"Kimi din öğretimine saldırır, kimi 'bir İslam medeniyeti olmadığını' haykırır, kimi senede bir yıkandığını ve dinsiz olduğunu yazar-söyler, meclislerinde Hz. Muhammed'e iğrenç kelimelerle söver. Halk Partisi kendi gazetelerinde bu zındıklara sözhakkı vermeğe devam ettikçe, unvanının başına 'Cumhuriyet' değil 'Şeriat' kelimesini koysa, yine müslümanlığa ve manevî değerlere saygı beslediğine hiçkimseyi inandıramayacaktır." Peyami Safa, Kavga Yazıları.
Bilmiyorum Allah hepsini yazmayı nasip eder mi? Fakat mürşidimin Münazarat'ının geçmişten bugüne bir dizi 'yanlış yorumlamaya' tâbi tutulduğunu, yapılan bu yorumların 'geçerli tek yorum' muamelesi gördüğünü, 'aksi düşünülemez' bir hale getirildiğini, hatta hasbelkader başka türlü anlaması mümkün olan genç nur talebelerine de (nefes almasına fırsat verilmez şekilde) bu hâkim görüşlerin dayatıldığını düşünüyorum. Zaman zaman da yazılarımda dokunuyorum bunlara. Ama ne benim dokunuşlarım yeterli ne de gerçeğe sahiden ilgi duyanların sayısı çok. Ezber bozulması bir açıdan konfor bozulması sayılacağından müşterisi de elbette az oluyor.
Risale okurken kafamdan çıkmayan mana şu: Bediüzzaman'ın yolu ehl-i sünnet cadde-i kübrasından, sahabe mesleğinden, selef-i salihînin nuranî silsilesinden ayrılmış olamaz. Çünkü o da ehl-i sünnet medreselerinden yetişmiş, kaynaklarından beslenmiş, renkleriyle renklenmiş bir âlimdir.
Ooooo! Ama bunu şimdi şuraya açık açık yazdım ya. el-Aman! Belki kopmuştur çoktan kıyamet. Çünkü yüreği şu kadarını bile kaldıramayacak nur talebeleri(!) var piyasada. Zira çoktan gelenek dedikleri şeyin "Tüüü, kıııh, kaka!" olduğunu ezber etmişler. Artık bu çamuru(!) hiç Bediüzzaman'a yakıştırırlar mı? O metinlerinde kendisini kaç defa 'ehl-i sünnet' olarak tarif ederse etsin. Olamaz. I-ıh! Cık! E-eeh! Şeyhimiz kendisine 'ehl-i sünnet' diyorsa şeyh haltetmiş demektir. Hatamız ihtimali konuşulamaz.
İş o kerteye varmıştır ki, şeyhe, 'nice bir şeyh olduğunu' artık müridleri öğretmektedir. Bu yolda gerekirse metinlerine dahi, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lara uğratılarak, ayar verilmektedir. Sonra, eğer zamanın şartları değişip eskileri uygun gelmezse, yeni bir aşırı yoruma daha tâbi tutulmaktadır mezkûr metinler. Çünkü devir anlı-şanlı modern devirdir. Modern devirde herşey çağın gereklerine hizmet ettiği kadar kapıdan geçer.
Çağın gereklerinden birisi de elbette 'demokrasi'dir. "Meşrutiyet ne kadar demokrasidir? Demokrasinin 'meşrua'sı nasıl olur? Meşrutiyete dair metinler bugünün şablonuna ne derece uyar? Nüansları nelerdir?" falan-filan soramazsınız bunları. Nereye soruyorsunuz? Höttürü-böttürü kabuller keser soluğunuzu bir anda. Belki ucunda aforoz tehlikesi bile vardır.
Mesela: Bugünlerde kimi eller marifetiyle tekrar tedavüle sokulan o metin. Bediüzzaman'ın gayrimüslimlerin memuriyetinin mümkünlüğünü savunduğu o yer. Ay, ay, ay! Neler başına gelmektedir bu sıralar onun! Hafazanallah! Gönüllerini CHP'ye kaptırmış kimseler elinde neler olmuştur o metne? Dur bakalım. Acele etmeyelim. Önce metni bir alıntılayalım:
"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? el-Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üçyüzbin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."
