Peyami Safa'nın 'Kavga Yazıları' isminde bir eseri var. Belki pek bilinmeyişinin bir nedeni de eserdeki ağır CHP eleştirileri. 'Eleştiri' derken bile çok iyimser olduğumu düşünüyorum arkadaşlar. Çünkü söylenilenler 'eleştiri' boyutunu çok aşıyor. Neredeyse 'umutsuzluğa' dönüşüyor. Evet. Peyami Safa CHP hakkında umutsuz. Değişebileceğine inanmıyor. Hatta bir yerinde güldürerek de diyor ki: İsminin başındaki 'cumhuriyet'i kaldırıp yerine 'şeriat'ı da getirse dine karşı kem tutumunun değişeceğine inanılmaz. Daha buna benzer çok şeyler söylüyor. Meraklananları kaynağa havale edelim.
Peki ben bu kitabı neden hatırladım? Malumunuz: Bugünlerde bir 'helalleşme' tartışmasıdır gidiyor. Kabukta görünen birşey yok gerçi. Ama içini alabildiğine iyimser hayaller dolduruyor. İşte ben bu iyimserliğe de taraftar değilim. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi görüyorum. Kolay yutulan bir zokanın tekrar suya salınması zannediyorum. Hani Kur'an'da Cenab-ı Hak uyarıyor: Şeytan insanı Allah'la da kandırabilir. Sözgelimi: 'Rahmet' gibi bir marifetullah elmasında ifrat ettirerek de yoldan çıkarabilir. Nitekim Mürcie gibi sapkınlıkların ortaya çıkışı bu demagojiyledir. Onlar sonsuz rahmeti 'ne kadar günah işlerlerse işlesinler cehenneme atılmayacaklarına' yormuşlardır. Elbette bu tevil bâtıldır. Çünkü Allah sadece 'Rahman' değildir. Aynı zamanda 'Kahhar'dır. 'Celil'dir. 'Azizün Züntikam'dır.
Demek kandırılmak en masum manalarla bile mümkün. 'Rahmet' gibi en parlak bir kemalle olabileceği gibi onun bizdeki gölgesi nakıs 'merhamet' ile de olabilir. Yani biz de kimi zaman merhametimiz suistimal edilerek kandırılabiliriz-kandırılıyoruz: Kendisini çok zor durumdaymış gibi lanse edene yardımda bulunduktan sonra anlıyoruz ki mesela: Aslında hiç öyle değilmiş. Veya hatasından çok pişman bir dostumuzu affediyoruz. Fakat o hatalarını pişkince tekrarlıyor. Bunlar oluyor. Elbette Allah iyiliğimizi zayi etmiyor. Fakat bazen süreç bizi ağır sıkıntılara uğratabiliyor.
Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda 'affedişte yapılacak bir ifrat'ın nasıl kem sonuçlar doğurduğunu-doğurabileceğini şöyle anlatıyor:
"Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi. Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler. (...) Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur."
Bakınız, Bediüzzaman'ın "Zulme rıza zulümdür!" sözü çok iyi bilinir, ama "Başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur!" dediği çok bilinmez. Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde yine der ki: "Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez."
Benim bu beyanlardan bir anladığımsa şudur arkadaşlar: Ahirzaman müslümanları çok kolay affediyor. Kalplerinde diri tutmaları gereken buğzu çok kolay bırakıveriyorlar. Tek bir iyilik görmekle yüzbin kötülük gördükleri zalimi bağışlıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri bu tavrı 'safderunluk' olarak isimlendiriyor. Tuzağa karşı uyarıyor. Zira, sayı olarak çok olsak bile, bu saflığımız yüzünden azınlığa düşüyoruz. İçimizden bir kısmın karşıya geçmesine sebep oluyoruz. Evet. Buğzunu yitiren taraftarlığını da değiştirmeye meylediyor. Safını terkediyor. Üstelik burada şöyle bir adaletsizliğimiz daha var:
Biz yaşamadığımız zulümleri de affeder oluyoruz. Sözgelimi: Yüz köyü yakan bir zalimi yüzbirinci köyde oturanlar olarak affediyoruz. Halbuki biz o yüz köyün yaşadıklarını görmedik. O acıları tecrübe etmedik. Onlar hakkında helalleşmemiz mümkün değil. Onlar adına da bağışlayamayız. Buna hakkımız yok. Bağışlamak ancak kendi adımıza olabilir. İskilipli Âtıf Hoca'nın hakkını helal edecek biz değiliz. Erbilli Esad Efendi'nin hakkını helal edecek biz değiliz. Bediüzzaman Said Nursî'nin hakkını helal etmek bizim uhdemizde değil. Ancak böylesi 'helalleşme' mevzularında onlar adına da helalleşmek gündem ediliyor. Nitekim arzulanan da budur. CHP'nin yakın tarih boyunca işlediği zulümlerin affıdır.
