tecrübe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tecrübe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat 2023 Salı

Tevbe pişmanlık geçmesin diye edilir

Yaralarıma bakıyorum. Hep sevmekten. Ama "Hayır!" demeyecek kadar çok sevmekten. Keşkelerim kör kuyularda birikmiş. Tası-tarağı toplayıp gidememişim. Çünkü gidebileceğimi hiç ihtimal saymamışım. Çıkamamışım. Kaçamadığımdan yemişim bütün dayakları. Sınırlanmış sevgilerdeyse huzur var. 'Neyi sevdiğin' kadar 'nereye kadar sevdiğin' de önemli demek. Geçilemeyecek duvarların olduğunda hislerinde sıhhat buluyorsun. Duvarların seni hem taşkınlardan hem de taşmaktan koruyor. Kullanılmaktan (ve dahi kullanmaktan) bir ölçüde kollanıyorsun. Duvarları edinmekse ya ömrün evvelinde sahip olacağın bir şüpheciliğe yahut da ağzında bolca süt yanıklarına bakıyor. Başlarda teyakkuzun yoksa sonra bu işi ancak tecrübe yapar.

Dilim kabarcık kabarcık. Eh, evet, yapacak birşey yok. Şaşırdım. Tevbe pişmanlığı gidermez. Pişmanlık gitmesin diye edilir. Canı sağolsun hepsinin. Sayelerinde ben de, inşaallah, adam oldum. Beşeriyet dağından koparılmış heyecanlı bir taştım. Haddimi bilmeden çok yuvarlandım. Çok çiçek can verdi altımda. Çok yolun akışını tıkadım. Allah'tan faniliğin ellerine düştüm. Çekiçleriyle nakışlandım. Traşlandım. İnsanlaştım. Yoğurdu üfleyerek yemek değil tek kârım. Cehennemde 'Üfff'lememek de bir kârım olabilir. Bunu Rabb-i Rahîm'imden dilerim. (Yanmak yanmanın kefaleti sayılabilir mi?) Belki zaten şu dünyadaki varlığım da yanıklarımla ilgiliydi arkadaşım. Onu da konuşalım. Hamdım. Yandım. Piştim. Düşmeyi Âdem aleyhisselamdan duymuştum. Kalkmayı da yine ondan öğrendim. İstiğfar ettim.

Müslümansın ya sakın küçük görme imanını. Çünkü her imanın birçok duvar sahibi yapar seni. Mesela: "Allah'tan başka ilah yoktur!" dersin. Başkalarının sana ilahlık taslamasından kurtulursun. Sen de artık başkalarına sözde ilahlık edemezsin. Yani ki içinde bir duvar edinirsin. Geçirmezsin. Sonra: "Muhammedu'r-Resulullah!" söylersin. O da seni yalancılardan kurtarır. Ve yalan söyleyemez eder. Doğru bilinir olunca yanlış yüzbin olsa zarar vermez. "Bir dane-i hakikat bir harman yalanı yakar." Ayaklarını sabitler. Hatırlarsana: Kur'an'da ebeveyne itaat bile sınırla anılmıştır. Allah'ın rızasına uygun olmayan emirlere itaat edilmez. Bu dahi kavi bir duvardır.

İman bizi sadece 'içerisi' sahibi yapmıyor arkadaşım. Aynı zamanda 'dışarısı' sahibi de oluyoruz. Ve 'dışarısı' sahibi olmakla, bilsen, ne çok beladan korunuyoruz. Çünkü Allah'tan başka kimseyi "Hayır!" demeyecek kadar çok sevmiyoruz. Sevemiyoruz. Sevgimizde bir hiyerarşi var artık. Zirveler çoktan tutuldu. Şeriat amellerimizin gönlüne girdi. Ve "Evet!" demeyecek kadar de nefret etmiyoruz kimseden. 'Candan bir dost oluverme' ihtimaline açığız. Ümitlendirildik çünkü. Haberlendirildik. Halimiz hücrenin 'seçici geçirgen' zarına benzetilmeli belki. Herşeyi bağrımıza basmayız ama bağrımız da ulaşılmaz değildir. Herşeyi kapımızdan kovmayız ama kapımız da kovulmaz değildir. İçimiz-dışımız anahatlarıyla bellidir. Yahu, arkadaşım, baksana mahiyetimize: Şu İslamiyet ne güzel, ne ölçülü, ne sanatlı bir dindir. Öyle surlar inşa eder, ne başkalarına ezdirir, ne de başkalarını ezdirtir.

25 Aralık 2022 Pazar

Dikkatine 'dikkat' et

İrade boşluklarla gelişir. Doğru karar için gerekli olan diğer öğelerle bağlarını boşluklarda kurar. Aklın yolunu boşluklarda öğrenir. Hafızanın kıymetini boşluklarda tecrübe eder. Sınandıkça bu yollara ayağı alışır. Çocuğunuzun etrafını 'hiç karar alması gerekmeyecek şekilde' sararsanız, ya nihayetinde size isyan eder, yahut da kendi ayaklarının üstünde duramaz olur. Bir ömür hayatını devam ettirmeye lazım yardımlar ister. Biteviye muvaffakiyetsizlikler sergiler. O yüzden Cenab-ı Hakkın bizi dünya imtihanına uğratmasına şaşırmamak gerekir. Süreçte sunulan tuzak değil imkandır.

Evet. Elhamdülillah. Biz de burada bir 'acaba'ya düşürüldük. Doğrular-yanlışlar birbirine karıştı. Siyahlar-beyazlar birbirine girdi. "Tâ yol ikileşti." Grileşti. Yolun ikileşmesi iradenin toprağı oldu. Suyu-ışığı oldu. Canı oldu. Orada boy atmaya başladı. Orada dilimiz yandı. Orada teslim olmaya başladık. (Müslümanın teslimle ilişkisini buradan da bir düşün isterim arkadaşım.) Tekrar memleketimize döndüğümüzde, inşaallah, kemaline yakışmayan hiçbir detayımız kalmayacak. Ham kalan her yerimiz dersini ikmal etmiş olacak. Etti de. Yandı da. Pişti de. Vaktiyle İblis, Âdem babamızla Havva annemizi, bir tek meyveyle kandırmıştı. Bizimse her yanımız diş izi. Kavga izi. Kumpasları bu dünyada gördük. Bu dünyaya düştük. Tuzaklara düşürüldük. Nice dost yüzlü yılanlara sarıldık. Pişman olduk. Pişman olduk. Pişman olduk. Ayıldık. Tevbe ettik. Hidayet edildik. Elhamdülillah. "Herşey buyurduğun gibiymiş!" itirafıyla yaşıyoruz şimdi. Hayat yalnız bu cümleye hayretimizi arttırıyor. Tecrübe okulundan mezunuz gayrı.

Şüphesiz bu da bir lütuf idi. 'Lütuf' deyince 'ayetleri' anmamak olmaz. Çünkü Hak Teala kaybedelim diye imtihan etmemiş bizi. Aksine kazanalım diye her kolaylığı sağlamış. Nereden mi biliyorum? Talebesinin kazanmasını istemeyen hoca cevabı bu denli fısıldamaz. Bu kadar her yeri bilgi bilgi nakışlamaz. Kendi derûnundan (enfüs) tut ta âlemin en uzak köşelerine kadar (âfâk) ipuçlarıyla sarmaz. Bütün bunlar er-Rahman, er-Reşîd, el-Hâdî olan Allah'ın kul talebelerine yardım etmesidir. Doğrudur. İnsan bu dünyada sınav olmaktadır. Ancak, unutmayalım, bu sınavda kitaba bakmak da serbesttir. Her anlamda serbesttir üstelik. İster 'kendilik' kitabına bakar insan. Oradan Rabbini bulur. İster 'âlem' kitabına bakar insan. Oradan Rabbü'l-Âlemîn'i bulur. Yahut da 'nübüvvet' kitabını temaşa eder. O kâmil insanlardan bir kopya alır. Veyahut elinde bizzat Mâlik-i Hakikisinin Kelam-ı Kadîm'i vardır. Oradan lazım gelen cevapları edinir. Yani, arkadaşım, insan öyle bir sınav olmaktadır ki, sınav salonunun tamamı doğru cevabı haykırmaktadır. Yalnız bizden azıcık dikkat isterler. Çünkü, mürşidimin de hatırlattığı gibi, "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."

