa ile tarif edenlere muhalefet ediyorum bu noktada. Hayat intizamın şiddetlisidir. Kainat ve insan karşılaştırması yaptığı Mektubat isimli eserinde; "Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çekmek istediği de bu gibi geliyor bana. Düzenin şiddetinden sureti değişiyor.
Kur'an, kainat ve insan, üçü de Allah'ın sanatı; fakat çelişik ve çakışık değil, uyumlu parçalar. Sanat ve hayat, bu düzenin, yani bir adım ötesinde uyumun, en girift halidir. Karmaşadan bahsedeceksek bunu tesadüfün omuzlarına değil, akılüstülüğün veya mucizenin (anlamakta veya yapmakta insanı aciz bırakışın) üzerine bina etmeliyiz. Karmaşık, çünkü çözemiyoruz. Ama aslında düzenin şiddetlisi. Şiddet-i zuhurundan çözemiyoruz. Biraz biyoloji, kimya, fizik, tıp bilenler; hayatın nasıl ince dengelerin eseri olduğunu bilirler.
Ali Şeriati, İslam Bilim isimli eserinde, özünde hem tevhidin hem de şirkin sadece inanç değil, aynı zamanda bir varlık algılama biçimi olduğunu söyler. Yani kainata tevhid nazarıyla bakan bir mümin yalnız uyum arar. Çünkü inancı ona der ki: "Bu âlemi yaratan birdir. Bir olduğuna göre parçaların tamamı aynı ustanın elinden çıkmıştır. Aynı ustanın elinden çıkan parçalar birbiriyle uyumsuz olamaz." Ama şirk karmaşaya bir imkan tanır ve der ki: "Eğer kainatta farklı farklı ilahlar ve onların farklı farklı mahlukları varsa, o zaman bu kainatta çakışma ve çelişme olması kaçınılmazdır. İlla birşeyler birbiriyle çatışır. İlla birşeyler birbiriyle uyumsuzluk gösterir."
O nedenle biz müslümanlar müminane bakışın asıl huzur kaynağı olduğunu savunuyoruz. Çünkü kainatta uyumu arıyoruz, karmaşayı değil. "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pekçok hayır verilmiştir..." ayetini biraz da böyle anlıyorum ben. Hikmet zaten bu yerliyerindeliğin hem kabulu hem uygulanması değil midir? "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" cümlesini hem Ali Şeriati'nin yukarıdaki tesbitiyle hem de bu ayetle birlikte düşünmenizi isterim.
Toparlamaya çalışayım. Bediüzzaman, Risalelerinde, tevhidin sadece (dogmatik) inanılacak birşey değil, kainatın anlaşılması ve anlatılması noktasında da kolaylık vesilesi olduğunu söyler. Tabiat Risalesi'nden tutun Ayetü'l-Kübra'ya, oradan 33. Pencere'ye kadar Risale-i Nur'un en çok öğretmeye çalıştığı (ve başardığı) şeylerden birisi kainatın tevhidle açıklanmasının, şirkle açıklanmasından daha kolay olmasıdır. "Din kolaylıktır" hadis-i şerifine de bir yönüyle dokunan bu tesbitin tekerrürü o kadar çok ve çeşitlidir ki külliyatta, bir tanesini alıp geçeyim:
"Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.
Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur."
Bold yaptığım (koyulaştırdığım) kısma dikkat edilirse Bediüzzaman'ın bu tevhid kolaylığını "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayetiyle de bağladığı ve belki o ayetin tefekküründen bu noktaya geldiği anlaşılır. Fakat yalnızca bu değil, örneğin; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti!" diyen Enbiya 22 de başka bir açıdan (alternatifin imkansızlığı açısından) aynı hakikatin altına mührünü basar. Fakat burada, Bediüzzaman, bir ayete daha atıf yapıyor verdiği misalle. Zümer sûresi, 29: "Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler." Yalnızca köleyi nefer yapıyor.
Yani nihayetinde tevhid, bunun yönetim biçimi olarak düşünülürse Rububiyet, kainattaki düzeni ve uyumu anlatmakta daha mantıklı (hatta tek mantıklı) yoldur. Allah, nihayetsiz esmasının tecellisi olarak yarattığı kainatı; bu esmayı bir nevi, tabir-i caizse, çok kusurlu bir benzetme olarak veriyorum bunu, farkındayım; kuvvetler ayrılığı gibi, hatta kuvvetin değil de insandaki algının sınırlılığından kaynaklanan bir ayrılık gibi düşünürsek, insanın nazarında ayrıymış gibi görünen bu kuvvetleri, en nihayet tevhid içinde toplar. İman; birbirinden farklı görünen eşyanın parçalarını, bu farklılığın aslında aynı birin tecellileri olduğunu anlamak ve kabul etmekle olur. Eğer, sınırlılığımızın da payı olan bu farklılıkları farklı ilahlara verirsek, esmayı paylaştırmış oluruz ki, bu da şirktir. Şirk, kainattaki 'farklılıklar içre mükemmel düzeni' açıklayamaz.
Geriye dönelim, en başa hem de. Cumhurbaşkanlığı veya HSYK seçimlerinin öncesinde/sonrasında konuşulan yargının hükümetin güdümüne girmesi ve bunun yanlış olduğu eleştirileri, eğer burada kastedilen şey; yargının da milletin iradesine doğrudan bağlanması ise, haksız eleştirilerdir. Zira işlerin selameti açısından birbirini denetleyebilir, sınırlayabilir kuvvetler ayrılığı işgörür dursa da, son minvalde, cumhuriyet sisteminde, tüm yetkinin sahibi ve paylaştırıcısı millet olduğundan, yine o kuvvetler millet elinde tevhid edilmelidir. Fakat altını çizmek istiyorum: İktidarın elinde değil, milletin elinde. Hükümet/iktidar seçim sistemi dolayısıyla, milletin iradesini en çabuk, en sık yansıttığı ayna olduğundan yetkiyi elinde toplamayı hakeder.
Bundan daha ideali ise, ayrık bu üç gücün de millet tarafından seçilmesidir. Yani ideal devlet, bence, kuvvetler ayrılığına sahip olmakla birlikte, bu ayrılığı son minvalde milletin eline bırakan devlettir. "Yok, millet yalnız hükümeti seçer, ordu başka bir güçtür, yargı başka bir güçtür, cumhurbaşkanlığı başka bir güçtür; hükümet haricindekiler millete sormadan bu devlet gücünü paylaşırlar!" gibi düşünülüyorsa, bu bizi ayet-i kerimenin dikkat çektiği kaosa götürür. Yerde veya gökte ilahların sayısı iki olmayacağı gibi, hiçbir devlet düzeninde otoritenin sayısı iki olmaz, çünkü düzen fesada uğrar. Tıpkı cumhuriyet macerası boyunca sayısız yönetim krizi yaşayan Türkiye'de olduğu gibi.
Ki İslam'ın ideale en yakın devlet düzeni diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin dönemi de, içerdiği halifelik sistemi ile, seçim ve biat usulünü, son minvalde bütün yetkinin halifede toplandığı bir şekilde uygular.[1]
Bu açıdan vesayet ve şirk arasında teolojik olmasa da yönetimbilim anlamında bir benzerlik bulunmaktadır. Şirk nasıl, Allah'ın mülküne varolmayan kurgu ilahlar dahil edip, Onun elinden (haşa) mülkünü gasbetmeye çalışmaktır; vesayet de aynı şekilde, kurgu veya dayatma otoritelerle milletin elinden yönetim ve seçim hakkını çalmaktır.
