Efendim, bendeniz, lise 2’ye kadar pek efendi bir çocuktum. Etliye sütlüye karışmazdım. Derslerimden başımı kaldırmazdım. Ancak lise 2’ye gelince içimde birşeyler kırıldı. Yoruldum. Yarışmayı bıraktım. Serserileştim. Herşeye boşvermeye başladım. (Yıllar sonra Hermann Hesse’nin Çarklar Arasında’sını okuduğumda biraz maziyi görür gibi olmuştum bu yüzden. Kitapta geçen ‘İçimin çiçeği soldu’ cümlesinde de halet-i ruhiyemin en güzel resmedilişini bulmuştum.) Hatta bendeki bu değişim nedeniyle edebiyat öğretmenimiz Ömer Faruk Beyazıt Bey (ki kendisi bir yazardı aynı zamanda) yemekhanede şöyle demişti: “Oğlum, sana ne oldu böyle, kız gibi oğlandın geçen sene!”
‘Kız gibi oğlan’ ifadesi arkadaşlarım için makara malzemesi olsa da kastedilen kötü birşey değildi. O dönemde kızlar erkeklere kıyasla daha edepli olduğundan, aşırılık yapmaktan uzak durduklarından, bir tür iltifat sayılırdı. (Belki Anadolu’da hâlâ böyle yerler vardır. İstanbul’a dair ümitlerimi yitireli epey oldu. Bence buralarda edepsizlik yarışı başabaş gitmektedir.) Kişinin itaatkârlığına da bir işareti vardı elbette mezkûr ifadenin. Kız çocuğu dediğin daha bir söz dinler. Erkek çocuğu o kadar itaatkâr olmaz. Zaten bir eşikten sonra öyle olması da istenmez. Mücadele etmelidir. Hatta, tıpkı saltanat düzeninde yaşandığı gibi, yeri geldiğinde babasının bile ayağını kaydırmalıdır.
Her neyse. Geçenlerde Zuhruf sûresinin 15 ila 18. ayetlerini tefekkür ederken aklıma bu hatıra geldi. Daha doğrusu şöyle birşey oldu: O ayetleri tefekkür ederken başka bir anlam katmanı daha kafamda açılır gibi hissettim. Şimdi aklıma gelenleri, "Allahu a'lem!" kaydıyla, hikâye edeceğim. Bakalım sizde de bir hakveriş olacak mı? Fakat önce ayetlerin kısa bir meallerini buraya iktibas edelim:
"Kimi kullarını Onun bir parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankör! Yoksa O, yarattıkları arasından kızları kendisinin saydı da, erkek çocukları size mi ayırdı? Onlardan biri, Rahman’a yakıştırdığı (kız çocuğu) ile müjdelenince öfkeye kapılarak yüzü mosmor olur. 'Mücadelede başarısız olarak ömrünü süslenmekle geçirecek olan kız çocuğu mu?' diye öfkeyle sorar." Başka meallerde 18. ayetin şöyle verildiğini de görmek mümkündür: "Süs içinde yetişip de mücadelede kendisini savunamayanı mı Allah'a yakıştırıyorlar?"
Diyanet İşleri sitesinde mezkûr ayetlerin kısa bir tefsiri şöyle yapılıyor:
"Müşrik Araplar kız çocuklarını istemedikleri, onları doğru dürüst insan saymadıkları, savaşa dayanıklı olmayıp, ömürlerini güzel görünmek için süslenmekle geçirmeleri gerekçesiyle kadın cinsini hor gördükleri halde hem meleklerin hem de Allah’a ortak kıldıkları putların dişi olduklarına inanır, ayrıca bu dişi putları Allah’ın kızları olarak kabul ederlerdi. Ayetlerde bu hurafî ve tutarsız inançlar reddedilmiştir. (Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 770)"
Evet, müşrikler, kendilerine yakıştırmaktan hoşlanmadıkları kız çocuklarını Allah'a yakıştırıyorlardı. Allah'ın altında kurguladıkları sözde hiyerarşide dişi kimliğine öncelik veriyorlardı. Bu elbette bir açıdan büyük bir tutarsızlık oluyordu. Zira kendi hayatları için kötüledikleri şeyi Allah için iyi görüyorlardı. Halbuki kötü hep kötü olmak zorundadır. Zaten inkârcılığın mahiyetinde müzmin bir tutarsızlık vardır. Onlar gündelik hayatlarında inanmayacakları şeylere teolojik düzeyde iman etmeyi seçerler. Sözgelimi: Evlerinde mükellef bir sofra bulsalar bunun tesadüfler eşliğinde oluşacağına inanmazlar. Ancak kainattaki binbir muhteşemliğin aynı tesadüflerle açıklanabileceğine inanırlar. Yaşarken rastgeldikleri her fiilin bir faili olduğunu bilirler. Lakin yaratılışta 'Failsiz de olur'cu kesilirler.
Peki benim kafamda açılan ikinci katman ne? Onu da yukarıda söylediğimine ters gibi görünen bir başka iddiaya bindireceğim: Belki de müşrikler Allah'ın altındaki hiyerarşide düşledikleri diğer ilahlara dişi kimlikleri verirken pek de tutarsız değildirler? Hoppala! Ne demek şimdi bu? Şu demek:
Bediüzzaman'ın eserlerinde tekrar tekrar dikkatimizi çektiği bir durum var. İnsan bir kere şirkin kucağına düştü mü birçok imkansızlığı da yutmak zorunda kalıyor. Yahut da içinden çıkılmaz pekçok zıtlaşmayla boğuşmaya mecbur oluyor. Eh, tutarsızlıkla yaşamak da bir yere kadar, akıl en nihayet bir parça 'kandırılmayı' talep ediyor. Onlar da çeşitli argümanlarla kandırmaya çalışıyorlar. İşte içinden çıkamadıkları mevzulardan birisi de budur ki: Herbiri ilahlığı itibariyle sonsuzluk barındıran birçok tanrı nasıl olup da yaratılışta birbirine galip gelmeye çalışmaz? Birbiriyle çatışmaz? Birbirinin düzenini altüst etmez? Sınırlı mahluklar arasında bile hâkimiyet şiddetli kavgalara sebep olurken, baba oğluna katlanamazken mesela, ilahlar dairesinde nasıl böyle kavgalar olmaz? Zira yine Kur'an'ın ifadesiyle: "O ikisinde (yerde ve gökte) Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, (düzenleri) elbette bozul(up gitmiş)ti."
"Bu kâinatın Sâni-i Kadîr ve Hakîminin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünkü müteaddit eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en ednâ bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki, hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklâl ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse, elbette, derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlakta, bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı. Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun nümunesidir."
Benim böylesi metinler eşliğinde vardığım neticeyse şudur arkadaşım: Müşrikler, Allah'ın altında tevehhüm ettikleri ilah hiyerarşisinde, elbette kızlara öncelik vermek zorunda kalıyorlar. Zira 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var. Bu kadar tanrıya rağmen âlemin düzeninin bozulmayışını ancak bu şekilde açıklayabilirler(!). Alttaki ilahların itaatkâr olması lazım. Erkek gibi düşlenmemesi lazım. Eğer 'erkek gibi ilahlar' düşlenirse bu defa tutarsızlıkları hepten meydana çıkacak. Hevasatı elinde aptallaşmamış olanlar da soracak: "Aga, bunlar nasıl olup da kavga etmiyorlar, garip değil mi?"
Hülasa: Kur'an'ın müşriklerin mezkûr arızasına dikkat çekişinde böyle bir hikmet daha olabileceğini düşündüm. Böyle bir sırrın da öğretiliyor olabileceğini tefekkür ettim. (Cenab-ı Hak taksiratımı affetsin.) Hatta işi orada da bırakmadım. Bugüne taşıdım. Bugün feminizmi dünyaya dayatan küreselci müşriklerin de idealler dünyasını erkek kimliğinden arındırmayı hedef ittihaz ettiklerini aklıma getirdim. "Acaba bu da bir tür 'kadıncı müşrik teolojisine dönüş' mü?" diye sordum. Hepsinin cevabını ben veremem. Biraz da sizden yardım almam lazım. Fakat şu kadarına dikkatinizi çekip gideyim: Kadınları hem bu denli pespaye metalar haline getirip hem de bu kadar baştacı yaptığını iddia eden, cahiliye dönemini saymazsak, bunlardan başka kim var Allah aşkına?
teoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
teoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 Ekim 2023 Pazartesi
12 Kasım 2018 Pazartesi
Atatürk ilah değildir
Zuhruf sûresinin 54. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle buyrulur: "Firavun kavmini küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fâsık bir kavimdi." 51 ve 52. ayetlerde ise Firavun'un halkını küçümseyişi şöyle nakledilir: "Firavun kavmine seslenerek dedi ki: Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yoksa, ben, neredeyse meramını anlatamayan şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?" Bu kısım esasında 'teolojik sapmalar'ın öncesini oluşturan 'ontolojik sanrılamalar'ın fotoğrafını çekip gösterir bize. Nasıl? Belki biraz şöyle: Eğer hayırlı/varlıksal olanın mülkü bir kişiye teslim edilirse, o bir kişi artık kabında duramaz, kalbinizi de istemeye başlar sizden. Hatta öyle bir noktaya gelir ki, yalnız yediğinizi-içtiğinizi değil, inanışınızı da kendisine hasretmenizi arzu eder. Tıpkı Kasas sûresinin 38. ayetinde yine Firavun'dan nakledildiği gibi "Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum!" demeye başlar. 'Olmasaydım olmazdınız'laşır.
Bu 'Olmasaydım olmazdınız' mevzusu pek mühimdir. Çünkü 'insan' ile 'ilah' ayrımı noktasında yaşanan feci bir arızayı/kaymayı da gösterir bize. Çoğunuzun malumudur. İslam akidesinde Allah'ın isimlerinden birisi de 'Vacibü'l-Vücud'dur. Bu tamlamanın en yalın karşılığı 'varlığı zorunlu olan' ise de en açıklayıcı şekli 'Allah olmazsa olmazdır'dır. Peki Allah'tan gayrısına ne denir? el-Cevap: 'Mümkin.' Yani? 'Varlığı zorunlu olmayan' ya da 'olmazsa olmaz olmayan' demektir bu da.