Dikkati sakın küçük görme arkadaşım. Çünkü neyi okuyacağını o seçiyor. Âleminde neyi galip kılacağın, âlemin kendisinden ziyade, sana bakıyor. Tasarımla ilgilenenler bilirler. Tasarım aslında bir 'boşluk yönetimi'dir. Yani tasarımcı neyi göreceğin kadar neyi görmeyeceğini de belirler. İkisinin dilini birden kullanır. Ve vurgu da azı çoğa galip eder. Yüz satır mutluluktan bahseden bir sayfada tek cümle keder geçse, ben de onu vurgulasam, bakar bakmaz onu görürsün. Manipülasyonumu aşmanın yolu bütüne dikkat etmektir. Dikkat etmeni istemediğim detaylara da dikkat etmek. Göreceklerine dair bir niyete, nazara, usûle, imana sahip olmak. Dayatılanla aslolanı ayırabilmek.

Evet. Hakîm olan Allahımız yarattıklarına dikkat etmemizi istiyor. Bu dikkatin 'mana-i harfî' usûlünü de öğretiyor: Şeylere, kendileri için değil, ötesi için bakılır. Eşyaya gaybı için, gaybıyla birlikte, iman edilir. Parça, onda boğulmaya değil, bütüne çıkmaya vesiledir. Yüzeyin adamlarıysa dikkatimizi yüzeye dağıtmak istiyorlar. Kalabalığı derinlik sandırıyorlar. Dikkatimizi yüzeyde hapsediyorlar. 'Medeniyet fantaziyeleri' diyor Bediüzzaman onlara. 'Deccalın yalancı cenneti' diye de tesmiye ediyor bir yerde. Kabul edelim: Sahiden İblis'ten dersini iyi okumuştur bu zamanın iblisleri. Cennet kadar nimet içindeyken, dikkatimizi tek bir ağaca, yenmemesi gereken meyvesine, boğdurabilirler. Zaten kişinin cenneti biraz da dikkat kesildiğidir. Dikkati yöneten iradeyi de yönetir. O halde kurtuluşun yolu da iradeden geçiyor. Dikkat ettiğimizi biz seçersek kazanırız. Dikkat ettiklerimizi başkası yerimize seçiyorsa vay halimize! İşgal ediliyoruz demektir.

Tefekkürün hüneri burada kendini gösteriyor arkadaşım. Tefekkür bir dikkat eğitimidir. Hatta iradesidir. Neye yoğunlaşacağını, tabir-i diğerle, 'ne kesileceğini' seçtiğin zamandır. (Sivas'ta çok ıslanan insanlar için "Su kesilmiş!" derler. Manası: Yani neredeyse suya dönüşmüş. Çok üşüyenler için de denir: "Buz kesilmiş.") Yoksa az bir saatiyle senelik ibadeti geçebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Evet. Tefekkür dikkatimizi bütünüyle mülküne alıyor. Ona hükmediyor. Onu yönetiyor. Dikkat ettiğimizinse varlığı âlemimizde genişliyor. Açılıyor. Vurgulanıyor. Bizi fethediyor. Dikkat, hatta zamana edilse, onu bile yavaşlatıyor. (Sıkıldığınız yerlerde geçmeyen dakikaları düşünün.)

İbadetlerde bunu başarabilenlerimizin sayısı kaç tane? Ahirzamanda, İmam Ali radyallahu anh gibi, namazdayken vücudundaki okun çıkarıldığını farkedemeyenler kaldı mı? Halbuki tefekkür bizzat buna kastediyor arkadaşım. Müşterisi olduğu şey bu. Gayrısını unutmayı/geriletmeyi amaçlıyor. (Vahdetü'ş-Şuhud sırrıdır dokunduğumuz belki de.) Dalgınlık olmadan düşünürlük olmaz. Âlimin âbide üstünlüğü de buradan bize gözkırpıyor diyebiliriz. Âlim hayatını yöneten dikkati Allah'a satmıştır. Hem öyle bir satmıştır ki, Onun dikkati sayesinde, çoklarının dikkatsizliği de bağışlanır. Telafi olur. Bazen dikkatli tek yolcu sayesinde bütün bir kervan kurtulur. Çünkü uçurumu o görür.

Ahirzaman uçurumu görmemizi sağlayacak boşlukları yoketmek azminde. Yalancı ışıklarıyla gözlerimizi işgalde. Yola fıtratımızın saflığıyla bakabilsek herşey açık. Lakin insan manipülasyondan da hâli değil ki. Nefsin terbiyesi istediklerinin sayısını azaltmakla olur. Azdırılması da aksine arttırmakla. Hatta isteyebileceği yeni yeni şeylerle de tanıştırmakla. Yalancı cennetlerin hammaddesi nefse sunulan bu gibi tahayyül imkanlardır. Kurgulattılan-özletilen bu gibi ihtimallerdir. Yani nefis ihtimalleri de özler.

John Berger, Manzaralar'ında, bu zamanın fakirliği hakkında der ki: "Yüzyılımızın yoksulluğu bundan öncekilere benzemiyor hiç. Eskiden olduğu gibi doğal bir kıtlık sonucu değil bu yoksulluk. Bir dizi önceliğin zenginlerce geri kalan herkese dayatılmasının sonucu." Başka bir yerde ekler: "Üretkenlik kıtlığı azaltmıyor. Bilginin yayılması ille de daha yaygın demokrasiye yol açmıyor. Boş zamana kavuşma (sanayileşmiş ülkelerde), kişisel doyum sağlayacak yerde, kitlelerin daha fazla manipüle edilmesine yol açıyor."

Nefse kadar isteyeceği öğretilirse o kadar canavarlaşır. O kadar sınırlarını zorlar. O kadar güçlenir. Kişkilendiğinde köpek zincirini bile koparır. Nefsin tabiatında böyle bir köpeklik var. Günaha meyletmemesi için (mümkünse) o günahla tanıştırılmaması gerekiyor. Tanışmışsa da işlendiği ortamlardan uzak durmakla bir derece sakinleşiyor. Dizginleniyor. Zincire güven olmuyor. "Zinaya yaklaşmayın!" buyuruyor Cenab-ı Hak. "Yapmayın!" değil "Yaklaşmayın!" Çünkü zinciri elinizdeki köpek süs köpeği değil. Kontrolünü kaybetmezseniz gücünüzdür. Kaybederseniz herkese bela kesilir.

Yarının Dünyası filminde duymuştum ilk. Aslının Mesnevî'de geçtiğini söylediler. (Bizzat okumadım. Dolayısıyla kesin diyemem.) Şöyle bir hikmet var arkadaşım: "Siyah/beyaz iki kurdunun olduğunu düşün. Dövüşseler hangisi kazanır?" Cevabı musırrane öncesine dikkatimizi çekiyor: "Hangisini beslersen."

Kavgayı hangi yanımızın kazanacağını biraz da bu belirliyor: Kimi besliyoruz? Dikkat de beslenmenin yollarından biridir. Tefekkürse onun himayesidir. Ya zaman akçesini Allah'ın razılığını kazandırır kumbaralara atacağız, yahut da başkaları kumbaralarını akçemizle dolduracak. Biliyorsun. Dikkat edileceklerin sayısı o kadar çoğaldı ki. O kadar çok detaytan haberdar oluyoruz ki. Gerekli-gereksiz, faydalı-faydasız, zararlı-zararsız... Bu haberdarlığın kendisi bizzat imtihan olmaya başlıyor. Duymanın şiddeti öğrenmenin imkanını bastırıyor. "Gaflet hissi iptal ediyor." Uçuruma bakacak dikkatin kalmadı. Zira sağda-solda çok cici temaşalar var. Temaşadan kaçırdığın zamanların olmazsa mahvın işten değil arkadaşım. Allah hem seni hem beni muhafaza etsin. Firarımız Ondan değildir Onadır. Umudumuz da yalnız rahmetindendir. Bizi lütfundan bir an esirgemesin. Âmin.

