cumhuriyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cumhuriyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2024 Cuma

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çünkü, ne kadar yumuşak takılırsa takılsın, bir noktada bütün milliyetçiliklerin ırkçılığa çaldığını düşünüyorum. Kendimi 'ümmetçi' olarak tanımlamayı yeğlerim. Bununla birlikte, uzayda yaşamıyoruz ya, mutlaka kendisini milliyetçilikle tanımlayan arkadaşlara da sahibiz. Türk, Kürt, Arap vs... Bir yere kadar hepsini idare edebiliyorum. İnsanlar ideolojilerini yekten yokedemezler zira. Ortak paydalarımızın çokluğuna bakarak çoğalırız. Aynılığa bakarsak yalnız kalırız.

Mürşidimin metinlerinde de böylesi bir 'ortak payda arayışı'nın mevcut olduğunu düşünürüm. Yani, Bediüzzaman, kimseyi "Aaa bak şu milliyetçiymiş!" diyerek savurup atmaz. Talebeleri arasında böylesi temayülleri bilinen kimseler bulunmuştur. Onları da kovmaz. Çekebildiği kadar 'İslam kardeşliği' paydasına çekmeye çalışır sadece. Siyasete dair tahlillerinde dahi bu müsbet tutumun izleri mevcuttur:

"Milletçilere gelince: Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebîye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur'ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum..."

Bediüzzaman'ın "Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz..." tesbiti, bugün 'Cumhur İttifakı' çatısı altındaki birlikteliğin bir işareti midir? Neyse. Orayı kurcalamayalım. En doğrusunu Allah bilir. Başlıkta vadettiğimize binaen dokunmuş olduk. Ziyadesi tefekkürlerinize havale. Diyeceğim başka şeyler var:

Bence bir devletin 'Türk' olmasıyla 'Türkçü' olması birbirinden ayrı şeyler. Mesela: Kanaatimce, Osmanlı 'Türk' bir devletti, ama 'Türkçü' bir devlet değildi. Bunu sağlayan da âl-i Osman'dı. Evet. Hani bazılarının pek kötü gördüğü o 'saltanat/hilafet' var ya, işte onun sahip olduğu sabiteler, devleti de Türk karakterli kılıyordu. Böyle olması sair kavimlere de zor gelmiyordu. Zira onlar kendi kimlikleri üzerinde baskı hissetmiyorlardı. Yani, devletin Türk karakterli olması, Kürdistan veya Arabistan bölgesinde yaşayan müslümanlar için kimlik dayatması değildi. Onlar âl-i Osman üzerinden devletle sözleşmişlerdi.

Âl-i Osman Türk olduğunu biliyordu. Ancak milel-i saireye "Ne mutlum Türküm diyene!" dedirtmiyordu. Andımız okutmuyordu. İki taraflı bir denge sözkonusuydu. Milel-i saire devletin Türk merkezli olduğunun farkındaydı. Türkler de milel-i sairenin Türk olmadığının farkındaydı. Zaten 'müslümanlık' etrafında pek kolay birleşilen bir üstkimlikti. Böylece Osmanlı'nın müslüman ahaliyle kurduğu ilişki gayet müstakim sürüp gitti. Ta ki mürşidimin 'frenk illeti' dediği ırkçılıklar uyanana kadar.

Mustafa Kemal'in, âl-i Osman'a dayanan 'saltanatı/hilafeti' yıkması, devletin Türk kimliğine vurulan en büyük darbeydi. Geçmişte kendisini Türk oğlu Türk bir hanedanla tanımlayan devlet merkezi, artık herhangi bir kavimden birisinin, mesela yahudi veya ermeni kökenli birisinin de, başına geçebileceği bir hal almıştı. Osmanlı'da bu 'acaba'ya sahip değildik. Böyle bir konuda endişelenmezdik.

Sistemde patlak veren anarşi bu defa devletluya ikinci bir yanlışı daha yaptırdı. Türklük dayatılır oldu. 'Türklüğün dayatılması' dedim, düşündürmesin ki, dayatılan sahiden Türklüktü. Hayır. Dayatılan 'Müslüman Türk' değildi. Sultan Alparslan değildi. Fatih Muhammed Han değildi. Dayatılan Cengiz'di, Hulagü'ydü. Cumhuriyet kendi Türkünü Moğolluk gibi İslam'dan beri bir yerde düşlüyordu. Onu da Batı'ya entegrasyonun bir ara mertebesi olarak tahayyül ediyordu. Birden hem Türklükten hem İslam'dan soyunulup Avrupalı olunamazdı. O halde? Önce İslamlık soyunulacak ama Türklük kalacaktı(!) Sonra da Türklük soyunulup gavur olunacaktı. Fakat gavurluk illa 'gavurluk' diye tanımlanmak zorunda değildi. Türkü İslam'dan öncesine götürürseniz zaten onda Türklük kalmaz. Kalan sadece Moğoldur.

Biz şimdi Türklük kimliğinde buluşamıyoruz. Bu hiçbir zaman onda buluşmadığımız anlamına gelmiyor. Biz Türklük kimliğinde "Ne mutlu Türküm diyene!" denildiğinden beri buluşamıyoruz. Zira Osmanlı'nın kurduğu dengeyi yitirdik. Osmanlı herkesi Türk olmaya mecbur etmeden devletini Türk kılmayı bilmişti. Başındaki hanedan üzerinden devlet kendi kimliğini gösteriyordu. Fakat Cumhuriyet bin yıllık düzeni yerine ne koyacağını bilemeden alaşağı etti. Devletin Türklüğü aslında Cumhuriyetle son bulmuştu. Fakat, ne garip, zâhirde Türklüğü dayatmaya başlayan devlet Cumhuriyetle başlamıştı.

