Sınama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sınama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2017 Cumartesi

İnsan Allah'a iyilik edebilir mi?

Belki de iyilik tek bir tür değil ha? Daha doğrusu: İyilik, yaratılışı itibariyle tek bir tür de, insan onu iki farklı perspektiften görüyor. (Yahut 'iki farklı şekilde algılıyor' diyelim.) O perspektifleri de, kendimce, şöyle iki başlıkla ayırıyorum: 'İhsan iyilikler' ve 'itaat iyilikler.' Peki, adını koymak kolay da, hakikaten ne demek bunlar? Onu da bencileyin şöyle izah etmeye çalışayım:

Bir iyiliği sizi zorlayan hiçbir neden olmadan yapmanız onu 'ihsan iyilik' sınıfına sokuyor. (Burada iyiliği vücudîlik/varlıksallık ile yakın bir anlamda kullandığımı belirtmeliyim.) Fakat, tersi bir şekilde, bir iyiliği herhangi bir mecburiyet tahtında yapıyorsanız, bu da onu 'itaat iyilik' sınıfına dahil ediyor. Örnek vermem gerekirse: Bir yardım kuruluşuna, sizi zorlayan hiçbir sebep yokken, bağışta bulunmanız bir 'ihsan iyilik'tir. Fakat o yardım kuruluşunun maaşlı çalışanıyken (işiniz icabı) yaptığınız hayırlar 'itaat iyilik'tir.

Bu kategorizasyondan bir aşağılama çıkmasın. Öyle düşünmüyorum. Bunlar basamak. Aralarında, yazının ilerleyen kısımlarında bana çok lazım olacak, bazı nüanslar var. Onları anlatabilmem için bunları aktarabilmem lazım. Onu deniyorum. Bir kısmını tez elden ifade etmem gerekirse: Bu iki iyilik türü üzerinden insanın içdünyasında büyük bir cerbeze yaşandığını zannediyorum.

Yazıya geri dönelim: Kanaatimce 'ihsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasında 'zorlayıcılık' dışında başka ayraçlar da var. Mesela: İhsan iyilik kendisiyle başlayan bir bütünü ifade ediyor. İtaat iyilik ise ancak 'talimatlara uygun hareket ederseniz hoş sonucu netice verecek' bir parçalılığı tanımlıyor. Dahil oluşu anlatıyor.

Bir fabrikanın patronunun işçilerine içinden gelerek prim vermesi bu açıdan ihsan iyiliğe benzerken, işçilerin görevlerini yaparak fabrikaya kazandırdıkları ise itaat iyiliği andırıyor. (Hatta, olmaz ihtimal, işçiler bu primi topluca reddedecek olsalar bile, bu durum patronun kalbindeki iyiliğin vücuduna zarar vermez. Ancak işçilerden birisinin görevini terki, pozisyonuna göre, yansımalarıyla tüm fabrikayı etkileyebilir.)

Teorimi özetlersem: İhsan iyilikler ayakta durabilmek için kendilerinden başka birşeye ihtiyaç duymuyorlar. İtaat iyilikler ise ayakta durabilmek için bir bütünün içinde 'uygun bir adım' olmaya muhtaçlar. Hem de bazen mecburlar. Zira onların görevlerini yerlerine getirmemeleri bütünün sonuçlarını etkileyebiliyor. Bütünün sahibi, ihmalinin bütüne uzanan sonuçlarından dolayı, parçayı icbar ve tehdit ile itaate zorlayabiliyor.

İşte, ben, tam da bu noktada, bu dünyada yaptığımız her türden iyiliğin aslında 'itaat iyilik' cinsinden olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz, bizden önce 'iyilik' veya 'hayır' olarak tarif edilmemiş hiçbirşeyi yaratabiliyor değiliz. Yapabildiğimiz her iyilik, mürşidimin o güzel temsiliyle, 'cetvelin deliğini açmak'tan ibaret.

"Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil."

Halimiz böyle: Bizden önce Cenab-ı Hakkın yaratışı ve 99 isminin tecellisiyle şartları hazırlanmış bir büyük düzeneğin 'yap' tuşuna basıyoruz sadece. Elimizden gelen yalnızca bu. O da yapmamız öğretilmiş, tavsiye edilmiş, şevklendirilmiş, ödüllendirilmiş ve bazen de emredilmiş olarak basabiliyoruz tuşlara.