2 Aralık 2019 Pazartesi

Üslûpta neyi yitirirsek kalbimiz de onu yitiriyor

Blain Brown'un Sinematografi isimli eserini bir dostumun tavsiyesiyle okumuştum. Teknik kısımlarını anladığımı söyleyemem. Ancak teorik kısımları hakikaten öğreticiydi. Mesela şu dediği hep aklımdadır. (Elbette manaca naklediyorum:) "Eğer kuralları değiştirmek istiyorsan öncelikle o kuralların niçin konulduğunu öğrenmelisin." Neden böyle söylüyordu Brown? Çünkü kuralların konuluş hikmetini/faydasını bilmeden yapılacak değişiklikler 'geliştirme' değil 'bozma' olurdu. Sinema gibi yenilikçiliğe meyyal bir meslek kolunda olsanız bile, bir kuralı 'ne işe yaradığını bilmeden' değiştirmeye kalkarsanız, faydadan çok zarar getirirdiniz. Geleneğin üzerinde yükseldiği tecrübeyi anlamaya çalışmak bu nedenle çok önemliydi. Eline her kamera geçiren sinemayı baştan yazamazdı. Yoksa rezil olurdu.

Kon-Tiki de birçok eleştiri yapar bu açıdan modern bilimcilere. Thor Heyerdahl'ın Peru'dan Polinezya kıyılarına bir salla yolcuğulunu anlatan Kon-Tiki, filmindeki maceracılığın aksine, aslında bilimin tecrübeyle gelen bilgiye karşı körleşmesini irdeler. Kitap boyunca Heyerdahl'ın en çok kafayı taktığı konulardan birisi budur. Bilimciler kafalarının içindeki 'olurluk-olmazlık' içinde öyle boğulmuşlardı ki sahada nelerin başarılıp-başarılamayacağını koltuklarından kalkmadan tayin etmeye çalışırlar. Halbuki insanlığın binlerce yıllık tecrübesi de epeyce bir sınanmışlık içermektedir. Kulak verilmesi gerekir. Kendisi kulak verir. Başarır.

Kitaptaki misallerden birisi, yanlış hatırlamıyorsam, kutup bölgesinde seyahat eden kâşifin başına gelenlerdir. Yerlilerin fermuar türünden şeyleri kemikten yapmalarını cahillikten sanan kâşifimiz çadırına döndüğünde kötü bir sürprizle karşılaşır: Metalden yaptığı hiçbirşey açılmamaktır. Hepsi soğuktan kenetlenmiştir. Yolculuğunda büyük sıkıntılar yaşar. Aldığı dersi de Heyerdahl'a 'yerlilerin tecrübelerine önem vermesi için' aktarır.

Buradan şuraya geçmek istiyorum: Bugünlerde de bir kısım ahirzaman zıpçıktıları, başta Efendimiz aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, dinî açıdan büyüğümüz/öncümüz saydığımız herkesin isminin/ünvanının arkasına eklediğimiz hürmet ifadelerini 'aşırılık' olarak görüyorlar. Hatta, soyadında İslam geçen bir nasipsizi, Allah'ı andıktan sonra 'celle celaluhu' demeyi dahi 'araya resmiyet sokmak' olarak tenkid ediyor. Eh, yapacak birşey yok, rahmetli babamın dediği gibi: "Yaşa ki neler göresin!" Biz de ahirzamandan payımıza düşeni yaşadıkça böyle şeyler görüyor, işitiyoruz. Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.

İşaratü'l-İ'caz'da Bakara sûresinin 26. ayetinin tefsiri sadedinde söylenilenleri okuyanlar bilirler: Mürşidim 'marifetullahın delillerinden istifade'nin ancak 'taraftarlıkla' mümkün olabileceğini söyler. Yani niyet 'inkâr' değil 'kabul' olmalıdır. "Her kim inâyet-i ezeliye ile rububiyet-i İlâhiyeyi göz önüne getirip Allah cânibinden kudretin azameti altında bakarsa 'baudat/sivrisinek' ve emsaliyle getirilen temsillerin belâgat kanunlarına muvafık ve Cenâb-ı Haktan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalâletin bataklığına atar."

Peki bunu neye dayanarak söylemektedir Bediüzzaman? Elbette ayetin inceliğine. Açmaya çalışalım. Kısa bir mealiyle buyrulmaktadır ki orada: "Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." İşte, burada ifade edilen 'yaklaşım farkının' mevzua imanla bakıp-bakmamakla ilgili olduğunu izah eder mürşidim eserinde. Hatta ekler: "Allah'ın sun'una, ef'âline, kelâmına, temsilâtına, üslûplarına, inâyet ve rububiyetini mülâhaza etmekle beraber, Allah'ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nûr-u imanla olur."

Yıllar sonra telif ettiği 15. Söz'de 'şeytanın bir desisesi' olarak ayrıca analiz ettiği 'bitarafane muhakeme' mevzuunda Bediüzzaman'ın düşünceleri kat'idir: "Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Yani itikadî meselelerde objektif olmaya çalışmak bir tuzaktır. Kişi ancak kalbindeki imanın taraftarlığıyla okuyabileceği hakikatlerden objektiflik arızasıyla mahrum kalır. Büsbütün yitirmese de bu bakış gözündeki parlaklığın epeycesini giderir.

Buradan da şuraya zıplayalım: Editörlüğüm boyunca birçok akademik metnin yayına hazırlanmasında da görev aldım. Özellikle dinî metinlerde beni en çok rahatsız eden şey, akademisyenlerin, sanki 'ortada bir yerde duruyor gibi' konuşmalarıydı. Bazen öyle ifadelerle karşılaşırdım ki "Bu adam müslüman değil mi yoksa?" diye endişelenirdim. Editörler, elbette ellerinden geldiğince, okur ile yazar arasında bir köprü oldukları için 'okurların kalpleriyle de' metinlere bakmaya çalışırdım. Böylesi metinler karşısındaki endişelerimi açtığımda daha tecrübelilerden durumun alışılmış olduğunu işitirdim: "Akademik metinler böyle olur."

Daha sonraları bu tarz içeriklerin bir tür 'tarafsızlık kaygısıyla' oluşturulduğunu öğrendim. Yani müellifler, metnin sonunda hangi tarafı savunuyor olurlarsa olsunlar, üslûp itibariyle taraf tutmamaya çalışıyorlardı. Bu nedenle bazen 'hazreti'ler, bazen 'aleyhisselam'lar, bazen 'radyallahu anh'lar bile arada kaynıyordu. İslam âlimlerinin metinlerinde tarafsızlığın böylesini hiç görmemiş olan benim gibiler için de elbette bu durum bir parça tuhaf kaçıyordu. Hatta, tuhaf kaçması bir tarafa, ruhsuz/istifadesiz görünüyordu.

Şimdilerde bu konuyu Bediüzzaman'ın yukarıdaki tefsiriyle ilişkilendiriyorum. Evet. Biz, başta Efendimiz aleyhissalatuvesselam olmak üzere, peygamberleri, sahabeyi, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerini, evliyaullahı 'babamızın oğlu gibi' anamıyoruz. Böyle bir tarafsızlık tanımıyoruz. Duyarsak da rahatsız oluyoruz. Çünkü Bakara sûresindeki o sır, o ders, o hikmet, şuurlu-şuursuz damarlarımıza yerleşmiş. Hatta "Peygamberi birbirinizi çağırır gibi çağırmayın!" buyuran Nur sûresinin bir parıltısı da, elhamdülillah, kalbimizi fethetmiş.

Biz, 'taraftarlığımızı gösterir' böylesi ifadeleri nakledeceğimiz delillerin öncesi kılıyoruz ki, ışıltısı dikkatimizden kaçmasın. 'Kim söylemiş'i daha derinden hissedilsin. Hem yüreğimize o kişilerle aramızdaki hiyerarşiyi hatırlatsın, söz ona göre dinlensin/okunsun, hem de içimizdeki objektivite alabileceği kadar yara alsın, durduğumuz yer bununla belli olsun. Çünkü, elhamdülillah, dinî hiçbir konuda arada bir yerde durmuyoruz. Evet. İman araf kaldırmaz. Bunu biliyoruz. O halde, yani içimizde hiçbir araf olmadığı halde, üslûbumuzda neden araf bulunsun? Hasılı: Salavatımız da, selamımız da, duamız da, hürmetimiz de, Nemrud'un ateşine su taşıyan karınca türünden bir taraftarlığımızdır muhterem kârilerim. Yitirmeyelim. Üslûpta neyi yitirirsek kalbimiz de onu yitiriyor. Yaşadıkça görüyoruz.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Ümit Şimşek abi İmam Nevevî'den (r.a.) özür dileyecek mi?