CHP elbette azınlığının iktidarı elde etmeye yetmeyeceğini gayet iyi biliyor. (Zaten darbeler dışında başka hangi yolla başa gelebildiler ki?) İlla karşı taraftan adam eksiltmesi gerek. Hatta tarafına çekmesi gerek. Bunun en kolay yolu ne? Bazı müslümanların safderunluğa varan merhametini kullanmak. Yahut da yine safderunluk derecesinde iyimserliklerinden istifade etmek. Geleceğin CHP'yle tozpembe olacağına, artık değiştiklerine, bundan sonra mübarek işler eyleceklerine 'dindar veya dine hürmetkâr' kesimi inandırmak. Buna inandırırlarsa, tamam, mahalle değişimi başlıyor.
Fakat, ne acıdır ki, yalnız bizim mahalleden o tarafa taşınan oluyor. O mahalleden buraya gelen olmuyor. Halbuki hakiki bir 'özür dileme' aksini sonuç vermeliydi. Evet. CHP hatalarıyla gerçekten yüzleşirse bu CHP'lilerin mahallelerini terketmelerini gerektirir. Çünkü özürde utanmak manası da vardır. Sahada aksi oluyorsa hüsnüzan edenler oturup tekrar tekrar düşünmelidirler: Özür dilenen kendi yerini bırakıp nasıl karşıya geçer? Özür dileyen nasıl çoğalır? Eşyanın tabiatına zıt bir iştir bu.
Demek ki sahada olan 'özür dileme' değildir. Ya? 'Husumet unutturma'dır. Zaten 'helalleşme' başlığının seçilmesinde de bir sinsilik hissediliyor. Helalleşme kavramına biraz dikkatle baktığınızda, iki tarafın da birbirine zulmettiğini, eşitler arasında bir "Al gülüm ver gülüm!" yaşanacağını zannediyorsunuz. Yani siz de helal edeceksiniz onlar da. Yakın tarihe bakınca CHP'yle bizim durumumuz böyle mi Allah aşkına? Bizim aslında muhatap olmamız gereken süreç 'helalleşme' değil "CHP'nin özür dileme" sürecidir. Çünkü Tek Parti döneminden beri gadreden onlardır. Zulmeden onlardır. İnleten onlardır. Bugün boğuştuğumuz problemlerin başını tutan onların kem tasarruflarıdır.
Özetle: Arkadaşlar, Cenab-ı Hak bu kandırmacaya karşı gözümüzü açsın, mü'minane feraset versin. Vaktiyle Bir Başkadır dizisinin mahallemizdeki yansımalarına bakıp demiştim ki: Ne zaman gençlerimiz "Solcular bizi anlıyor artık. Yehu! Yaşasın! Yuppi!" derlerse bilin ki oraya taşınmalar başlar. Sonra işin tam öyle olmadığını farkederler, nitekim biz de Gezi'de farkettik, ama iş işten geçmiş olur. Kanaatimi tekrar ediyorum: Bu bir 'takıyye' operasyonudur. Bizi anladıkları falan yok. Sadece yüzlerini saklıyorlar. Safderunluğa düşmeyelim. Saflarına iltihak etmeyelim. Kadere acı fetvalar verdirmeyelim.