Mazimiz, hassaten ordu vesayetinin izleriyle dolu. Ancak aslında tüm bu darbelerde son imzayı atan yargıdır. Türkiye, vesayet içinde vesayet bulunan bir sarmaldadır ve bunun son versiyonu da Gülen Örgütüdür. HSYK, MGK veya YÖK gibi kurumlarla milletin iradesine hep fren konulmuştur. Hep yetkisi gaspedilmiştir. Şimdi buna yavaş yavaş "Dur!" demeye başladık. Yetkiyi tevhid etmek en doğrusu millet elinde. Ama bu şu da olmamalı: Millet adına vesayetleri sonlandıran iktidar, iktidar vesayeti de yaratmamalı. Kuvvetler âdil olmalı. Ancak ayrık olmak uyumsuzluğa sebebiyet vermemeli. Yeni anayasa bunu sağlamalı. Şunu da belirtmeliyim: En az korktuğum iktidar vesayeti. Çünkü seçimle yine millete mecbur olduğundan, değiştirmesi en kolayı o. Yeter ki, bütün dizginler 'dokunulmaz' kurumların değil, milletin elinde olsun.
[1] Anısına yazılan bir eserde, M. Kaya Canpolat tarafından, İdris Küçükömer'in de, Asya toplumlarında 'iktidarın bölünmezliği' ilkesine bağlı kalındığını, Batı'da ise 'kuvvetler ayrılığı' savunulduğu için sivil toplumun daha kolay geliştiğini savunduğu aktarılıyor. (Anılar ve Düşünceler, Profil Yayınları, s. 98)
6 Eylül 2014 Cumartesi
Mutlak vekilliğe serzenişler 1: Müminler seçse daha iyi olmaz mı?
"Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bakara sûresi, 118.
Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik isimli eserinde 'Doktrinde Direnme Hakkı/Konusu' başlığını ele alırken Hulefa-i Raşidin dönemine (r.a.) dair ilginç bilgi aktarır:
"Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan yönetim sisteminde, Müslümanların genel oyları ile seçilmiş halife, aynen İslam'dan önce kendi akranları arasında seçilen bir kabile başkanı gibi 'eşitler arasında birinci' (primus inter pares) bir şahsiyettir. (...) Bunu izleyen sonuç, Hz. Peygamberden sonra seçilen yöneticilerin Allah'ın değil, ancak Hz. Peygamberin dünyevi kişiliğinin halifesi (temsilcisi) olabileceğidir. Halifetullah (Allah'ın halifesi) sıfatı, Hz. Peygamberden sonra toplumun yöneticisi seçilen Hz. Ebu Bekir tarafından reddedilmiştir. Kaldı ki, Ömer b. Hattab (r.a.) bu nitelemenin bile uygun olmadığını düşünmüş olmalı ki, kendisi için 'emirü'l-mü'minin' (inananların yöneticisi) sıfatını daha uygun bulmuştur."
İlgili bölümün içerisinde, aynı zamanda, gücünü 'ilahî seçilmişlik' üzerine zeminlendirmiş 'otorite'lerin halklarına nasıl zulümler ettiği de anlatılır. Böylesi iktidarların/otoritelerin güçlerini halktan değil, doğrudan Allah'tan aldıklarını savundukları için halkın hoşnutluğunu kazanmak gibi uğraşları da yoktur. Hesap vermezler ve kendilerine yapılan itaatsizliği de doğrudan Allah'a yapılmış gibi algılarlar. Böyle otorite sapkınlıklarının olduğu bir dünya tarihinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer efendilerimin duruşları ne kadar anlamlı ve örnek alınasıdır.
Geçmiş yazılarımı takip edenler, neredeyse bir yılımızı tartışmalarıyla alıp götüren AK Parti-Gülen Örgütü gerilimi sırasında neden AK Partinin yanında durduğumu hatırlarlar. O duruşun da zemini, işte, özetle; yukarıdaki metindir. Kendinde 'ilahî bir seçilmişlik' gören Gülen Örgütü ve otoritesi, elbette gücünü 'milletin iradesinden' alan ve bunu dokuz kez seçimle de sınamaya/doğrulamaya/onaya açan bir siyasî iradeye karşı tercih edilemez. Otoriteyi eline almada haklı görülemez. Kendini 'emirü'l-mü'minin' gören bir otorite, Hulefa-i Raşidin'in yukarıdaki bahiste bize verdiği dersle, kendini yönetimin seçilmiş ve sınanmaz sahibi gibi görenlerden daha tercih edilirdir. Hâkimiyetleri meşrudur.
Kusurları da olsa, bu böyledir. Çünkü ötekini değil seçime tâbi tutmanız, sınamanız bile hemen Gayretullaha dokundurulur! Allah'a isyan gibi algılanır. (Bu arada bir not: Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kemalist Türkiye'nin Din Yanlışları kitabında, 'İcma-ı Ümmet ve İrade-i Milliye' başlıklı yazısında, irade-i milliyenin icma-ı ümmet anlamına geldiğini söyler.) Aslında bu dersi Bediüzzaman'dan aldığım bir yerler de var. Mesela Sünuhat'taki şu bahis:
"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfîzîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet (eyvah!) nihayet miskinlikte karar kıldı.
Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."
Benim bu bahisten kendimce şudur: Yüzünü her zaman ümmete, fıtrata dön. Yani bir nevi kendi hükümlerini/kanaatlerini icma ile sına. Ümmet ve fıtrat iki aynan olsun. Onların duruşlarıyla kendi duruşunu/kanaatini düzelt, ayarla veya en azından bir sigaya çek. Çünkü nass-ı hadisle buyurulmuştur ki; ümmet dalalet üzere birleşmez. Bak, Emeviler, yola başladıkları yer yanlış iken, yüzlerini ümmetten ayırmadıkları için en nihayet ehl-i sünnete dahil oldular. Aleviler ise; yola başladıkları yer doğru iken, o haklılıktan bir elitizm veya taassup ürettikleri için, her adımlarını tekrar be tekrar sınamadıkları için, haklılıklarını ümmetten ayrılmaya yol kıldıkları için, en nihayet Rafiziliğe vardılar. (Metin Karabaşoğlu abinin bu bahisten çıkardığı ve bize verdiği ders, tek cümle ile şöyle: "Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.") Zira Bediüzzaman yine Emevilerin, Ehl-i Beyt'le kıyaslanmaktan yaşadıkları güçlükleri anlatmak için diyor:
"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."
Yani ehl-i İslam nazarında mevkisini korumaya çalışan, yüzü ümmete dönük olan kazanıyor. Başarılarından bir 'seçilmişlik' dili üretenler değil. Azlığından elitizm, çokluğundan asabiyet üretenler değil. Ötekini kazanmaya çalışanı ve ne söylediğini önemseyeni Allah 'denge'ye ve istikamete mazhar kılıyor. Çünkü denge parçalarımızda değil, bütünümüzde. Hayır küllî, şer ise cüzî.