Şimdi altını çizmeye çalıştığımız hakikati toparlamaya çalışalım: Kainat gibi muhteşen bir eserin icadı için isimleri sonsuz bir Nazım'a/düzenleyiciye, bir Halık'a/yaratıcıya, bir Hakîm'e/hikmetle iş görene, bir Sanie/sanatla yaratana vs. zorunlu bir şekilde ihtiyaç vardır. Onun varlığı zorunludur. Çünkü, evvelinde onun varlığı olmadan, ancak onun yaratışıyla varolacak başka varlıklardan bahsedilemez. Marangozluk olmadan masadan konuşulamaz. Terzilik olmadan elbiseden dem vurulamaz. Ressamlık olmadan resim izah edilemez. Yaratılışın harikalığını ortaya koyan tüm boyutları, detaylara inildikçe sergilediği yeni yeni muhteşemliklerle, bir ustasının olduğunu, varlığının şu şahit olduğumuz varlığı açıklamak için mecburî olduğunu, 'olmazsa olmaz' olduğunu bütün netliğiyle ortaya koyar.
İşte Vacibü'l-Vücud bunun ifadesidir. Ve karşıtı olan 'mümkin' ise bizim varlıkta işgal ettiğimiz alanı izah eder. Bizim varlığımız yaratılışın varlığı ve devamı için 'olmazsa olmaz' değildir. Biz dünyaya gelmeden önce dünya böyle bir zorunluluğun arayışında olmamıştır. Bir vakit gelip göçtüğümüzde de yokluğumuzu pek aramayacaktır. Cenab-ı Hak, kudretinin sonsuzluğuyla, nasıl dilerse öyle yaratır. Arızî varlıklarımız onun Zatî varlığının devam bahşetmesiyle varolmaya devam eder. Diyebiliriz ki: İslam akidesinin özünde, tevhidin hemen arkasında, bu vardır. Evet. Allah birdir. Dolayısıyla 'olmazsa olmaz' da birdir. 'Olmasaydın olmazdık!' ancak Odur.
Fakat bu cümle bugünlerde pek farklı şekillerde kullanılıyor. Her kesim varlığını kendince önemli bulduğu bir ismi pek kolaylıkla 'Olmasaydın olmazdık!' mertebesine sıçratıyor. Halbuki, yukarıda zikrettiğimiz gibi, biz gibi tevhide iman etmiş müslüman bireyler için bu 'kabul edilemez' bir durumdur. Kabul edilemezdir, zira, Allah'ın isimlerinden birisinin bir kula tahsis edilmesi manası taşır. Hem tek sorunu bu da değildir. Bu ontolojik algı kayması, hayrın/varlıksallığın mahiyetine dair bu yanlış düşünüş, sanrı, rüyalama, aynı zamanda beşerî olanın kutsallaşmasına ve adaletin bozulmasına sebep olur. Çünkü 'adalet mülkün temeli' olduğu gibi 'adaletin temeli de mülkiyet hakkı'dır. Yani birisinin mülkünü diğer bir başkasının gasbetmemesidir.
Emirdağ Lahikası'nda yeralan, Bediüzzaman'ın, dönemin CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran'a yazdığı bir mektupta bu kaymanın oluşturacağı arızalara şöyle dikkat çekilir: "Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz."
Peki Bediüzzaman'ın burada dikkat çektiği arıza nedir? İşte ben bunun bugünkü tezahürlerinden birisini de "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı absürd sloganlar eşliğinde anlayabiliyorum. Sanki Atatürk ortaya çıkana kadar bu necip milletin (hâşâ) erkekleri pezevenklik, (yine hâşâ) kadınları fahişelik işiyle meşgulmüşler ve içlerinden Atatürk isminde birisi çıkmasa hemen bu erkekler karılarını işgalcilerin kucağına itecekmişler, onlar da hiç itirazsız bunlardan çocuk sahibi olacakmışlar gibi yapılan tasvirat, yok hayır, düpedüz terzilat/rezillik Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini anlamama bir yol oluşturuyor. Tamam. Kendi dedeleri-nineleri hakkındaki kem düşüncelerine birşey diyemem. Ama bu vatan toprağında yaşayan her bireyin Türk, Kürt, Çerkes veya Laz dedelerini ve ninelerini böyle bir deniyetten tenzih ederim. Yüzbin defa hâşâ! Onlar böyle alçak değildiler. Hem değillerdir. Hem olmamışlar. Hem olmayacaklardır.
Alçak olan sizsiniz. Çünkü sırf Atatürk'ün makamını yüce gösterebilmek için bir milletin kanının son damlasına kadar beraber direnişiyle elde ettiği bir zaferi onun mülkiyetine geçirmeye çalışıyorsunuz. Sizin gibi olanlar da size itaat ediyorlar. Hoşlarına gidiyor bu tutumunuz. Fakat, ben ve bizler, bu noktada tıpkı Bediüzzaman gibi düşüneceğiz: "(...) o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner..." Evet. "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" cümlesinin aslı/esası bu millete hakarettir. Bu hakareti haksızca üzerine atıldığı şanlı milletten alıp sahiplerine iade ederiz. Madem böyle inanıyorlar. O zaman bu balçık onlarda kalabilir. Bize bulaştırmasınlar. Yeter.
Bu 'Olmasaydım olmazdınız' mevzusu pek mühimdir. Çünkü 'insan' ile 'ilah' ayrımı noktasında yaşanan feci bir arızayı/kaymayı da gösterir bize. Çoğunuzun malumudur. İslam akidesinde Allah'ın isimlerinden birisi de 'Vacibü'l-Vücud'dur. Bu tamlamanın en yalın karşılığı 'varlığı zorunlu olan' ise de en açıklayıcı şekli 'Allah olmazsa olmazdır'dır. Peki Allah'tan gayrısına ne denir? el-Cevap: 'Mümkin.' Yani? 'Varlığı zorunlu olmayan' ya da 'olmazsa olmaz olmayan' demektir bu da.
Şimdi altını çizmeye çalıştığımız hakikati toparlamaya çalışalım: Kainat gibi muhteşen bir eserin icadı için isimleri sonsuz bir Nazım'a/düzenleyiciye, bir Halık'a/yaratıcıya, bir Hakîm'e/hikmetle iş görene, bir Sanie/sanatla yaratana vs. zorunlu bir şekilde ihtiyaç vardır. Onun varlığı zorunludur. Çünkü, evvelinde onun varlığı olmadan, ancak onun yaratışıyla varolacak başka varlıklardan bahsedilemez. Marangozluk olmadan masadan konuşulamaz. Terzilik olmadan elbiseden dem vurulamaz. Ressamlık olmadan resim izah edilemez. Yaratılışın harikalığını ortaya koyan tüm boyutları, detaylara inildikçe sergilediği yeni yeni muhteşemliklerle, bir ustasının olduğunu, varlığının şu şahit olduğumuz varlığı açıklamak için mecburî olduğunu, 'olmazsa olmaz' olduğunu bütün netliğiyle ortaya koyar.
İşte Vacibü'l-Vücud bunun ifadesidir. Ve karşıtı olan 'mümkin' ise bizim varlıkta işgal ettiğimiz alanı izah eder. Bizim varlığımız yaratılışın varlığı ve devamı için 'olmazsa olmaz' değildir. Biz dünyaya gelmeden önce dünya böyle bir zorunluluğun arayışında olmamıştır. Bir vakit gelip göçtüğümüzde de yokluğumuzu pek aramayacaktır. Cenab-ı Hak, kudretinin sonsuzluğuyla, nasıl dilerse öyle yaratır. Arızî varlıklarımız onun Zatî varlığının devam bahşetmesiyle varolmaya devam eder. Diyebiliriz ki: İslam akidesinin özünde, tevhidin hemen arkasında, bu vardır. Evet. Allah birdir. Dolayısıyla 'olmazsa olmaz' da birdir. 'Olmasaydın olmazdık!' ancak Odur.
Fakat bu cümle bugünlerde pek farklı şekillerde kullanılıyor. Her kesim varlığını kendince önemli bulduğu bir ismi pek kolaylıkla 'Olmasaydın olmazdık!' mertebesine sıçratıyor. Halbuki, yukarıda zikrettiğimiz gibi, biz gibi tevhide iman etmiş müslüman bireyler için bu 'kabul edilemez' bir durumdur. Kabul edilemezdir, zira, Allah'ın isimlerinden birisinin bir kula tahsis edilmesi manası taşır. Hem tek sorunu bu da değildir. Bu ontolojik algı kayması, hayrın/varlıksallığın mahiyetine dair bu yanlış düşünüş, sanrı, rüyalama, aynı zamanda beşerî olanın kutsallaşmasına ve adaletin bozulmasına sebep olur. Çünkü 'adalet mülkün temeli' olduğu gibi 'adaletin temeli de mülkiyet hakkı'dır. Yani birisinin mülkünü diğer bir başkasının gasbetmemesidir.
Emirdağ Lahikası'nda yeralan, Bediüzzaman'ın, dönemin CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran'a yazdığı bir mektupta bu kaymanın oluşturacağı arızalara şöyle dikkat çekilir: "Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz."
Peki Bediüzzaman'ın burada dikkat çektiği arıza nedir? İşte ben bunun bugünkü tezahürlerinden birisini de "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı absürd sloganlar eşliğinde anlayabiliyorum. Sanki Atatürk ortaya çıkana kadar bu necip milletin (hâşâ) erkekleri pezevenklik, (yine hâşâ) kadınları fahişelik işiyle meşgulmüşler ve içlerinden Atatürk isminde birisi çıkmasa hemen bu erkekler karılarını işgalcilerin kucağına itecekmişler, onlar da hiç itirazsız bunlardan çocuk sahibi olacakmışlar gibi yapılan tasvirat, yok hayır, düpedüz terzilat/rezillik Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini anlamama bir yol oluşturuyor. Tamam. Kendi dedeleri-nineleri hakkındaki kem düşüncelerine birşey diyemem. Ama bu vatan toprağında yaşayan her bireyin Türk, Kürt, Çerkes veya Laz dedelerini ve ninelerini böyle bir deniyetten tenzih ederim. Yüzbin defa hâşâ! Onlar böyle alçak değildiler. Hem değillerdir. Hem olmamışlar. Hem olmayacaklardır.