Halimizi en net şekilde özetleyen cümle şu belki: Dallar gövdesiyle kavga ediyor. Hatta bazen bu kavga köke kadar iniyor. Ve bu kemlikten yeni bir hayat umuluyor. Canlılık bekleniyor. Tazelik zannediliyor. Fakat olan şey aslında 'bindiğin dalı kesme'dir. İslam ümmeti şimdiye kadar gövdesiyle/köküyle savaşarak değil, ona hürmet ederek, saygı duyarak, tecrübesinden faydalanarak ayakta durmayı başarabilmiştir.

Şimdi umulansa tam tersi. Şimdilerde cüretkâr dallar, bu din geçtiğimiz pazartesi inmiş gibi, gövdeyi hayattan etmekle kendilerine kemal umuyorlar. Halbuki mümkün mü? Gövdenin hayatı sönse dallara candan birşey, bir iz, bir nişan kalır mı? Gövdesiz dal durur mu?

Durmaz elbette. Ama anlatması zor. Heyecanlı zamanlardayız. Kendi Uhud'umuzu sabırla atlatabilecek dayanıklılık yok bizde. İlla okçuları suçlayacağız. Medine dışına çıkmaya sebep olanlara atar yapacağız. Eksik yakalayacağız. Hınç alacağız. Böyle böyle yaparak nefsimize düşen sorumluluk payından kurtulacağız. Sorumluluğu maziye satacağız. Bugün denklerini yetiştiremediğimiz hanım âlimleri yetiştirebilen sistemi anlamaya çalışmak yerine "Camiye niye göndermiyorlardı?" diye mızmızlanacağız. Dindarlıkta onlardan çok geride kalmamıza rağmen bulabildiğimiz her feminist açıktan karınlarına yumruğumuzu geçireceğiz.

Fıkıha falan da gerek yok. Bizim dediğimize az-çok yaklaşan bir tane Asr-ı Saadet örneği bulsak yeter. Ondan farklısını söyleyen başka hiçbir örneği kale almayarak nümayişine girişeceğiz. Farklı bütün görüşlerle dalga geçeceğiz. Alay edeceğiz. Hor göreceğiz. Kimden çıkarsa çıksın bu görüşler... Dinin dışına kadar onları kovalayacağız. Kovalayacağız ki yalnız biz kalalım. Biz ve bizim geçmişe yaptığımız körkütük eleştiri kalsın.

Anlamayacağız. Onların bu dinin pâk membaına bizden daha yakın olmakla ellerine geçen bilgiye sahip olmada, yorumlamada, anlamada, anlatmada ve zamanlarına uygulamada bizden daha önde olduklarını kavramayacağız. Bulabildiğimiz her yerde enselerine çökeceğiz.

Ta ki geriye biz ve bizim yorumlarımızla ayakta duran yeni bir din inşa edilinceye kadar. O gün gelinceye kadar 'gelenek' dediğimiz her ne varsa ensesinde boza pişireceğiz. Hiç 'acaba' demeyeceğiz. Hiç 'Belki ben yanlış düşünüyorum'a düşmeyeceğiz. Hiç 'Ama onlar ümmetin fâzılları' noktasına gerilemeyeceğiz. Tıpkı selefilerin sahabe kabirlerine yaptığı gibi, keyfimize uymayan ne kadar tecrübe varsa geçmişte, dümdüz edeceğiz. Ta ki yerine koyduklarımızın sonuçlarını görünceye dek.

Filmini izleyenler bilmez ama kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kon-Tiki'de, Thor Heyerdahl, bir kâşifin başından geçen ibretlik bir hâdiseyi aktarır: Kâşif, kutup seyahatini gerçekleştirmeden önce, bölgede yaşayan eskimoların çadırlarının ilmeklerini kemikten yaptıklarını görür. Bu hassasiyetlerinin 'hikmetten' değil 'cahillikten' kaynaklandığını düşünerek 'daha sağlam olur' düşüncesiyle kendisininkini metalden yaptırır. Çadırın içine gireceği bir gün şunu tecrübe eder: Metalden yapılmış düğmeler soğukta açılmamaktadır. Atlattığı donma tehlikesi hem ona hem Heyerdahl'a yerlilerin tecrübelerine karşı daha anlayışlı/saygılı olmayı öğretir. "Modern insanın da bilmediği şeyler vardır." Ve o, kendi seyahati boyunca, yerlilerin tecrübelerine ve tavsiyelerine 'birer hazine' gözüyle bakar.

Bence bizim de böylesi acı tecrübelere ihtiyacımız var bugünlerde. Çünkü yıkmakta pek hünerliyiz. Salih seleflerimizin kalplerinden süzüle süzüle akıp gelen bilgiye karşı çok gerginiz. Elimize geçen aksi bir örnekte pek çabuk tecrübeyi yıkabileceğimizi sanıyoruz. Bütün dinlerin çöp olacağını düşünen aydınlanmacılar gibi biz de ümmetin mübarek elleri üzerinde bizlere taşıyarak getirdiği 'dinin yaşanış şeklinin' veya 'bu yaşayış şeklinin bazı parçalarının' çöp olacağını sanrılıyoruz. Onları çöpe dönüştürürken de fıkhın damıtma yeteneği yerine ham petrolü çekiyoruz. Siyer kaynaklarındaki bilgileri, kendi reyimize uygunlarını seçerek, yeniden yorumluyoruz. Böylece yeni bir fıkıh inşa ediyoruz. Çaktırmadan yapıyoruz bunu. Ama çaktırmadan da olabiliyor bu işler.

Ümit Şimşek abiye hanımların camiye gelme meselesinde şöyle yazdıran neydi mesela: "Asr-ı Saadette ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde kadınlar mescitlerin müdavimi idi. Ama onlardan sonra Resulullah’tan ve Hulefâ-i Râşidîn’den daha fazla takvâ sahibi zatlar peydâ oldular ve kadınlara onların asla uygulamadığı yasakları getirdiler." Halbuki biraz teenni edip araştırma zahmetine girse, Sorularla İslamiyet'te yayınlanan (Mehmet Paksu Hoca tarafından hazırlanmış) bir makalede, hemen karşısına çıkacak şu bilgilere ulaşabilirdi:

"Peygamberimiz hayatta iken, camide kadınlar erkeklerin arkasında ayrı bir saf tutar namaz kılarlardı. Fakat Peygamberimizin vefatından sonraları bu durum uzun süre devam etmedi. Sahabe-i Kiram kadınların camiye gelmelerine razı olmadılar. Hz. Aişe de şöyle diyordu: 'Eğer Resulullah (a.s.m.) bu zamanda yaşamış olsaydı, Beni İsrailin yaptıkları gibi kadınların mescitlere çıkmalarını yasaklardı.'

Hz. Aişe'ye bu sözleri söyleten kadınların giyim kuşamlarında göstermiş oldukları bazı aşırılıklardı. Çünkü bazı kadınlar koku sürünerek veya süslü elbiselerini giyip dikkat çekici bir şekilde mescide gelmeye başlamışlardı. Buharı Şarihi İmam Aynî, Hz. Aişe'nin bu sözü üzerine şöyle der: 'Aişe (r.a) bu zaman kadınlarının çıkardıkları çeşit çeşit bid'atlarla münkeratı görmüş olsaydı, elbette sözleri daha şiddetli olurdu. Üstelik o zaman kadınların çıkardıkları yenilikler bu zaman kadınlarının çıkardıkları yeniliklere nispetle binde bir kalır.'