Bu yönüyle elbette seçimle başa gelenler ve sınanabilenler, kendi iç yapısı oligarşik olan; değil başındaki hocayı, en küçük dersanesindeki imamı/abiyi bile seçimle değil atamayla göreve getiren bir yapıdan daha demokratiktir ve icma sırrına daha yakındır. Bu noktada değil yalnız Gülenistlerin, Nurcu grupların da bir iç eleştiri üretmeleri gerekmektedir. Başta 'mutlak vekillik' meselesinden tutun, cemaatler içerisinde işleyen meşveret ve istişarelere kadar bütün yapılanmalar bu 'ümmete ve fıtrata dönüş'ün esaslarını ne kadar yerine getiriyor sınamalıdır. Başta 'mutlak vekillik' meselesi olmak üzere, diğer bütün meselelerde oligarşiye değil, icma-ı ümmete daha yakın olan cumhuriyete heves etmelidir müminler. Abiler dayatılmamalıdır. Abiler seçilebilmelidir.
Hazır dokunmuşken o konuya, o konuya dair de birşeyler yazmak istiyorum: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde geçen 'mutlak vekil' ifadesi bilerek veya bilmeyerek Nurcu gruplar arasında bir oligarşinin, bir vesayetin aracı kılınmaya çalışılıyor. İlgili metinde geçen ifadeden hareketle 'otoritenin' artık Bediüzzaman'dan vekil tayin ettiği abilere geçtiği ve Nurculuk adına verilecek bütün kararlarda son merciin artık onlar olduğu üzere saçma sapan bir argüman üretiliyor. Bu tam bir cerbezedir. Bediüzzaman'ın mesajının bütününü görmezden gelip; bir parçada, bir paragrafta talebelerini boğmaya çalışmaktır.
Bir kere Bediüzzaman, kendisi hayattayken dahi, zatını bütün kararların son mercii ilan etmemiştir ki? Defaatle istişareye ve talebelerinin alacağı karara sevk etmiştir işlerini. Kendisini 'dindar bir cumhuriyetçi' olarak tarif etmiştir. Hatta eserlerinin tesirini bile zatına değil, metinlerindeki hakikatlere bina etmeye çalışmış, kendisini ziyaret edeceklere dahi kitaplarını okumalarını, bunun daha faydalı olacağını söylemiştir. Böyle bir Bediüzzaman örneği, tüm detaylarıyla ve böyle bir külliyat, tüm eserleriyle karşımızdayken nasıl içimizdeki bazı Nurcular kalkıp bir nevi postnişinlik/saltanat gibi hayal ettikleri mutlak vekilliği bazı abilerin omuzlarına bırakmaktadır? Bediüzzaman'ın bize mirası bir oligarşi midir? İlgili metni de alıntılayayım buraya:
"Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur'un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur'un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat'î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım."
Gördüğünüz gibi arkadaşlar, metnin her tarafı bağırıyor ki: Bu bir üstünlük, veraset, postnişinlik, hâkimiyet tayini değildir. Bir kere başta diyor: 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil.' (Yani bu abiler diğer talebelerin fevkinde sayılmayacaklar.) Sınırını tayin ediyor: 'bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler' (bir derece'ye dikkat, yine sınır). Devamında kendi konumunu (yani vekalet edecekleri şeyi) anlatıyor: 'Said de bir hizmetkârdır.' Yani demiyor ki: Şimdiye kadar bütün kararları ben veriyordum. Bundan sonra da bütün kararlar bu insanların elinde. Ben bir hizmetkârdım. Bu kardeşlerim de bundan sonra hizmetime devam edecekler diyor. Ve metnin nihayeti o mutlak vekil tayininin hikmetini söylüyor: Vefatımla aksayabilecek şeyler var. Onların devamında sorun olmasın diye yapıyorum vazifelendirmeyi.
Bu metinde ne "Bundan sonra ne meseleniz olursa, hepinizin alacağı kararlarda bu arkadaşlar tasarruf sahibidir, yetki onlardadır" tayini var, ne de onlara bırakılmış manevî ve müceddidî bir veraset. Bu metinden benim aldığım tek ders: Bu abilerin Üstada dair anlattıkları dinlenmeli, ders alınmalı, kendilerine hürmet edilmeli. Fakat bizim irademizi manevî bir istibdat altına alacak, kararlarımızı belirleyecek, Nurcuların iradelerini tayin edecek ve her konuda son kararı onlar verecek gibi bir tayin yok ve zaten Bediüzzaman'ın yolu da öyle bir yol değil:
"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."
Eserlerinde defaatle bu dersi veren Bediüzzaman, herhalde ömrünün son zamanlarında birden fikir değiştirip "Şu, şu arkadaşlar size şeyhlik misal benim bir mutlak vekilliğimi yapabilirler!" tarzına dönmedi öyle değil mi? Nasıl olup da oradan böylesi bir veraset tayini çıkıyor? Neden Risale-i Nur'u bu denli bilen insanların böylesi bir oligarşiye heves ettiklerini, hatta savunduklarını anlayamıyorum. Son bandrol meselesinde bile bu vesayet açlığını hissedenlerin takındıkları garip tavırlar var. Külliyat umumun malıyken, birileri yetkiyi yalnız kendine istiyor. Neden, neden, neden? Ümmet olmak daha güzel değil mi? Halife-i Bediüzzaman olmaktansa, emirü'l-mü'minin olmak daha ahsen değil mi?
Ümmete yüzümüzü dönmek; bütünün temsilini, bütünün onay verdiği ve seçtiği/sınayabildiği insanlar eşliğinde ve fertlerin iradesini yok etmeden koruyabilmek şeriata da, Kur'an'a da, hikmete de, Risale metinlerine de daha uygun bir yolken; neden vesayetlere heves ediliyor? Gülencilerin başına gelen yeterince ders olmadı mı? Neden hâlâ onları vartaya sürükleyen huylarını taklide yelteniyoruz? (Bir zamanlar da başarılarına gıpta edip herşeyimizi onlara göre dizayn etmeye çalışırdık.) Bir kere de çukura düşmeden "Bu çukurdur!" diyelim yahu! Güce değil, katılıma değer verelim.
Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik isimli eserinde 'Doktrinde Direnme Hakkı/Konusu' başlığını ele alırken Hulefa-i Raşidin dönemine (r.a.) dair ilginç bilgi aktarır:
"Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan yönetim sisteminde, Müslümanların genel oyları ile seçilmiş halife, aynen İslam'dan önce kendi akranları arasında seçilen bir kabile başkanı gibi 'eşitler arasında birinci' (primus inter pares) bir şahsiyettir. (...) Bunu izleyen sonuç, Hz. Peygamberden sonra seçilen yöneticilerin Allah'ın değil, ancak Hz. Peygamberin dünyevi kişiliğinin halifesi (temsilcisi) olabileceğidir. Halifetullah (Allah'ın halifesi) sıfatı, Hz. Peygamberden sonra toplumun yöneticisi seçilen Hz. Ebu Bekir tarafından reddedilmiştir. Kaldı ki, Ömer b. Hattab (r.a.) bu nitelemenin bile uygun olmadığını düşünmüş olmalı ki, kendisi için 'emirü'l-mü'minin' (inananların yöneticisi) sıfatını daha uygun bulmuştur."
İlgili bölümün içerisinde, aynı zamanda, gücünü 'ilahî seçilmişlik' üzerine zeminlendirmiş 'otorite'lerin halklarına nasıl zulümler ettiği de anlatılır. Böylesi iktidarların/otoritelerin güçlerini halktan değil, doğrudan Allah'tan aldıklarını savundukları için halkın hoşnutluğunu kazanmak gibi uğraşları da yoktur. Hesap vermezler ve kendilerine yapılan itaatsizliği de doğrudan Allah'a yapılmış gibi algılarlar. Böyle otorite sapkınlıklarının olduğu bir dünya tarihinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer efendilerimin duruşları ne kadar anlamlı ve örnek alınasıdır.
