Yıllar önce ilahiyatçı bir ağabeyim, kendisi bu yakınlarda 'profesör' de oldu, 'güzel sesin bir ilahiyatçı için imtihan olduğunu' söylemişti. Gerekçesi şuydu: Güzel sesli olan ilahiyatçı genelde, biraz da çevresinin talebiyle elbette, Kur'an-Mevlid-İlahî gibi şeyler okumaya yöneliyor ve ilmî çalışmalara mesaisi azalıyordu. Fakat sesi şuh olmayan ilahiyatçının böyle bir şansı yoktu. O, eğer buna müsait bir istidadı/gayreti de varsa, varlık sahası olarak ilmî çalışmalar yapmayı seçiyordu. Zamanını tastamam ona ayırıyordu. Yani başta eksiklik gibi görünen birşey ilerde artıya dönüşüyordu.
Bir başka ağabeyim de, onun hâlâ akademik hiçbir ünvanı yoktur, Batı'da soyut sanatlara yönelişin fotoğraftan sonra olduğunu söylemişti. Ondan evvel sûretin taklidiyle meşgul olan Batılı sanatkârlar, ilk fotoğraf aşılamaz bir başarı olarak karşılarına dikilince, doğrudanı terkedip dolaylıya yönelmişlerdi. Bunu söyledikten sonra da eklemişti: Sûreti resmetmeye kem bakılması soyut sanatın Batı'dan çok daha önceleri İslam coğrafyasında ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu şüpheli alanda yürümek istemeyen müslüman sanatkârlar varlık sahası olarak dolaylı anlatımı seçmişlerdi. Bu da eserlerini derinleştirmişti. Fikrî yanlarını daha güçlü kılmıştı.
Sonraları kendimce bunun 'tesettür' emriyle de ilgisi olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl? Anlatmayı deneyeyim arkadaşım: Cenab-ı Hak, elbette bir hikmeti gereği, cins-i lâtifi erkeğe kıyasla daha güzel yaratmıştı. Bu güzellik tabii ki onlara bağışlanmış bir nimetti fakat aynı zamanda her nimet gibi de bir imtihandı. 12. Söz'de anlatılan temsilî hikayecikte, kitabın mücevherle yazılmış olmasının 'ecnebî feylesof' için yaman bir yanılgıya dönüşmesi gibi, bu yüzeysellik de bir boğulmaya neden olabilirdi. Ne olmuştu peki hikayecikte o feylesofumuza? Yazdıkları Hâkim'i neden kızdırmıştı? Daha önce okumamışlar için kısacık bir alıntı yapalım:
"O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam, çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakaik olan Kur'ân'ı, mânâsız nukuş zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlikle tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı."
Batı medeniyeti dediğimiz 'deniyet'in özünde saklanan illüzyon da bu aslında. Artık küresel boyutlara varan, yani bulanık rengine bulamadığı neredeyse hiçbir coğrafya kalmamış bu (me)deniyet, bize yüzeyi boyayıp 'derinlik' diye satıyor. Kitabın sayfa sayısından, mürekkebinin türünden, kağıdının kalitesinden, kapağının kalınlığından, kaç nokta bulunduğundan, kaç 'a' harfi geçtiğinden vs. bahsetmeyi kitabı 'anlamak' sayıyor. Böyle de pazarlıyor. Bu nedenle bu (me)deniyetin insanı varlığın hakikatine körleşmede geçmiş her yüzyıldan daha ileride. Fakat aynı zamanda yüzeyin bilgisinden hepsinden fersah fersah üstün. Size birkaç gram demirden/bakırdan dünyanın herhangi bir yerinden diğer bir yerini görebilecek, konuşabilecek, dinleyebilecek cihazlar üretebiliyor. Fakat aynı (me)deniyette gökdelenlerin dibinde insanlar açlıktan ölüyor. İnsan insana ulaşamıyor. İnsan hakikatine varamıyor. İnsan Allah'ını tanıyamıyor. Çünkü marifet derinlik işi. Tek gözlü dehalarıyla salt önlerine bakanların yukarılarını görmesini bekleyemezsin.
Konuyu dağıtıyorum. 'Tesettürü' konuşuyorduk. Evet. Ben, hem erkeğe hem kadına verilmiş bir emir olmakla birlikte, kadında daha bariz okunan 'tesettür emri'nin de bir tür 'yüzeyden uzaklaştırma' olduğunu düşünüyorum. Aynen. Çünkü görüyorum: Tesettür emrinin yıkıldığı yerlerde, elbette istisnaları da vardır, büyük bir 'yüzeyleşme hareketi' başlıyor. Kozmetik ürünler, estetik operasyonlar, güzellik trendleri, moda giysiler, sezonun saç modelleri, makyaj modelleri, cilt bakımı, kilo kontrolü, vs... Birdenbire kadının/erkeğin bütün dünyasını yüzeysellik işgal ediyor. Derinlik kendine zaman/yer bulamaz oluyor. Elbette bu durumun kadına tesirleri daha kem oluyor. Çünkü kadın daha güzel. Güzel olanı 'güzelliğinin' olmayanı da 'olmadığının' farkında. İkisi de keder. Birisi olduğu şeyi arttırmaya diğeri olmadığı şeye ulaşmaya çalışıyor. Buradan delice bir yüzey mesaisi başlıyor. Malumunuzdur, bu iş artık erkekleri bile sardı, sarmaladı, yuttu. Metroseksüellik diye birşey aldı yürüdü. Tesettürün azalması bir noktadan sonra sanki erkekleri de yüzeye çekti.
Yüzeyle meşgul olanlar medyada daha sık görünüyor olabilir. Fakat aslında dünyayı yüzeyini aşanlar değiştiriyor. Derinliğe talip olanların mesaileriyle şekillenmiş bir dünyada yüzeyin saltanatı sürüyor şimdilerde. Hatta son 29 Ekim kutlamalarında Dilek İmamoğlu'nun kazandığı 'tam bir cumhuriyet kadını' payesi aslında bu yüzeyselleşmenin neticesi. Dilek Hanım'a bu payeyi bağışlayanlar, kendisinin ne bilimsel bir keşfini duydular, ne büyük bir başarısının takdirini ettiler, ne de Dilek Hanım'ın derinliğine dair birşey söylediler. Hayır onların ilgilendiği tek şey dekolte derinliği idi. Dilek Hanım'ın kıyafetinin bilmem hangi modacı tarafından yapılmış olması yüzey bezirganlarından alkış almasına yetti. Aynı bezirganların, emekle dolu hayatına rağmen, Semiha Yıldırım Hanımefendi için neler söylediklerini hatırlıyoruz.