Şafii alimlerinden İmam Nevevi, 'Kadın için ihtiyar da olsa evinden daha hayırlı bir yeri yoktur' derken, Abdullah bin Mes'ud (r.a) 'Kadın avrettir. Onun Allah'a en yakın olduğu zaman, evinde bulunduğu zamandır' diyerek kadının mescidinin evi olduğuna işaret ederler. Bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kadının en faziletli namazının hangisi olduğunu şu şekilde ifade buyururlar: 'Kadının evinin içinde kıldığı namaz, evinin avlusunda kıldığı namazdan daha efdaldir (daha faziletli, daha makbuldur.) Evinin avlusunda kıldığı namaz [mahalle] mescidinde kıldığı namazdan daha efdaldir. Evleri onlar için daha hayırlıdır.
'"

Ha, bunları naklettim, hemen beni de 'kadın düşmanlığına' iteklemeyin. Bu sıralar seviliyor böyle işler. Elbette bir kadın namazını terketmek yerine zorunda kaldığı yerde camide kendilerine ayrılmış bölümde namazını eda edebilir. Elbette ümmet içinde âdet olduğu üzere teravih namazlarını cemaatle kılabilir. Fakat iş bu değil. İş başka bir yere gidiyor. Birilerinin (ehl-i bid'anın) yelkenine rüzgâr olacağız gibi bir izlenim oluşuyor. Yakında, hem de pek yakında, bu ümmetin geçmişte gösterdiği şu hassasiyetin nasıl haklı olduğunu gösterir tecrübeler yaşayabiliriz. Hem bazı yaşanıyor da. Ancak o zaman yıktığımızı tekrar inşa etmeye gücümüz yeter mi? Yoksa camilerin kapısında oturup yaşananlara ağlar mıyız? Allah bilir. Allah istikametten ayırmasın.

14 Ekim 2017 Cumartesi

İnsan Allah'a iyilik edebilir mi?

Belki de iyilik tek bir tür değil ha? Daha doğrusu: İyilik, yaratılışı itibariyle tek bir tür de, insan onu iki farklı perspektiften görüyor. (Yahut 'iki farklı şekilde algılıyor' diyelim.) O perspektifleri de, kendimce, şöyle iki başlıkla ayırıyorum: 'İhsan iyilikler' ve 'itaat iyilikler.' Peki, adını koymak kolay da, hakikaten ne demek bunlar? Onu da bencileyin şöyle izah etmeye çalışayım:

Bir iyiliği sizi zorlayan hiçbir neden olmadan yapmanız onu 'ihsan iyilik' sınıfına sokuyor. (Burada iyiliği vücudîlik/varlıksallık ile yakın bir anlamda kullandığımı belirtmeliyim.) Fakat, tersi bir şekilde, bir iyiliği herhangi bir mecburiyet tahtında yapıyorsanız, bu da onu 'itaat iyilik' sınıfına dahil ediyor. Örnek vermem gerekirse: Bir yardım kuruluşuna, sizi zorlayan hiçbir sebep yokken, bağışta bulunmanız bir 'ihsan iyilik'tir. Fakat o yardım kuruluşunun maaşlı çalışanıyken (işiniz icabı) yaptığınız hayırlar 'itaat iyilik'tir.

Bu kategorizasyondan bir aşağılama çıkmasın. Öyle düşünmüyorum. Bunlar basamak. Aralarında, yazının ilerleyen kısımlarında bana çok lazım olacak, bazı nüanslar var. Onları anlatabilmem için bunları aktarabilmem lazım. Onu deniyorum. Bir kısmını tez elden ifade etmem gerekirse: Bu iki iyilik türü üzerinden insanın içdünyasında büyük bir cerbeze yaşandığını zannediyorum.

Yazıya geri dönelim: Kanaatimce 'ihsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasında 'zorlayıcılık' dışında başka ayraçlar da var. Mesela: İhsan iyilik kendisiyle başlayan bir bütünü ifade ediyor. İtaat iyilik ise ancak 'talimatlara uygun hareket ederseniz hoş sonucu netice verecek' bir parçalılığı tanımlıyor. Dahil oluşu anlatıyor.

Bir fabrikanın patronunun işçilerine içinden gelerek prim vermesi bu açıdan ihsan iyiliğe benzerken, işçilerin görevlerini yaparak fabrikaya kazandırdıkları ise itaat iyiliği andırıyor. (Hatta, olmaz ihtimal, işçiler bu primi topluca reddedecek olsalar bile, bu durum patronun kalbindeki iyiliğin vücuduna zarar vermez. Ancak işçilerden birisinin görevini terki, pozisyonuna göre, yansımalarıyla tüm fabrikayı etkileyebilir.)

Teorimi özetlersem: İhsan iyilikler ayakta durabilmek için kendilerinden başka birşeye ihtiyaç duymuyorlar. İtaat iyilikler ise ayakta durabilmek için bir bütünün içinde 'uygun bir adım' olmaya muhtaçlar. Hem de bazen mecburlar. Zira onların görevlerini yerlerine getirmemeleri bütünün sonuçlarını etkileyebiliyor. Bütünün sahibi, ihmalinin bütüne uzanan sonuçlarından dolayı, parçayı icbar ve tehdit ile itaate zorlayabiliyor.

İşte, ben, tam da bu noktada, bu dünyada yaptığımız her türden iyiliğin aslında 'itaat iyilik' cinsinden olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz, bizden önce 'iyilik' veya 'hayır' olarak tarif edilmemiş hiçbirşeyi yaratabiliyor değiliz. Yapabildiğimiz her iyilik, mürşidimin o güzel temsiliyle, 'cetvelin deliğini açmak'tan ibaret.

"Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil."

Halimiz böyle: Bizden önce Cenab-ı Hakkın yaratışı ve 99 isminin tecellisiyle şartları hazırlanmış bir büyük düzeneğin 'yap' tuşuna basıyoruz sadece. Elimizden gelen yalnızca bu. O da yapmamız öğretilmiş, tavsiye edilmiş, şevklendirilmiş, ödüllendirilmiş ve bazen de emredilmiş olarak basabiliyoruz tuşlara.

Bütün bu ön hazırlıklar/yaratışlar olmadan hiçbirşeyin varlığa gelmesini sağlayabiliyor değiliz. Allah muradımızı yaratmayı dilemese kendiliğimizden birşey, hâşâ, icad edebiliyor değiliz. Yalnız bize açılan küçük bir alanda, cüzî irademize bırakılmış şıklara, itaatimizle 'devam işareti' koyuyoruz. Bunu koyarsak ve Cenab-ı Hak da irademizin dileğini kabul edip yaratırsa elimize bir varlık, bir hayır, bir iyilik geçiyor. Bazen de isyanımızla nice büyük iyiliklerin vücuda gelişine engel oluyoruz. Bediüzzaman bu yüzden diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Yapmakta payımız bir itaatçik kadardır. Yıkmakta payımız engel olduğumuz kadardır. İrade-i cüziye sahibi olmakla aslında aldığımız 'büyükçe bir risk'tir. İyiye kullanırsak mübarektir ama kötüye kullanıma açık olmasıyla risktir. Öyle ya! Acaba her zaman doğru şıkkı seçebilecek miyiz? Cevapları kaydırmadan bir ömürlük sınavı geçecek miyiz? İşte, bizi serçeden, karıncadan, arıdan, örümcekten zayıf kılan budur. Onların doğru şıkkı seçmesi ihtimali, bizim kadar serbest bırakılmadıklarından dolayı, daha kolaydır.

Biz serbestiz. Serbestliğimizden dolayı aynı zamanda tehlikedeyiz. Aklımız ihtimalleri çoğaltıyor. Nefsimiz yanlış olana da meylediyor. Şeytan yanlışı doğru diye fısıldıyor. İrademizin kalemi hepsinin üzerinden geçiyor. Yanlışı seçebilme bir açıdan özgürlükse de sonuçlarının tehlikelerinden dolayı korkuludur. Dağları emaneti yüklenmekten korkutan da, Allahu'l-alem, budur.

Cenab-ı Hakkın vücuda gelmesi için 99 ismiyle yarattığı uygun şartları birtek itaatsizliğimizle boşaçıkarabiliriz. Zekat vermemiz için inşa edilen zenginliği cimrilikle yıkabiliriz. Namaz kılmamız için verilen bol vakti bir tembelliğe satabiliriz. Yüz günde yapılmış sarayı bir günde yakabiliriz. Basmamız gereken tuşa basmayarak her iyiliği engelleyebiliriz. Fakat şu var: Bütün şartların vücuduyla ancak vücuda gelebilecek bir iyiliği istesek de yaratamayız. Bizden önce tayin edilmiş düzenin içinde kendi 'onay'ımızla bir yer tutarız. O kadar... Bazen 'o kadar'cık bile yer kalmaz bize. Engel olmak istesek bile kader hükmünü verir. Halkeder. İnsan, sadece arzu ettiklerine değil, arzu etmediği halde yaratılan şeylere de sabreder.