Geçmiş yazılarımı takip edenler, neredeyse bir yılımızı tartışmalarıyla alıp götüren AK Parti-Gülen Örgütü gerilimi sırasında neden AK Partinin yanında durduğumu hatırlarlar. O duruşun da zemini, işte, özetle; yukarıdaki metindir. Kendinde 'ilahî bir seçilmişlik' gören Gülen Örgütü ve otoritesi, elbette gücünü 'milletin iradesinden' alan ve bunu dokuz kez seçimle de sınamaya/doğrulamaya/onaya açan bir siyasî iradeye karşı tercih edilemez. Otoriteyi eline almada haklı görülemez. Kendini 'emirü'l-mü'minin' gören bir otorite, Hulefa-i Raşidin'in yukarıdaki bahiste bize verdiği dersle, kendini yönetimin seçilmiş ve sınanmaz sahibi gibi görenlerden daha tercih edilirdir. Hâkimiyetleri meşrudur.
Kusurları da olsa, bu böyledir. Çünkü ötekini değil seçime tâbi tutmanız, sınamanız bile hemen Gayretullaha dokundurulur! Allah'a isyan gibi algılanır. (Bu arada bir not: Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kemalist Türkiye'nin Din Yanlışları kitabında, 'İcma-ı Ümmet ve İrade-i Milliye' başlıklı yazısında, irade-i milliyenin icma-ı ümmet anlamına geldiğini söyler.) Aslında bu dersi Bediüzzaman'dan aldığım bir yerler de var. Mesela Sünuhat'taki şu bahis:
"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfîzîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet (eyvah!) nihayet miskinlikte karar kıldı.
Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."
Benim bu bahisten kendimce şudur: Yüzünü her zaman ümmete, fıtrata dön. Yani bir nevi kendi hükümlerini/kanaatlerini icma ile sına. Ümmet ve fıtrat iki aynan olsun. Onların duruşlarıyla kendi duruşunu/kanaatini düzelt, ayarla veya en azından bir sigaya çek. Çünkü nass-ı hadisle buyurulmuştur ki; ümmet dalalet üzere birleşmez. Bak, Emeviler, yola başladıkları yer yanlış iken, yüzlerini ümmetten ayırmadıkları için en nihayet ehl-i sünnete dahil oldular. Aleviler ise; yola başladıkları yer doğru iken, o haklılıktan bir elitizm veya taassup ürettikleri için, her adımlarını tekrar be tekrar sınamadıkları için, haklılıklarını ümmetten ayrılmaya yol kıldıkları için, en nihayet Rafiziliğe vardılar. (Metin Karabaşoğlu abinin bu bahisten çıkardığı ve bize verdiği ders, tek cümle ile şöyle: "Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.") Zira Bediüzzaman yine Emevilerin, Ehl-i Beyt'le kıyaslanmaktan yaşadıkları güçlükleri anlatmak için diyor:
"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."
Yani ehl-i İslam nazarında mevkisini korumaya çalışan, yüzü ümmete dönük olan kazanıyor. Başarılarından bir 'seçilmişlik' dili üretenler değil. Azlığından elitizm, çokluğundan asabiyet üretenler değil. Ötekini kazanmaya çalışanı ve ne söylediğini önemseyeni Allah 'denge'ye ve istikamete mazhar kılıyor. Çünkü denge parçalarımızda değil, bütünümüzde. Hayır küllî, şer ise cüzî.
Bu yönüyle elbette seçimle başa gelenler ve sınanabilenler, kendi iç yapısı oligarşik olan; değil başındaki hocayı, en küçük dersanesindeki imamı/abiyi bile seçimle değil atamayla göreve getiren bir yapıdan daha demokratiktir ve icma sırrına daha yakındır. Bu noktada değil yalnız Gülenistlerin, Nurcu grupların da bir iç eleştiri üretmeleri gerekmektedir. Başta 'mutlak vekillik' meselesinden tutun, cemaatler içerisinde işleyen meşveret ve istişarelere kadar bütün yapılanmalar bu 'ümmete ve fıtrata dönüş'ün esaslarını ne kadar yerine getiriyor sınamalıdır. Başta 'mutlak vekillik' meselesi olmak üzere, diğer bütün meselelerde oligarşiye değil, icma-ı ümmete daha yakın olan cumhuriyete heves etmelidir müminler. Abiler dayatılmamalıdır. Abiler seçilebilmelidir.
Hazır dokunmuşken o konuya, o konuya dair de birşeyler yazmak istiyorum: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde geçen 'mutlak vekil' ifadesi bilerek veya bilmeyerek Nurcu gruplar arasında bir oligarşinin, bir vesayetin aracı kılınmaya çalışılıyor. İlgili metinde geçen ifadeden hareketle 'otoritenin' artık Bediüzzaman'dan vekil tayin ettiği abilere geçtiği ve Nurculuk adına verilecek bütün kararlarda son merciin artık onlar olduğu üzere saçma sapan bir argüman üretiliyor. Bu tam bir cerbezedir. Bediüzzaman'ın mesajının bütününü görmezden gelip; bir parçada, bir paragrafta talebelerini boğmaya çalışmaktır.
Bir kere Bediüzzaman, kendisi hayattayken dahi, zatını bütün kararların son mercii ilan etmemiştir ki? Defaatle istişareye ve talebelerinin alacağı karara sevk etmiştir işlerini. Kendisini 'dindar bir cumhuriyetçi' olarak tarif etmiştir. Hatta eserlerinin tesirini bile zatına değil, metinlerindeki hakikatlere bina etmeye çalışmış, kendisini ziyaret edeceklere dahi kitaplarını okumalarını, bunun daha faydalı olacağını söylemiştir. Böyle bir Bediüzzaman örneği, tüm detaylarıyla ve böyle bir külliyat, tüm eserleriyle karşımızdayken nasıl içimizdeki bazı Nurcular kalkıp bir nevi postnişinlik/saltanat gibi hayal ettikleri mutlak vekilliği bazı abilerin omuzlarına bırakmaktadır? Bediüzzaman'ın bize mirası bir oligarşi midir? İlgili metni de alıntılayayım buraya:
"Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur'un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur'un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat'î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım."
Gördüğünüz gibi arkadaşlar, metnin her tarafı bağırıyor ki: Bu bir üstünlük, veraset, postnişinlik, hâkimiyet tayini değildir. Bir kere başta diyor: 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil.' (Yani bu abiler diğer talebelerin fevkinde sayılmayacaklar.) Sınırını tayin ediyor: 'bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler' (bir derece'ye dikkat, yine sınır). Devamında kendi konumunu (yani vekalet edecekleri şeyi) anlatıyor: 'Said de bir hizmetkârdır.' Yani demiyor ki: Şimdiye kadar bütün kararları ben veriyordum. Bundan sonra da bütün kararlar bu insanların elinde. Ben bir hizmetkârdım. Bu kardeşlerim de bundan sonra hizmetime devam edecekler diyor. Ve metnin nihayeti o mutlak vekil tayininin hikmetini söylüyor: Vefatımla aksayabilecek şeyler var. Onların devamında sorun olmasın diye yapıyorum vazifelendirmeyi.