Bütün bu ön hazırlıklar/yaratışlar olmadan hiçbirşeyin varlığa gelmesini sağlayabiliyor değiliz. Allah muradımızı yaratmayı dilemese kendiliğimizden birşey, hâşâ, icad edebiliyor değiliz. Yalnız bize açılan küçük bir alanda, cüzî irademize bırakılmış şıklara, itaatimizle 'devam işareti' koyuyoruz. Bunu koyarsak ve Cenab-ı Hak da irademizin dileğini kabul edip yaratırsa elimize bir varlık, bir hayır, bir iyilik geçiyor. Bazen de isyanımızla nice büyük iyiliklerin vücuda gelişine engel oluyoruz. Bediüzzaman bu yüzden diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Yapmakta payımız bir itaatçik kadardır. Yıkmakta payımız engel olduğumuz kadardır. İrade-i cüziye sahibi olmakla aslında aldığımız 'büyükçe bir risk'tir. İyiye kullanırsak mübarektir ama kötüye kullanıma açık olmasıyla risktir. Öyle ya! Acaba her zaman doğru şıkkı seçebilecek miyiz? Cevapları kaydırmadan bir ömürlük sınavı geçecek miyiz? İşte, bizi serçeden, karıncadan, arıdan, örümcekten zayıf kılan budur. Onların doğru şıkkı seçmesi ihtimali, bizim kadar serbest bırakılmadıklarından dolayı, daha kolaydır.

Biz serbestiz. Serbestliğimizden dolayı aynı zamanda tehlikedeyiz. Aklımız ihtimalleri çoğaltıyor. Nefsimiz yanlış olana da meylediyor. Şeytan yanlışı doğru diye fısıldıyor. İrademizin kalemi hepsinin üzerinden geçiyor. Yanlışı seçebilme bir açıdan özgürlükse de sonuçlarının tehlikelerinden dolayı korkuludur. Dağları emaneti yüklenmekten korkutan da, Allahu'l-alem, budur.

Cenab-ı Hakkın vücuda gelmesi için 99 ismiyle yarattığı uygun şartları birtek itaatsizliğimizle boşaçıkarabiliriz. Zekat vermemiz için inşa edilen zenginliği cimrilikle yıkabiliriz. Namaz kılmamız için verilen bol vakti bir tembelliğe satabiliriz. Yüz günde yapılmış sarayı bir günde yakabiliriz. Basmamız gereken tuşa basmayarak her iyiliği engelleyebiliriz. Fakat şu var: Bütün şartların vücuduyla ancak vücuda gelebilecek bir iyiliği istesek de yaratamayız. Bizden önce tayin edilmiş düzenin içinde kendi 'onay'ımızla bir yer tutarız. O kadar... Bazen 'o kadar'cık bile yer kalmaz bize. Engel olmak istesek bile kader hükmünü verir. Halkeder. İnsan, sadece arzu ettiklerine değil, arzu etmediği halde yaratılan şeylere de sabreder.

Esad Coşan Hocaefendi merhum Ramuzü'l-Ehadis derslerinde Eşrefoğlu Rumî Hazretlerinin bir tesbitini sıkça alıntılar. (Allah ikisinin de şefaatlerine nail eylesin.) Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyledir 'hakiki mürşidin fonksiyonlarını anlatan' o güzel tesbit: "Mürşid, Allah'ı kuluna sevdirir, kulu da Allah'a sevdirir. Allah'ı kuluna sevdirmesi öğrettiği marifetullah iledir. Kul, mürşidi sayesinde Allah'ı tanıdıkça, Allah'ı daha çok sever. Kulu Allah'a sevdirmesi ise sünnet-i seniyye iledir. Kul, sünnet-i seniyyeyi öğrenip ona ittiba ettikçe, Allah kulunu daha çok sever."

"(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir!" ayetinin bir tefsirini de içeren bu izah, bir açıdan benim 'ihsan' ve 'itaat' ayrımıma da bakıyor. Çünkü mürşidim de 11. Söz'de diyor: "Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. (...) Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz."

Söyleyelim o zaman: Allah'ın kuluna muhabbetinin tezahürü ihsanı iledir. Kulun Allah'a muhabbetinin tezahürü itaati iledir. Allah'ın ihsanının derecelerini bize ancak marifeti söyler. (Çünkü onu tanıdıkça ihsanlarını da/ihsan edebileceklerini de yeni yeni detaylarıyla farkederiz.) Allah'ın razı olduğu/sevdiği şeyleri ise bize sünnet-i seniyye aktarır. Aleyhissalatuvesselama ittiba ile Allah'a muhabbet arasında kurulan ilgi budur. Biz Allah'ın sevgisini, hâşâ, ona ihsan ile değil, ancak itaat ile kazanabiliriz. Çünkü o masivasının ihsanlarına muhtaç olmaktan münezzehtir.