Alçak olan sizsiniz. Çünkü sırf Atatürk'ün makamını yüce gösterebilmek için bir milletin kanının son damlasına kadar beraber direnişiyle elde ettiği bir zaferi onun mülkiyetine geçirmeye çalışıyorsunuz. Sizin gibi olanlar da size itaat ediyorlar. Hoşlarına gidiyor bu tutumunuz. Fakat, ben ve bizler, bu noktada tıpkı Bediüzzaman gibi düşüneceğiz: "(...) o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner..." Evet. "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" cümlesinin aslı/esası bu millete hakarettir. Bu hakareti haksızca üzerine atıldığı şanlı milletten alıp sahiplerine iade ederiz. Madem böyle inanıyorlar. O zaman bu balçık onlarda kalabilir. Bize bulaştırmasınlar. Yeter.
17 Şubat 2017 Cuma
Bir modern medeniyet eleştirisi olarak Ene Risalesi
"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." Mesnevî-i Nuriye'den.
Şimdi yazar-çizer takımından geçindiğime bakmayın aslında yayıncılık sektörüne ilk adımımı 'hamal' olarak atmıştım. Böyle söyleyince biraz kaba kaçıyor. Yumuşağını söyleyelim: Sevkiyatçıydım. Peki bir sevkiyatçı ne yapardı? Adı üstünde. Pazarlamadan gelen sipariş listelerini hazır eder, araca yükler (veya kargoya verir) ve müşterilere dağıtırdık. Tanıştığım güzel insanlar sayesinde zenginliğim oldu orası benim. Bu insanlardan birisi de Alaaddin abiydi.
Nasıl açıklanır bilinmez ama bir hüneri vardı Alaaddin abinin. Bana göre iki koliden aşağısının kurtarmayacağı siparişleri bir koliye tıkıştırırdı. Üç koli olacak malı iki kolide hallederdi. Daha sonraki yıllarda, Enbiya sûresinin 22. ayetini izah ederken, Alaaddin abiyle 'kolileme' üzerine yaşadıklarımızı sık sık anlattım. Önce ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir."
Yaşadıklarımıza gelirsek: Alaaddin abi, benim kolilememi pek beğenmez, yeniden yapılmasını zaruri gördüklerinde (beni kızdırmak pahasına) koliyi elimden alıp öyle bir çalışırdı ki, son haliyle ilk halinin arasında benzerlik kalmazdı. Neredeyse bütün kitapları yerlerinden oynatır, kendi sistemine göre yeniden yerleştirir, en nihayet şaheserini bitirirdi. O vakit içimden derdim:
"Kainat da büyükçe bir koli misali işte. Bir kolide iki kişi çalıştığı zaman nasıl herşey böyle hercümerç oluyor, kainatta da iki (veya daha fazla) ilah beraber çalışsaydı herşey hercümerç olurdu. Biz nasıl birbirimizden (düzenleyişlerimizden) rahatsız oluyoruz, o ilahlar da birbirlerinden öylece rahatsızlık duyarlardı. Biz insanız. Farklılığımızın da, herşeyimiz gibi, bir sınırı var. Sınırlarımızdan dolayı yardımlaşmak zorunda kalıyoruz. İki ilah arasındaki farklılıklar ise sonsuzluğa uzanır. Kudretlerinin sonsuzluğu da yardımlaşmaya ihtiyaç duymaz. Bu sonsuz farklılık ve kudret onların beraber çalışmalarına müsaade etmezdi. Düzen tevhidin delilidir." Mürşidim bu sadedde der ki:
Geçtiğimiz günlerde, Daniel Quinn'in kaleminden okuduğum İsmail ismindeki bir kitap, konu hakkında tekrar düşünmeme sebep oldu. Ene Risalesi'nde Bediüzzaman'ın insandaki 'sahiplenme yetisi' ile 'şirk' arasında kurduğu ilgi (ve bunu emanet ayetinin tefsiri sadedinde dile getirmesi) o kitapla birlikte daha zengin şekillendi dünyamda. Sahip olma yetisinin insana veriliş hikmetini 'kendisine ait mevhum bir alan oluşturarak oradan Allah'ın marifetine yol bulma' perspektifinde ele alan Bediüzzaman, malum ayetteki 'emanet' ifadesinin bir açıdan da bu 'ene'ye baktığını ifade eder:
İnsan, Allah'ın mülkünden herhangi birşeyi, hakikatsiz bir şekilde sahiplenebilmektedir. Bu sahiplenme mevhum olduğu için özünde sadece emanetçiliktir. Araçsal bir fonksiyonu vardır. Fakat kimi insanlar (kimi zamansa hepimiz) mezkûr farkı göremediklerinden emanetlerinin sahibi olmaya çalışırlar. Ayetin devamında insanın 'çok zalim' ve 'çok cahil' olarak anılışı bu potansiyelle ilgilidir. Böylesi bir hırsızlık hem zalimlik hem cahilliktir. Kaldıramayacağı yükün altına giren, bu cahilliğinden dolayı, hem yüke hem kendisine zulmeder. Fakat devası da yine bu iki durumu hatırda tutmaya bağlıdır. Sahiplendikleri ellerinde kaldıkça (hem kendilerine hem başkalarına) 'zalimlik' ve 'cahillik' yaptıklarını farkedenler ancak mevhum sahipliklerini terkedip emanetçiliğe geçebilirler.
Şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Alaaddin abiyle niza meselemiz olan koliyi kainattan koparabilmem mümkün mü? Aslında hayır. Çünkü o da herşey gibi kainatın parçasıdır. Bütünlüğüne dahildir. Peki kainatı yaratan kimdir? Allah'tır. Ondan başkasının gücü yetmez. Kainat gibi birşeyi ancak sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir ilah yaratabilir. O halde ben nasıl o koliyi ayırıp 'yaptığım' veya 'yaptığı' olarak tarif edebildim? İşte, bu sahipleniş, yani bu 'mış gibi' düzen, aslında mevhum bir sahiplenişti. Hakikati yoktu. Fakat ne oldu? Ben o koliyi bir biliş aracı olarak kullanarak Allah'ın marifetine ulaştım. İki kişinin bir koli ile yaşadığı karmaşa/niza üzerinden kainatın tevhid üzere olduğuna delil çıkardım. Bu enenin doğru kullanımıydı. Ya yanlış kullanımı nasıl olurdu? Bediüzzaman, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış tüm dalaletlerin böylesi bir 'enesel sapmanın' sonuçları olduğunu ifade ediyor.
Bu kısmı hızlı geçerek İsmail'e gelelim. Kitabın bir yerinde şöyle söylüyor Daniel Quinn: "Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Bu aslında kitabın üzerine kurulu olduğu modern medeniyet eleştirisinin bir parçası. Peki İsmail'e göre bu yıkım neden gerçekleşiyor? Bizim olmayan bir dünyayı sahiplenmekten. Hatta bu hakikat kitabın içinde şöyle bir cümleyle ifade ediliyor: "Hiçbir tür, dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez." Ancak İsmail'e göre; insan olmanın kibri, beşeri, kendisini diğer türlerden daha üstün görmeye ve onların yaşamlarını da kendi merkezinde şekillendirmeye zorluyor. Dünyada iki tür insan var İsmail'le göre. Yanlışı seçen 'alanlar' ve doğruyu seçen 'bırakanlar.'
Bu, insanın, evrende yapacağı yıkımın sadece başlangıcıdır Daniel Quinn'e göre. Çünkü bir kere 'bazı şeylerin değişmesi gerektiğini' düşünmeye başlayan insan, örgü kazaktan ip çeker gibi, sonunu getirmeden duramaz. Mülkün, Allah'ın değil, kendisinin olduğunu düşünen beşer, onu, kendi hevasınca yeniden dizayn etmek ister. Her tasarrufu, kainatın bütünlüğü savunduğu şeyi desteklemediği ve zaten evren onun hevası üzerine yaratılmadığı için, daha yukarıdan bir itirazla karşılaşır. Her teşebbüsü birşeyleri yıkar. Tavukları öldürdüğünde keneler çoğalır. Tilkileri öldürdüğünde fareler artar. Bu defa, güya hatasını düzeltebilmek için, sahiplik iddiasını daha yukarılara çıkarır. Ki böylece herşeyi en baştan (hatanın başladığı yerden) kurgulayabilecektir. En nihayet kazağın sonuna gelir. Ancak elinde yeni bir kazak olmaz. Söktüğü kazaktan çıkan bozuk iple kalakalır.
İsmail bize bu durumu şöyle ifade ediyor: "Evet, ama bazı şeylerin hâlâ elimizde olmadığı açık. Genel bir ekolojik çöküşü kontrol edemeyeceğimiz gibi. Böyle bir durumda sağ da çıkamayız./O zaman henüz güvende değilsiniz. Ne zaman tam anlamıyla güvende olacaksınız?/Tüm dünyayı tanrıların elinden aldığımızda." Peki, bunu yapmak yerine, neden dünyayı kendi haline bırakamıyor insanoğlu? Bunun cevabı da şöyle ifade ediliyor İsmail'de: "Ondan vazgeçmeleri... En baştan beri yanıldıkları anlamına gelir. Dünyanın nasıl yönetileceğini meğerse hiçbir zaman bilmedikleri anlamına gelir. Ondan vazgeçmeleri tanrılık hakkından feragat ettikleri anlamına gelir."
İşte, tam da bu bakış açısıyla, Bediüzzaman'ın 'enenin suistimaiyle şirk arasında kurduğu bağıntı' ve 'şirkten-ateizme geçiş' daha anlaşılabilir oluyor. Bir kere emanetçiliği bırakıp sahiplenmeye başlarsanız, bu durum, tıpkı dansa yanlış ayakla başlamak gibi, sonuna kadar uyumsuzluğunu sürdürüyor. Tevhid üzerine yaratılan koca kainat, hevanızla/bencilliğinizle şekillendirmeye çalıştığınız küçük dünyanızla uyum sağlamadığından, arızalar kaçınılmaz hale geliyor. Güya, bu arızaları giderebilmek için, teolojinizi daha da sapkın bir hale sokuyorsunuz. Bir an geliyor ki; değil yaratıcılıkta tek olması, Allah'ın varolması dahi sizi rahatsız etmeye başlıyor. Sizin mülkünüzü, yüzbin kere hâşâ ve kella, Allah sizden gasbediyor gibi geliyor. İşte o noktada şirkten ateizme geçiş yaşanıyor. Bütün kainatı onun mülkü olmaktan çıkarmakla yeni ve muhteşem düzeninizi kurabileceğinizi sanıyorsunuz. Ama pek feci yanılıyorsunuz. Çünkü İsmail'in de dediği gibi: "Sizi kıyamete götüren şey aracınızın ta kendisi."