Burada AK Parti'nin de şöyle bir kabahati var ki söylemeden geçemeyeceğim: Yakın tarihin arızalarını gündem etmeye cesaret edemiyorlar. MEB'se müfredat işlerinde daha cüretkâr olamıyor. Beyin yıkamayı engelleyemiyor. Hafızayı koruyamıyor. Hükümetin bu noktadaki gevşekliği gün gelip iktidarı kaybetmesine neden olabilir. Gençlerinin 'yaşananları unutması' daha fazla 'affedici' olmalarını netice verebilir. Zira mevcut eğitim sistemi çocuklarımızı 'birer CHP seçmeni' olarak yetiştirmeye ayarlıdır. Değişmemiştir. Çarkları aynı şekilde işlemektedir. Marifet, sineklerle kavga etmek değil, bataklığı kurutmaktır. Hak Teala rüşdümüzü ilham eylesin. Âmin.
Peyami Safa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Peyami Safa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Kasım 2021 Cumartesi
16 Haziran 2019 Pazar
Bediüzzaman Ekrem İmamoğlu'nu destekler miydi?
"Kimi din öğretimine saldırır, kimi 'bir İslam medeniyeti olmadığını' haykırır, kimi senede bir yıkandığını ve dinsiz olduğunu yazar-söyler, meclislerinde Hz. Muhammed'e iğrenç kelimelerle söver. Halk Partisi kendi gazetelerinde bu zındıklara sözhakkı vermeğe devam ettikçe, unvanının başına 'Cumhuriyet' değil 'Şeriat' kelimesini koysa, yine müslümanlığa ve manevî değerlere saygı beslediğine hiçkimseyi inandıramayacaktır." Peyami Safa, Kavga Yazıları.
Bilmiyorum Allah hepsini yazmayı nasip eder mi? Fakat mürşidimin Münazarat'ının geçmişten bugüne bir dizi 'yanlış yorumlamaya' tâbi tutulduğunu, yapılan bu yorumların 'geçerli tek yorum' muamelesi gördüğünü, 'aksi düşünülemez' bir hale getirildiğini, hatta hasbelkader başka türlü anlaması mümkün olan genç nur talebelerine de (nefes almasına fırsat verilmez şekilde) bu hâkim görüşlerin dayatıldığını düşünüyorum. Zaman zaman da yazılarımda dokunuyorum bunlara. Ama ne benim dokunuşlarım yeterli ne de gerçeğe sahiden ilgi duyanların sayısı çok. Ezber bozulması bir açıdan konfor bozulması sayılacağından müşterisi de elbette az oluyor.
Risale okurken kafamdan çıkmayan mana şu: Bediüzzaman'ın yolu ehl-i sünnet cadde-i kübrasından, sahabe mesleğinden, selef-i salihînin nuranî silsilesinden ayrılmış olamaz. Çünkü o da ehl-i sünnet medreselerinden yetişmiş, kaynaklarından beslenmiş, renkleriyle renklenmiş bir âlimdir.
Ooooo! Ama bunu şimdi şuraya açık açık yazdım ya. el-Aman! Belki kopmuştur çoktan kıyamet. Çünkü yüreği şu kadarını bile kaldıramayacak nur talebeleri(!) var piyasada. Zira çoktan gelenek dedikleri şeyin "Tüüü, kıııh, kaka!" olduğunu ezber etmişler. Artık bu çamuru(!) hiç Bediüzzaman'a yakıştırırlar mı? O metinlerinde kendisini kaç defa 'ehl-i sünnet' olarak tarif ederse etsin. Olamaz. I-ıh! Cık! E-eeh! Şeyhimiz kendisine 'ehl-i sünnet' diyorsa şeyh haltetmiş demektir. Hatamız ihtimali konuşulamaz.
İş o kerteye varmıştır ki, şeyhe, 'nice bir şeyh olduğunu' artık müridleri öğretmektedir. Bu yolda gerekirse metinlerine dahi, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lara uğratılarak, ayar verilmektedir. Sonra, eğer zamanın şartları değişip eskileri uygun gelmezse, yeni bir aşırı yoruma daha tâbi tutulmaktadır mezkûr metinler. Çünkü devir anlı-şanlı modern devirdir. Modern devirde herşey çağın gereklerine hizmet ettiği kadar kapıdan geçer.