Ancak bazen nefsimizde bir karışıklık yaşanıyor. Nasıl bir karışıklık bu? Biraz şöyle: 'İhsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasındaki 'iyilik' benzeşmesi birisinden ötekine geçildiği sanrısına kapılmamıza neden olabiliyor. Yine mürşidimin tabiriyle 'niyazdan naza sapmalar' meydana gelebiliyor. İnsan, eğer yaptığı ihsan ise, naz edebilir. Fakat yaptığı itaatten ibaretse niyazdan başka birşeye hakkı olmaz. Biz de, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yaptığımız hiçbirşeyle, ona karşı hak iddia ediyor olamayız. Çünkü ihsan etmiyoruz. İtaat ediyoruz. Yaratmıyoruz. Dahil oluyoruz. Hatta itaatimiz dahi onun bir ihsanı olarak tecelli ediyor. Biz hidayete dahi böyle bakıyoruz.

Bu nedenle Bediüzzaman'ın birkaç yerde ifade ettiği "Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah'ını tecrübe edemez!" hakikati bu iç karışıklığını tedavi etmede büyük bir deva işlevi görüyor. İtaat eden tecrübe edemez. İhsan eden tecrübe eder. Kusurlu bir temsille ifade edersek: Bir komutan askerini emirlerine itaati konusunda sınayabilir. Fakat er komutanını ihsanları konusunda sınayamaz. Çünkü ona emredemez. Çünkü ona ihsanda bulunmamıştır. İhsanda bir mecbur ediş vardır. İhsan eden kişi, ettiği kişiyi, bir derece onun karşılığı hakkında sınayabilir. Ancak itaat etmek görevinde olan birisi, bu itaati ile, üstünü sınayamaz. Zira yapması gerekeni yapıyordur zaten. İtaat, parça olup, bütün içinde yapılması gerekeni yapmaktır. İhsan ise bağımsız olup fazlından yapmaktır. Tam da bu yüzden: "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat cennet fazl-ı İlâhî iledir."

6 Eylül 2014 Cumartesi

Mutlak vekilliğe serzenişler 1: Müminler seçse daha iyi olmaz mı?

"Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bakara sûresi, 118.

Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik isimli eserinde 'Doktrinde Direnme Hakkı/Konusu' başlığını ele alırken Hulefa-i Raşidin dönemine (r.a.) dair ilginç bilgi aktarır:

"Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan yönetim sisteminde, Müslümanların genel oyları ile seçilmiş halife, aynen İslam'dan önce kendi akranları arasında seçilen bir kabile başkanı gibi 'eşitler arasında birinci' (primus inter pares) bir şahsiyettir. (...) Bunu izleyen sonuç, Hz. Peygamberden sonra seçilen yöneticilerin Allah'ın değil, ancak Hz. Peygamberin dünyevi kişiliğinin halifesi (temsilcisi) olabileceğidir. Halifetullah (Allah'ın halifesi) sıfatı, Hz. Peygamberden sonra toplumun yöneticisi seçilen Hz. Ebu Bekir tarafından reddedilmiştir. Kaldı ki, Ömer b. Hattab (r.a.) bu nitelemenin bile uygun olmadığını düşünmüş olmalı ki, kendisi için 'emirü'l-mü'minin' (inananların yöneticisi) sıfatını daha uygun bulmuştur."

İlgili bölümün içerisinde, aynı zamanda, gücünü 'ilahî seçilmişlik' üzerine zeminlendirmiş 'otorite'lerin halklarına nasıl zulümler ettiği de anlatılır. Böylesi iktidarların/otoritelerin güçlerini halktan değil, doğrudan Allah'tan aldıklarını savundukları için halkın hoşnutluğunu kazanmak gibi uğraşları da yoktur. Hesap vermezler ve kendilerine yapılan itaatsizliği de doğrudan Allah'a yapılmış gibi algılarlar. Böyle otorite sapkınlıklarının olduğu bir dünya tarihinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer efendilerimin duruşları ne kadar anlamlı ve örnek alınasıdır.