Şimdi yazar-çizer takımından geçindiğime bakmayın aslında yayıncılık sektörüne ilk adımımı 'hamal' olarak atmıştım. Böyle söyleyince biraz kaba kaçıyor. Yumuşağını söyleyelim: Sevkiyatçıydım. Peki bir sevkiyatçı ne yapardı? Adı üstünde. Pazarlamadan gelen sipariş listelerini hazır eder, araca yükler (veya kargoya verir) ve müşterilere dağıtırdık. Tanıştığım güzel insanlar sayesinde zenginliğim oldu orası benim. Bu insanlardan birisi de Alaaddin abiydi.
Nasıl açıklanır bilinmez ama bir hüneri vardı Alaaddin abinin. Bana göre iki koliden aşağısının kurtarmayacağı siparişleri bir koliye tıkıştırırdı. Üç koli olacak malı iki kolide hallederdi. Daha sonraki yıllarda, Enbiya sûresinin 22. ayetini izah ederken, Alaaddin abiyle 'kolileme' üzerine yaşadıklarımızı sık sık anlattım. Önce ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir."
Yaşadıklarımıza gelirsek: Alaaddin abi, benim kolilememi pek beğenmez, yeniden yapılmasını zaruri gördüklerinde (beni kızdırmak pahasına) koliyi elimden alıp öyle bir çalışırdı ki, son haliyle ilk halinin arasında benzerlik kalmazdı. Neredeyse bütün kitapları yerlerinden oynatır, kendi sistemine göre yeniden yerleştirir, en nihayet şaheserini bitirirdi. O vakit içimden derdim:
"Kainat da büyükçe bir koli misali işte. Bir kolide iki kişi çalıştığı zaman nasıl herşey böyle hercümerç oluyor, kainatta da iki (veya daha fazla) ilah beraber çalışsaydı herşey hercümerç olurdu. Biz nasıl birbirimizden (düzenleyişlerimizden) rahatsız oluyoruz, o ilahlar da birbirlerinden öylece rahatsızlık duyarlardı. Biz insanız. Farklılığımızın da, herşeyimiz gibi, bir sınırı var. Sınırlarımızdan dolayı yardımlaşmak zorunda kalıyoruz. İki ilah arasındaki farklılıklar ise sonsuzluğa uzanır. Kudretlerinin sonsuzluğu da yardımlaşmaya ihtiyaç duymaz. Bu sonsuz farklılık ve kudret onların beraber çalışmalarına müsaade etmezdi. Düzen tevhidin delilidir." Mürşidim bu sadedde der ki:
"Hem bin neferin idaresi ve kumandanlığı bir tek zâbite verilse, bir cihette bir nefer kadar kolay olur, eğer on zâbite veya neferlere bırakılsa, pek karışık ve müşkül düşer. Aynen öyle de, herşey Vâhid-i Ehade verilse, birtek şey gibi kolay olur. Eğer esbaba isnad edilse, birtek zîhayat, zemin kadar müşkül, belki imkânsız olur. Demek vahdette kolaylık, vücub ve lüzum derecesine gelir. Ve kesretli eller karışmakta suûbet, imkânsızlık derecesine düşer."
Geçtiğimiz günlerde, Daniel Quinn'in kaleminden okuduğum İsmail ismindeki bir kitap, konu hakkında tekrar düşünmeme sebep oldu. Ene Risalesi'nde Bediüzzaman'ın insandaki 'sahiplenme yetisi' ile 'şirk' arasında kurduğu ilgi (ve bunu emanet ayetinin tefsiri sadedinde dile getirmesi) o kitapla birlikte daha zengin şekillendi dünyamda. Sahip olma yetisinin insana veriliş hikmetini 'kendisine ait mevhum bir alan oluşturarak oradan Allah'ın marifetine yol bulma' perspektifinde ele alan Bediüzzaman, malum ayetteki 'emanet' ifadesinin bir açıdan da bu 'ene'ye baktığını ifade eder:
"Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi enedir. Evet, ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir."
İnsan, Allah'ın mülkünden herhangi birşeyi, hakikatsiz bir şekilde sahiplenebilmektedir. Bu sahiplenme mevhum olduğu için özünde sadece emanetçiliktir. Araçsal bir fonksiyonu vardır. Fakat kimi insanlar (kimi zamansa hepimiz) mezkûr farkı göremediklerinden emanetlerinin sahibi olmaya çalışırlar. Ayetin devamında insanın 'çok zalim' ve 'çok cahil' olarak anılışı bu potansiyelle ilgilidir. Böylesi bir hırsızlık hem zalimlik hem cahilliktir. Kaldıramayacağı yükün altına giren, bu cahilliğinden dolayı, hem yüke hem kendisine zulmeder. Fakat devası da yine bu iki durumu hatırda tutmaya bağlıdır. Sahiplendikleri ellerinde kaldıkça (hem kendilerine hem başkalarına) 'zalimlik' ve 'cahillik' yaptıklarını farkedenler ancak mevhum sahipliklerini terkedip emanetçiliğe geçebilirler.
"Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının marifeti enaniyete bağlıdır? Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."
Şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Alaaddin abiyle niza meselemiz olan koliyi kainattan koparabilmem mümkün mü? Aslında hayır. Çünkü o da herşey gibi kainatın parçasıdır. Bütünlüğüne dahildir. Peki kainatı yaratan kimdir? Allah'tır. Ondan başkasının gücü yetmez. Kainat gibi birşeyi ancak sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir ilah yaratabilir. O halde ben nasıl o koliyi ayırıp 'yaptığım' veya 'yaptığı' olarak tarif edebildim? İşte, bu sahipleniş, yani bu 'mış gibi' düzen, aslında mevhum bir sahiplenişti. Hakikati yoktu. Fakat ne oldu? Ben o koliyi bir biliş aracı olarak kullanarak Allah'ın marifetine ulaştım. İki kişinin bir koli ile yaşadığı karmaşa/niza üzerinden kainatın tevhid üzere olduğuna delil çıkardım. Bu enenin doğru kullanımıydı. Ya yanlış kullanımı nasıl olurdu? Bediüzzaman, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış tüm dalaletlerin böylesi bir 'enesel sapmanın' sonuçları olduğunu ifade ediyor.
Bu kısmı hızlı geçerek İsmail'e gelelim. Kitabın bir yerinde şöyle söylüyor Daniel Quinn: "Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Bu aslında kitabın üzerine kurulu olduğu modern medeniyet eleştirisinin bir parçası. Peki İsmail'e göre bu yıkım neden gerçekleşiyor? Bizim olmayan bir dünyayı sahiplenmekten. Hatta bu hakikat kitabın içinde şöyle bir cümleyle ifade ediliyor: "Hiçbir tür, dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez." Ancak İsmail'e göre; insan olmanın kibri, beşeri, kendisini diğer türlerden daha üstün görmeye ve onların yaşamlarını da kendi merkezinde şekillendirmeye zorluyor. Dünyada iki tür insan var İsmail'le göre. Yanlışı seçen 'alanlar' ve doğruyu seçen 'bırakanlar.'
"Bu kibirli aptallığın pençesine bir kez düştü mü, olgunluğa erişecek kadar yaşar mı acaba? (...) O kibirle bahçeye göz gezdirip, kendi kendine diyebilir ki: Herşey yanlış. Niçin hayat ateşimi tüm bu canlılarla paylaşmak zorunda kalayım ki? Şuraya bak; kendime ayıracağım tüm hayvanları aslanlar, kurtlar ve tilkiler avlıyor. Bu çok kötü. Tüm bu canlıları öldüreceğim ve herşey iyi olacak."
Bu, insanın, evrende yapacağı yıkımın sadece başlangıcıdır Daniel Quinn'e göre. Çünkü bir kere 'bazı şeylerin değişmesi gerektiğini' düşünmeye başlayan insan, örgü kazaktan ip çeker gibi, sonunu getirmeden duramaz. Mülkün, Allah'ın değil, kendisinin olduğunu düşünen beşer, onu, kendi hevasınca yeniden dizayn etmek ister. Her tasarrufu, kainatın bütünlüğü savunduğu şeyi desteklemediği ve zaten evren onun hevası üzerine yaratılmadığı için, daha yukarıdan bir itirazla karşılaşır. Her teşebbüsü birşeyleri yıkar. Tavukları öldürdüğünde keneler çoğalır. Tilkileri öldürdüğünde fareler artar. Bu defa, güya hatasını düzeltebilmek için, sahiplik iddiasını daha yukarılara çıkarır. Ki böylece herşeyi en baştan (hatanın başladığı yerden) kurgulayabilecektir. En nihayet kazağın sonuna gelir. Ancak elinde yeni bir kazak olmaz. Söktüğü kazaktan çıkan bozuk iple kalakalır.
İsmail bize bu durumu şöyle ifade ediyor: "Evet, ama bazı şeylerin hâlâ elimizde olmadığı açık. Genel bir ekolojik çöküşü kontrol edemeyeceğimiz gibi. Böyle bir durumda sağ da çıkamayız./O zaman henüz güvende değilsiniz. Ne zaman tam anlamıyla güvende olacaksınız?/Tüm dünyayı tanrıların elinden aldığımızda." Peki, bunu yapmak yerine, neden dünyayı kendi haline bırakamıyor insanoğlu? Bunun cevabı da şöyle ifade ediliyor İsmail'de: "Ondan vazgeçmeleri... En baştan beri yanıldıkları anlamına gelir. Dünyanın nasıl yönetileceğini meğerse hiçbir zaman bilmedikleri anlamına gelir. Ondan vazgeçmeleri tanrılık hakkından feragat ettikleri anlamına gelir."