Esad Coşan Hocaefendi merhum Ramuzü'l-Ehadis derslerinde Eşrefoğlu Rumî Hazretlerinin bir tesbitini sıkça alıntılar. (Allah ikisinin de şefaatlerine nail eylesin.) Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyledir 'hakiki mürşidin fonksiyonlarını anlatan' o güzel tesbit: "Mürşid, Allah'ı kuluna sevdirir, kulu da Allah'a sevdirir. Allah'ı kuluna sevdirmesi öğrettiği marifetullah iledir. Kul, mürşidi sayesinde Allah'ı tanıdıkça, Allah'ı daha çok sever. Kulu Allah'a sevdirmesi ise sünnet-i seniyye iledir. Kul, sünnet-i seniyyeyi öğrenip ona ittiba ettikçe, Allah kulunu daha çok sever."

"(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir!" ayetinin bir tefsirini de içeren bu izah, bir açıdan benim 'ihsan' ve 'itaat' ayrımıma da bakıyor. Çünkü mürşidim de 11. Söz'de diyor: "Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. (...) Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz."

Söyleyelim o zaman: Allah'ın kuluna muhabbetinin tezahürü ihsanı iledir. Kulun Allah'a muhabbetinin tezahürü itaati iledir. Allah'ın ihsanının derecelerini bize ancak marifeti söyler. (Çünkü onu tanıdıkça ihsanlarını da/ihsan edebileceklerini de yeni yeni detaylarıyla farkederiz.) Allah'ın razı olduğu/sevdiği şeyleri ise bize sünnet-i seniyye aktarır. Aleyhissalatuvesselama ittiba ile Allah'a muhabbet arasında kurulan ilgi budur. Biz Allah'ın sevgisini, hâşâ, ona ihsan ile değil, ancak itaat ile kazanabiliriz. Çünkü o masivasının ihsanlarına muhtaç olmaktan münezzehtir.

Ancak bazen nefsimizde bir karışıklık yaşanıyor. Nasıl bir karışıklık bu? Biraz şöyle: 'İhsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasındaki 'iyilik' benzeşmesi birisinden ötekine geçildiği sanrısına kapılmamıza neden olabiliyor. Yine mürşidimin tabiriyle 'niyazdan naza sapmalar' meydana gelebiliyor. İnsan, eğer yaptığı ihsan ise, naz edebilir. Fakat yaptığı itaatten ibaretse niyazdan başka birşeye hakkı olmaz. Biz de, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yaptığımız hiçbirşeyle, ona karşı hak iddia ediyor olamayız. Çünkü ihsan etmiyoruz. İtaat ediyoruz. Yaratmıyoruz. Dahil oluyoruz. Hatta itaatimiz dahi onun bir ihsanı olarak tecelli ediyor. Biz hidayete dahi böyle bakıyoruz.

Bu nedenle Bediüzzaman'ın birkaç yerde ifade ettiği "Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah'ını tecrübe edemez!" hakikati bu iç karışıklığını tedavi etmede büyük bir deva işlevi görüyor. İtaat eden tecrübe edemez. İhsan eden tecrübe eder. Kusurlu bir temsille ifade edersek: Bir komutan askerini emirlerine itaati konusunda sınayabilir. Fakat er komutanını ihsanları konusunda sınayamaz. Çünkü ona emredemez. Çünkü ona ihsanda bulunmamıştır. İhsanda bir mecbur ediş vardır. İhsan eden kişi, ettiği kişiyi, bir derece onun karşılığı hakkında sınayabilir. Ancak itaat etmek görevinde olan birisi, bu itaati ile, üstünü sınayamaz. Zira yapması gerekeni yapıyordur zaten. İtaat, parça olup, bütün içinde yapılması gerekeni yapmaktır. İhsan ise bağımsız olup fazlından yapmaktır. Tam da bu yüzden: "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat cennet fazl-ı İlâhî iledir."

25 Nisan 2017 Salı

Kapıyı açık bırakmak da sünnettir

Buna dair daha evvel de karalamalarım olmuştu: Ben, bir mürşidin 'malumatıyla' değil 'yaşanmışlığıyla' mürşid olduğunu düşünüyorum. Bilgili olmakla bilgelik arasındaki fark da bu. (Gözlüklü Şirin'i Şirin Baba'dan ayıran şey.) Bilgenin hayatı okuyuşu tecrübesi üzerindendir. Tüm duyularının katılımıyla elde ettiği bir deneyimi sizinle paylaşır. Kendisinin de içinde piştiği bir ateşten size haber verir. Bilim adamı böyle yapmaz. Bilim adamı duyduğu, okuduğu, incelediği veya deneylediği şeyleri paylaşır. Deneylemek ile deneyim arasında da, bencileyin, bir ayrım yapacağım şimdi: Deney, ötenizde, sizin duygusal bir etkilenişle dahil olmadığınız bir düzlemde gerçekleşen tecrübedir. Ötekinin tecrübesidir. Deneyim ise sizin de dahil olduğunuz bir süreçte yaşanır. Bir misalle daha açık hale getirmeye çalışırsak: Suyun yüz derecede kaynadığını bir düzenek üzerinden tecrübe etmek deneydir. Kaynar suya elinizi değdirdiğinizde kendi üzerinizden yaşadığınız acı bir deneyimdir.

Miracın irşad açısından bize verdiği derslerden birisi de budur. Kanaatimce; miraç, Mürşid-i Ekmel aleyhissalatuvesselamın irşad zirvesidir. Daha doğrusu: Mürşidliğin zirvesidir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, miraç yolculuğu içinde, insanlara ders verdiği hakikatleri bizzat deneyimlemiş, ayet-i kerimenin ifadesiyle; "Rabbinin ayetlerinin en büyüklerini görmüştü." Sonra da bizzat deneyimlediği o hakikatleri bizlere ders vermek üzere geri dönmüştü.

Bu noktada 'velayetin' ve 'risaletin' bir nüansına da dikkat çekmek istiyorum. Veli, kurbiyet sırrıyla gider, ama deneyimlediği şeyi geri dönüp istikametle anlatabilmesi garanti değildir. Nebevî irşad, yani geri dönüp istikametle anlatmak, bir akrebiyettir. Onların gölgelerine girdikçe kazanılır. Nitekim bu türden 'hadi olup muhdi olmayan' veliler çoklukla mevcuttur. Keşfe dair tahkikler de bize bunu söyler. Gördüğü hakikat olsa da bunu ifade ederken hata yapabilir veli. Ancak bir peygamber, deneyimlediği şeyde, yine ilgili ayetin verdiği haberle, şaşmaz ve şaşırtmaz. Onlar yaşadıklarını istikametle anlatma hususiyetine sahiptirler. Nitekim mürşidim bu sadedde diyor ki:

"İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

'Velayetle gitmek' ve 'risaletle dönmek' bize bu noktada önemli bir dersi veriyor gibi. Fakat burada yine bir sıçrama yapalım. Bediüzzaman o cümleyi şu ifadeyle tamamlıyor: 've kapıyı da açık bırakmış.' Ben, kapının açık kalmasını, velayetle gidenin risaletle dönmesiyle çok ilgili görüyorum. Gittiği yolun kapısını açık bırakabilen, ancak o tecrübî bilgiyi istikametle aktarabilendir. Yukarıyla ilişkilendirirsek: Bir insanın 'bilge' veya 'mürşid' olması, ancak gittiği yolun başkaları için de açık kalmasını sağlamakla mümkün olur. Yaşadıkları üzerinden bir hidayet caddesi ortaya koyamayanın mürşidliğinden bahsedilemez.