Bediüzzaman'ın bu umudunun demokrasilerde ne kadar gerçekleştiğini, sistemlerin bu güzel hayala ne kadar müsaade ettiğini, 'biri zayi edenin bini kazanıp kazanamadığını' sorgulamayı bir başka yazıya bırakalım. Ama şuraya bir parantez açalım: Bediüzzaman böyle demekle, koşulsuz bir şekilde, 'müslümanları gayrimüslimlerin yönetebileceğini' ifade ediyor muydu? Yani burada söylediği bir tür mandacılığın, ehl-i küfür tarafından yönetimin, müslümanlar adına mümkün olabilirliği miydi? Eğer böyle düşünüyorsa "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetine muhalefet etmiş olmuyor muydu?
Hâşâ! Kendisinin hem Ruslara karşı yaptığı cihadı, hem İngiliz işgaline karşı yazdığı metinleri, hem de Yunan'a karşı yapılan Kurtuluş Savaşı'na verdiği desteği bilenlerler olarak diyoruz ki: Kesinlikle ve kesinlikle böyle birşeyin imkanını tartışmıyor Bediüzzaman. Bunu kastetmiyor. Hatta 1. Meclis'te okuduğu 'namaza dair beyannameden' anladığımız kadarıyla Türkiye'deki hükümetlerin dindarlıktan uzaklaşmasına bile razı değil. Ya?
Onun kastettiği 'idarenin üst seviyesinin tartışmasız şekilde müslümanlarda olduğu bir yönetimde' onların memurları mesabesinde 'gayrimüslimlerin istihdam edilebileceği'dir. Zarureti değil imkanıdır. Burada Bediüzzaman'ın kaymakamlık/valilik gibi makamları 'reislik' değil 'hizmetkârlık' olarak tarif etmesi de aslında 'açtığı sınırlı sorumluluk alanı'nı ifadeye yönelik bir izahtır.
Evet. Osmanlı'da zaten gayrimüslim memurların istihdam edildiğini biliyoruz. Bu istihdamlar elbette şeriatın sınırladığı alanlarda oluyordu. Örneğin: Şeyhülislamlık makamına bir gayrimüslim oryantalist profesör getirilmiyordu. Kimin-ne olabileceğinin elbette sınırları vardı. İşleyişin zarar görmeyeceği, yetkinin din-ümmet aleyhinde kullanılamayacağı, aksine fayda sağlanacağı alanlarda istihdam mümkündü. Fakat tekrar dikkat çekelim: 'İstihdam' olarak mümkündü. Yoksa seçim yoluyla bir başa getiriş değildi bunlar. Bediüzzaman bu tür istihdamların mümkünlüğünü belirttiği hiçbir yerde seçimden/oylamadan bahsetmiyordu. Atayan kimdi peki? Atayan halifeydi. Evet. Şaşırmayalım. Çünkü bunları ifade ettiği rejim 'demokrasi' değil 'meşrutiyet'ti. Devamındaki soru-cevaba bakalım:
"Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var. el-Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emînisi, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez."
Alıntıladığımız bir önceki metni 'modern demokrasi' gibi anlayanlar acaba bu kısma ne der? Hemen devamı üstelik. Ne diyor Bediüzzaman burada? Denetleme gücünün Halife ve Meşihat-ı İslamiye'de olduğu, bugünkü tabirle, Diyanet İşleri'nin tüm yetki sahiplerinin yetkilerini şeriat içinde istimal edip-ettiğinden emin olacak güce sahip olduğu bir sistemde söylüyor bunları. (Bugün bir Diyanet İşleri yetkilisi "Faiz haramdır!" diyecek olsa "Başıma birşey gelir mi?" diye üç kere yutkunuyor.) Yoksa "Verelim mazbatayı Ekrem İmamoğlu'na da isterse Diyanet Kitap Fuarı'nı yasaklasın!" gibi bir serbesti yok orada. Şeriatın sınırladığı bir sorumluluk alanı var. Bugünkü belediye başkanlıkları böyle mi peki? Oraya geçen herhangi bir CHP'li aldığı yetkiyle "Oleeey! Bu sene Ramazan'ı dualarla anacağız. Çünkü Dua Lipa konseri düzenletiyorum!" dese yaptırmayacak güç kimsenin elinde var mı?