Neden ona öyle de buna böyle peki? Cevabım şu arkadaşım: Çünkü tesettür yüzeyciliğe "Dur!" diyor. Hiyerarşisini tanımıyor. Kendi muvaffakiyet hiyerarşisini, değil kadın bedeninden, ama iç güzelliğinden/derinliğinden inşa ediyor. Elbette yüzeyin efendilerinin gözünde iltifat bulamaz. Çünkü yüzey derinliğe katlanamaz.
Ekrem İmamoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekrem İmamoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Kasım 2019 Salı
11 Temmuz 2019 Perşembe
Bu gemi nereye gidiyor arkadaş?
Birkaç yıl önce memlekette şahit olduğum bir diyaloğu başlarken ansam belki bir parça meselenin açılmasına yardımcı olacak. Deneyelim: Efendim, bir dost ziyaretindeyiz, iki akraba konuşuyorlar. Ben dinleyiciyim. Konuşanlar neredeyse emsaller. Çocukluğundan beri İstanbul'da yaşayanı diyor ki: "Hayvanları falan satmışsınız?" Diğeri cevap veriyor: "He, başedemedik, sattık." Devam ediyor diğeri: "Nasıl başedemediniz?" Öteki kızgınlıklıkla söyleniyor: "Hanım uğraşmak istemiyor. Ben de yetişemiyorum. Sattık mecburen." İstanbullu gerilimi sezdi. Sever böyle şeyleri. Üzerine gidiyor: "Ne demek uğraşmayı sevmiyor yahu? Öyle rahatlık var mı? Sözünü geçiremiyor musun?" Bu sefer köyde yaşayan dökülüyor: "Şehirli kızlar böyle. Sıkıya gelemiyorlar. Köyde yaşadığına şükrediyoruz." İstanbullu: "Bulamadın mı köyden bir kız?" En nihayet bizimki isyanı patlatıyor: "Köyde kız mı kaldı ki gardaş? Hepsini siz alıyorsunuz. Onlar da şehirde yaşaması kolay diye hemen varıyorlar."
Efendim, bu diyaloğun arkaplanına dair bir-iki şey de ben deyivereyim ki, mesele iyice vuzuha kavuşsun. Sivas'tan İstanbul'a göçenler, eğer delikanlının aklı İstanbul'da çelinmemişse, gelinlerinin memleketten almaya özen gösterirler. Neden? Hem kültürel anlamda aileye daha iyi uyum sağlayacağını düşünürler hem de kırsalda büyüyen kızlar çalışkandırlar, hamarattırlar, evhanımı olmaya yatkındırlar. Bu yüzden anneler oğlanın aklı bulanmadan memleketle irtibatı kurup sağda-solda ideal eş adaylarını yoklarlar. Bu durum kız tarafı için de sevindirici olabilir. Zira bazı ebeveynler de kızlarının şehirde yaşamasının rahat edeceği anlamına geldiğini düşünürler. En azından köydeki/kırsaldaki zahmetli işler oralarda yoktur. Diğer yandan bu durum bir tür 'sınıf atlama'dır da. Prestijlidir. Velhasıl İstanbul'a gelin gitmek muteberdir.
Allah mutlu-mesud etsin, hepsi iyidir-hoştur da, memlekette doğup büyüyen erkeklere ne olacağını kimse düşünmez. Köydeki kızların şehirlere birer-ikişer gelin gitmesi köyde yaşayan delikanlıyı şehirden kız almaya mecbur eder. Alabilirse tabii. Köy hayatı zor olduğundan şehirli kızların çoğu zaten başta vetoyu basar. Ya şehre taşınılacaktır yahut da bu iş olmayacaktır. Ha, hep böyledir demeyelim, hasbelkader ikna olanlar da vardır. Fakat onlarda da yukarıdaki durum geçerli olur. Kız böylesi işlere alışık olmadığından ve o yaştan sonra adabte olmak da hiç kolay olmadığından veyahut da bu durum çevresi tarafından bir 'düşüş' olarak değerlendirildiğinden, elini işlere katiyyen değdirmez. Bu durumda erkek de yavaş yavaş tavsamaya başlar. Genelde de bu aile ilerleyen yıllarda tası-tarağı bırakıp şehre taşınır.
Böyle yazdığımda gülünecek belki ama Türkiye'de tarım-hayvancılık konusunda başlayan gerilemenin sebeplerinden birisi de budur. Köylü sınıfı giderek erimektedir. Bu sadece toplumsal bir sınıfın değil bir (ç)alışkanlık sınıfının da yokoluşudur. Ben lise bitene kadar memlekette yaşamama rağmen iddia ederim: Beni köyde bir sene işe koşun bir dahaki seneyi görmem. Bohçamı alır kaçarım. Halbuki hepten de bu işlerden habersiz değilimdir. Bir de şehirde doğup büyüyenlerin halini düşünün. Evden okula yürürken dahi ceptelefonu elinden düşmeyen hanımkıza ineğin memeleri nasıl tutturulacaktır? Süt sağılırken aynı anda yazışılmaz ki.
Peki ben bunu nereye bağlayacağım? Becerebilirsem son zamanlarda üzerine çokça konuştuğumuz İstanbul Sözleşmesi vs. bağlamına çekeceğim. Evet. Öncelikle iktidarda geçen 17 yılın ardından şunu artık kabul etmek gerektiğini düşünüyorum: AK Parti toplumu dönüştürmekte etkisiz kalmıştır. Çünkü zaten böyle bir misyon da gütmemektedir. İmam-Hatipleri çoğaltmak ve okullardaki müfredata bir-iki küçük dokunuş yapmak dışında mevcut hükümetin geniş çaplı bir bilinçlenme/şuurlanma hamlesi yaptığını düşünmüyorum. Ha, süreç boyunca başına gelen işlerden dolayı rahat rahat bunu oturup çalışabildiğini de düşünmüyorum, fakat sonuçlar da ortada. Sokaklardan durumu okuyabiliyoruz. Dönüştüremiyoruz, aksine, dönüşüyoruz.