Bu metinde ne "Bundan sonra ne meseleniz olursa, hepinizin alacağı kararlarda bu arkadaşlar tasarruf sahibidir, yetki onlardadır" tayini var, ne de onlara bırakılmış manevî ve müceddidî bir veraset. Bu metinden benim aldığım tek ders: Bu abilerin Üstada dair anlattıkları dinlenmeli, ders alınmalı, kendilerine hürmet edilmeli. Fakat bizim irademizi manevî bir istibdat altına alacak, kararlarımızı belirleyecek, Nurcuların iradelerini tayin edecek ve her konuda son kararı onlar verecek gibi bir tayin yok ve zaten Bediüzzaman'ın yolu da öyle bir yol değil:
"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."
Eserlerinde defaatle bu dersi veren Bediüzzaman, herhalde ömrünün son zamanlarında birden fikir değiştirip "Şu, şu arkadaşlar size şeyhlik misal benim bir mutlak vekilliğimi yapabilirler!" tarzına dönmedi öyle değil mi? Nasıl olup da oradan böylesi bir veraset tayini çıkıyor? Neden Risale-i Nur'u bu denli bilen insanların böylesi bir oligarşiye heves ettiklerini, hatta savunduklarını anlayamıyorum. Son bandrol meselesinde bile bu vesayet açlığını hissedenlerin takındıkları garip tavırlar var. Külliyat umumun malıyken, birileri yetkiyi yalnız kendine istiyor. Neden, neden, neden? Ümmet olmak daha güzel değil mi? Halife-i Bediüzzaman olmaktansa, emirü'l-mü'minin olmak daha ahsen değil mi?
Ümmete yüzümüzü dönmek; bütünün temsilini, bütünün onay verdiği ve seçtiği/sınayabildiği insanlar eşliğinde ve fertlerin iradesini yok etmeden koruyabilmek şeriata da, Kur'an'a da, hikmete de, Risale metinlerine de daha uygun bir yolken; neden vesayetlere heves ediliyor? Gülencilerin başına gelen yeterince ders olmadı mı? Neden hâlâ onları vartaya sürükleyen huylarını taklide yelteniyoruz? (Bir zamanlar da başarılarına gıpta edip herşeyimizi onlara göre dizayn etmeye çalışırdık.) Bir kere de çukura düşmeden "Bu çukurdur!" diyelim yahu! Güce değil, katılıma değer verelim.
3 Temmuz 2014 Perşembe
Çok da 'kucak delisi' olmamak lazım
"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir..." Muhammed sûresi, 35'ten.
Efendim, malumunuz CB seçimleri yaklaştı. Eh, adaylarımız da belli oldu gibi. Benim de bunun üzerine iki tike birşeyler karalamam yerinde olur. Hakkında laf etmediğim mevzu kalmadı zaten; bir de bu meseleye, biraz da yüzünüzü güldürmeye çalışarak değineyim: Öncelikle şu CB'lığının devlet kademesinde nasıl bir yere tekabül ettiğini anlamış değilim. Ne amaçla oraya birisini oturtuyoruz biz? "Başında bir büyük bulunsun" diye mi? Yoksa başka bir fonksiyonu da var mı? Örneğin: Başbakanlık çalışma makamı, CB'lığı da acaba 'kucaklama' makamı mı oluyor?
Bunu soruyorum, çünkü bu sıralar CB'lığı hakkında yazısını okuduğum, sözünü dinlediğim neredeyse herkes onun o meşhur kucaklamasından bahsedip duruyorlar. Öyle ki; insan falan ayırmayacak, herkesi saracak halat gibi kolları olacak. Bir nevi takım elbiseli Noel Baba. Öyle birşey canlanıyor insanın hayalinde. Yoksa istenilen bulunduğu makamda çalışması, proje üretmesi falan değil. Ülkeyi daha ileri bir noktaya getirmesinden de bahseden az. Adaylardan birisi de bunu dile getirdi zaten. "O makam öyle proje makamı değil" gibisinden birşey dedi. Herkesin niyetini başka. İyi olan kazansın.
Bu iş geçmişten beri böyle. Ne zaman CB'lığı adayları sıraya dizilse aranılan özellik çalışması değil, kucaklayıcı olması. Ben bu kucaklayıcılık işine takıldım. Kucaklayıcılık ile kastedilen ne? Herkesin hoşuna gitmesi mi? Dostlarım, azıcık bu ülkede yaşayan herkes bilir ki, birşeyler yapmaya çalıştığınız anda birileri sizi sever, birileri sizi sevmez. Sahada olmanın getirisidir/riskidir bu. Bu ülkede ancak 'taşın altına elini koymayanlar' herkes tarafından sevildiklerini sanabilirler. Hep kazanan ata oynayanlar, ama rengini belli etmeyenler. O tipler dışında herkesin sevdiği bir adam yok. Hele yaptığınız bir ülkeyi yönetmekse, ancak cenazenizde çok sayıda insan olmasıyla mükafatlandırılırsınız, herkesin sizi sevmesiyle değil.
Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'e verdiği Ayasofya camii örneğini hatırlayalım. O camiye girdinse, bir kere riski aldın. Artık orada yapacağın davranış ya serserileri sevindirecek ya müminleri. İkisini birden sevindirmek demek duruşsuzluk demek. Herkesin sevdiği insanlardan korkarım ben. Lisede bir arkadaşımın Gülen grubu hakkındaki (ki o aralar ben de onlara takılıyorum) enteresan feryadını hatırlarım: "Abi adamların hiç mi kavgalı oldukları birşey olmaz. Herkesle araları iyi. Herkesi idare ediyorlar. Böyle olmaz ki." Kulakları çınlasın. O zaman gözümü açamamıştı. Ama benim gözüm sonradan başka vesilelerle açıldı. Duruşsuzluğun aynı zamanda kimliksizlik veyahut bir çok kimlilik sorunu olduğunu anladım, karaladım hakkında birşeyler. Yeniden CB'lığına dönersek:
Efendim, kucaklayıcılığın zıttı da kutuplaştırıcılık. Ne demek o? Şu demek: Eğer toplum gergin saflara ayrılıyorsa, sen kutuplaştırıcısın. (Sesteki tonlamadan kötü birşey olduğunu anlayabiliyoruz.) Bu nedenle senin o makamda olmaman lazım. İyi de, bugün barış gibi, özgürlük gibi en kavgasız kavramları bile ele alsanız; arkasında durmaya çalıştığınız anda karşınızda kutuplar belirir. Barış sürecini ele alalım mesela. Barış sürecine bugün herkes taraftardır diyebilir miyiz? Diyemiyoruz, ama cesaretle arkasında durulursa; yani kutuplaşmanın oluşturduğu gerilime karşı ölçülü bir mücadele verilirse, halkın çoğunluğu istiyor, bir asırlık bu parantez kapanabilir diyoruz. Bu ümit de kucaklayıcılıktan değil, cesur bir meydan okuyuştan güç alıyor. 12 yıllık iktidarı döneminde Erdoğan'ın ve ekibinin başardığı çoğu şey de bu meydan okuyuculukla gerçek oldu. Yolda gördüğü herkesi kucakladığı için değil. (Onu Hasan Celal Güzel yapıyordu, tutmadı.) Kucaklayıcılıkta ne arıyoruz? Bunu iyi analiz etmek gerek.
Emirdağ Lahikası'nda, Bediüzzaman'ın, Mustafa Kemal tarafından Şeyh Sünûsî yerine vaiz-i umumî atanması teklifini neden kabul etmediğini izah etttiği yer de bu analizimize katkı yapabilir: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi."