Çağın gereklerinden birisi de elbette 'demokrasi'dir. "Meşrutiyet ne kadar demokrasidir? Demokrasinin 'meşrua'sı nasıl olur? Meşrutiyete dair metinler bugünün şablonuna ne derece uyar? Nüansları nelerdir?" falan-filan soramazsınız bunları. Nereye soruyorsunuz? Höttürü-böttürü kabuller keser soluğunuzu bir anda. Belki ucunda aforoz tehlikesi bile vardır.
Mesela: Bugünlerde kimi eller marifetiyle tekrar tedavüle sokulan o metin. Bediüzzaman'ın gayrimüslimlerin memuriyetinin mümkünlüğünü savunduğu o yer. Ay, ay, ay! Neler başına gelmektedir bu sıralar onun! Hafazanallah! Gönüllerini CHP'ye kaptırmış kimseler elinde neler olmuştur o metne? Dur bakalım. Acele etmeyelim. Önce metni bir alıntılayalım:
"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? el-Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üçyüzbin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."
Bediüzzaman'ın bu umudunun demokrasilerde ne kadar gerçekleştiğini, sistemlerin bu güzel hayala ne kadar müsaade ettiğini, 'biri zayi edenin bini kazanıp kazanamadığını' sorgulamayı bir başka yazıya bırakalım. Ama şuraya bir parantez açalım: Bediüzzaman böyle demekle, koşulsuz bir şekilde, 'müslümanları gayrimüslimlerin yönetebileceğini' ifade ediyor muydu? Yani burada söylediği bir tür mandacılığın, ehl-i küfür tarafından yönetimin, müslümanlar adına mümkün olabilirliği miydi? Eğer böyle düşünüyorsa "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetine muhalefet etmiş olmuyor muydu?
Hâşâ! Kendisinin hem Ruslara karşı yaptığı cihadı, hem İngiliz işgaline karşı yazdığı metinleri, hem de Yunan'a karşı yapılan Kurtuluş Savaşı'na verdiği desteği bilenlerler olarak diyoruz ki: Kesinlikle ve kesinlikle böyle birşeyin imkanını tartışmıyor Bediüzzaman. Bunu kastetmiyor. Hatta 1. Meclis'te okuduğu 'namaza dair beyannameden' anladığımız kadarıyla Türkiye'deki hükümetlerin dindarlıktan uzaklaşmasına bile razı değil. Ya?
Onun kastettiği 'idarenin üst seviyesinin tartışmasız şekilde müslümanlarda olduğu bir yönetimde' onların memurları mesabesinde 'gayrimüslimlerin istihdam edilebileceği'dir. Zarureti değil imkanıdır. Burada Bediüzzaman'ın kaymakamlık/valilik gibi makamları 'reislik' değil 'hizmetkârlık' olarak tarif etmesi de aslında 'açtığı sınırlı sorumluluk alanı'nı ifadeye yönelik bir izahtır.
Evet. Osmanlı'da zaten gayrimüslim memurların istihdam edildiğini biliyoruz. Bu istihdamlar elbette şeriatın sınırladığı alanlarda oluyordu. Örneğin: Şeyhülislamlık makamına bir gayrimüslim oryantalist profesör getirilmiyordu. Kimin-ne olabileceğinin elbette sınırları vardı. İşleyişin zarar görmeyeceği, yetkinin din-ümmet aleyhinde kullanılamayacağı, aksine fayda sağlanacağı alanlarda istihdam mümkündü. Fakat tekrar dikkat çekelim: 'İstihdam' olarak mümkündü. Yoksa seçim yoluyla bir başa getiriş değildi bunlar. Bediüzzaman bu tür istihdamların mümkünlüğünü belirttiği hiçbir yerde seçimden/oylamadan bahsetmiyordu. Atayan kimdi peki? Atayan halifeydi. Evet. Şaşırmayalım. Çünkü bunları ifade ettiği rejim 'demokrasi' değil 'meşrutiyet'ti. Devamındaki soru-cevaba bakalım:
"Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var. el-Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emînisi, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez."
