Zuhruf sûresinin 54. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle buyrulur: "Firavun kavmini küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fâsık bir kavimdi." 51 ve 52. ayetlerde ise Firavun'un halkını küçümseyişi şöyle nakledilir: "Firavun kavmine seslenerek dedi ki: Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yoksa, ben, neredeyse meramını anlatamayan şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?" Bu kısım esasında 'teolojik sapmalar'ın öncesini oluşturan 'ontolojik sanrılamalar'ın fotoğrafını çekip gösterir bize. Nasıl? Belki biraz şöyle: Eğer hayırlı/varlıksal olanın mülkü bir kişiye teslim edilirse, o bir kişi artık kabında duramaz, kalbinizi de istemeye başlar sizden. Hatta öyle bir noktaya gelir ki, yalnız yediğinizi-içtiğinizi değil, inanışınızı da kendisine hasretmenizi arzu eder. Tıpkı Kasas sûresinin 38. ayetinde yine Firavun'dan nakledildiği gibi "Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum!" demeye başlar. 'Olmasaydım olmazdınız'laşır.
Bu 'Olmasaydım olmazdınız' mevzusu pek mühimdir. Çünkü 'insan' ile 'ilah' ayrımı noktasında yaşanan feci bir arızayı/kaymayı da gösterir bize. Çoğunuzun malumudur. İslam akidesinde Allah'ın isimlerinden birisi de 'Vacibü'l-Vücud'dur. Bu tamlamanın en yalın karşılığı 'varlığı zorunlu olan' ise de en açıklayıcı şekli 'Allah olmazsa olmazdır'dır. Peki Allah'tan gayrısına ne denir? el-Cevap: 'Mümkin.' Yani? 'Varlığı zorunlu olmayan' ya da 'olmazsa olmaz olmayan' demektir bu da.
Şimdi altını çizmeye çalıştığımız hakikati toparlamaya çalışalım: Kainat gibi muhteşen bir eserin icadı için isimleri sonsuz bir Nazım'a/düzenleyiciye, bir Halık'a/yaratıcıya, bir Hakîm'e/hikmetle iş görene, bir Sanie/sanatla yaratana vs. zorunlu bir şekilde ihtiyaç vardır. Onun varlığı zorunludur. Çünkü, evvelinde onun varlığı olmadan, ancak onun yaratışıyla varolacak başka varlıklardan bahsedilemez. Marangozluk olmadan masadan konuşulamaz. Terzilik olmadan elbiseden dem vurulamaz. Ressamlık olmadan resim izah edilemez. Yaratılışın harikalığını ortaya koyan tüm boyutları, detaylara inildikçe sergilediği yeni yeni muhteşemliklerle, bir ustasının olduğunu, varlığının şu şahit olduğumuz varlığı açıklamak için mecburî olduğunu, 'olmazsa olmaz' olduğunu bütün netliğiyle ortaya koyar.
İşte Vacibü'l-Vücud bunun ifadesidir. Ve karşıtı olan 'mümkin' ise bizim varlıkta işgal ettiğimiz alanı izah eder. Bizim varlığımız yaratılışın varlığı ve devamı için 'olmazsa olmaz' değildir. Biz dünyaya gelmeden önce dünya böyle bir zorunluluğun arayışında olmamıştır. Bir vakit gelip göçtüğümüzde de yokluğumuzu pek aramayacaktır. Cenab-ı Hak, kudretinin sonsuzluğuyla, nasıl dilerse öyle yaratır. Arızî varlıklarımız onun Zatî varlığının devam bahşetmesiyle varolmaya devam eder. Diyebiliriz ki: İslam akidesinin özünde, tevhidin hemen arkasında, bu vardır. Evet. Allah birdir. Dolayısıyla 'olmazsa olmaz' da birdir. 'Olmasaydın olmazdık!' ancak Odur.
Fakat bu cümle bugünlerde pek farklı şekillerde kullanılıyor. Her kesim varlığını kendince önemli bulduğu bir ismi pek kolaylıkla 'Olmasaydın olmazdık!' mertebesine sıçratıyor. Halbuki, yukarıda zikrettiğimiz gibi, biz gibi tevhide iman etmiş müslüman bireyler için bu 'kabul edilemez' bir durumdur. Kabul edilemezdir, zira, Allah'ın isimlerinden birisinin bir kula tahsis edilmesi manası taşır. Hem tek sorunu bu da değildir. Bu ontolojik algı kayması, hayrın/varlıksallığın mahiyetine dair bu yanlış düşünüş, sanrı, rüyalama, aynı zamanda beşerî olanın kutsallaşmasına ve adaletin bozulmasına sebep olur. Çünkü 'adalet mülkün temeli' olduğu gibi 'adaletin temeli de mülkiyet hakkı'dır. Yani birisinin mülkünü diğer bir başkasının gasbetmemesidir.
Emirdağ Lahikası'nda yeralan, Bediüzzaman'ın, dönemin CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran'a yazdığı bir mektupta bu kaymanın oluşturacağı arızalara şöyle dikkat çekilir: "Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz."
Peki Bediüzzaman'ın burada dikkat çektiği arıza nedir? İşte ben bunun bugünkü tezahürlerinden birisini de "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı absürd sloganlar eşliğinde anlayabiliyorum. Sanki Atatürk ortaya çıkana kadar bu necip milletin (hâşâ) erkekleri pezevenklik, (yine hâşâ) kadınları fahişelik işiyle meşgulmüşler ve içlerinden Atatürk isminde birisi çıkmasa hemen bu erkekler karılarını işgalcilerin kucağına itecekmişler, onlar da hiç itirazsız bunlardan çocuk sahibi olacakmışlar gibi yapılan tasvirat, yok hayır, düpedüz terzilat/rezillik Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini anlamama bir yol oluşturuyor. Tamam. Kendi dedeleri-nineleri hakkındaki kem düşüncelerine birşey diyemem. Ama bu vatan toprağında yaşayan her bireyin Türk, Kürt, Çerkes veya Laz dedelerini ve ninelerini böyle bir deniyetten tenzih ederim. Yüzbin defa hâşâ! Onlar böyle alçak değildiler. Hem değillerdir. Hem olmamışlar. Hem olmayacaklardır.
Alçak olan sizsiniz. Çünkü sırf Atatürk'ün makamını yüce gösterebilmek için bir milletin kanının son damlasına kadar beraber direnişiyle elde ettiği bir zaferi onun mülkiyetine geçirmeye çalışıyorsunuz. Sizin gibi olanlar da size itaat ediyorlar. Hoşlarına gidiyor bu tutumunuz. Fakat, ben ve bizler, bu noktada tıpkı Bediüzzaman gibi düşüneceğiz: "(...) o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner..." Evet. "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" cümlesinin aslı/esası bu millete hakarettir. Bu hakareti haksızca üzerine atıldığı şanlı milletten alıp sahiplerine iade ederiz. Madem böyle inanıyorlar. O zaman bu balçık onlarda kalabilir. Bize bulaştırmasınlar. Yeter.
Atatürkçülük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Atatürkçülük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Kasım 2018 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...