Birçok sebebe bağlanabilir bu durum ama bunlardan en önemlisi, kanaatimce, iktidarın 'ihya etmek' istediği belirgin bir 'itikad'ın olmayışıdır. "Ne sünniyim ne şiiyim!" tarzı libe-müslim söylemler bir ölçüde siyaseten anlaşılır olsa da sahada bu belirsizliğin inşa edeceği hiçbir gerçeklik yoktur. Gerçekler belirsizlikler üzerine inşa edilmezler. İdeolojik anlamda çerçevelerden yoksun kalış, amaçlanan suya-sabuna dokunmamaksa, muteber olabilir. Fakat suya-sabuna dokunup 'dindar bir nesil' yetiştirecekseniz, bunu, 'neye inanılıp neye inanılmayacağını' alabildiğine flû bırakarak çözemezsiniz. Dindar bir nesil yetiştirmenin öncesi elbette ve mecburen bir itikad hamlesidir ve itikad da belirsizlik kaldırmaz. Konuya dair okumaları olanlar bilirler: İmanından bahsederken bir mü'minin 'inşaallah' demesi bile caiz değildir. "İnşaallah müslümanım!" denilmez. "Elhamdülillah müslümanım!" denilir.
Bunu demekle de "Topluma itikad dayatalım!" zoruna girmiyoruz. Fakat birşeyler de tebliğ edebiliyor olabilmemiz lazım. Eğer AK Parti İstanbul seçimlerinde yaşadığı düşüşü hayra yormuyorsa, ki yorulacak birşey olduğunu sanmıyorum, bunu sadece ekonomik nedenlere bağlamamalıdır. Nihayetinde her yeni nesille birlikte Türkiye'nin sosyolojisi değişiyor ve bu değişim pek müsbet tarafa doğru görünmüyor. İstanbul'da şöyle bir sokakları dolaşınca bunu tayin/tesbit edebilmek mümkün. Oy verme yaşını aşağıya çekmenin de, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'akıldan ziyade hislerini dinlemeye yatkın' gençleri sandığa daha çok taşıdığı ortada. Onların iradeleri sandığa geldiğinde de işlerin akışı değişebiliyor. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan veya bir başka komedyenin hakikat lansesi Tayyib Erdoğan'dan daha etkili olabiliyor.
Üstelik 15 Temmuz'dan sonra iş daha da saçma bir hal aldı. Yargılamalarda yaşanan faciaları bir kenara ayırıyorum, dönüşü de yok onların, 15 Temmuz'dan sonra AK Parti'nin tam olarak hangi ideolojinin arkasında durduğunu tesbit edebilen var mı? İzmir'deki adayı neredeyse meyhaneye gidip "Maşaallah!" çekecek, başka bir yerdeki adayı başka bir halde, kimsenin söylediği diğerini tutmuyor, bin başlı bir dev gibi. Hatta, işin en "Yok artık. Bu kadar da olmaz. Buraya da varmaz!" dediğimiz kısmı, yani Mustafa Kemal hakkında hasbelkader bir eleştiri dile getiren olursa, onu da içeriye alıyorlar artık bu iktidarda. Tamam, hepimiz aynı gemideyiz de, gemi nereye gidiyor arkadaş? Oy kullanmaya başladığından beri AK Parti'den başka bir yere oy vermemiş birisi olarak söylüyorum: Geminin tam olarak nereye gittiğini söyleyebilen var mı?
Şimdi dindarların, bin maşaallah, hep bir ağız İstanbul Sözleşmesi'ne verdiği tepkinin arkasında da bu var. Bakınız, 44'e-54 fark attı Ekrem İmamoğlu. Ankara düştü. Büyükşehirler düştü. Hakkınızda hüsnüzan eden insanların sormak hakkıdır: Bu gemi nereye gidiyor? Evet. Bir kitapta okumuştum da çok hoşuma gitmişti. Yazar şöyle birşey diyordu: Bu ülkede okullar CHP seçmeni yetiştirir. Sonra onlardan gözü açılan olursa başka partilere verir. Şu an okullar hâlâ bu vaziyette. Çünkü cesurca bir meydan okuma yok. Bir karşına alma yok. MEB'in Kemalist endoktrinasyonundan geçmiş gençlerin hasbelkader Erdoğan'ın kaşına-gözüne âşık olup fikir değiştirmesini umuyoruz. Olmuyor böyle birşey. Hatta, işte tepki verilen şeylerden birisi, hükümetin kanatları altında yürüyen çalışmaların da diğer sosyolojiyi besleyen tarafları var: "Batı'da yapıyorlar biz de yapalım!" Yapıyorsun da, sonuçları ne oluyor, buna dair hiç okuma yapıyor musun? Yapanlara kulak veriyor musun? Yusuf Kaplan'ın dikkat çektiği şey de bu biraz. Hâkim söylemin gölgesine sığınan böylesi çalışmaların bildiğimiz dalı kesmekten farkı yok. Ötekinin ocağına odun atmalar bunlar. İnşaallah geç olmadan uyanırız. Tevfik ise Allah'tandır. Köyler iyiden iyiye boşaldı. Bari sandıklar boşalmasın.
Efendim, bu diyaloğun arkaplanına dair bir-iki şey de ben deyivereyim ki, mesele iyice vuzuha kavuşsun. Sivas'tan İstanbul'a göçenler, eğer delikanlının aklı İstanbul'da çelinmemişse, gelinlerinin memleketten almaya özen gösterirler. Neden? Hem kültürel anlamda aileye daha iyi uyum sağlayacağını düşünürler hem de kırsalda büyüyen kızlar çalışkandırlar, hamarattırlar, evhanımı olmaya yatkındırlar. Bu yüzden anneler oğlanın aklı bulanmadan memleketle irtibatı kurup sağda-solda ideal eş adaylarını yoklarlar. Bu durum kız tarafı için de sevindirici olabilir. Zira bazı ebeveynler de kızlarının şehirde yaşamasının rahat edeceği anlamına geldiğini düşünürler. En azından köydeki/kırsaldaki zahmetli işler oralarda yoktur. Diğer yandan bu durum bir tür 'sınıf atlama'dır da. Prestijlidir. Velhasıl İstanbul'a gelin gitmek muteberdir.