İşte, tam da bu bakış açısıyla, Bediüzzaman'ın 'enenin suistimaiyle şirk arasında kurduğu bağıntı' ve 'şirkten-ateizme geçiş' daha anlaşılabilir oluyor. Bir kere emanetçiliği bırakıp sahiplenmeye başlarsanız, bu durum, tıpkı dansa yanlış ayakla başlamak gibi, sonuna kadar uyumsuzluğunu sürdürüyor. Tevhid üzerine yaratılan koca kainat, hevanızla/bencilliğinizle şekillendirmeye çalıştığınız küçük dünyanızla uyum sağlamadığından, arızalar kaçınılmaz hale geliyor. Güya, bu arızaları giderebilmek için, teolojinizi daha da sapkın bir hale sokuyorsunuz. Bir an geliyor ki; değil yaratıcılıkta tek olması, Allah'ın varolması dahi sizi rahatsız etmeye başlıyor. Sizin mülkünüzü, yüzbin kere hâşâ ve kella, Allah sizden gasbediyor gibi geliyor. İşte o noktada şirkten ateizme geçiş yaşanıyor. Bütün kainatı onun mülkü olmaktan çıkarmakla yeni ve muhteşem düzeninizi kurabileceğinizi sanıyorsunuz. Ama pek feci yanılıyorsunuz. Çünkü İsmail'in de dediği gibi: "Sizi kıyamete götüren şey aracınızın ta kendisi."
"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder. Sonra, kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer."
2 Temmuz 2015 Perşembe
Çiçek güneşe nasıl yaklaşır?
Çağrışımları çok olumlu değil. Fakat tanıdık gelmesinden dolayı kullanmaktan çekinmeyeceğim: Allah 'sıradanlıklarla/hep olagelenlerle' bize birşey öğretir. 'Sıradışılıklarla/bazen olanlarla' başka birşey öğretir. Kanunlarla birşey öğretir. Şuzuzat-ı Kanuniye ile başka birşey öğretir. Bu noktada insanın fiiler üzerinden tesbit ettiği farklılık, zıtlık veya beraber olmazlık, failin zatında da böylesi farklılıklar olmasını gerektirmez. Çünkü büyük resme bakarken herşey değişir. Bir bütünün parçası olan şeyler, velev zıtlık gibi görünsünler, aslında devamlı bir düzenin içinde yeralmakla bize şunu öğretirler: Failimiz aynıdır.
Bazen zıt zıttının tamamlayıcısıdır. Hatta zıtlığın iki kutbu aynı amacın sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Tıpkı 'özlem' ve 'vuslat' gibi. (Özlemsiz vuslat lezzetsiz. Vuslatsız özlem kahredicidir.) Fakat âlemi parçaları üzerinden okuyanın gözünde zıtlıkların tamamı kavga sebebi, hayatın kendisi mücadele, dolayısıyla da varlık 'anlaşmazlığın tezahürü'dür. Teolojisi de bu yüzden şirkten hali kalamaz. Aynı âleme tevhid ile bakmakta olan mü'minin nazarında ise zıtlıklar birbirlerine güzellik katmak için yaratılmış parçalardır. Tabloda hem beyaz hem siyah olabilir. Hem kırmızı hem sarı bulunabilir. Bütünlüğe bakmayı aklında tutanlar için farklılıklar ancak katkıdır. Çünkü her ne olsa bir yanıyla bütüne dairdir.
Bütüncül bakanlar için kelimelerin karşılığı da değişiyor. Oyunbozanlık ortadan kalkıyor. Onlar için sıradışılar 'bütünbozanlar' değil. Cümle bir anlam ifade ettiğine göre harflerin herbirisinin durduğu yerde bir hikmeti var. Ne kadar alışılmadık olurlarsa olsunlar. Bütünü anlamlı olan parçalar anlamsız olamazlar.
İşte, Allah'ın, 'hep öyle yapmak zorunda' olmadığını, 'bazen öyle bazen böyle' yapabildiğini bu sıradışılıklar vasıtasıyla anlayabiliyoruz biz. İradesinin kudretinden farkını uğradığımız şoklarla seziyoruz. Hayretimizle ayırıyoruz.
Dualarımızın her defasında gerçeğe dönüştüğünü düşünün mesela. Bunu sağlayan kudretin, nereye kadar Onun, nereye kadar bizim olduğunu nasıl ayırabilirdik? Her istediğimizin yerine getirildiği bir âlemde 'bize ait olan' ile 'Allah'ın mülkü olanın' sınırları karışırdı. 'Ol!' emretmesiyle olduruverenin kim olduğu netleştirilemezdi. Öyle ya! Dileklerimizin yaratışımız olmadığını her istediğimizin elimize geçmemesiyle anlayabiliriz ancak. Aralarındaki mesafenin açılmasıyla tanırız. Yoksunluğumuz asıl failin kim olduğunu öğretir. Yani arkadaşım, biz, Allah'ın Allah olduğunu kabul edilmeyen dualarımızla da anlarız.
İşte, sıradışılık dediğimiz şeyin, kabul edilmeyen dualarımız gibi, yapabilme gücünü Allah'a teslim eden bir yanı var. İnsanın 'hep öyle olan şeyler' için fail farkındalığı oluşturması kolay birşey değil. Determinist bir âlem algısına kapılması mümkün. Zorunluluk sanması kabil. Aksinin mümkün olmadığını düşünmesi tabii. Fakat, her vakit gözümüz önünde gerçekleşen sıradışılıklar, bizi Allah'ın iradesini farketmeye adım adım yaklaştırıyor. Tokat tokat uyarıyor.
Zaten kulun Allah'a yaklaşması maddi mesafeler aşmakla değildir. Allah, hâşâ, maddeden değildir ve mekanla kayıtlı da değildir. Marifetine yeni pencereler açmakladır Ona yaklaşmak. Daha çok teveccüh etmekledir. Çiçek güneşe ancak böyle yaklaşır. Hak Subhanehu ve Teala dünyevi gözlerimize sığmaz. Fakat sonsuzun anlamı insanın uhrevi kalbine sığar. Çünkü kalb bir ayna gibidir. Bütünün bütün detaylarını kuşatamaz ama hakkında fikir sahibi olma yetisine sahiptir. Evet. Sezgi biraz buna da bakıyor. Yani kuşatılamayanın bilinmesi...
Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı: Allah'ın esması olarak okuduğumuz veya sıfatı, şe'ni olarak tarif ettiğimiz şeylerin de ancak şuzuzat sayesinde görülebilir olmasıdır. Allah, eğer seçim yapabilen bir iradeye sahip olmasaydı, Zat'ının esması, sıfatları ve şe'ni hakkında nasıl marifet sahibi olabilirdik? Öyle ya! Fiileri yaratmasında iradesiyle bir seçim yapmasından ve o seçimin niteliği hakkında bir tefekkürden biz marifet-i ilahîye sahibi oluyoruz. "Şu, şu, şu seçenekler de vardı ama hep bunu seçti. Demek ki Allah bunu seçen, böyle seçmek sıfatı olan, bunu seçmeyi seven bir Allah. Böyle bir Allah..." diyebiliyoruz. Yani: İradesinin varlığını bilmemiz fiilerinden şuunatına kadar uzanan bir okuma yapabilmemizi sağlıyor. Yaratışını 'zatındaki kemalden gelen bir kasıtla' süslenmiş kılıyor.
Şunu da söyleyip bitireyim arkadaşım: Bence biz Ramazan'da kainattan aldığımız bu sıradışılık dersine kendi irademizle de dahil oluyoruz. Tabir-i caizse kendi sıradanlığımızı oruçla bozuyoruz. Bu iradeli bozuşla, her zaman öyle olmak zorunda olmadığımızı görüp alışkanlıkların köleliğinden kurtulduğumuz gibi, determinist âlem algısından da sıyrılıyoruz. Ve bu iradeli sıradışılık deneyimi âlemdeki sıradışılıklara daha uyanık hale getiriyor bizi. Birşeyleri değiştirebileceğimizi hissettiriyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:
"Mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."
Abartı bulma sözlerimi. Buna dair her oruçlunun anlatacağı birşeyler vardır. Ramazan, pekçok insan için, bir/birçok kötü alışkanlığın terki zamanıdır. Değişim zamanıdır. Başkalaşım zamanıdır. Kendi adıma konuşayım: Namaza bir Ramazan ayında başladığımı söyleyebilirim. Ve yine, yaşadığım her Ramazanın, duyarlılığıma birşeyler kattığını ilave edebilirim. Nihayetinde söylemek istediğim şu ki: İnsanî yanımızın hayvanî yanımıza galip gelişi, bir açıdan da, o hayvanî alışkanlıkları iradeli yoksunluklarla terbiye etmekte yatıyor. Seçilmiş sıradışılıklar hem âleme hem bize zenginlikler katıyor. Ve belki bu yüzden, beşerin binlerce yıllık ömründe yaşadığı en sıradışı şeyler, peygamberlerin zamanında yaşanıyor.
Bazen zıt zıttının tamamlayıcısıdır. Hatta zıtlığın iki kutbu aynı amacın sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Tıpkı 'özlem' ve 'vuslat' gibi. (Özlemsiz vuslat lezzetsiz. Vuslatsız özlem kahredicidir.) Fakat âlemi parçaları üzerinden okuyanın gözünde zıtlıkların tamamı kavga sebebi, hayatın kendisi mücadele, dolayısıyla da varlık 'anlaşmazlığın tezahürü'dür. Teolojisi de bu yüzden şirkten hali kalamaz. Aynı âleme tevhid ile bakmakta olan mü'minin nazarında ise zıtlıklar birbirlerine güzellik katmak için yaratılmış parçalardır. Tabloda hem beyaz hem siyah olabilir. Hem kırmızı hem sarı bulunabilir. Bütünlüğe bakmayı aklında tutanlar için farklılıklar ancak katkıdır. Çünkü her ne olsa bir yanıyla bütüne dairdir.
Bütüncül bakanlar için kelimelerin karşılığı da değişiyor. Oyunbozanlık ortadan kalkıyor. Onlar için sıradışılar 'bütünbozanlar' değil. Cümle bir anlam ifade ettiğine göre harflerin herbirisinin durduğu yerde bir hikmeti var. Ne kadar alışılmadık olurlarsa olsunlar. Bütünü anlamlı olan parçalar anlamsız olamazlar.
İşte, Allah'ın, 'hep öyle yapmak zorunda' olmadığını, 'bazen öyle bazen böyle' yapabildiğini bu sıradışılıklar vasıtasıyla anlayabiliyoruz biz. İradesinin kudretinden farkını uğradığımız şoklarla seziyoruz. Hayretimizle ayırıyoruz.