Eğer bir süredir müşterisi olduğunuz Liberal endoktrinasyondan çıkabilirseniz siz de pekala görebilirsiniz bu netliği. Evet. Bediüzzaman böyle birşeyin 'mümkünlüğü' tastamam 'dinin meşruiyeti sağladığı bir sistemde' konuşuyor. O yüzden ismi sadece meşrutiyet değil zaten. Ya? 'Meşrutiyet-i meşrua.' Acaba siz bu sistemin hakikaten ne olduğuyla yüzleşmeye hazır mısınız? Yoksa "Aman, ne derin düşüneceğim, demokrasi derim geçerim!" diye teselli mi oluyorsunuz? Yoksa orası için söylenmiş herşeyi, hatta üzerine ne Liberal yorumlar katarak, burası için de mümkün mü görüyorsunuz? Bence bu teselli ahirette kurtarmaz. Aynı eserde diyor ki mürşidim yine:
"Sual: Bazı nâs senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan'ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir? el-Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."
Ben, bu metni okuduğum zaman, hani neredeyse CHP için oy toplayacak hale gelen bazı kardeşlere sormadan edemiyorum: Acaba siz 'hamiyet' ile 'iş'i birbirinden sapasağlim ayırabiliyor musunuz? Sandıkta geniş yetkilerle donatılacak bir CHP'linin, o yetkileri, salt nötr bir alan olan 'iş' için mi, yoksa yürekteki taraftarlıktan beslenen 'hamiyet'i için mi kullanacağından emin misiniz? Bence demokrasilerde hamiyetin işin içine karışmayacağını sananlar aldanırlar. Zira CHP, Bediüzzaman'ın bu metinleri haklarında söylediği Jön Türkler'den farklı olarak, kendisini din karşıtlığı üzerine kurgulamıştır. İktidarda olduğu dönemlerde de kendi sosyolojisini yetiştirmeye çalışır/çalışmıştır. Bu son cümlem için ayrıca delil söylemeyi abes görüyorum.
Metni uzakmak istemem ama, Bediüzzaman aynı eserde, bugünkü CHP zihniyetinin Jön Türkler içindeki kısmının ancak 'yüzde onu' olduğunu ifade ediyor. Yani yüzde doksanının hayırlı insanlardan oluştuğu kanaatinde. Aynı şey bugünkü CHP için söylenebilir mi? Yoksa CHP bu yüzde onun yüzde doksanı ele geçirmiş hali midir? Bunu da vicdanlarımıza soralım lütfen:
"İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. Ve'l-hükmü li'l-ekser."
Özetle kardeşlerim: Paşa gönlünüz bilir. İstediğiniz kişiye oyunuzu verin. Kimse karışamaz. Fakat lütfen, binlerce kere lütfen, Bediüzzaman'ın metinlerini incitmeyin. Onu ehl-i sünnet cadde-i kübrasının dışına, hevesleriniz/hırslarınız uğruna, sürüklemeyin. Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Üzerimizdeki hakkına hıyanettir. O, bir tarafta CHP'nin bir tarafta AK Parti'nin olduğu hiçbir yerde "Liyakatli olsun da ister çamurdan olsun!" diye CHP'liyi destekletmez. Çünkü, sizin aksinize, o siyasete ilişkin daha derin okumalar yapar. Partilerin kendilerini ne üzerine kurguladıklarıyla da ilgilenir. Siz böyle değilsiniz. Sizin bu meydanda müellif-i muhteremi konuşturmaya hakkınız yoktur. Gidiyorsanız, buyrun, tek başınıza gidin. Risale-i Nur'u sürüklemeyin. Malınız değildir ki yalnız sizin peşinizde dolaşsın. Yapmayın. Etmeyin. Kullanmayın. Vallahi tokadını yersiniz.
Ezber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ezber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
16 Haziran 2019 Pazar
28 Nisan 2019 Pazar
Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (4)
Efendim, çağ 'mutlak müçtehidler' çağı değil 'fırtlak müçtehidler' çağı. Dinin bir köşesini yırtıp fırtlayan fırtlayana. Hani ahirzaman fitnesine dair hadis-i şeriflerinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'okun yaydan çıktığı gibi' şeklinde bir benzetmesi vardır. İşte o benzetme hiç de 'Kime kondurulacağım acaba ben?' diye sordurmuyor. Hemen "İşte benimkilerden birisi!" deyip sahibini yakalıyor. Daha doğrusu sahipleri bir cümlede, bir yazıda, bir iddiada, başlattıkları bir yeni tartışmada gelip onu buluyorlar. 'Kurşuna kafa atmak' diye birşey hakikaten var mı? Yok mu? Olmaz mı? Bilemem. Fakat onun hakikati yoksa da '15 asır sonra gelip ahirzamanla ilgili hadislere kafa atmak' diye birşey var. Evet. Kesinlikle var. Üstelik bugünlerde bu meş'um işin çok taliplisi de var. "Beni de sille-i te'dibine dahil et!" diye yalvarıyorlar.