Geçmiş yazılarımı takip edenler, neredeyse bir yılımızı tartışmalarıyla alıp götüren AK Parti-Gülen Örgütü gerilimi sırasında neden AK Partinin yanında durduğumu hatırlarlar. O duruşun da zemini, işte, özetle; yukarıdaki metindir. Kendinde 'ilahî bir seçilmişlik' gören Gülen Örgütü ve otoritesi, elbette gücünü 'milletin iradesinden' alan ve bunu dokuz kez seçimle de sınamaya/doğrulamaya/onaya açan bir siyasî iradeye karşı tercih edilemez. Otoriteyi eline almada haklı görülemez. Kendini 'emirü'l-mü'minin' gören bir otorite, Hulefa-i Raşidin'in yukarıdaki bahiste bize verdiği dersle, kendini yönetimin seçilmiş ve sınanmaz sahibi gibi görenlerden daha tercih edilirdir. Hâkimiyetleri meşrudur.

Kusurları da olsa, bu böyledir. Çünkü ötekini değil seçime tâbi tutmanız, sınamanız bile hemen Gayretullaha dokundurulur! Allah'a isyan gibi algılanır. (Bu arada bir not: Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kemalist Türkiye'nin Din Yanlışları kitabında, 'İcma-ı Ümmet ve İrade-i Milliye' başlıklı yazısında, irade-i milliyenin icma-ı ümmet anlamına geldiğini söyler.) Aslında bu dersi Bediüzzaman'dan aldığım bir yerler de var. Mesela Sünuhat'taki şu bahis:

"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfîzîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet (eyvah!) nihayet miskinlikte karar kıldı.

Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.
"

Benim bu bahisten kendimce şudur: Yüzünü her zaman ümmete, fıtrata dön. Yani bir nevi kendi hükümlerini/kanaatlerini icma ile sına. Ümmet ve fıtrat iki aynan olsun. Onların duruşlarıyla kendi duruşunu/kanaatini düzelt, ayarla veya en azından bir sigaya çek. Çünkü nass-ı hadisle buyurulmuştur ki; ümmet dalalet üzere birleşmez. Bak, Emeviler, yola başladıkları yer yanlış iken, yüzlerini ümmetten ayırmadıkları için en nihayet ehl-i sünnete dahil oldular. Aleviler ise; yola başladıkları yer doğru iken, o haklılıktan bir elitizm veya taassup ürettikleri için, her adımlarını tekrar be tekrar sınamadıkları için, haklılıklarını ümmetten ayrılmaya yol kıldıkları için, en nihayet Rafiziliğe vardılar. (Metin Karabaşoğlu abinin bu bahisten çıkardığı ve bize verdiği ders, tek cümle ile şöyle: "Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.") Zira Bediüzzaman yine Emevilerin, Ehl-i Beyt'le kıyaslanmaktan yaşadıkları güçlükleri anlatmak için diyor:

"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Yani ehl-i İslam nazarında mevkisini korumaya çalışan, yüzü ümmete dönük olan kazanıyor. Başarılarından bir 'seçilmişlik' dili üretenler değil. Azlığından elitizm, çokluğundan asabiyet üretenler değil. Ötekini kazanmaya çalışanı ve ne söylediğini önemseyeni Allah 'denge'ye ve istikamete mazhar kılıyor. Çünkü denge parçalarımızda değil, bütünümüzde. Hayır küllî, şer ise cüzî.

Bu yönüyle elbette seçimle başa gelenler ve sınanabilenler, kendi iç yapısı oligarşik olan; değil başındaki hocayı, en küçük dersanesindeki imamı/abiyi bile seçimle değil atamayla göreve getiren bir yapıdan daha demokratiktir ve icma sırrına daha yakındır. Bu noktada değil yalnız Gülenistlerin, Nurcu grupların da bir iç eleştiri üretmeleri gerekmektedir. Başta 'mutlak vekillik' meselesinden tutun, cemaatler içerisinde işleyen meşveret ve istişarelere kadar bütün yapılanmalar bu 'ümmete ve fıtrata dönüş'ün esaslarını ne kadar yerine getiriyor sınamalıdır. Başta 'mutlak vekillik' meselesi olmak üzere, diğer bütün meselelerde oligarşiye değil, icma-ı ümmete daha yakın olan cumhuriyete heves etmelidir müminler. Abiler dayatılmamalıdır. Abiler seçilebilmelidir.

Hazır dokunmuşken o konuya, o konuya dair de birşeyler yazmak istiyorum: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde geçen 'mutlak vekil' ifadesi bilerek veya bilmeyerek Nurcu gruplar arasında bir oligarşinin, bir vesayetin aracı kılınmaya çalışılıyor. İlgili metinde geçen ifadeden hareketle 'otoritenin' artık Bediüzzaman'dan vekil tayin ettiği abilere geçtiği ve Nurculuk adına verilecek bütün kararlarda son merciin artık onlar olduğu üzere saçma sapan bir argüman üretiliyor. Bu tam bir cerbezedir. Bediüzzaman'ın mesajının bütününü görmezden gelip; bir parçada, bir paragrafta talebelerini boğmaya çalışmaktır.