Mürşidim aynı ifadeyi bir başka yerde şöyle kullanıyor: "Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatiyle kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icmâkârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icmâları, o mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder." Demek açık bıraktığınız yoldan gelenlerin selameti, kerameti veya hakikati sizin de deliliniz haline gelebiliyor. Fakat bir yer daha var ki, orada Bediüzzaman, mezkûr ifadeyi çok değişik bir makamda kullanıyor:

"Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar."

Demek: 'Nefiste tecrübe etmek' de bir küçük miraçtır. Yazmak da 'kapıyı açık bırakmak'tır. Belki, hadis-i şerifte bize haber verilen, 'hakiki âlimleri peygamberlerin varisleri kılan sır' da budur. Yani; bu ümmetin istikametli âlimleri de, tıpkı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara ders verdiği gibi, gittikleri marifet yolunun kapısını, kendi zamanlarında veya sonralarında, arkalarından gelecek insanlara açık bırakabilirler ve bırakmışlardır. Hatta şöyle söyleyelim: Gittiğimiz güzel yolların kapısını açık bırakmak da sünnettir. Âlimlerimizi, ümmetin fitneye düştüğü her vakitte, hakikat-i İslamiyeyi ders verir eserler yazmaya şevklendiren sır da budur. Ve bizim gibi; onların ayak izlerine yüz sürerek, eteklerinden düşen kırıntıları toplayarak, kervanlarının ardından yalınayak koşarak kalem oynatanları yazmaya iten de budur. Kapıyı açık bırakmanın sünnet olduğunu hissetmemizdir. Elhamdülillah.

25 Kasım 2016 Cuma

Parçamız hepimizi baştan çıkarabilir

Tasavvuf, bıraktığı ilmî mirasa bakıldığında, bir bilgi/marifet üretim şeklidir. İçine girildiğinde bir rıza/marifet arayış şeklidir. Hem üretilenin hem aranılanın talibi üzerinde bıraktığı etkiye bakıldığında görülen sonuçlardan ikisi huzur ve heyecandır. Yani; bu yola giren insanın, üretilmiş bilgiden istifade ederken de bizzat kendisi tecrübe ederken de, duyduğu iki şey budur. Tasavvuf mesleğince marifet yolunda ilerlenirken, kişi, elde ettiği marifetle kalbindeki boşluğu doldurur, mutmain olur ve bu tatmin hissini ziyadeleştirmeye acıkır. Bu sonuçlar, ehlini, mesleğinde daha gayretli kılar. Zevk ve şevk diye de ifade bulan bu iki şeyin tasavvuf mirasına kattıklarına paha biçilmez. Bin yıldır İslam'a ve imana yaptıkları hizmet ise ortadadır.

Peki, tasavvuf bu huzuru ve heyecanı nasıl sağlar? Kanaatimce: Tasavvufun bu alandaki başarısı onun enfüsteki başarısından kaynaklanmaktadır. İnsanın içdünyası olarak da isimlendirebileceğimiz enfüs, afakî sahaların aksine, bilgi için çok uzaklara gitmeyi gerektirmez. Hem ona ihtiyacını farketmek de öteki gibi zor olmaz. Her insan doğuştan varoluşun yaralarıyla yaralıdır ve bu yaraların kapanması için, Kur'an'da da buyrulduğu gibi, Allah'ın zikrine muhtaçtır. Yarasına iyi gelecek ilaç kendisine sunulduğunda, Bediüzzaman'ın 7. Söz'deki temsilde altını çizdiği şekilde, 'bir parça tecrübe etmesi' ikna olması için yeter.

Hadi, bunu, bir temsille azıcık daha anlaşılır kılmaya çalışalım: Hiçbir teknolojiyle teması olmayan bir köylüye suyu sevdirmek elbette ceptelefonunu sevdirmekten kolaydır. Kolaydır, çünkü ona ihtiyacının farkındadır. Doğuştan susuzlukla yaralıdır. Susuzluğun kötü birşey olduğunu ve su içmenin de bu yaraya iyi geldiğini bilmeyen insan yoktur. Ancak ceptelefonunda bu durum geçerli değildir. Misalimizdeki köylü ceptelefonunun yoksunluğuna dair hiçbir yaraya sahip değildir. Öyle bir boşluk tanımamıştır. Öyle bir sancı tecrübe etmemiştir. Elde edince ulaştıracağı faydalara inanması, suyun, hemen tecrübe edebildiği faydalarına inanmasından daha zordur. İşte tasavvuf mesleğinin diğer yollara nazaran sağladığı yüksek başarıyı biraz böyle anlayabiliriz.

Tasavvufun Kur'an ve sünnetle gelen marifetin izlerini kendinde bulmaktan hareketle ulaştırdığı marifet herkesin açlığını farkettiği yaralara merhem sürer. Merhemin iki etkisi vardır. 1) Yaralar iyileştiği için huzur duyarsınız. 2) Sair yaralarınıza deva olacak diğer merhemlerin peşine düşersiniz. Tasavvufun bu yolu Kur'an'da 'kendi nefislerinden gösterilecek deliller' ifadesiyle delillidir. Madem bu bahse dokunduk. Ayetteki ifadenin kısa bir mealini tam olarak alıntılayalım: "Biz ayetlerimizi hem âfâkta, hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyleki, onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi?"

Mürşidim bu önemli bahse dair Emirdağ Lahikası'nda şunları söyler: "Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfâkî ile mârifet-i İlâhiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar..." Evet, mürşidimin de dediği gibi, en kısa, en kolay, en kuvvetli, en itminanlı yol enfüstedir. Tasavvufun ekolleşmiş/sistemleşmiş halleri olarak tarikatler de daha çok bu yolu tercih etmişlerdir.

Fakat şu suali hemen soralım: Tasavvuf tarikatlerden mi ibarettir? Bu soruya vereceğimiz cevabı kıymetli buluyorum. Çünkü böylesi içsel bir bilgiyi artık pekçokları üretiyorlar. İnsanların modern medeniyetin etkisiyle daha sık/derin yaralandığı ve psikoloji veya NLP gibi yollarla kendi yaralarına dokunmaya çalıştıkları bir zamanın çocuklarıyız. Yaralar ve merhemler artık bir piyasa. (Özellikle yayıncılıkta.) Kapitalizm onları da alıp satıyor. Satılabildiğine göre artık herkes onu üretmeye çalışıyor. Bir tarikate mensup olanlar bu bilgiyi bir usûle/sisteme (tarikatlerinin sistemine) bağlı kalarak çoğaltıyorlar. Olmayanlarımız ise... Olmayanlarımızın selameti tefekkürlerinin ehl-i sünnet istikameti içinde kalabilmesi. Fakat yanlış anlaşılmasın: Bu kıstaslar aslında tüm tarikatleri bağlıyor. Ve birçoğu zaten tarikat terbiyesi alırken bu mizanları da öğrenmiş oluyorlar. Ebubekir Sifil Hoca, Sana Dinden Sorarlar I'de diyor ki:

"Dinin temel hedefi olan 'insan-ı kâmil'i inşa etmek için üç fıkıh vazgeçilmezdir: Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı Zahir ve Fıkh-ı Bâtın. Bunlardan ilki akaidi, ikincisi fıkıh ilmini, üçüncüsü de tasavvufu ifade eder ve kemalin hiçbirinin ihmaline tahammülü yoktur."

Asıl korkulması gereken sanırım şu: Enfüse, yani fıkh-ı bâtına yapılan vurgu, fıkh-ı zahiriyi (amel fıkhı) veya fıkh-ı ekberi (akaidi) küçük görmeyi netice vermemeli. İnsanın kendi içdünyasında yaşadığı tatmin, bu tatminin bir duygu boyutu da olduğu için, duygulanım yapmayan bilgiye göre önemsiz görülmemeli. Onu 'işe yaramaz' saydırmamalı. Enfüsî yolun kısalığı, kolaylığı, kuvveti, itminanlı yapısı hakkı verilmesi gereken şeyler. Buraya kadar tamam. Fakat istikamet salt bu yola yapılacak bir tahşidatta mı saklı? Telvihat-ı Tis'a'da Bediüzzaman bize bunun pek de böyle olmadığını düşündürecek şeyler söylüyor:

"İşte, birinci meşrepte (yazarın notu: seyr-i enfüsîde) sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, 'şatahat' namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur."