Allah mutlu-mesud etsin, hepsi iyidir-hoştur da, memlekette doğup büyüyen erkeklere ne olacağını kimse düşünmez. Köydeki kızların şehirlere birer-ikişer gelin gitmesi köyde yaşayan delikanlıyı şehirden kız almaya mecbur eder. Alabilirse tabii. Köy hayatı zor olduğundan şehirli kızların çoğu zaten başta vetoyu basar. Ya şehre taşınılacaktır yahut da bu iş olmayacaktır. Ha, hep böyledir demeyelim, hasbelkader ikna olanlar da vardır. Fakat onlarda da yukarıdaki durum geçerli olur. Kız böylesi işlere alışık olmadığından ve o yaştan sonra adabte olmak da hiç kolay olmadığından veyahut da bu durum çevresi tarafından bir 'düşüş' olarak değerlendirildiğinden, elini işlere katiyyen değdirmez. Bu durumda erkek de yavaş yavaş tavsamaya başlar. Genelde de bu aile ilerleyen yıllarda tası-tarağı bırakıp şehre taşınır.
Böyle yazdığımda gülünecek belki ama Türkiye'de tarım-hayvancılık konusunda başlayan gerilemenin sebeplerinden birisi de budur. Köylü sınıfı giderek erimektedir. Bu sadece toplumsal bir sınıfın değil bir (ç)alışkanlık sınıfının da yokoluşudur. Ben lise bitene kadar memlekette yaşamama rağmen iddia ederim: Beni köyde bir sene işe koşun bir dahaki seneyi görmem. Bohçamı alır kaçarım. Halbuki hepten de bu işlerden habersiz değilimdir. Bir de şehirde doğup büyüyenlerin halini düşünün. Evden okula yürürken dahi ceptelefonu elinden düşmeyen hanımkıza ineğin memeleri nasıl tutturulacaktır? Süt sağılırken aynı anda yazışılmaz ki.
Peki ben bunu nereye bağlayacağım? Becerebilirsem son zamanlarda üzerine çokça konuştuğumuz İstanbul Sözleşmesi vs. bağlamına çekeceğim. Evet. Öncelikle iktidarda geçen 17 yılın ardından şunu artık kabul etmek gerektiğini düşünüyorum: AK Parti toplumu dönüştürmekte etkisiz kalmıştır. Çünkü zaten böyle bir misyon da gütmemektedir. İmam-Hatipleri çoğaltmak ve okullardaki müfredata bir-iki küçük dokunuş yapmak dışında mevcut hükümetin geniş çaplı bir bilinçlenme/şuurlanma hamlesi yaptığını düşünmüyorum. Ha, süreç boyunca başına gelen işlerden dolayı rahat rahat bunu oturup çalışabildiğini de düşünmüyorum, fakat sonuçlar da ortada. Sokaklardan durumu okuyabiliyoruz. Dönüştüremiyoruz, aksine, dönüşüyoruz.
Birçok sebebe bağlanabilir bu durum ama bunlardan en önemlisi, kanaatimce, iktidarın 'ihya etmek' istediği belirgin bir 'itikad'ın olmayışıdır. "Ne sünniyim ne şiiyim!" tarzı libe-müslim söylemler bir ölçüde siyaseten anlaşılır olsa da sahada bu belirsizliğin inşa edeceği hiçbir gerçeklik yoktur. Gerçekler belirsizlikler üzerine inşa edilmezler. İdeolojik anlamda çerçevelerden yoksun kalış, amaçlanan suya-sabuna dokunmamaksa, muteber olabilir. Fakat suya-sabuna dokunup 'dindar bir nesil' yetiştirecekseniz, bunu, 'neye inanılıp neye inanılmayacağını' alabildiğine flû bırakarak çözemezsiniz. Dindar bir nesil yetiştirmenin öncesi elbette ve mecburen bir itikad hamlesidir ve itikad da belirsizlik kaldırmaz. Konuya dair okumaları olanlar bilirler: İmanından bahsederken bir mü'minin 'inşaallah' demesi bile caiz değildir. "İnşaallah müslümanım!" denilmez. "Elhamdülillah müslümanım!" denilir.
Bunu demekle de "Topluma itikad dayatalım!" zoruna girmiyoruz. Fakat birşeyler de tebliğ edebiliyor olabilmemiz lazım. Eğer AK Parti İstanbul seçimlerinde yaşadığı düşüşü hayra yormuyorsa, ki yorulacak birşey olduğunu sanmıyorum, bunu sadece ekonomik nedenlere bağlamamalıdır. Nihayetinde her yeni nesille birlikte Türkiye'nin sosyolojisi değişiyor ve bu değişim pek müsbet tarafa doğru görünmüyor. İstanbul'da şöyle bir sokakları dolaşınca bunu tayin/tesbit edebilmek mümkün. Oy verme yaşını aşağıya çekmenin de, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'akıldan ziyade hislerini dinlemeye yatkın' gençleri sandığa daha çok taşıdığı ortada. Onların iradeleri sandığa geldiğinde de işlerin akışı değişebiliyor. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan veya bir başka komedyenin hakikat lansesi Tayyib Erdoğan'dan daha etkili olabiliyor.
Üstelik 15 Temmuz'dan sonra iş daha da saçma bir hal aldı. Yargılamalarda yaşanan faciaları bir kenara ayırıyorum, dönüşü de yok onların, 15 Temmuz'dan sonra AK Parti'nin tam olarak hangi ideolojinin arkasında durduğunu tesbit edebilen var mı? İzmir'deki adayı neredeyse meyhaneye gidip "Maşaallah!" çekecek, başka bir yerdeki adayı başka bir halde, kimsenin söylediği diğerini tutmuyor, bin başlı bir dev gibi. Hatta, işin en "Yok artık. Bu kadar da olmaz. Buraya da varmaz!" dediğimiz kısmı, yani Mustafa Kemal hakkında hasbelkader bir eleştiri dile getiren olursa, onu da içeriye alıyorlar artık bu iktidarda. Tamam, hepimiz aynı gemideyiz de, gemi nereye gidiyor arkadaş? Oy kullanmaya başladığından beri AK Parti'den başka bir yere oy vermemiş birisi olarak söylüyorum: Geminin tam olarak nereye gittiğini söyleyebilen var mı?