Alıntıladığımız bir önceki metni 'modern demokrasi' gibi anlayanlar acaba bu kısma ne der? Hemen devamı üstelik. Ne diyor Bediüzzaman burada? Denetleme gücünün Halife ve Meşihat-ı İslamiye'de olduğu, bugünkü tabirle, Diyanet İşleri'nin tüm yetki sahiplerinin yetkilerini şeriat içinde istimal edip-ettiğinden emin olacak güce sahip olduğu bir sistemde söylüyor bunları. (Bugün bir Diyanet İşleri yetkilisi "Faiz haramdır!" diyecek olsa "Başıma birşey gelir mi?" diye üç kere yutkunuyor.) Yoksa "Verelim mazbatayı Ekrem İmamoğlu'na da isterse Diyanet Kitap Fuarı'nı yasaklasın!" gibi bir serbesti yok orada. Şeriatın sınırladığı bir sorumluluk alanı var. Bugünkü belediye başkanlıkları böyle mi peki? Oraya geçen herhangi bir CHP'li aldığı yetkiyle "Oleeey! Bu sene Ramazan'ı dualarla anacağız. Çünkü Dua Lipa konseri düzenletiyorum!" dese yaptırmayacak güç kimsenin elinde var mı?
Eğer bir süredir müşterisi olduğunuz Liberal endoktrinasyondan çıkabilirseniz siz de pekala görebilirsiniz bu netliği. Evet. Bediüzzaman böyle birşeyin 'mümkünlüğü' tastamam 'dinin meşruiyeti sağladığı bir sistemde' konuşuyor. O yüzden ismi sadece meşrutiyet değil zaten. Ya? 'Meşrutiyet-i meşrua.' Acaba siz bu sistemin hakikaten ne olduğuyla yüzleşmeye hazır mısınız? Yoksa "Aman, ne derin düşüneceğim, demokrasi derim geçerim!" diye teselli mi oluyorsunuz? Yoksa orası için söylenmiş herşeyi, hatta üzerine ne Liberal yorumlar katarak, burası için de mümkün mü görüyorsunuz? Bence bu teselli ahirette kurtarmaz. Aynı eserde diyor ki mürşidim yine:
"Sual: Bazı nâs senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan'ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir? el-Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."
Ben, bu metni okuduğum zaman, hani neredeyse CHP için oy toplayacak hale gelen bazı kardeşlere sormadan edemiyorum: Acaba siz 'hamiyet' ile 'iş'i birbirinden sapasağlim ayırabiliyor musunuz? Sandıkta geniş yetkilerle donatılacak bir CHP'linin, o yetkileri, salt nötr bir alan olan 'iş' için mi, yoksa yürekteki taraftarlıktan beslenen 'hamiyet'i için mi kullanacağından emin misiniz? Bence demokrasilerde hamiyetin işin içine karışmayacağını sananlar aldanırlar. Zira CHP, Bediüzzaman'ın bu metinleri haklarında söylediği Jön Türkler'den farklı olarak, kendisini din karşıtlığı üzerine kurgulamıştır. İktidarda olduğu dönemlerde de kendi sosyolojisini yetiştirmeye çalışır/çalışmıştır. Bu son cümlem için ayrıca delil söylemeyi abes görüyorum.
Metni uzakmak istemem ama, Bediüzzaman aynı eserde, bugünkü CHP zihniyetinin Jön Türkler içindeki kısmının ancak 'yüzde onu' olduğunu ifade ediyor. Yani yüzde doksanının hayırlı insanlardan oluştuğu kanaatinde. Aynı şey bugünkü CHP için söylenebilir mi? Yoksa CHP bu yüzde onun yüzde doksanı ele geçirmiş hali midir? Bunu da vicdanlarımıza soralım lütfen:
"İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. Ve'l-hükmü li'l-ekser."