Hatta ben bugünlerde, ayrıca, şu hadis-i mübareğin yaptığı mühim benzetmenin o insanların 'gerilimli haleti'nin tasviri açısından da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu insanlar 'yaşamaya özendikleri hayat' ile 'dinin emrettiği hayat' arasında bir gerilim yaşıyorlar. Bunu hem bireysel hayatlarında hem de belki âlem-i İslam'ın haline bakışlarında yaşıyorlar. Olmak istedikleri yerde/durumda olmamanın sancısıyla, sabretmek yerine, birşeyleri değiştirmeyi arzuluyorlar. Bahtı değiştirmek zordur. Kendini değiştirmek de öyle. O halde ne değişecek? Hevaları kaş-göz işaretiyle hişt u pişt yapıp birisini gösteriyor. Yüzlerini dinlerine dönüyorlar. Niye? Çünkü, pedagojide 'suçu ebeveyne atmak' nasıl hünerli bir uğraş oldu ise, teolojide de 'suçu geleneğe atmak' öyle bir meşgaleye dönüştü.
Kur'an'daki kıssalarından anladığımız kadarıyla İsrailoğullarını ayak çıkarsak nefsini tenzihte bu asrın insanından daha hünerlisi yoktur. Evet. Öyledir. İşte böyle "Biz aslında iyi çocuklardık. Anam etti. Babam etti. Çevrem bozuktu. Elma şekerimi çaldılar. Dinim sorunluydu. Müçtehidler işi karıştırdılar. Tarikatler çok zordu. Gelenek arızalıydı. Hadisler janjanlıydı!" vs. diye saydırırken iş döndü dolaştı Kur'an'a kadar geldi. Eh, kendimizi suçlayacak değildik ya, o halde Kur'an'da da sorunlar bulunmalıydı. "Ama şimdi öyle 'Hop!' diye söylersek 'Çüş!' diye göğüsler bu millet bizi. Durdurur. Derdest eder. Alnımıza 'Hâzâ...'lı bir mührü bastırır. Öyle yapmayalım. Ya? Önce şöyle bir vahyin gelişini dilimize dolayalım. Bakalım yolda çok oyalanmış mı? Güvenliği iyi sağlanmış mı? Levh-i Mahfuz'dan bu yana taşınırken başka şeylerin araya karışması ihtimali yok mu? Kimse araya birşey sıkıştırmış mı? Önce burayı bir kurcalayalım. Burada bir kale düşürürsek öteki tarafta bir ülke düşürürüz. Burada kafası arızalanan ötekisinde hiç toparlanamaz." İşin sergüzeşti böyle kardeşlerim.
Şimdi, Mustafa Öztürk'ün tekrar hortlattığı, fakat aslında mazisi Fazlurrahman'a dayanan 'vahyin nüzulünün mahiyeti' tartışmalarında da aynı kemliğin laciverdi havası var. Kur'an-ı Hakîm'in Efendimiz aleyhissalatuvesselama nasıl indiği, lafızların birebir Allah'a mı ait olduğu, yoksa Aleyhissalatuvesselamın mı arayı doldurduğu vs. Bütün bunlar ahirzaman müslümanını neden bir 'entelektüel meşgale' olarak ilgilendirmeye başladı? Sözün mahiyeti daha yukarıya çıkarılamayacaksa (ki halihazırda Allah'ın kelamı olarak bilindiğine göre bundan daha yukarısı nasıl olur onu da çözemiyoruz) bu tartışmayla ne arzulanıyor? Nereye, hangi faydaya, nimete varılmak isteniyor? Biraz suizan edeyim de ben söyleyeyim muhterem karilerim: Bu tartışmanın özü 'üstünde oynanacaklarda' sıranın Kur'an'a gelmesine dayanıyor. Hani dedik ya: Kendini tenzih etmede ahirzaman insanının hali başkadır. İşte, bu rezillik o şirrete ermiştir ki, sırası gelince Kur'an bile (hâşâ) düzeltilecektir.