Ve yine Gülen grubuna geri dönelim. Bugün bu grubun girdiği hal, düştüğü durum, biraz da geçmişte herkesi kucaklamaya çalışmasından değil mi? Kendisi gibi dinî bir kimlik temsil eden gruplar dışında farklı kimlikli olanlardan; solculardan, Amerikalılardan, İsraillilerden, başka din mensubu cemiyetlerden, kapitalistlerden, hatta masonik faaliyetler gösterdiği bilinen yerlerden bile kucakladığı insanlar var. Bunu şimdiye kadar hizmetlerin yürümesi için bir strateji olarak anlatıyordu. "Gönülleri ısındırıyordu." Fakat nihayeti öyle olmadı. Bu herkese kendini beğendirme çabasıdır ki, bugün kimsenin onları beğenmemesiyle netice verdi. Beğeniyor sandıkları da aslında vakit dolduruyor. İşlerine yaramadıklarını anladıkları anda sırtlarını dönecekler.
Gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu'na. Kendisini pek tanımam. Bir kitabını okumuştum sadece. Ama gelişi itibariyle hoş çağrışımlar yapmadı. Ramazan Ramazan Anıtkabir ziyareti (hatta hızını alamayıp İsmet İnönü'ye doğru da bir tur attı sonra) bir tuhaf oldu. Onu da geçeyim: Bir kere çatısına çıktığı binanın sütunları bir tuhaf. Bir tarafta Haydar Baş var. Öteki tarafta CHP var. Diğer tarafta MHP var. Bu yanda da Gülengiller var. Bu adamlar daha düne kadar birbirlerini yiyen, demediklerini bırakmayan gruplardı. Haydar Baş'a karşı Gülen grubunda hissedilenleri Şubat Soğuğu dizisindeki Şah Veli karakteri hatırlatır herkese. CHP ve MHP'nin arasındaki bu muhabbet ise 80'li görmüşler için elektroşok etkisi yapıyor. Dahası da var. Bu çatının altında bir de Yeniasya var. Boyu küçük, ama olsun, gelenekteki işlevi büyük. Onlar da Gülengillerle, CHP'yle, Haydar Baş'la sorunlu bir geçmişe sahipler. Fakat ne enteresan, onlar da bu çatının altına dahil oldular.
Eh be muhterem okurlarım, hani Erdoğan'ın kutuplaştırıcılığı? Adam Türk-Kürt barışını sağladığı gibi perde arkasından başka kardeşlik projeleri de yürütüyor anlaşılan. Bakınız; CHP-MHP ile barıştı. (CHP'nin genel başkanı, otobüste, ülkücü işareti bilem yaptı, o derece.) Gülengillerle Yeniasya barıştı. Sonra bu ikisi Haydar Baş ve ekibiyle barıştı. Hepsi bir çatının altına girdiler, bir seçim boyunca mutlu yaşayacaklar. Hani Erdoğan kutuplaştırıyordu? Yahu Gezi'de bile ne enteresan posterlerin, bayrakların yanyana geldiğini gördük. Neler neler beraberdi. Hiç dünyada bir araya gelmez dediğimiz gruplar bir aradaydı. Sahi, Erdoğan böyle mi kutuplaştırıyor? Ben bu acip işe de şaşkınlığımı ifade eder, siyasette 'çok da kucak aramamalı' diye buraya not düşerim muhterem okurlarım. Allah, başımıza, bizi geleceğe cesaretle taşıyacak ve bu güzel yolda hilafına çalışanları kucaklamayacak bir CB nasip etsin. Amin.
Efendim, malumunuz CB seçimleri yaklaştı. Eh, adaylarımız da belli oldu gibi. Benim de bunun üzerine iki tike birşeyler karalamam yerinde olur. Hakkında laf etmediğim mevzu kalmadı zaten; bir de bu meseleye, biraz da yüzünüzü güldürmeye çalışarak değineyim: Öncelikle şu CB'lığının devlet kademesinde nasıl bir yere tekabül ettiğini anlamış değilim. Ne amaçla oraya birisini oturtuyoruz biz? "Başında bir büyük bulunsun" diye mi? Yoksa başka bir fonksiyonu da var mı? Örneğin: Başbakanlık çalışma makamı, CB'lığı da acaba 'kucaklama' makamı mı oluyor?
Bunu soruyorum, çünkü bu sıralar CB'lığı hakkında yazısını okuduğum, sözünü dinlediğim neredeyse herkes onun o meşhur kucaklamasından bahsedip duruyorlar. Öyle ki; insan falan ayırmayacak, herkesi saracak halat gibi kolları olacak. Bir nevi takım elbiseli Noel Baba. Öyle birşey canlanıyor insanın hayalinde. Yoksa istenilen bulunduğu makamda çalışması, proje üretmesi falan değil. Ülkeyi daha ileri bir noktaya getirmesinden de bahseden az. Adaylardan birisi de bunu dile getirdi zaten. "O makam öyle proje makamı değil" gibisinden birşey dedi. Herkesin niyetini başka. İyi olan kazansın.
Bu iş geçmişten beri böyle. Ne zaman CB'lığı adayları sıraya dizilse aranılan özellik çalışması değil, kucaklayıcı olması. Ben bu kucaklayıcılık işine takıldım. Kucaklayıcılık ile kastedilen ne? Herkesin hoşuna gitmesi mi? Dostlarım, azıcık bu ülkede yaşayan herkes bilir ki, birşeyler yapmaya çalıştığınız anda birileri sizi sever, birileri sizi sevmez. Sahada olmanın getirisidir/riskidir bu. Bu ülkede ancak 'taşın altına elini koymayanlar' herkes tarafından sevildiklerini sanabilirler. Hep kazanan ata oynayanlar, ama rengini belli etmeyenler. O tipler dışında herkesin sevdiği bir adam yok. Hele yaptığınız bir ülkeyi yönetmekse, ancak cenazenizde çok sayıda insan olmasıyla mükafatlandırılırsınız, herkesin sizi sevmesiyle değil.
Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'e verdiği Ayasofya camii örneğini hatırlayalım. O camiye girdinse, bir kere riski aldın. Artık orada yapacağın davranış ya serserileri sevindirecek ya müminleri. İkisini birden sevindirmek demek duruşsuzluk demek. Herkesin sevdiği insanlardan korkarım ben. Lisede bir arkadaşımın Gülen grubu hakkındaki (ki o aralar ben de onlara takılıyorum) enteresan feryadını hatırlarım: "Abi adamların hiç mi kavgalı oldukları birşey olmaz. Herkesle araları iyi. Herkesi idare ediyorlar. Böyle olmaz ki." Kulakları çınlasın. O zaman gözümü açamamıştı. Ama benim gözüm sonradan başka vesilelerle açıldı. Duruşsuzluğun aynı zamanda kimliksizlik veyahut bir çok kimlilik sorunu olduğunu anladım, karaladım hakkında birşeyler. Yeniden CB'lığına dönersek:
Efendim, kucaklayıcılığın zıttı da kutuplaştırıcılık. Ne demek o? Şu demek: Eğer toplum gergin saflara ayrılıyorsa, sen kutuplaştırıcısın. (Sesteki tonlamadan kötü birşey olduğunu anlayabiliyoruz.) Bu nedenle senin o makamda olmaman lazım. İyi de, bugün barış gibi, özgürlük gibi en kavgasız kavramları bile ele alsanız; arkasında durmaya çalıştığınız anda karşınızda kutuplar belirir. Barış sürecini ele alalım mesela. Barış sürecine bugün herkes taraftardır diyebilir miyiz? Diyemiyoruz, ama cesaretle arkasında durulursa; yani kutuplaşmanın oluşturduğu gerilime karşı ölçülü bir mücadele verilirse, halkın çoğunluğu istiyor, bir asırlık bu parantez kapanabilir diyoruz. Bu ümit de kucaklayıcılıktan değil, cesur bir meydan okuyuştan güç alıyor. 12 yıllık iktidarı döneminde Erdoğan'ın ve ekibinin başardığı çoğu şey de bu meydan okuyuculukla gerçek oldu. Yolda gördüğü herkesi kucakladığı için değil. (Onu Hasan Celal Güzel yapıyordu, tutmadı.) Kucaklayıcılıkta ne arıyoruz? Bunu iyi analiz etmek gerek.