Özetle kardeşlerim: Paşa gönlünüz bilir. İstediğiniz kişiye oyunuzu verin. Kimse karışamaz. Fakat lütfen, binlerce kere lütfen, Bediüzzaman'ın metinlerini incitmeyin. Onu ehl-i sünnet cadde-i kübrasının dışına, hevesleriniz/hırslarınız uğruna, sürüklemeyin. Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Üzerimizdeki hakkına hıyanettir. O, bir tarafta CHP'nin bir tarafta AK Parti'nin olduğu hiçbir yerde "Liyakatli olsun da ister çamurdan olsun!" diye CHP'liyi destekletmez. Çünkü, sizin aksinize, o siyasete ilişkin daha derin okumalar yapar. Partilerin kendilerini ne üzerine kurguladıklarıyla da ilgilenir. Siz böyle değilsiniz. Sizin bu meydanda müellif-i muhteremi konuşturmaya hakkınız yoktur. Gidiyorsanız, buyrun, tek başınıza gidin. Risale-i Nur'u sürüklemeyin. Malınız değildir ki yalnız sizin peşinizde dolaşsın. Yapmayın. Etmeyin. Kullanmayın. Vallahi tokadını yersiniz.
Bilmiyorum Allah hepsini yazmayı nasip eder mi? Fakat mürşidimin Münazarat'ının geçmişten bugüne bir dizi 'yanlış yorumlamaya' tâbi tutulduğunu, yapılan bu yorumların 'geçerli tek yorum' muamelesi gördüğünü, 'aksi düşünülemez' bir hale getirildiğini, hatta hasbelkader başka türlü anlaması mümkün olan genç nur talebelerine de (nefes almasına fırsat verilmez şekilde) bu hâkim görüşlerin dayatıldığını düşünüyorum. Zaman zaman da yazılarımda dokunuyorum bunlara. Ama ne benim dokunuşlarım yeterli ne de gerçeğe sahiden ilgi duyanların sayısı çok. Ezber bozulması bir açıdan konfor bozulması sayılacağından müşterisi de elbette az oluyor.
Risale okurken kafamdan çıkmayan mana şu: Bediüzzaman'ın yolu ehl-i sünnet cadde-i kübrasından, sahabe mesleğinden, selef-i salihînin nuranî silsilesinden ayrılmış olamaz. Çünkü o da ehl-i sünnet medreselerinden yetişmiş, kaynaklarından beslenmiş, renkleriyle renklenmiş bir âlimdir.
Ooooo! Ama bunu şimdi şuraya açık açık yazdım ya. el-Aman! Belki kopmuştur çoktan kıyamet. Çünkü yüreği şu kadarını bile kaldıramayacak nur talebeleri(!) var piyasada. Zira çoktan gelenek dedikleri şeyin "Tüüü, kıııh, kaka!" olduğunu ezber etmişler. Artık bu çamuru(!) hiç Bediüzzaman'a yakıştırırlar mı? O metinlerinde kendisini kaç defa 'ehl-i sünnet' olarak tarif ederse etsin. Olamaz. I-ıh! Cık! E-eeh! Şeyhimiz kendisine 'ehl-i sünnet' diyorsa şeyh haltetmiş demektir. Hatamız ihtimali konuşulamaz.
İş o kerteye varmıştır ki, şeyhe, 'nice bir şeyh olduğunu' artık müridleri öğretmektedir. Bu yolda gerekirse metinlerine dahi, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lara uğratılarak, ayar verilmektedir. Sonra, eğer zamanın şartları değişip eskileri uygun gelmezse, yeni bir aşırı yoruma daha tâbi tutulmaktadır mezkûr metinler. Çünkü devir anlı-şanlı modern devirdir. Modern devirde herşey çağın gereklerine hizmet ettiği kadar kapıdan geçer.
Çağın gereklerinden birisi de elbette 'demokrasi'dir. "Meşrutiyet ne kadar demokrasidir? Demokrasinin 'meşrua'sı nasıl olur? Meşrutiyete dair metinler bugünün şablonuna ne derece uyar? Nüansları nelerdir?" falan-filan soramazsınız bunları. Nereye soruyorsunuz? Höttürü-böttürü kabuller keser soluğunuzu bir anda. Belki ucunda aforoz tehlikesi bile vardır.
Mesela: Bugünlerde kimi eller marifetiyle tekrar tedavüle sokulan o metin. Bediüzzaman'ın gayrimüslimlerin memuriyetinin mümkünlüğünü savunduğu o yer. Ay, ay, ay! Neler başına gelmektedir bu sıralar onun! Hafazanallah! Gönüllerini CHP'ye kaptırmış kimseler elinde neler olmuştur o metne? Dur bakalım. Acele etmeyelim. Önce metni bir alıntılayalım:
"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? el-Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üçyüzbin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."