Fakat bakınız Kur'an-ı Hakîm kendisinin mahiyeti hakkında bilgilendirici daha neler söylüyor: "(Habîbim, Cebrâîl sana vahyi bitirmeden) onu (Kur'ân'ı) acele (ezber) etmek için, dilini onunla kımıldatma! Şübhesiz ki onu (senin kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize âiddir. O hâlde onu (sana) okuduğumuz zaman, artık (sen) onun okunuşunu takib et! Sonra şübhesiz onu açıklamak da bize âiddir."
Şimdi düşünelim. Kıyâme sûresinde geçen bu ifadeler 'vahyin nüzul şekli' hakkında bize hangi hususlardan haber veriyor? Birkaç başlık ben çıkarayım. Devamı size kalsın. 1) Belli ki, Aleyhissalatuvesselam, kalbine inen 'lafızsız bir mana'dan değil 'lafızları olan bir okuyuş'tan vahyi dinliyor. Çünkü ezberleyebilmek için tekrar ediyor. 2) Bu vahiy taşıyıcısız değil 'okuyacak bir elçi' yani Cebrail aleyhisselam tarafından iletiliyor. 3) Cenab-ı Hak, hâşâ, "Boşver, takip etme, ne anlatıldığını anladıktan sonra sen duruma göre çevrendekilere anlatırsın!" falan demiyor. Öncesiyle ve sonrasıyla, gelişi ve açıklanışıyla, duyuluşu ve iletilişiyle vahyin lafız güvenliğinin kendisine ait olduğunu bildiriyor. Yani vahyin garantisi Allah oluyor. "Lafızla gelenin aynı lafızlarla açıklanması bana aittir!" buyuruyor. Allah'ın garantisini verdiğinden daha sağlıklı bir iletişim var mıdır? Var mıdır ki ona beşer sözü karışmış olabilsin? Araya sızabilsin?
Yani, Kur'an'da, Cenab-ı Hak belki yüzlerce-binlerce kez sözün kendisinin olduğunu haber veriyor da gelgelim bizim ahirzaman müçtehidleri, mücedditleri ve hatta 'düttürüdüt'leri bu işi içlerine sindiremiyorlar. Hâlâ demagojik çarpıtmalarla kelamı 'beşerîleştirmeye' çalışıyorlar. 'Mana Allah'tan ama lafızlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan' gibi dayanağı olmayan ifadelerle hevalarının izlerini adım adım takip ediyorlar. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ıslah olabileceklerini ıslah etsin. Olmayacaklarının şerrinden de cümle müslümanları muhafaza eylesin. Âmin.
Hatta ben bugünlerde, ayrıca, şu hadis-i mübareğin yaptığı mühim benzetmenin o insanların 'gerilimli haleti'nin tasviri açısından da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu insanlar 'yaşamaya özendikleri hayat' ile 'dinin emrettiği hayat' arasında bir gerilim yaşıyorlar. Bunu hem bireysel hayatlarında hem de belki âlem-i İslam'ın haline bakışlarında yaşıyorlar. Olmak istedikleri yerde/durumda olmamanın sancısıyla, sabretmek yerine, birşeyleri değiştirmeyi arzuluyorlar. Bahtı değiştirmek zordur. Kendini değiştirmek de öyle. O halde ne değişecek? Hevaları kaş-göz işaretiyle hişt u pişt yapıp birisini gösteriyor. Yüzlerini dinlerine dönüyorlar. Niye? Çünkü, pedagojide 'suçu ebeveyne atmak' nasıl hünerli bir uğraş oldu ise, teolojide de 'suçu geleneğe atmak' öyle bir meşgaleye dönüştü.
Kur'an'daki kıssalarından anladığımız kadarıyla İsrailoğullarını ayak çıkarsak nefsini tenzihte bu asrın insanından daha hünerlisi yoktur. Evet. Öyledir. İşte böyle "Biz aslında iyi çocuklardık. Anam etti. Babam etti. Çevrem bozuktu. Elma şekerimi çaldılar. Dinim sorunluydu. Müçtehidler işi karıştırdılar. Tarikatler çok zordu. Gelenek arızalıydı. Hadisler janjanlıydı!" vs. diye saydırırken iş döndü dolaştı Kur'an'a kadar geldi. Eh, kendimizi suçlayacak değildik ya, o halde Kur'an'da da sorunlar bulunmalıydı. "Ama şimdi öyle 'Hop!' diye söylersek 'Çüş!' diye göğüsler bu millet bizi. Durdurur. Derdest eder. Alnımıza 'Hâzâ...'lı bir mührü bastırır. Öyle yapmayalım. Ya? Önce şöyle bir vahyin gelişini dilimize dolayalım. Bakalım yolda çok oyalanmış mı? Güvenliği iyi sağlanmış mı? Levh-i Mahfuz'dan bu yana taşınırken başka şeylerin araya karışması ihtimali yok mu? Kimse araya birşey sıkıştırmış mı? Önce burayı bir kurcalayalım. Burada bir kale düşürürsek öteki tarafta bir ülke düşürürüz. Burada kafası arızalanan ötekisinde hiç toparlanamaz." İşin sergüzeşti böyle kardeşlerim.