Şimdi dindarların, bin maşaallah, hep bir ağız İstanbul Sözleşmesi'ne verdiği tepkinin arkasında da bu var. Bakınız, 44'e-54 fark attı Ekrem İmamoğlu. Ankara düştü. Büyükşehirler düştü. Hakkınızda hüsnüzan eden insanların sormak hakkıdır: Bu gemi nereye gidiyor? Evet. Bir kitapta okumuştum da çok hoşuma gitmişti. Yazar şöyle birşey diyordu: Bu ülkede okullar CHP seçmeni yetiştirir. Sonra onlardan gözü açılan olursa başka partilere verir. Şu an okullar hâlâ bu vaziyette. Çünkü cesurca bir meydan okuma yok. Bir karşına alma yok. MEB'in Kemalist endoktrinasyonundan geçmiş gençlerin hasbelkader Erdoğan'ın kaşına-gözüne âşık olup fikir değiştirmesini umuyoruz. Olmuyor böyle birşey. Hatta, işte tepki verilen şeylerden birisi, hükümetin kanatları altında yürüyen çalışmaların da diğer sosyolojiyi besleyen tarafları var: "Batı'da yapıyorlar biz de yapalım!" Yapıyorsun da, sonuçları ne oluyor, buna dair hiç okuma yapıyor musun? Yapanlara kulak veriyor musun? Yusuf Kaplan'ın dikkat çektiği şey de bu biraz. Hâkim söylemin gölgesine sığınan böylesi çalışmaların bildiğimiz dalı kesmekten farkı yok. Ötekinin ocağına odun atmalar bunlar. İnşaallah geç olmadan uyanırız. Tevfik ise Allah'tandır. Köyler iyiden iyiye boşaldı. Bari sandıklar boşalmasın.
16 Haziran 2019 Pazar
Bediüzzaman Ekrem İmamoğlu'nu destekler miydi?
"Kimi din öğretimine saldırır, kimi 'bir İslam medeniyeti olmadığını' haykırır, kimi senede bir yıkandığını ve dinsiz olduğunu yazar-söyler, meclislerinde Hz. Muhammed'e iğrenç kelimelerle söver. Halk Partisi kendi gazetelerinde bu zındıklara sözhakkı vermeğe devam ettikçe, unvanının başına 'Cumhuriyet' değil 'Şeriat' kelimesini koysa, yine müslümanlığa ve manevî değerlere saygı beslediğine hiçkimseyi inandıramayacaktır." Peyami Safa, Kavga Yazıları.
Bilmiyorum Allah hepsini yazmayı nasip eder mi? Fakat mürşidimin Münazarat'ının geçmişten bugüne bir dizi 'yanlış yorumlamaya' tâbi tutulduğunu, yapılan bu yorumların 'geçerli tek yorum' muamelesi gördüğünü, 'aksi düşünülemez' bir hale getirildiğini, hatta hasbelkader başka türlü anlaması mümkün olan genç nur talebelerine de (nefes almasına fırsat verilmez şekilde) bu hâkim görüşlerin dayatıldığını düşünüyorum. Zaman zaman da yazılarımda dokunuyorum bunlara. Ama ne benim dokunuşlarım yeterli ne de gerçeğe sahiden ilgi duyanların sayısı çok. Ezber bozulması bir açıdan konfor bozulması sayılacağından müşterisi de elbette az oluyor.
Risale okurken kafamdan çıkmayan mana şu: Bediüzzaman'ın yolu ehl-i sünnet cadde-i kübrasından, sahabe mesleğinden, selef-i salihînin nuranî silsilesinden ayrılmış olamaz. Çünkü o da ehl-i sünnet medreselerinden yetişmiş, kaynaklarından beslenmiş, renkleriyle renklenmiş bir âlimdir.
Ooooo! Ama bunu şimdi şuraya açık açık yazdım ya. el-Aman! Belki kopmuştur çoktan kıyamet. Çünkü yüreği şu kadarını bile kaldıramayacak nur talebeleri(!) var piyasada. Zira çoktan gelenek dedikleri şeyin "Tüüü, kıııh, kaka!" olduğunu ezber etmişler. Artık bu çamuru(!) hiç Bediüzzaman'a yakıştırırlar mı? O metinlerinde kendisini kaç defa 'ehl-i sünnet' olarak tarif ederse etsin. Olamaz. I-ıh! Cık! E-eeh! Şeyhimiz kendisine 'ehl-i sünnet' diyorsa şeyh haltetmiş demektir. Hatamız ihtimali konuşulamaz.
İş o kerteye varmıştır ki, şeyhe, 'nice bir şeyh olduğunu' artık müridleri öğretmektedir. Bu yolda gerekirse metinlerine dahi, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lara uğratılarak, ayar verilmektedir. Sonra, eğer zamanın şartları değişip eskileri uygun gelmezse, yeni bir aşırı yoruma daha tâbi tutulmaktadır mezkûr metinler. Çünkü devir anlı-şanlı modern devirdir. Modern devirde herşey çağın gereklerine hizmet ettiği kadar kapıdan geçer.
Çağın gereklerinden birisi de elbette 'demokrasi'dir. "Meşrutiyet ne kadar demokrasidir? Demokrasinin 'meşrua'sı nasıl olur? Meşrutiyete dair metinler bugünün şablonuna ne derece uyar? Nüansları nelerdir?" falan-filan soramazsınız bunları. Nereye soruyorsunuz? Höttürü-böttürü kabuller keser soluğunuzu bir anda. Belki ucunda aforoz tehlikesi bile vardır.
Mesela: Bugünlerde kimi eller marifetiyle tekrar tedavüle sokulan o metin. Bediüzzaman'ın gayrimüslimlerin memuriyetinin mümkünlüğünü savunduğu o yer. Ay, ay, ay! Neler başına gelmektedir bu sıralar onun! Hafazanallah! Gönüllerini CHP'ye kaptırmış kimseler elinde neler olmuştur o metne? Dur bakalım. Acele etmeyelim. Önce metni bir alıntılayalım:
"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? el-Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üçyüzbin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."
Bediüzzaman'ın bu umudunun demokrasilerde ne kadar gerçekleştiğini, sistemlerin bu güzel hayala ne kadar müsaade ettiğini, 'biri zayi edenin bini kazanıp kazanamadığını' sorgulamayı bir başka yazıya bırakalım. Ama şuraya bir parantez açalım: Bediüzzaman böyle demekle, koşulsuz bir şekilde, 'müslümanları gayrimüslimlerin yönetebileceğini' ifade ediyor muydu? Yani burada söylediği bir tür mandacılığın, ehl-i küfür tarafından yönetimin, müslümanlar adına mümkün olabilirliği miydi? Eğer böyle düşünüyorsa "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetine muhalefet etmiş olmuyor muydu?