Bediüzzaman'ın bu umudunun demokrasilerde ne kadar gerçekleştiğini, sistemlerin bu güzel hayala ne kadar müsaade ettiğini, 'biri zayi edenin bini kazanıp kazanamadığını' sorgulamayı bir başka yazıya bırakalım. Ama şuraya bir parantez açalım: Bediüzzaman böyle demekle, koşulsuz bir şekilde, 'müslümanları gayrimüslimlerin yönetebileceğini' ifade ediyor muydu? Yani burada söylediği bir tür mandacılığın, ehl-i küfür tarafından yönetimin, müslümanlar adına mümkün olabilirliği miydi? Eğer böyle düşünüyorsa "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetine muhalefet etmiş olmuyor muydu?
Hâşâ! Kendisinin hem Ruslara karşı yaptığı cihadı, hem İngiliz işgaline karşı yazdığı metinleri, hem de Yunan'a karşı yapılan Kurtuluş Savaşı'na verdiği desteği bilenlerler olarak diyoruz ki: Kesinlikle ve kesinlikle böyle birşeyin imkanını tartışmıyor Bediüzzaman. Bunu kastetmiyor. Hatta 1. Meclis'te okuduğu 'namaza dair beyannameden' anladığımız kadarıyla Türkiye'deki hükümetlerin dindarlıktan uzaklaşmasına bile razı değil. Ya?
Onun kastettiği 'idarenin üst seviyesinin tartışmasız şekilde müslümanlarda olduğu bir yönetimde' onların memurları mesabesinde 'gayrimüslimlerin istihdam edilebileceği'dir. Zarureti değil imkanıdır. Burada Bediüzzaman'ın kaymakamlık/valilik gibi makamları 'reislik' değil 'hizmetkârlık' olarak tarif etmesi de aslında 'açtığı sınırlı sorumluluk alanı'nı ifadeye yönelik bir izahtır.
Evet. Osmanlı'da zaten gayrimüslim memurların istihdam edildiğini biliyoruz. Bu istihdamlar elbette şeriatın sınırladığı alanlarda oluyordu. Örneğin: Şeyhülislamlık makamına bir gayrimüslim oryantalist profesör getirilmiyordu. Kimin-ne olabileceğinin elbette sınırları vardı. İşleyişin zarar görmeyeceği, yetkinin din-ümmet aleyhinde kullanılamayacağı, aksine fayda sağlanacağı alanlarda istihdam mümkündü. Fakat tekrar dikkat çekelim: 'İstihdam' olarak mümkündü. Yoksa seçim yoluyla bir başa getiriş değildi bunlar. Bediüzzaman bu tür istihdamların mümkünlüğünü belirttiği hiçbir yerde seçimden/oylamadan bahsetmiyordu. Atayan kimdi peki? Atayan halifeydi. Evet. Şaşırmayalım. Çünkü bunları ifade ettiği rejim 'demokrasi' değil 'meşrutiyet'ti. Devamındaki soru-cevaba bakalım:
"Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var. el-Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emînisi, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez."
Alıntıladığımız bir önceki metni 'modern demokrasi' gibi anlayanlar acaba bu kısma ne der? Hemen devamı üstelik. Ne diyor Bediüzzaman burada? Denetleme gücünün Halife ve Meşihat-ı İslamiye'de olduğu, bugünkü tabirle, Diyanet İşleri'nin tüm yetki sahiplerinin yetkilerini şeriat içinde istimal edip-ettiğinden emin olacak güce sahip olduğu bir sistemde söylüyor bunları. (Bugün bir Diyanet İşleri yetkilisi "Faiz haramdır!" diyecek olsa "Başıma birşey gelir mi?" diye üç kere yutkunuyor.) Yoksa "Verelim mazbatayı Ekrem İmamoğlu'na da isterse Diyanet Kitap Fuarı'nı yasaklasın!" gibi bir serbesti yok orada. Şeriatın sınırladığı bir sorumluluk alanı var. Bugünkü belediye başkanlıkları böyle mi peki? Oraya geçen herhangi bir CHP'li aldığı yetkiyle "Oleeey! Bu sene Ramazan'ı dualarla anacağız. Çünkü Dua Lipa konseri düzenletiyorum!" dese yaptırmayacak güç kimsenin elinde var mı?