Bir kere Bediüzzaman, kendisi hayattayken dahi, zatını bütün kararların son mercii ilan etmemiştir ki? Defaatle istişareye ve talebelerinin alacağı karara sevk etmiştir işlerini. Kendisini 'dindar bir cumhuriyetçi' olarak tarif etmiştir. Hatta eserlerinin tesirini bile zatına değil, metinlerindeki hakikatlere bina etmeye çalışmış, kendisini ziyaret edeceklere dahi kitaplarını okumalarını, bunun daha faydalı olacağını söylemiştir. Böyle bir Bediüzzaman örneği, tüm detaylarıyla ve böyle bir külliyat, tüm eserleriyle karşımızdayken nasıl içimizdeki bazı Nurcular kalkıp bir nevi postnişinlik/saltanat gibi hayal ettikleri mutlak vekilliği bazı abilerin omuzlarına bırakmaktadır? Bediüzzaman'ın bize mirası bir oligarşi midir? İlgili metni de alıntılayayım buraya:

"Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur'un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur'un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat'î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım."

Gördüğünüz gibi arkadaşlar, metnin her tarafı bağırıyor ki: Bu bir üstünlük, veraset, postnişinlik, hâkimiyet tayini değildir. Bir kere başta diyor: 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil.' (Yani bu abiler diğer talebelerin fevkinde sayılmayacaklar.) Sınırını tayin ediyor: 'bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler' (bir derece'ye dikkat, yine sınır). Devamında kendi konumunu (yani vekalet edecekleri şeyi) anlatıyor: 'Said de bir hizmetkârdır.' Yani demiyor ki: Şimdiye kadar bütün kararları ben veriyordum. Bundan sonra da bütün kararlar bu insanların elinde. Ben bir hizmetkârdım. Bu kardeşlerim de bundan sonra hizmetime devam edecekler diyor. Ve metnin nihayeti o mutlak vekil tayininin hikmetini söylüyor: Vefatımla aksayabilecek şeyler var. Onların devamında sorun olmasın diye yapıyorum vazifelendirmeyi.

Bu metinde ne "Bundan sonra ne meseleniz olursa, hepinizin alacağı kararlarda bu arkadaşlar tasarruf sahibidir, yetki onlardadır" tayini var, ne de onlara bırakılmış manevî ve müceddidî bir veraset. Bu metinden benim aldığım tek ders: Bu abilerin Üstada dair anlattıkları dinlenmeli, ders alınmalı, kendilerine hürmet edilmeli. Fakat bizim irademizi manevî bir istibdat altına alacak, kararlarımızı belirleyecek, Nurcuların iradelerini tayin edecek ve her konuda son kararı onlar verecek gibi bir tayin yok ve zaten Bediüzzaman'ın yolu da öyle bir yol değil:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Eserlerinde defaatle bu dersi veren Bediüzzaman, herhalde ömrünün son zamanlarında birden fikir değiştirip "Şu, şu arkadaşlar size şeyhlik misal benim bir mutlak vekilliğimi yapabilirler!" tarzına dönmedi öyle değil mi? Nasıl olup da oradan böylesi bir veraset tayini çıkıyor? Neden Risale-i Nur'u bu denli bilen insanların böylesi bir oligarşiye heves ettiklerini, hatta savunduklarını anlayamıyorum. Son bandrol meselesinde bile bu vesayet açlığını hissedenlerin takındıkları garip tavırlar var. Külliyat umumun malıyken, birileri yetkiyi yalnız kendine istiyor. Neden, neden, neden? Ümmet olmak daha güzel değil mi? Halife-i Bediüzzaman olmaktansa, emirü'l-mü'minin olmak daha ahsen değil mi?

Ümmete yüzümüzü dönmek; bütünün temsilini, bütünün onay verdiği ve seçtiği/sınayabildiği insanlar eşliğinde ve fertlerin iradesini yok etmeden koruyabilmek şeriata da, Kur'an'a da, hikmete de, Risale metinlerine de daha uygun bir yolken; neden vesayetlere heves ediliyor? Gülencilerin başına gelen yeterince ders olmadı mı? Neden hâlâ onları vartaya sürükleyen huylarını taklide yelteniyoruz? (Bir zamanlar da başarılarına gıpta edip herşeyimizi onlara göre dizayn etmeye çalışırdık.) Bir kere de çukura düşmeden "Bu çukurdur!" diyelim yahu! Güce değil, katılıma değer verelim.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...