Emirdağ Lahikası'nda, Bediüzzaman'ın, Mustafa Kemal tarafından Şeyh Sünûsî yerine vaiz-i umumî atanması teklifini neden kabul etmediğini izah etttiği yer de bu analizimize katkı yapabilir: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi."
Ve yine Gülen grubuna geri dönelim. Bugün bu grubun girdiği hal, düştüğü durum, biraz da geçmişte herkesi kucaklamaya çalışmasından değil mi? Kendisi gibi dinî bir kimlik temsil eden gruplar dışında farklı kimlikli olanlardan; solculardan, Amerikalılardan, İsraillilerden, başka din mensubu cemiyetlerden, kapitalistlerden, hatta masonik faaliyetler gösterdiği bilinen yerlerden bile kucakladığı insanlar var. Bunu şimdiye kadar hizmetlerin yürümesi için bir strateji olarak anlatıyordu. "Gönülleri ısındırıyordu." Fakat nihayeti öyle olmadı. Bu herkese kendini beğendirme çabasıdır ki, bugün kimsenin onları beğenmemesiyle netice verdi. Beğeniyor sandıkları da aslında vakit dolduruyor. İşlerine yaramadıklarını anladıkları anda sırtlarını dönecekler.
Gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu'na. Kendisini pek tanımam. Bir kitabını okumuştum sadece. Ama gelişi itibariyle hoş çağrışımlar yapmadı. Ramazan Ramazan Anıtkabir ziyareti (hatta hızını alamayıp İsmet İnönü'ye doğru da bir tur attı sonra) bir tuhaf oldu. Onu da geçeyim: Bir kere çatısına çıktığı binanın sütunları bir tuhaf. Bir tarafta Haydar Baş var. Öteki tarafta CHP var. Diğer tarafta MHP var. Bu yanda da Gülengiller var. Bu adamlar daha düne kadar birbirlerini yiyen, demediklerini bırakmayan gruplardı. Haydar Baş'a karşı Gülen grubunda hissedilenleri Şubat Soğuğu dizisindeki Şah Veli karakteri hatırlatır herkese. CHP ve MHP'nin arasındaki bu muhabbet ise 80'li görmüşler için elektroşok etkisi yapıyor. Dahası da var. Bu çatının altında bir de Yeniasya var. Boyu küçük, ama olsun, gelenekteki işlevi büyük. Onlar da Gülengillerle, CHP'yle, Haydar Baş'la sorunlu bir geçmişe sahipler. Fakat ne enteresan, onlar da bu çatının altına dahil oldular.
Eh be muhterem okurlarım, hani Erdoğan'ın kutuplaştırıcılığı? Adam Türk-Kürt barışını sağladığı gibi perde arkasından başka kardeşlik projeleri de yürütüyor anlaşılan. Bakınız; CHP-MHP ile barıştı. (CHP'nin genel başkanı, otobüste, ülkücü işareti bilem yaptı, o derece.) Gülengillerle Yeniasya barıştı. Sonra bu ikisi Haydar Baş ve ekibiyle barıştı. Hepsi bir çatının altına girdiler, bir seçim boyunca mutlu yaşayacaklar. Hani Erdoğan kutuplaştırıyordu? Yahu Gezi'de bile ne enteresan posterlerin, bayrakların yanyana geldiğini gördük. Neler neler beraberdi. Hiç dünyada bir araya gelmez dediğimiz gruplar bir aradaydı. Sahi, Erdoğan böyle mi kutuplaştırıyor? Ben bu acip işe de şaşkınlığımı ifade eder, siyasette 'çok da kucak aramamalı' diye buraya not düşerim muhterem okurlarım. Allah, başımıza, bizi geleceğe cesaretle taşıyacak ve bu güzel yolda hilafına çalışanları kucaklamayacak bir CB nasip etsin. Amin.
18 Haziran 2014 Çarşamba
Şeairsiz gel bana, köşkü bile açarım sana
"Sakın zaaf göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. Sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir." Muhammed sûresi, 35.
Geçtiğimiz haftasonu SETA İstanbul'da, Mimar Hilmi ve Sırrı Şenalp'in, Mimaride Gelenek ve Bugün başlıklı semineri vardı. Gelenek, Mimari ve Kimlik seminerlerinin dördüncüsüydü bu. Seminer boyunca hocalar, geleneksel mimarinin detayları arasındaki uyum üzerine 'somut' şeyler anlattılar. Temelden ta kubbelere kadar, bir yapının her bir parçasının birbirine oranını, yani geleneksel mimarinin kimliğini oluşturan matematiği izah eder bir seminer sundular izleyicilere. Ancak seminerde anlatılan diğer bilgiler bir kenara; Hilmi Şenalp Hocanın, Berlin Camii inşaası sırasında yaşadıklarına dair anlattıkları cidden ilgi çekiciydi:
Berlin Camiini geleneksel mimariye uygun yapmaya çalıştıkça Alman yetkililerin işlerini zorlaştırdıklarını, bürokratik engellere takıldıklarını; fakat gelenekten vazgeçtikleri her noktada âdeta bütün yolların açıldığını anlattı Hilmi Hoca. Defalarca camiin kapısına def-i hacet edilmiş, bir kere bombalı saldırı düzenlenmiş, bir keresinde de yapının kapılarına yetkililerce el konulmuştu.
Bütün bunları yorumlarken Hilmi Şenalp'in altını çizdiği ise şuydu: Batı, kendi mimarisiyle yapılan camiye karşı çıkmıyordu. Dış görünüşü mümkün mertebe camiyi çağrıştırmadığı, mimarisi İslam'ı hatırlatmadığı sürece inşaaya açıktı. Fakat ne zaman ki yapı, başka bir geleneğe ait olduğunu söyler bir dile/üslûba kavuşuyordu, o zaman rahatsız olmaya başlıyorlardı. (İsviçre'deki minare yasağını hatırlayalım.) Hatta bunu seminerde 'silik para' örneği ile misallendirdi. Batı, İslam parasına karşı değildi, ama üzerindeki İslam yazıları okunmadığı sürece. Yalnız para gibi göründüğü sürece.
Seminer boyunca verilen örnekler bana nedense 'şeair' kavramını hatırlattı. Bediüzzaman, şeairi, 11. Lem'a'da şöyle tarif ediyordu:
"Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir."