Dualarımızın her defasında gerçeğe dönüştüğünü düşünün mesela. Bunu sağlayan kudretin, nereye kadar Onun, nereye kadar bizim olduğunu nasıl ayırabilirdik? Her istediğimizin yerine getirildiği bir âlemde 'bize ait olan' ile 'Allah'ın mülkü olanın' sınırları karışırdı. 'Ol!' emretmesiyle olduruverenin kim olduğu netleştirilemezdi. Öyle ya! Dileklerimizin yaratışımız olmadığını her istediğimizin elimize geçmemesiyle anlayabiliriz ancak. Aralarındaki mesafenin açılmasıyla tanırız. Yoksunluğumuz asıl failin kim olduğunu öğretir. Yani arkadaşım, biz, Allah'ın Allah olduğunu kabul edilmeyen dualarımızla da anlarız.
İşte, sıradışılık dediğimiz şeyin, kabul edilmeyen dualarımız gibi, yapabilme gücünü Allah'a teslim eden bir yanı var. İnsanın 'hep öyle olan şeyler' için fail farkındalığı oluşturması kolay birşey değil. Determinist bir âlem algısına kapılması mümkün. Zorunluluk sanması kabil. Aksinin mümkün olmadığını düşünmesi tabii. Fakat, her vakit gözümüz önünde gerçekleşen sıradışılıklar, bizi Allah'ın iradesini farketmeye adım adım yaklaştırıyor. Tokat tokat uyarıyor.
Zaten kulun Allah'a yaklaşması maddi mesafeler aşmakla değildir. Allah, hâşâ, maddeden değildir ve mekanla kayıtlı da değildir. Marifetine yeni pencereler açmakladır Ona yaklaşmak. Daha çok teveccüh etmekledir. Çiçek güneşe ancak böyle yaklaşır. Hak Subhanehu ve Teala dünyevi gözlerimize sığmaz. Fakat sonsuzun anlamı insanın uhrevi kalbine sığar. Çünkü kalb bir ayna gibidir. Bütünün bütün detaylarını kuşatamaz ama hakkında fikir sahibi olma yetisine sahiptir. Evet. Sezgi biraz buna da bakıyor. Yani kuşatılamayanın bilinmesi...
Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı: Allah'ın esması olarak okuduğumuz veya sıfatı, şe'ni olarak tarif ettiğimiz şeylerin de ancak şuzuzat sayesinde görülebilir olmasıdır. Allah, eğer seçim yapabilen bir iradeye sahip olmasaydı, Zat'ının esması, sıfatları ve şe'ni hakkında nasıl marifet sahibi olabilirdik? Öyle ya! Fiileri yaratmasında iradesiyle bir seçim yapmasından ve o seçimin niteliği hakkında bir tefekkürden biz marifet-i ilahîye sahibi oluyoruz. "Şu, şu, şu seçenekler de vardı ama hep bunu seçti. Demek ki Allah bunu seçen, böyle seçmek sıfatı olan, bunu seçmeyi seven bir Allah. Böyle bir Allah..." diyebiliyoruz. Yani: İradesinin varlığını bilmemiz fiilerinden şuunatına kadar uzanan bir okuma yapabilmemizi sağlıyor. Yaratışını 'zatındaki kemalden gelen bir kasıtla' süslenmiş kılıyor.
Şunu da söyleyip bitireyim arkadaşım: Bence biz Ramazan'da kainattan aldığımız bu sıradışılık dersine kendi irademizle de dahil oluyoruz. Tabir-i caizse kendi sıradanlığımızı oruçla bozuyoruz. Bu iradeli bozuşla, her zaman öyle olmak zorunda olmadığımızı görüp alışkanlıkların köleliğinden kurtulduğumuz gibi, determinist âlem algısından da sıyrılıyoruz. Ve bu iradeli sıradışılık deneyimi âlemdeki sıradışılıklara daha uyanık hale getiriyor bizi. Birşeyleri değiştirebileceğimizi hissettiriyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:
"Mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."
Abartı bulma sözlerimi. Buna dair her oruçlunun anlatacağı birşeyler vardır. Ramazan, pekçok insan için, bir/birçok kötü alışkanlığın terki zamanıdır. Değişim zamanıdır. Başkalaşım zamanıdır. Kendi adıma konuşayım: Namaza bir Ramazan ayında başladığımı söyleyebilirim. Ve yine, yaşadığım her Ramazanın, duyarlılığıma birşeyler kattığını ilave edebilirim. Nihayetinde söylemek istediğim şu ki: İnsanî yanımızın hayvanî yanımıza galip gelişi, bir açıdan da, o hayvanî alışkanlıkları iradeli yoksunluklarla terbiye etmekte yatıyor. Seçilmiş sıradışılıklar hem âleme hem bize zenginlikler katıyor. Ve belki bu yüzden, beşerin binlerce yıllık ömründe yaşadığı en sıradışı şeyler, peygamberlerin zamanında yaşanıyor.
13 Ekim 2014 Pazartesi
Güçler ayrılığı, vesayet, tevhid ve şirk üzerine: Devlet nasıl hayatlanır?
- Ha meclis seçmiş, ha millet seçmiş ne fark eder?
- Aynı şey değil. Bir arabanın içindeyiz. Direksiyon sende. Gaz bende. Fren Polat'ta. Bu araba ne tarafa gidecek? Buna kim karar verecek?
- Ne tarafa gidecek?
- Ne tarafa gidecek! Patinaj yapıp duracak!
Kurtlar Vadisi dizisinden, Deli Hikmet ve savcı.
Güçler ayrılığı ilkesi kimileri tarafından ta Aristo'ya kadar götürülüyor. Fakat bildiğimiz şeklini miras aldığımız isimler daha çok Locke ve Montesquieu. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı üç ayaklı düzen Montesquieu'ya ait diye biliyorum ben. Bir açıdan Hristiyan teolojisinin de (teslis) bir etkisi olabilir bunda. (Kainat üç elle yönetiliyorsa, devlet de böyle yönetilir.)
Güçler ayrılığı kötü birşey mi peki? Bence değil. Gücün millet tarafından birilerine tevdi edildiği bir düzende, tevdi edilenlerin birbirini sınayabilecek bir şekilde üçe çıkarılması, sürecin sağlıklı işlemesi açısından kıymetli. Hatta bir açıdan muhalefet partilerinin bile güçler ayrılığı ilkesinin bir yerinde olduğunu düşünüyorum ben. Yönetimde olmasalar da, halkın teveccühünün bir kısmına mazhar olmakla, onlar da aslında devletin bir rüknü ve gücü. Hükümetin işlerinde iskamet üzere olması açısından muhalefetin eleştirisi de kıymetli. Tabii insaflı olursa, vücudun hayatını devam ettirmeye yönelik/yapıcı yapılırsa, çirkefçe saldırılmazsa. Ki biz Türkiye'de daha çok türüne rastlıyoruz.
Fakat bu noktada birşeyin yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. En azından halkımızın bir kısmı tarafından: Güçler ayrılığı ilkesi gereğince paylaşılan bu gücün (yahut daha doğru bir ifadeyle; millet tarafından paylaştırılması gereken bu üç gücün) birbiriyle çatışık ve çelişik olmasını bekliyoruz genelde. Örneğin: Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın hem seçimi öncesinde hem sonrasında yapılan eleştiriler şu zeminde: "Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı. Eğer Erdoğan seçilirse, tarafsız olamaz, hükümetin tarafını tutar. Her yaptıklarına onay verir." Hatta geçmiş cumhurbaşkanı Gül'e de, hükümetle uyumlu çalıştığı için, 'noter memuru' diyordu aynı isimler.
Bu noktada anladığım kadarıyla bu insanların cumhurbaşkanlığı makamından bekledikleri şey aslında hükümetin denetlenmesi, sınırlanması. Daha kesif muhalefet yürütenlerin beklentisi ise şu: Cumhurbaşkanının, hükümetin her işinin altına dinamit koyması, uğraştırması, çalışamaz hale getirmesi. Bu eğer idealse, Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile meşhur Sezer'in cumhurbaşkanlığı dönemini iftiharla anmamız lazım. Çünkü en kral cumhurbaşkanlığını o yapmış oldu böylece. Ancak görüyoruz ki; aynı dönem, Türkiye'de siyasetin ve hükümetin çıkmazda olduğu ve vatandaşın en çok sıkıntı çektiği dönem. Sırf o anayasa kitapçığı fırlatılması meselesi yüzünden nasıl bir kriz yaşandığını hatırlayalım. İdealin(!) pek de devlet ve halk selameti açısından sağlıklı durmadığını görüyoruz. Halbuki ideal olan, en sağlıklı olandır.
Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde devlete bir 'şahs-ı manevi' diyor. Manevi de olsa, bir vücudu var. Vücut, hayatla ayakta durur. Her nerede olursa olsun, hayat düzendedir. Hayatı karmaşa ile tarif edenlere muhalefet ediyorum bu noktada. Hayat intizamın şiddetlisidir. Kainat ve insan karşılaştırması yaptığı Mektubat isimli eserinde; "Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çekmek istediği de bu gibi geliyor bana. Düzenin şiddetinden sureti değişiyor.
Kur'an, kainat ve insan, üçü de Allah'ın sanatı; fakat çelişik ve çakışık değil, uyumlu parçalar. Sanat ve hayat, bu düzenin, yani bir adım ötesinde uyumun, en girift halidir. Karmaşadan bahsedeceksek bunu tesadüfün omuzlarına değil, akılüstülüğün veya mucizenin (anlamakta veya yapmakta insanı aciz bırakışın) üzerine bina etmeliyiz. Karmaşık, çünkü çözemiyoruz. Ama aslında düzenin şiddetlisi. Şiddet-i zuhurundan çözemiyoruz. Biraz biyoloji, kimya, fizik, tıp bilenler; hayatın nasıl ince dengelerin eseri olduğunu bilirler.