Hâşâ! Kendisinin hem Ruslara karşı yaptığı cihadı, hem İngiliz işgaline karşı yazdığı metinleri, hem de Yunan'a karşı yapılan Kurtuluş Savaşı'na verdiği desteği bilenlerler olarak diyoruz ki: Kesinlikle ve kesinlikle böyle birşeyin imkanını tartışmıyor Bediüzzaman. Bunu kastetmiyor. Hatta 1. Meclis'te okuduğu 'namaza dair beyannameden' anladığımız kadarıyla Türkiye'deki hükümetlerin dindarlıktan uzaklaşmasına bile razı değil. Ya?
Onun kastettiği 'idarenin üst seviyesinin tartışmasız şekilde müslümanlarda olduğu bir yönetimde' onların memurları mesabesinde 'gayrimüslimlerin istihdam edilebileceği'dir. Zarureti değil imkanıdır. Burada Bediüzzaman'ın kaymakamlık/valilik gibi makamları 'reislik' değil 'hizmetkârlık' olarak tarif etmesi de aslında 'açtığı sınırlı sorumluluk alanı'nı ifadeye yönelik bir izahtır.
Evet. Osmanlı'da zaten gayrimüslim memurların istihdam edildiğini biliyoruz. Bu istihdamlar elbette şeriatın sınırladığı alanlarda oluyordu. Örneğin: Şeyhülislamlık makamına bir gayrimüslim oryantalist profesör getirilmiyordu. Kimin-ne olabileceğinin elbette sınırları vardı. İşleyişin zarar görmeyeceği, yetkinin din-ümmet aleyhinde kullanılamayacağı, aksine fayda sağlanacağı alanlarda istihdam mümkündü. Fakat tekrar dikkat çekelim: 'İstihdam' olarak mümkündü. Yoksa seçim yoluyla bir başa getiriş değildi bunlar. Bediüzzaman bu tür istihdamların mümkünlüğünü belirttiği hiçbir yerde seçimden/oylamadan bahsetmiyordu. Atayan kimdi peki? Atayan halifeydi. Evet. Şaşırmayalım. Çünkü bunları ifade ettiği rejim 'demokrasi' değil 'meşrutiyet'ti. Devamındaki soru-cevaba bakalım:
"Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var. el-Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emînisi, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez."
Alıntıladığımız bir önceki metni 'modern demokrasi' gibi anlayanlar acaba bu kısma ne der? Hemen devamı üstelik. Ne diyor Bediüzzaman burada? Denetleme gücünün Halife ve Meşihat-ı İslamiye'de olduğu, bugünkü tabirle, Diyanet İşleri'nin tüm yetki sahiplerinin yetkilerini şeriat içinde istimal edip-ettiğinden emin olacak güce sahip olduğu bir sistemde söylüyor bunları. (Bugün bir Diyanet İşleri yetkilisi "Faiz haramdır!" diyecek olsa "Başıma birşey gelir mi?" diye üç kere yutkunuyor.) Yoksa "Verelim mazbatayı Ekrem İmamoğlu'na da isterse Diyanet Kitap Fuarı'nı yasaklasın!" gibi bir serbesti yok orada. Şeriatın sınırladığı bir sorumluluk alanı var. Bugünkü belediye başkanlıkları böyle mi peki? Oraya geçen herhangi bir CHP'li aldığı yetkiyle "Oleeey! Bu sene Ramazan'ı dualarla anacağız. Çünkü Dua Lipa konseri düzenletiyorum!" dese yaptırmayacak güç kimsenin elinde var mı?
Eğer bir süredir müşterisi olduğunuz Liberal endoktrinasyondan çıkabilirseniz siz de pekala görebilirsiniz bu netliği. Evet. Bediüzzaman böyle birşeyin 'mümkünlüğü' tastamam 'dinin meşruiyeti sağladığı bir sistemde' konuşuyor. O yüzden ismi sadece meşrutiyet değil zaten. Ya? 'Meşrutiyet-i meşrua.' Acaba siz bu sistemin hakikaten ne olduğuyla yüzleşmeye hazır mısınız? Yoksa "Aman, ne derin düşüneceğim, demokrasi derim geçerim!" diye teselli mi oluyorsunuz? Yoksa orası için söylenmiş herşeyi, hatta üzerine ne Liberal yorumlar katarak, burası için de mümkün mü görüyorsunuz? Bence bu teselli ahirette kurtarmaz. Aynı eserde diyor ki mürşidim yine:
"Sual: Bazı nâs senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan'ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir? el-Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."
Ben, bu metni okuduğum zaman, hani neredeyse CHP için oy toplayacak hale gelen bazı kardeşlere sormadan edemiyorum: Acaba siz 'hamiyet' ile 'iş'i birbirinden sapasağlim ayırabiliyor musunuz? Sandıkta geniş yetkilerle donatılacak bir CHP'linin, o yetkileri, salt nötr bir alan olan 'iş' için mi, yoksa yürekteki taraftarlıktan beslenen 'hamiyet'i için mi kullanacağından emin misiniz? Bence demokrasilerde hamiyetin işin içine karışmayacağını sananlar aldanırlar. Zira CHP, Bediüzzaman'ın bu metinleri haklarında söylediği Jön Türkler'den farklı olarak, kendisini din karşıtlığı üzerine kurgulamıştır. İktidarda olduğu dönemlerde de kendi sosyolojisini yetiştirmeye çalışır/çalışmıştır. Bu son cümlem için ayrıca delil söylemeyi abes görüyorum.
Metni uzakmak istemem ama, Bediüzzaman aynı eserde, bugünkü CHP zihniyetinin Jön Türkler içindeki kısmının ancak 'yüzde onu' olduğunu ifade ediyor. Yani yüzde doksanının hayırlı insanlardan oluştuğu kanaatinde. Aynı şey bugünkü CHP için söylenebilir mi? Yoksa CHP bu yüzde onun yüzde doksanı ele geçirmiş hali midir? Bunu da vicdanlarımıza soralım lütfen:
"İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. Ve'l-hükmü li'l-ekser."