Peki 'Türkiyelilik' bizi buluşturabilir mi? Ben 'Türkiyeliliği' Yusuf Akçura'nın Üç Tarz-ı Siyaset'te anlattığı 'Osmanlılığa' benzetiyorum. Her ne kadar 'dayatma Türkçülük'ten ehven görünse de 'Müslümanlık' ile muvaffak olunabileceklerden geri kalacağını tahmin ediyorum. Bu yüzden bir yanım "Keşke!" demekten kendisini alıkoyamıyor. Ancak diğer yanım da arkasındaki umut ışığını sezinliyor. Büsbütün aleyhine geçmiyor. Çünkü, belki, Türkiyelilik de bir ara mertebe olabilir. Sonra İslam'a evrilir.

Buradan şuraya geçelim: Türkiye'nin Kimlikleri'nde, Prof. Dr. Şener Aktürk Hoca, Türklüğün 'içeriği yeniden tanımlanarak' yeniden bir üstkimlik olabileceğini söylüyordu:

"Türklüğün gayrietnik bir üstkimlik olarak tanımlanması bazılarına zor bir 'proje' olarak görünebilir. Oysa dünyada etnik kimliklerin gayrietnik üstkimliklerle birlikte ifade edildiği pekçok ülke var. Alt ve üst kimliklerin bir sıfat tamlaması olarak ifade edildiği ABD'yi (Alman Amerikalı vs.) örnek verirsem karşılaşacağım itirazları tahmin ediyorum: 'ABD göçmenlerin kurduğu bir ülke ve 'Amerikan' etnik değil coğrafî bir aidiyet ifade ediyor.' Bu doğru olsa, Malcolm X, 'Ben Amerikalı değilim!' diyerek Afrikalı kimliğini tercih etmezdi. 'Amerikalı' ifadesi beyaz ırkı ima ediyordu veya pekçok zenci öyle algılıyordu. Daha sonra Amerikalı kimliği zencileri de kapsayacak şekilde yeniden tanımlandı.

Etnik ulus kimliğin önde gelen örneği olarak gösterilen Almanya'nın önceleri saf etnik bir kimlik olarak bilinen Alman kimliğini vatandaşlık temelinde yeniden tanımladığını söylesem inanır mısınız? Göçmenlere, aynen ABD'de olduğu gibi, alt ve üst kimliklerini beraberce ifade edebildikleri yeni bir Alman kimliğinin benimsetildiğini söylesem ikna olur musunuz? Cem Özdemir, kendi ifadesiyle, bir 'Türk kökenli Alman politikacı' veya bir 'Türk Alman'dır. ABD'deki gibi, etnik kimliğin bir sıfat, ulusal kimliğin isim olduğu bir sıfat tamlamasıdır bu kimlik formülü. Keza Mesut Özil, Türkiye'ye gol attığında bazılarınca yuhalansa bile, örnek bir 'Türk kökenli Alman' futbolcudur."


Biraz öncesinde İslam merkezli bir kimlikte birleşmek hakkında da şunları söylüyor Şener Hoca:

"İslam temelli bir ortak tasavvur, belki Kürtlerin dindar ekseriyetini Kürt olmayan dindarlarla ortak bir paydada buluşturabilir, ama bunu yaparken CHP'ye oy veren %20-25'lik kesimi ortak tasavvurun dışında bırakma ve ötekileştirme tehlikesi mevcuttur. Türklük, her ne kadar asimile olmaya başarıyla direnmiş Arap, Kürt, Zaza kökenli ve diğer bazı vatandaşlar tarafından benimsenmemiş olsa da, Kürt olmayan çoğunluk tarafından büyük ölçüde benimsenmiştir."

Demek mevzu özünde kimin dışarıda kalıp kimin içeriye alınacağı ile ilgilidir. Cumhuriyetin kurucu kadrosu, %1'lik sekülerleşmiş kesimin hatırı için, neredeyse halkın %99'unu çerçevesinin dışında bırakan bir Türklük tanımıyla başladı yola. Halkını demir sopalarla böyle bir Türk olmaya zorladı. Dindar Kürdü zorladığı gibi dindar Arabı da zorladı. Hatta dindar Türkü de zorladı. Onu da bin yıllık 'Müslüman Türk'ten başka birşey olmaya itti. Sarığını çıkardı, şapka taktı. Çarşafını çıkardı, minietekli yaptı. Elif-Bâ'sını aldı, alfabeyi verdi. Eh, kabul edelim, mayanın tuttuğu birileri de var. Artık toplumu buluşturmak eskisinden daha zor. Çünkü ortak payda bulmak güçleşiyor. Belki de seçeceğimiz üstkimlik 'kimleri buluşturup buluşturmayacağımıza' da karar verişimiz olacak. Herkesle buluşamayacaksak bari kiminle buluşacağımıza dikkat edelim. Dostumuz dışarıda kalmasın yani. Kalırsa düşmanımız kalsın. Bitirirken ne dua edelim? "Cenab-ı Hak rüşdümüzü ilham eylesin!" yeter mi? Âmin.

13 Nisan 2017 Perşembe

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (3)

"Dediler: 'İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?' Dedim: 'Düşmanların onlara şiddeti hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.'" Münazarat'tan.

Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.

Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.

İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.

Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.

Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.

Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.

Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.

15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.

Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...