Bediüzzaman'ın, nafile türünden olanlarının bile şahsî farzlardan kıymetli olduğunu vurguladığı bu sünnetler, metinde de altı çizildiği üzere, 'İslamiyet alâmetleri' olan şeylerdi. Yani bir beldede, bir toplumda, bir coğrafyada İslam'ı hatırlatan, İslamî kimlikten haber veren şeyler: Mesela ezan, mesela Arapça hutbe... Hatta Ramazan Risalesi isimli eserinde Ramazan orucunu dahi şeair olarak anıyordu Bediüzzaman: "Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır."
Fakat yine de külliyat içinde şeair ile mimariyi birbirine en çok bağlayan Lemaat'ta geçen şu kısım olmalı:
"(...) Nasıl kâinat söndürülmezse, imân-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismârlar hükmünde her an olan İslâmî şeâir, dinî minârât, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş, tabıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisân-ı hali eder telkin-i dinî; hatâsız, hem bînisyan. Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a'sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman; güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân. (...)"
Sanıyorum bu yönüyle Hilmi Şenalp'in dikkatimizi çektiği şeyin hakikati, o mimarinin ruhta yaptığı çağrışımlar. İnsandaki karşılığı. Bu çağrışımların yaptığı hatırlatmadan hoşlanılmıyor. Hem Batı, hem de sabık düzenin inkılapçıları bu yüzden ilk olarak şeaire ilişiyor, ilk onlardan kurtulmak istiyorlar. Türkçe ezandan, müze olmuş bir Ayasofya'dan, kendini belli etmeyen imandan, sakal bırakmayan ve sarık sarmayan bir müminden rahatsızlıkları yok. Taksim'de olmayan bir camiden de öyle. Onların rahatsız oldukları, kendini Çankaya'da, Taksim'de, Nişantaşı'nda bile gösterebilen bir iman. Tesettür konusunda yıllarca gösterdikleri direnç de biraz bunun sonucu sanırım. Görünen İslam'ın yokedilmesi. Zira tesettür Metin Karabaşoğlu abinin ifadesiyle; "Müminelerin tanınmaması için değil, iradesini Allah'a teslim eden müminelerin tanınma isteğinin göstergesidir."
Çankaya deyince nedense aklıma birden CHP ve MHP'nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu geldi. Sahi, nasıl başlık atmıştı bir gazete onun adaylığı için? '71 yaşında, 4 dil biliyor, eşinin başı açık...' Ah, evet, ıskalamamak lazım: Eşinin başı açık. Öyle ya, Kemalizmin doksan yıldır bu topraklarda söylediği şarkı bu zaten: "Şearsiz gel bana, köşkü bile açarım sana..."
Geçtiğimiz haftasonu SETA İstanbul'da, Mimar Hilmi ve Sırrı Şenalp'in, Mimaride Gelenek ve Bugün başlıklı semineri vardı. Gelenek, Mimari ve Kimlik seminerlerinin dördüncüsüydü bu. Seminer boyunca hocalar, geleneksel mimarinin detayları arasındaki uyum üzerine 'somut' şeyler anlattılar. Temelden ta kubbelere kadar, bir yapının her bir parçasının birbirine oranını, yani geleneksel mimarinin kimliğini oluşturan matematiği izah eder bir seminer sundular izleyicilere. Ancak seminerde anlatılan diğer bilgiler bir kenara; Hilmi Şenalp Hocanın, Berlin Camii inşaası sırasında yaşadıklarına dair anlattıkları cidden ilgi çekiciydi:
Berlin Camiini geleneksel mimariye uygun yapmaya çalıştıkça Alman yetkililerin işlerini zorlaştırdıklarını, bürokratik engellere takıldıklarını; fakat gelenekten vazgeçtikleri her noktada âdeta bütün yolların açıldığını anlattı Hilmi Hoca. Defalarca camiin kapısına def-i hacet edilmiş, bir kere bombalı saldırı düzenlenmiş, bir keresinde de yapının kapılarına yetkililerce el konulmuştu.
Bütün bunları yorumlarken Hilmi Şenalp'in altını çizdiği ise şuydu: Batı, kendi mimarisiyle yapılan camiye karşı çıkmıyordu. Dış görünüşü mümkün mertebe camiyi çağrıştırmadığı, mimarisi İslam'ı hatırlatmadığı sürece inşaaya açıktı. Fakat ne zaman ki yapı, başka bir geleneğe ait olduğunu söyler bir dile/üslûba kavuşuyordu, o zaman rahatsız olmaya başlıyorlardı. (İsviçre'deki minare yasağını hatırlayalım.) Hatta bunu seminerde 'silik para' örneği ile misallendirdi. Batı, İslam parasına karşı değildi, ama üzerindeki İslam yazıları okunmadığı sürece. Yalnız para gibi göründüğü sürece.
Seminer boyunca verilen örnekler bana nedense 'şeair' kavramını hatırlattı. Bediüzzaman, şeairi, 11. Lem'a'da şöyle tarif ediyordu:
"Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir."
Bediüzzaman'ın, nafile türünden olanlarının bile şahsî farzlardan kıymetli olduğunu vurguladığı bu sünnetler, metinde de altı çizildiği üzere, 'İslamiyet alâmetleri' olan şeylerdi. Yani bir beldede, bir toplumda, bir coğrafyada İslam'ı hatırlatan, İslamî kimlikten haber veren şeyler: Mesela ezan, mesela Arapça hutbe... Hatta Ramazan Risalesi isimli eserinde Ramazan orucunu dahi şeair olarak anıyordu Bediüzzaman: "Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır."
Fakat yine de külliyat içinde şeair ile mimariyi birbirine en çok bağlayan Lemaat'ta geçen şu kısım olmalı:
"(...) Nasıl kâinat söndürülmezse, imân-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismârlar hükmünde her an olan İslâmî şeâir, dinî minârât, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş, tabıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisân-ı hali eder telkin-i dinî; hatâsız, hem bînisyan. Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a'sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman; güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân. (...)"
Sanıyorum bu yönüyle Hilmi Şenalp'in dikkatimizi çektiği şeyin hakikati, o mimarinin ruhta yaptığı çağrışımlar. İnsandaki karşılığı. Bu çağrışımların yaptığı hatırlatmadan hoşlanılmıyor. Hem Batı, hem de sabık düzenin inkılapçıları bu yüzden ilk olarak şeaire ilişiyor, ilk onlardan kurtulmak istiyorlar. Türkçe ezandan, müze olmuş bir Ayasofya'dan, kendini belli etmeyen imandan, sakal bırakmayan ve sarık sarmayan bir müminden rahatsızlıkları yok. Taksim'de olmayan bir camiden de öyle. Onların rahatsız oldukları, kendini Çankaya'da, Taksim'de, Nişantaşı'nda bile gösterebilen bir iman. Tesettür konusunda yıllarca gösterdikleri direnç de biraz bunun sonucu sanırım. Görünen İslam'ın yokedilmesi. Zira tesettür Metin Karabaşoğlu abinin ifadesiyle; "Müminelerin tanınmaması için değil, iradesini Allah'a teslim eden müminelerin tanınma isteğinin göstergesidir."
Çankaya deyince nedense aklıma birden CHP ve MHP'nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu geldi. Sahi, nasıl başlık atmıştı bir gazete onun adaylığı için? '71 yaşında, 4 dil biliyor, eşinin başı açık...' Ah, evet, ıskalamamak lazım: Eşinin başı açık. Öyle ya, Kemalizmin doksan yıldır bu topraklarda söylediği şarkı bu zaten: "Şearsiz gel bana, köşkü bile açarım sana..."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...