Özetle kardeşlerim: Paşa gönlünüz bilir. İstediğiniz kişiye oyunuzu verin. Kimse karışamaz. Fakat lütfen, binlerce kere lütfen, Bediüzzaman'ın metinlerini incitmeyin. Onu ehl-i sünnet cadde-i kübrasının dışına, hevesleriniz/hırslarınız uğruna, sürüklemeyin. Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Üzerimizdeki hakkına hıyanettir. O, bir tarafta CHP'nin bir tarafta AK Parti'nin olduğu hiçbir yerde "Liyakatli olsun da ister çamurdan olsun!" diye CHP'liyi destekletmez. Çünkü, sizin aksinize, o siyasete ilişkin daha derin okumalar yapar. Partilerin kendilerini ne üzerine kurguladıklarıyla da ilgilenir. Siz böyle değilsiniz. Sizin bu meydanda müellif-i muhteremi konuşturmaya hakkınız yoktur. Gidiyorsanız, buyrun, tek başınıza gidin. Risale-i Nur'u sürüklemeyin. Malınız değildir ki yalnız sizin peşinizde dolaşsın. Yapmayın. Etmeyin. Kullanmayın. Vallahi tokadını yersiniz.
Bilmiyorum Allah hepsini yazmayı nasip eder mi? Fakat mürşidimin Münazarat'ının geçmişten bugüne bir dizi 'yanlış yorumlamaya' tâbi tutulduğunu, yapılan bu yorumların 'geçerli tek yorum' muamelesi gördüğünü, 'aksi düşünülemez' bir hale getirildiğini, hatta hasbelkader başka türlü anlaması mümkün olan genç nur talebelerine de (nefes almasına fırsat verilmez şekilde) bu hâkim görüşlerin dayatıldığını düşünüyorum. Zaman zaman da yazılarımda dokunuyorum bunlara. Ama ne benim dokunuşlarım yeterli ne de gerçeğe sahiden ilgi duyanların sayısı çok. Ezber bozulması bir açıdan konfor bozulması sayılacağından müşterisi de elbette az oluyor.
Risale okurken kafamdan çıkmayan mana şu: Bediüzzaman'ın yolu ehl-i sünnet cadde-i kübrasından, sahabe mesleğinden, selef-i salihînin nuranî silsilesinden ayrılmış olamaz. Çünkü o da ehl-i sünnet medreselerinden yetişmiş, kaynaklarından beslenmiş, renkleriyle renklenmiş bir âlimdir.
Ooooo! Ama bunu şimdi şuraya açık açık yazdım ya. el-Aman! Belki kopmuştur çoktan kıyamet. Çünkü yüreği şu kadarını bile kaldıramayacak nur talebeleri(!) var piyasada. Zira çoktan gelenek dedikleri şeyin "Tüüü, kıııh, kaka!" olduğunu ezber etmişler. Artık bu çamuru(!) hiç Bediüzzaman'a yakıştırırlar mı? O metinlerinde kendisini kaç defa 'ehl-i sünnet' olarak tarif ederse etsin. Olamaz. I-ıh! Cık! E-eeh! Şeyhimiz kendisine 'ehl-i sünnet' diyorsa şeyh haltetmiş demektir. Hatamız ihtimali konuşulamaz.
İş o kerteye varmıştır ki, şeyhe, 'nice bir şeyh olduğunu' artık müridleri öğretmektedir. Bu yolda gerekirse metinlerine dahi, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lara uğratılarak, ayar verilmektedir. Sonra, eğer zamanın şartları değişip eskileri uygun gelmezse, yeni bir aşırı yoruma daha tâbi tutulmaktadır mezkûr metinler. Çünkü devir anlı-şanlı modern devirdir. Modern devirde herşey çağın gereklerine hizmet ettiği kadar kapıdan geçer.
Çağın gereklerinden birisi de elbette 'demokrasi'dir. "Meşrutiyet ne kadar demokrasidir? Demokrasinin 'meşrua'sı nasıl olur? Meşrutiyete dair metinler bugünün şablonuna ne derece uyar? Nüansları nelerdir?" falan-filan soramazsınız bunları. Nereye soruyorsunuz? Höttürü-böttürü kabuller keser soluğunuzu bir anda. Belki ucunda aforoz tehlikesi bile vardır.
Mesela: Bugünlerde kimi eller marifetiyle tekrar tedavüle sokulan o metin. Bediüzzaman'ın gayrimüslimlerin memuriyetinin mümkünlüğünü savunduğu o yer. Ay, ay, ay! Neler başına gelmektedir bu sıralar onun! Hafazanallah! Gönüllerini CHP'ye kaptırmış kimseler elinde neler olmuştur o metne? Dur bakalım. Acele etmeyelim. Önce metni bir alıntılayalım:
"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? el-Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üçyüzbin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."
Bediüzzaman'ın bu umudunun demokrasilerde ne kadar gerçekleştiğini, sistemlerin bu güzel hayala ne kadar müsaade ettiğini, 'biri zayi edenin bini kazanıp kazanamadığını' sorgulamayı bir başka yazıya bırakalım. Ama şuraya bir parantez açalım: Bediüzzaman böyle demekle, koşulsuz bir şekilde, 'müslümanları gayrimüslimlerin yönetebileceğini' ifade ediyor muydu? Yani burada söylediği bir tür mandacılığın, ehl-i küfür tarafından yönetimin, müslümanlar adına mümkün olabilirliği miydi? Eğer böyle düşünüyorsa "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetine muhalefet etmiş olmuyor muydu?
Hâşâ! Kendisinin hem Ruslara karşı yaptığı cihadı, hem İngiliz işgaline karşı yazdığı metinleri, hem de Yunan'a karşı yapılan Kurtuluş Savaşı'na verdiği desteği bilenlerler olarak diyoruz ki: Kesinlikle ve kesinlikle böyle birşeyin imkanını tartışmıyor Bediüzzaman. Bunu kastetmiyor. Hatta 1. Meclis'te okuduğu 'namaza dair beyannameden' anladığımız kadarıyla Türkiye'deki hükümetlerin dindarlıktan uzaklaşmasına bile razı değil. Ya?
Onun kastettiği 'idarenin üst seviyesinin tartışmasız şekilde müslümanlarda olduğu bir yönetimde' onların memurları mesabesinde 'gayrimüslimlerin istihdam edilebileceği'dir. Zarureti değil imkanıdır. Burada Bediüzzaman'ın kaymakamlık/valilik gibi makamları 'reislik' değil 'hizmetkârlık' olarak tarif etmesi de aslında 'açtığı sınırlı sorumluluk alanı'nı ifadeye yönelik bir izahtır.