Ali Şeriati, İslam Bilim isimli eserinde, özünde hem tevhidin hem de şirkin sadece inanç değil, aynı zamanda bir varlık algılama biçimi olduğunu söyler. Yani kainata tevhid nazarıyla bakan bir mümin yalnız uyum arar. Çünkü inancı ona der ki: "Bu âlemi yaratan birdir. Bir olduğuna göre parçaların tamamı aynı ustanın elinden çıkmıştır. Aynı ustanın elinden çıkan parçalar birbiriyle uyumsuz olamaz." Ama şirk karmaşaya bir imkan tanır ve der ki: "Eğer kainatta farklı farklı ilahlar ve onların farklı farklı mahlukları varsa, o zaman bu kainatta çakışma ve çelişme olması kaçınılmazdır. İlla birşeyler birbiriyle çatışır. İlla birşeyler birbiriyle uyumsuzluk gösterir."
O nedenle biz müslümanlar müminane bakışın asıl huzur kaynağı olduğunu savunuyoruz. Çünkü kainatta uyumu arıyoruz, karmaşayı değil. "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pekçok hayır verilmiştir..." ayetini biraz da böyle anlıyorum ben. Hikmet zaten bu yerliyerindeliğin hem kabulu hem uygulanması değil midir? "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" cümlesini hem Ali Şeriati'nin yukarıdaki tesbitiyle hem de bu ayetle birlikte düşünmenizi isterim.
Toparlamaya çalışayım. Bediüzzaman, Risalelerinde, tevhidin sadece (dogmatik) inanılacak birşey değil, kainatın anlaşılması ve anlatılması noktasında da kolaylık vesilesi olduğunu söyler. Tabiat Risalesi'nden tutun Ayetü'l-Kübra'ya, oradan 33. Pencere'ye kadar Risale-i Nur'un en çok öğretmeye çalıştığı (ve başardığı) şeylerden birisi kainatın tevhidle açıklanmasının, şirkle açıklanmasından daha kolay olmasıdır. "Din kolaylıktır" hadis-i şerifine de bir yönüyle dokunan bu tesbitin tekerrürü o kadar çok ve çeşitlidir ki külliyatta, bir tanesini alıp geçeyim:
"Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.
Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur."
Bold yaptığım (koyulaştırdığım) kısma dikkat edilirse Bediüzzaman'ın bu tevhid kolaylığını "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayetiyle de bağladığı ve belki o ayetin tefekküründen bu noktaya geldiği anlaşılır. Fakat yalnızca bu değil, örneğin; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti!" diyen Enbiya 22 de başka bir açıdan (alternatifin imkansızlığı açısından) aynı hakikatin altına mührünü basar. Fakat burada, Bediüzzaman, bir ayete daha atıf yapıyor verdiği misalle. Zümer sûresi, 29: "Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler." Yalnızca köleyi nefer yapıyor.
Yani nihayetinde tevhid, bunun yönetim biçimi olarak düşünülürse Rububiyet, kainattaki düzeni ve uyumu anlatmakta daha mantıklı (hatta tek mantıklı) yoldur. Allah, nihayetsiz esmasının tecellisi olarak yarattığı kainatı; bu esmayı bir nevi, tabir-i caizse, çok kusurlu bir benzetme olarak veriyorum bunu, farkındayım; kuvvetler ayrılığı gibi, hatta kuvvetin değil de insandaki algının sınırlılığından kaynaklanan bir ayrılık gibi düşünürsek, insanın nazarında ayrıymış gibi görünen bu kuvvetleri, en nihayet tevhid içinde toplar. İman; birbirinden farklı görünen eşyanın parçalarını, bu farklılığın aslında aynı birin tecellileri olduğunu anlamak ve kabul etmekle olur. Eğer, sınırlılığımızın da payı olan bu farklılıkları farklı ilahlara verirsek, esmayı paylaştırmış oluruz ki, bu da şirktir. Şirk, kainattaki 'farklılıklar içre mükemmel düzeni' açıklayamaz.
Geriye dönelim, en başa hem de. Cumhurbaşkanlığı veya HSYK seçimlerinin öncesinde/sonrasında konuşulan yargının hükümetin güdümüne girmesi ve bunun yanlış olduğu eleştirileri, eğer burada kastedilen şey; yargının da milletin iradesine doğrudan bağlanması ise, haksız eleştirilerdir. Zira işlerin selameti açısından birbirini denetleyebilir, sınırlayabilir kuvvetler ayrılığı işgörür dursa da, son minvalde, cumhuriyet sisteminde, tüm yetkinin sahibi ve paylaştırıcısı millet olduğundan, yine o kuvvetler millet elinde tevhid edilmelidir. Fakat altını çizmek istiyorum: İktidarın elinde değil, milletin elinde. Hükümet/iktidar seçim sistemi dolayısıyla, milletin iradesini en çabuk, en sık yansıttığı ayna olduğundan yetkiyi elinde toplamayı hakeder.
Bundan daha ideali ise, ayrık bu üç gücün de millet tarafından seçilmesidir. Yani ideal devlet, bence, kuvvetler ayrılığına sahip olmakla birlikte, bu ayrılığı son minvalde milletin eline bırakan devlettir. "Yok, millet yalnız hükümeti seçer, ordu başka bir güçtür, yargı başka bir güçtür, cumhurbaşkanlığı başka bir güçtür; hükümet haricindekiler millete sormadan bu devlet gücünü paylaşırlar!" gibi düşünülüyorsa, bu bizi ayet-i kerimenin dikkat çektiği kaosa götürür. Yerde veya gökte ilahların sayısı iki olmayacağı gibi, hiçbir devlet düzeninde otoritenin sayısı iki olmaz, çünkü düzen fesada uğrar. Tıpkı cumhuriyet macerası boyunca sayısız yönetim krizi yaşayan Türkiye'de olduğu gibi.
Ki İslam'ın ideale en yakın devlet düzeni diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin dönemi de, içerdiği halifelik sistemi ile, seçim ve biat usulünü, son minvalde bütün yetkinin halifede toplandığı bir şekilde uygular.[1]
Bu açıdan vesayet ve şirk arasında teolojik olmasa da yönetimbilim anlamında bir benzerlik bulunmaktadır. Şirk nasıl, Allah'ın mülküne varolmayan kurgu ilahlar dahil edip, Onun elinden (haşa) mülkünü gasbetmeye çalışmaktır; vesayet de aynı şekilde, kurgu veya dayatma otoritelerle milletin elinden yönetim ve seçim hakkını çalmaktır.
Mazimiz, hassaten ordu vesayetinin izleriyle dolu. Ancak aslında tüm bu darbelerde son imzayı atan yargıdır. Türkiye, vesayet içinde vesayet bulunan bir sarmaldadır ve bunun son versiyonu da Gülen Örgütüdür. HSYK, MGK veya YÖK gibi kurumlarla milletin iradesine hep fren konulmuştur. Hep yetkisi gaspedilmiştir. Şimdi buna yavaş yavaş "Dur!" demeye başladık. Yetkiyi tevhid etmek en doğrusu millet elinde. Ama bu şu da olmamalı: Millet adına vesayetleri sonlandıran iktidar, iktidar vesayeti de yaratmamalı. Kuvvetler âdil olmalı. Ancak ayrık olmak uyumsuzluğa sebebiyet vermemeli. Yeni anayasa bunu sağlamalı. Şunu da belirtmeliyim: En az korktuğum iktidar vesayeti. Çünkü seçimle yine millete mecbur olduğundan, değiştirmesi en kolayı o. Yeter ki, bütün dizginler 'dokunulmaz' kurumların değil, milletin elinde olsun.
[1] Anısına yazılan bir eserde, M. Kaya Canpolat tarafından, İdris Küçükömer'in de, Asya toplumlarında 'iktidarın bölünmezliği' ilkesine bağlı kalındığını, Batı'da ise 'kuvvetler ayrılığı' savunulduğu için sivil toplumun daha kolay geliştiğini savunduğu aktarılıyor. (Anılar ve Düşünceler, Profil Yayınları, s. 98)
- Aynı şey değil. Bir arabanın içindeyiz. Direksiyon sende. Gaz bende. Fren Polat'ta. Bu araba ne tarafa gidecek? Buna kim karar verecek?
- Ne tarafa gidecek?
- Ne tarafa gidecek! Patinaj yapıp duracak!
Kurtlar Vadisi dizisinden, Deli Hikmet ve savcı.
Güçler ayrılığı ilkesi kimileri tarafından ta Aristo'ya kadar götürülüyor. Fakat bildiğimiz şeklini miras aldığımız isimler daha çok Locke ve Montesquieu. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı üç ayaklı düzen Montesquieu'ya ait diye biliyorum ben. Bir açıdan Hristiyan teolojisinin de (teslis) bir etkisi olabilir bunda. (Kainat üç elle yönetiliyorsa, devlet de böyle yönetilir.)
Güçler ayrılığı kötü birşey mi peki? Bence değil. Gücün millet tarafından birilerine tevdi edildiği bir düzende, tevdi edilenlerin birbirini sınayabilecek bir şekilde üçe çıkarılması, sürecin sağlıklı işlemesi açısından kıymetli. Hatta bir açıdan muhalefet partilerinin bile güçler ayrılığı ilkesinin bir yerinde olduğunu düşünüyorum ben. Yönetimde olmasalar da, halkın teveccühünün bir kısmına mazhar olmakla, onlar da aslında devletin bir rüknü ve gücü. Hükümetin işlerinde iskamet üzere olması açısından muhalefetin eleştirisi de kıymetli. Tabii insaflı olursa, vücudun hayatını devam ettirmeye yönelik/yapıcı yapılırsa, çirkefçe saldırılmazsa. Ki biz Türkiye'de daha çok türüne rastlıyoruz.
Fakat bu noktada birşeyin yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. En azından halkımızın bir kısmı tarafından: Güçler ayrılığı ilkesi gereğince paylaşılan bu gücün (yahut daha doğru bir ifadeyle; millet tarafından paylaştırılması gereken bu üç gücün) birbiriyle çatışık ve çelişik olmasını bekliyoruz genelde. Örneğin: Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın hem seçimi öncesinde hem sonrasında yapılan eleştiriler şu zeminde: "Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı. Eğer Erdoğan seçilirse, tarafsız olamaz, hükümetin tarafını tutar. Her yaptıklarına onay verir." Hatta geçmiş cumhurbaşkanı Gül'e de, hükümetle uyumlu çalıştığı için, 'noter memuru' diyordu aynı isimler.