Eğer bir süredir müşterisi olduğunuz Liberal endoktrinasyondan çıkabilirseniz siz de pekala görebilirsiniz bu netliği. Evet. Bediüzzaman böyle birşeyin 'mümkünlüğü' tastamam 'dinin meşruiyeti sağladığı bir sistemde' konuşuyor. O yüzden ismi sadece meşrutiyet değil zaten. Ya? 'Meşrutiyet-i meşrua.' Acaba siz bu sistemin hakikaten ne olduğuyla yüzleşmeye hazır mısınız? Yoksa "Aman, ne derin düşüneceğim, demokrasi derim geçerim!" diye teselli mi oluyorsunuz? Yoksa orası için söylenmiş herşeyi, hatta üzerine ne Liberal yorumlar katarak, burası için de mümkün mü görüyorsunuz? Bence bu teselli ahirette kurtarmaz. Aynı eserde diyor ki mürşidim yine:
"Sual: Bazı nâs senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan'ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir? el-Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."
Ben, bu metni okuduğum zaman, hani neredeyse CHP için oy toplayacak hale gelen bazı kardeşlere sormadan edemiyorum: Acaba siz 'hamiyet' ile 'iş'i birbirinden sapasağlim ayırabiliyor musunuz? Sandıkta geniş yetkilerle donatılacak bir CHP'linin, o yetkileri, salt nötr bir alan olan 'iş' için mi, yoksa yürekteki taraftarlıktan beslenen 'hamiyet'i için mi kullanacağından emin misiniz? Bence demokrasilerde hamiyetin işin içine karışmayacağını sananlar aldanırlar. Zira CHP, Bediüzzaman'ın bu metinleri haklarında söylediği Jön Türkler'den farklı olarak, kendisini din karşıtlığı üzerine kurgulamıştır. İktidarda olduğu dönemlerde de kendi sosyolojisini yetiştirmeye çalışır/çalışmıştır. Bu son cümlem için ayrıca delil söylemeyi abes görüyorum.
Metni uzakmak istemem ama, Bediüzzaman aynı eserde, bugünkü CHP zihniyetinin Jön Türkler içindeki kısmının ancak 'yüzde onu' olduğunu ifade ediyor. Yani yüzde doksanının hayırlı insanlardan oluştuğu kanaatinde. Aynı şey bugünkü CHP için söylenebilir mi? Yoksa CHP bu yüzde onun yüzde doksanı ele geçirmiş hali midir? Bunu da vicdanlarımıza soralım lütfen:
"İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. Ve'l-hükmü li'l-ekser."
Özetle kardeşlerim: Paşa gönlünüz bilir. İstediğiniz kişiye oyunuzu verin. Kimse karışamaz. Fakat lütfen, binlerce kere lütfen, Bediüzzaman'ın metinlerini incitmeyin. Onu ehl-i sünnet cadde-i kübrasının dışına, hevesleriniz/hırslarınız uğruna, sürüklemeyin. Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Üzerimizdeki hakkına hıyanettir. O, bir tarafta CHP'nin bir tarafta AK Parti'nin olduğu hiçbir yerde "Liyakatli olsun da ister çamurdan olsun!" diye CHP'liyi destekletmez. Çünkü, sizin aksinize, o siyasete ilişkin daha derin okumalar yapar. Partilerin kendilerini ne üzerine kurguladıklarıyla da ilgilenir. Siz böyle değilsiniz. Sizin bu meydanda müellif-i muhteremi konuşturmaya hakkınız yoktur. Gidiyorsanız, buyrun, tek başınıza gidin. Risale-i Nur'u sürüklemeyin. Malınız değildir ki yalnız sizin peşinizde dolaşsın. Yapmayın. Etmeyin. Kullanmayın. Vallahi tokadını yersiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...