Evet. Osmanlı'da zaten gayrimüslim memurların istihdam edildiğini biliyoruz. Bu istihdamlar elbette şeriatın sınırladığı alanlarda oluyordu. Örneğin: Şeyhülislamlık makamına bir gayrimüslim oryantalist profesör getirilmiyordu. Kimin-ne olabileceğinin elbette sınırları vardı. İşleyişin zarar görmeyeceği, yetkinin din-ümmet aleyhinde kullanılamayacağı, aksine fayda sağlanacağı alanlarda istihdam mümkündü. Fakat tekrar dikkat çekelim: 'İstihdam' olarak mümkündü. Yoksa seçim yoluyla bir başa getiriş değildi bunlar. Bediüzzaman bu tür istihdamların mümkünlüğünü belirttiği hiçbir yerde seçimden/oylamadan bahsetmiyordu. Atayan kimdi peki? Atayan halifeydi. Evet. Şaşırmayalım. Çünkü bunları ifade ettiği rejim 'demokrasi' değil 'meşrutiyet'ti. Devamındaki soru-cevaba bakalım:
"Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var. el-Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emînisi, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez."
Alıntıladığımız bir önceki metni 'modern demokrasi' gibi anlayanlar acaba bu kısma ne der? Hemen devamı üstelik. Ne diyor Bediüzzaman burada? Denetleme gücünün Halife ve Meşihat-ı İslamiye'de olduğu, bugünkü tabirle, Diyanet İşleri'nin tüm yetki sahiplerinin yetkilerini şeriat içinde istimal edip-ettiğinden emin olacak güce sahip olduğu bir sistemde söylüyor bunları. (Bugün bir Diyanet İşleri yetkilisi "Faiz haramdır!" diyecek olsa "Başıma birşey gelir mi?" diye üç kere yutkunuyor.) Yoksa "Verelim mazbatayı Ekrem İmamoğlu'na da isterse Diyanet Kitap Fuarı'nı yasaklasın!" gibi bir serbesti yok orada. Şeriatın sınırladığı bir sorumluluk alanı var. Bugünkü belediye başkanlıkları böyle mi peki? Oraya geçen herhangi bir CHP'li aldığı yetkiyle "Oleeey! Bu sene Ramazan'ı dualarla anacağız. Çünkü Dua Lipa konseri düzenletiyorum!" dese yaptırmayacak güç kimsenin elinde var mı?
Eğer bir süredir müşterisi olduğunuz Liberal endoktrinasyondan çıkabilirseniz siz de pekala görebilirsiniz bu netliği. Evet. Bediüzzaman böyle birşeyin 'mümkünlüğü' tastamam 'dinin meşruiyeti sağladığı bir sistemde' konuşuyor. O yüzden ismi sadece meşrutiyet değil zaten. Ya? 'Meşrutiyet-i meşrua.' Acaba siz bu sistemin hakikaten ne olduğuyla yüzleşmeye hazır mısınız? Yoksa "Aman, ne derin düşüneceğim, demokrasi derim geçerim!" diye teselli mi oluyorsunuz? Yoksa orası için söylenmiş herşeyi, hatta üzerine ne Liberal yorumlar katarak, burası için de mümkün mü görüyorsunuz? Bence bu teselli ahirette kurtarmaz. Aynı eserde diyor ki mürşidim yine:
"Sual: Bazı nâs senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan'ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir? el-Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."
Ben, bu metni okuduğum zaman, hani neredeyse CHP için oy toplayacak hale gelen bazı kardeşlere sormadan edemiyorum: Acaba siz 'hamiyet' ile 'iş'i birbirinden sapasağlim ayırabiliyor musunuz? Sandıkta geniş yetkilerle donatılacak bir CHP'linin, o yetkileri, salt nötr bir alan olan 'iş' için mi, yoksa yürekteki taraftarlıktan beslenen 'hamiyet'i için mi kullanacağından emin misiniz? Bence demokrasilerde hamiyetin işin içine karışmayacağını sananlar aldanırlar. Zira CHP, Bediüzzaman'ın bu metinleri haklarında söylediği Jön Türkler'den farklı olarak, kendisini din karşıtlığı üzerine kurgulamıştır. İktidarda olduğu dönemlerde de kendi sosyolojisini yetiştirmeye çalışır/çalışmıştır. Bu son cümlem için ayrıca delil söylemeyi abes görüyorum.
Metni uzakmak istemem ama, Bediüzzaman aynı eserde, bugünkü CHP zihniyetinin Jön Türkler içindeki kısmının ancak 'yüzde onu' olduğunu ifade ediyor. Yani yüzde doksanının hayırlı insanlardan oluştuğu kanaatinde. Aynı şey bugünkü CHP için söylenebilir mi? Yoksa CHP bu yüzde onun yüzde doksanı ele geçirmiş hali midir? Bunu da vicdanlarımıza soralım lütfen:
"İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. Ve'l-hükmü li'l-ekser."
Özetle kardeşlerim: Paşa gönlünüz bilir. İstediğiniz kişiye oyunuzu verin. Kimse karışamaz. Fakat lütfen, binlerce kere lütfen, Bediüzzaman'ın metinlerini incitmeyin. Onu ehl-i sünnet cadde-i kübrasının dışına, hevesleriniz/hırslarınız uğruna, sürüklemeyin. Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Üzerimizdeki hakkına hıyanettir. O, bir tarafta CHP'nin bir tarafta AK Parti'nin olduğu hiçbir yerde "Liyakatli olsun da ister çamurdan olsun!" diye CHP'liyi destekletmez. Çünkü, sizin aksinize, o siyasete ilişkin daha derin okumalar yapar. Partilerin kendilerini ne üzerine kurguladıklarıyla da ilgilenir. Siz böyle değilsiniz. Sizin bu meydanda müellif-i muhteremi konuşturmaya hakkınız yoktur. Gidiyorsanız, buyrun, tek başınıza gidin. Risale-i Nur'u sürüklemeyin. Malınız değildir ki yalnız sizin peşinizde dolaşsın. Yapmayın. Etmeyin. Kullanmayın. Vallahi tokadını yersiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...