Şimdi, Mustafa Öztürk'ün tekrar hortlattığı, fakat aslında mazisi Fazlurrahman'a dayanan 'vahyin nüzulünün mahiyeti' tartışmalarında da aynı kemliğin laciverdi havası var. Kur'an-ı Hakîm'in Efendimiz aleyhissalatuvesselama nasıl indiği, lafızların birebir Allah'a mı ait olduğu, yoksa Aleyhissalatuvesselamın mı arayı doldurduğu vs. Bütün bunlar ahirzaman müslümanını neden bir 'entelektüel meşgale' olarak ilgilendirmeye başladı? Sözün mahiyeti daha yukarıya çıkarılamayacaksa (ki halihazırda Allah'ın kelamı olarak bilindiğine göre bundan daha yukarısı nasıl olur onu da çözemiyoruz) bu tartışmayla ne arzulanıyor? Nereye, hangi faydaya, nimete varılmak isteniyor? Biraz suizan edeyim de ben söyleyeyim muhterem karilerim: Bu tartışmanın özü 'üstünde oynanacaklarda' sıranın Kur'an'a gelmesine dayanıyor. Hani dedik ya: Kendini tenzih etmede ahirzaman insanının hali başkadır. İşte, bu rezillik o şirrete ermiştir ki, sırası gelince Kur'an bile (hâşâ) düzeltilecektir.
Fakat bakınız Kur'an-ı Hakîm kendisinin mahiyeti hakkında bilgilendirici daha neler söylüyor: "(Habîbim, Cebrâîl sana vahyi bitirmeden) onu (Kur'ân'ı) acele (ezber) etmek için, dilini onunla kımıldatma! Şübhesiz ki onu (senin kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize âiddir. O hâlde onu (sana) okuduğumuz zaman, artık (sen) onun okunuşunu takib et! Sonra şübhesiz onu açıklamak da bize âiddir."
Şimdi düşünelim. Kıyâme sûresinde geçen bu ifadeler 'vahyin nüzul şekli' hakkında bize hangi hususlardan haber veriyor? Birkaç başlık ben çıkarayım. Devamı size kalsın. 1) Belli ki, Aleyhissalatuvesselam, kalbine inen 'lafızsız bir mana'dan değil 'lafızları olan bir okuyuş'tan vahyi dinliyor. Çünkü ezberleyebilmek için tekrar ediyor. 2) Bu vahiy taşıyıcısız değil 'okuyacak bir elçi' yani Cebrail aleyhisselam tarafından iletiliyor. 3) Cenab-ı Hak, hâşâ, "Boşver, takip etme, ne anlatıldığını anladıktan sonra sen duruma göre çevrendekilere anlatırsın!" falan demiyor. Öncesiyle ve sonrasıyla, gelişi ve açıklanışıyla, duyuluşu ve iletilişiyle vahyin lafız güvenliğinin kendisine ait olduğunu bildiriyor. Yani vahyin garantisi Allah oluyor. "Lafızla gelenin aynı lafızlarla açıklanması bana aittir!" buyuruyor. Allah'ın garantisini verdiğinden daha sağlıklı bir iletişim var mıdır? Var mıdır ki ona beşer sözü karışmış olabilsin? Araya sızabilsin?
Yani, Kur'an'da, Cenab-ı Hak belki yüzlerce-binlerce kez sözün kendisinin olduğunu haber veriyor da gelgelim bizim ahirzaman müçtehidleri, mücedditleri ve hatta 'düttürüdüt'leri bu işi içlerine sindiremiyorlar. Hâlâ demagojik çarpıtmalarla kelamı 'beşerîleştirmeye' çalışıyorlar. 'Mana Allah'tan ama lafızlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan' gibi dayanağı olmayan ifadelerle hevalarının izlerini adım adım takip ediyorlar. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ıslah olabileceklerini ıslah etsin. Olmayacaklarının şerrinden de cümle müslümanları muhafaza eylesin. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...