Bu noktada anladığım kadarıyla bu insanların cumhurbaşkanlığı makamından bekledikleri şey aslında hükümetin denetlenmesi, sınırlanması. Daha kesif muhalefet yürütenlerin beklentisi ise şu: Cumhurbaşkanının, hükümetin her işinin altına dinamit koyması, uğraştırması, çalışamaz hale getirmesi. Bu eğer idealse, Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile meşhur Sezer'in cumhurbaşkanlığı dönemini iftiharla anmamız lazım. Çünkü en kral cumhurbaşkanlığını o yapmış oldu böylece. Ancak görüyoruz ki; aynı dönem, Türkiye'de siyasetin ve hükümetin çıkmazda olduğu ve vatandaşın en çok sıkıntı çektiği dönem. Sırf o anayasa kitapçığı fırlatılması meselesi yüzünden nasıl bir kriz yaşandığını hatırlayalım. İdealin(!) pek de devlet ve halk selameti açısından sağlıklı durmadığını görüyoruz. Halbuki ideal olan, en sağlıklı olandır.
Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde devlete bir 'şahs-ı manevi' diyor. Manevi de olsa, bir vücudu var. Vücut, hayatla ayakta durur. Her nerede olursa olsun, hayat düzendedir. Hayatı karmaşa ile tarif edenlere muhalefet ediyorum bu noktada. Hayat intizamın şiddetlisidir. Kainat ve insan karşılaştırması yaptığı Mektubat isimli eserinde; "Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çekmek istediği de bu gibi geliyor bana. Düzenin şiddetinden sureti değişiyor.
Kur'an, kainat ve insan, üçü de Allah'ın sanatı; fakat çelişik ve çakışık değil, uyumlu parçalar. Sanat ve hayat, bu düzenin, yani bir adım ötesinde uyumun, en girift halidir. Karmaşadan bahsedeceksek bunu tesadüfün omuzlarına değil, akılüstülüğün veya mucizenin (anlamakta veya yapmakta insanı aciz bırakışın) üzerine bina etmeliyiz. Karmaşık, çünkü çözemiyoruz. Ama aslında düzenin şiddetlisi. Şiddet-i zuhurundan çözemiyoruz. Biraz biyoloji, kimya, fizik, tıp bilenler; hayatın nasıl ince dengelerin eseri olduğunu bilirler.
Ali Şeriati, İslam Bilim isimli eserinde, özünde hem tevhidin hem de şirkin sadece inanç değil, aynı zamanda bir varlık algılama biçimi olduğunu söyler. Yani kainata tevhid nazarıyla bakan bir mümin yalnız uyum arar. Çünkü inancı ona der ki: "Bu âlemi yaratan birdir. Bir olduğuna göre parçaların tamamı aynı ustanın elinden çıkmıştır. Aynı ustanın elinden çıkan parçalar birbiriyle uyumsuz olamaz." Ama şirk karmaşaya bir imkan tanır ve der ki: "Eğer kainatta farklı farklı ilahlar ve onların farklı farklı mahlukları varsa, o zaman bu kainatta çakışma ve çelişme olması kaçınılmazdır. İlla birşeyler birbiriyle çatışır. İlla birşeyler birbiriyle uyumsuzluk gösterir."
O nedenle biz müslümanlar müminane bakışın asıl huzur kaynağı olduğunu savunuyoruz. Çünkü kainatta uyumu arıyoruz, karmaşayı değil. "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pekçok hayır verilmiştir..." ayetini biraz da böyle anlıyorum ben. Hikmet zaten bu yerliyerindeliğin hem kabulu hem uygulanması değil midir? "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" cümlesini hem Ali Şeriati'nin yukarıdaki tesbitiyle hem de bu ayetle birlikte düşünmenizi isterim.
Toparlamaya çalışayım. Bediüzzaman, Risalelerinde, tevhidin sadece (dogmatik) inanılacak birşey değil, kainatın anlaşılması ve anlatılması noktasında da kolaylık vesilesi olduğunu söyler. Tabiat Risalesi'nden tutun Ayetü'l-Kübra'ya, oradan 33. Pencere'ye kadar Risale-i Nur'un en çok öğretmeye çalıştığı (ve başardığı) şeylerden birisi kainatın tevhidle açıklanmasının, şirkle açıklanmasından daha kolay olmasıdır. "Din kolaylıktır" hadis-i şerifine de bir yönüyle dokunan bu tesbitin tekerrürü o kadar çok ve çeşitlidir ki külliyatta, bir tanesini alıp geçeyim:
"Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.
Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur."
Bold yaptığım (koyulaştırdığım) kısma dikkat edilirse Bediüzzaman'ın bu tevhid kolaylığını "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayetiyle de bağladığı ve belki o ayetin tefekküründen bu noktaya geldiği anlaşılır. Fakat yalnızca bu değil, örneğin; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti!" diyen Enbiya 22 de başka bir açıdan (alternatifin imkansızlığı açısından) aynı hakikatin altına mührünü basar. Fakat burada, Bediüzzaman, bir ayete daha atıf yapıyor verdiği misalle. Zümer sûresi, 29: "Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler." Yalnızca köleyi nefer yapıyor.
Yani nihayetinde tevhid, bunun yönetim biçimi olarak düşünülürse Rububiyet, kainattaki düzeni ve uyumu anlatmakta daha mantıklı (hatta tek mantıklı) yoldur. Allah, nihayetsiz esmasının tecellisi olarak yarattığı kainatı; bu esmayı bir nevi, tabir-i caizse, çok kusurlu bir benzetme olarak veriyorum bunu, farkındayım; kuvvetler ayrılığı gibi, hatta kuvvetin değil de insandaki algının sınırlılığından kaynaklanan bir ayrılık gibi düşünürsek, insanın nazarında ayrıymış gibi görünen bu kuvvetleri, en nihayet tevhid içinde toplar. İman; birbirinden farklı görünen eşyanın parçalarını, bu farklılığın aslında aynı birin tecellileri olduğunu anlamak ve kabul etmekle olur. Eğer, sınırlılığımızın da payı olan bu farklılıkları farklı ilahlara verirsek, esmayı paylaştırmış oluruz ki, bu da şirktir. Şirk, kainattaki 'farklılıklar içre mükemmel düzeni' açıklayamaz.
Geriye dönelim, en başa hem de. Cumhurbaşkanlığı veya HSYK seçimlerinin öncesinde/sonrasında konuşulan yargının hükümetin güdümüne girmesi ve bunun yanlış olduğu eleştirileri, eğer burada kastedilen şey; yargının da milletin iradesine doğrudan bağlanması ise, haksız eleştirilerdir. Zira işlerin selameti açısından birbirini denetleyebilir, sınırlayabilir kuvvetler ayrılığı işgörür dursa da, son minvalde, cumhuriyet sisteminde, tüm yetkinin sahibi ve paylaştırıcısı millet olduğundan, yine o kuvvetler millet elinde tevhid edilmelidir. Fakat altını çizmek istiyorum: İktidarın elinde değil, milletin elinde. Hükümet/iktidar seçim sistemi dolayısıyla, milletin iradesini en çabuk, en sık yansıttığı ayna olduğundan yetkiyi elinde toplamayı hakeder.
Bundan daha ideali ise, ayrık bu üç gücün de millet tarafından seçilmesidir. Yani ideal devlet, bence, kuvvetler ayrılığına sahip olmakla birlikte, bu ayrılığı son minvalde milletin eline bırakan devlettir. "Yok, millet yalnız hükümeti seçer, ordu başka bir güçtür, yargı başka bir güçtür, cumhurbaşkanlığı başka bir güçtür; hükümet haricindekiler millete sormadan bu devlet gücünü paylaşırlar!" gibi düşünülüyorsa, bu bizi ayet-i kerimenin dikkat çektiği kaosa götürür. Yerde veya gökte ilahların sayısı iki olmayacağı gibi, hiçbir devlet düzeninde otoritenin sayısı iki olmaz, çünkü düzen fesada uğrar. Tıpkı cumhuriyet macerası boyunca sayısız yönetim krizi yaşayan Türkiye'de olduğu gibi.
Ki İslam'ın ideale en yakın devlet düzeni diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin dönemi de, içerdiği halifelik sistemi ile, seçim ve biat usulünü, son minvalde bütün yetkinin halifede toplandığı bir şekilde uygular.[1]
Bu açıdan vesayet ve şirk arasında teolojik olmasa da yönetimbilim anlamında bir benzerlik bulunmaktadır. Şirk nasıl, Allah'ın mülküne varolmayan kurgu ilahlar dahil edip, Onun elinden (haşa) mülkünü gasbetmeye çalışmaktır; vesayet de aynı şekilde, kurgu veya dayatma otoritelerle milletin elinden yönetim ve seçim hakkını çalmaktır.
Mazimiz, hassaten ordu vesayetinin izleriyle dolu. Ancak aslında tüm bu darbelerde son imzayı atan yargıdır. Türkiye, vesayet içinde vesayet bulunan bir sarmaldadır ve bunun son versiyonu da Gülen Örgütüdür. HSYK, MGK veya YÖK gibi kurumlarla milletin iradesine hep fren konulmuştur. Hep yetkisi gaspedilmiştir. Şimdi buna yavaş yavaş "Dur!" demeye başladık. Yetkiyi tevhid etmek en doğrusu millet elinde. Ama bu şu da olmamalı: Millet adına vesayetleri sonlandıran iktidar, iktidar vesayeti de yaratmamalı. Kuvvetler âdil olmalı. Ancak ayrık olmak uyumsuzluğa sebebiyet vermemeli. Yeni anayasa bunu sağlamalı. Şunu da belirtmeliyim: En az korktuğum iktidar vesayeti. Çünkü seçimle yine millete mecbur olduğundan, değiştirmesi en kolayı o. Yeter ki, bütün dizginler 'dokunulmaz' kurumların değil, milletin elinde olsun.
[1] Anısına yazılan bir eserde, M. Kaya Canpolat tarafından, İdris Küçükömer'in de, Asya toplumlarında 'iktidarın bölünmezliği' ilkesine bağlı kalındığını, Batı'da ise 'kuvvetler ayrılığı' savunulduğu için sivil toplumun daha kolay geliştiğini savunduğu aktarılıyor. (Anılar ve Düşünceler, Profil Yayınları, s. 98)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...