Bana çokça sorulduğu için şu konuya da bu yazıda değinmek istiyorum: Bediüzzaman'ın 11. Lem'a gibi metinlerde İmam-ı Rabbanî Hazretleri gibi tasavvuf büyüklerinden alıntı yaparak seyr-i enfüsîde sünnet-i seniyyenin paha biçilmez önemini hatırlatması, bütün tarikatlere ve tasavvufa adres adres yapılan bir "Ayağınızı denk alın!" uyarısı değildir. Yani bu hataya hepsi düşüyor değildir. Hatta, özelde Türkiye'de, genelde âlem-i İslam'da, sünnet-i seniyyenin mizanlarına uygun hareket etmeyi Risale-i Nur talebelerinden daha çok önemseyen ehl-i tarikat olabilir ve vardır da... O metinlerde geçen nasihatler üzerinden "İşte ehl-i tasavvuf sünnet-i seniyyeye yeterince ittiba etmediği için Bediüzzaman Hazretleri kendi yolunu ayırmış!" diyenler hata ediyorlar. Eğer ehl-i tarikatın tamamını bu yollu suçluyorlarsa da vebal alıyorlar.

Bediüzzaman'ın o uyarısı sünnet-i seniyyeyle irtibatı zayıf veya hiç olmadan kendince bir seyr-i enfüsîde kemal arayanlara dairdir. Arızalı parçaları bütünle uyumlarını sorgulamaya davettir. İslam tarihini şöyle bir karıştırdığınızda batınî veya şii birçok sapkın ekol bulursunuz ki, bunlar da kendilerini ehl-i tasavvuf olarak tarif etmektedirler. (Hatta Hindistan gibi coğrafyalarda kendilerini bütün bütün din kaydından azâde gören tasavvuf ekolleri de oluşmuştur.) Bunların ayarları sünnetin bağlayıcılığını kabul etmediklerinden ötürü bozulmuştur. Bireysel çıkarımlar, eğer kendilerini başkalarıyla sınamazlarsa, yanılmaya yatkındırlar.

Netice şudur: Enfüsî yolun Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın tecrübelerinden istifade etmeye ihtiyacı vardır. Hiçbir seyr u süluk (küçük miraç) Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın öğretmenliğine yaslanmadan isabet edemez. Kaldı ki; sadece Bediüzzaman değil, dönemin aydın ve âlimlerinden pekçoğu, belki o dönemdeki bazı kem teşebbüslerden de ötürü, benzer endişeler duymuşlardır. Misalen: Hüseyin Kazım Kadri Bey de (1870-1934) Ziya Gökalp'in Tenkidi kitabında şöyle der: "Bazı kimselerin tasavvufa 'liberalizm' namını vermeleri yanlıştır. Tasavvuf, doğrudan doğruya bir mezheb-i İslamiyedir. Ve bütün akaidi bu mezhebin esaslarına uygundur." Yine bu topraklarda yaşayanlar da, 1980 sonrasında, Mevlana Celaleddin Hazretleri ve Yunus Emre şiirleri üzerinden tasavvuf-hümanizm eşitlemesi yapılmaya çalışıldığını hatırlarlar.

Özetle demek istediğim şu: Bediüzzaman'ın o eleştirilerini 'hiçbir mutasavvıfı kenarda bırakmayacak' şekilde anlayanlar çok yanlış anlıyorlar. Çünkü Bediüzzaman tasavvuf büyüklerinin birçoğuna 'mürşidim' diyen bir insandır. Ancak tasavvufu ve onun bilgi üretiş şeklini tehlikeden hali görenler de hata ediyorlar. Zira bugün de Cemalnur Sargut gibi kimi isimler vardır ki, yollarını tasavvuf içinde tarif ettikleri halde, kendilerini şeriatın mizanlarıyla yeterince bağlı görmüyoruz. Hatta biraz daha ileri gidelim: Ayetlere yeni yeni anlamlar vererek veya kendi içdünyasından yeni yeni çıkarımlarda bulunarak 1400 yıllık ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını yanlış yolda olmakla itham edenlerin hepsi bir derece bu yarayla yaralıdır. Mutasavvıf olsun veya olmasın. Kendisine böyle desin veya demesin. Yaptığı aslında kendi keşfiyatını sünnet-i seniyyenin mizanlarının üzerine koymaktır. Parçasına kapılıp bütünle uyumunu kollamamaktır. Bunu bir nur talebesi bile yapsa iş böyledir. Arıza namda değil işlevdedir. Cenab-ı Hak bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

21 Nisan 2015 Salı

Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın

Güzel görmek, eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için algımızı bükmek değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı öyle görmektir. Evet. Varlık hayır üzere yaratılmıştır. Mü’minin imanı budur. Çünkü Allah Cemîl’dir, Hakîm’dir, Rahîm’dir. Bütün isimleri güzeldir. Kendisini hem Kur’an’ında, hem insandan hitabı nübüvvette, hem bizdeki nakşı vicdanımızda, hem de kainat kitabında böyle haber vermiştir. Her eserinde Esmaü’l-Hüsna’sının izleri bulunur. Varlıktaki güzellik kaçınılmazdır. 

Fakat, arkadaşım, zaten güzel olanı öyle görmek bile bir güzel nazar istiyor. Niyet istiyor. İman istiyor. Önceden hazırlanış istiyor. Biraz da büyük resmi kollamaya yatkın bakış istiyor. Yanlış anlaşılmasın. Burada ayıklamayı dilediğimiz şey baktıklarımızda değil. Sınırlarımızın kirleticiliğinden kurtulmayı diliyoruz biz. Eksik bilişimizin, hissedişimizin, görüşümüzün kusurlarından uzaklaşmaya çalışıyoruz. Güzel görmek mesaisi en azından bu. Çirkinlik sanrısının bizden kaynaklandığını anlamak. Ya bizzat yahut da neticeleri itibariyle güzel olanı farkedemeyenin biz olduğumuzu bilmek. Âlemi ‘kendimizde’ düzeltmek.

“Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mürşidim böyle söylüyor. Bizi parçalara bakarken yaşayacağımız yanılgılardan korumaya çalışıyor. Bütünün cüzlerinin toplamından fazlası olduğunu hatırlatıyor. Şunu da unutmamak gerekir ki arkadaşım: Vahyin küllî öğretisiyle yumuşatılmamış akıl tahripçidir. Hırpalayarak anlar. Yoğunlaştığını parçalar. Kopardığını geri vermez. Birşeyi sırf akılla anlamaya çalışmak varlıktan gasıbane ayırmaktır. Konsantrasyon dediğimiz aslında bir nevi körelme. İhtisas, alanının dışına kapanma. Evet. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Hatta bu tahripçiliğin her duyumuza sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Demek sınırlı olanın fıtratında fethetmek istediğini de sınırlandırmak var. Hakkı olmasa bile. Emaneti aldığımız andan itibaren ‘çok zalim’ ve ‘çok cahiliz.’ Madem ki parçalamakla biliyoruz. İkisi de kaçınılmaz.

Dikkat etmemiz de parçalamaktır dikkat çekmemiz de. Vurgulamadan ele alamayız hiçbirşeyi. Avuçlarımız küçüktür. Vurgumuzsa parçayı bütüne hâkim kılmaktır. Veya en azından daha/ilk görünür kılmaktır. Zalimdir. Mahluk, madem ki mutlak olamaz, o halde her tasarrufu kayıtlarıyla yaralıdır. Sınırlarıyla berelidir. Cahildir. Bu halimizden korkmalıyız arkadaşım. Hem de çok korkmalıyız. Ârif şu karanlığını farkettiği için sezgisinden vahye kaçar. Kendisinden Allah’a sığınır. Keşfine mutlak şekilde güvenmez. “Allahu a’lem!” demeden zannını açmaz. Bir fikrin Kur’an’a ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça reddedilir. Hoşumuza gitse de gitmese de. Son minvalde hakikatin hükmü bütündedir.

“Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak ‘nazarında’ pek fena bir memlekete düşer. (...)Vicdanı azap içinde kalır.” Nazarında düşer fakat kendi parçası dahi bu parçalayışını onaylamaz. Çünkü şuurunda olmasa bile fıtratı/vicdanı bütününün farkındadır. Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. Evet. Tecrübe sahibi, olayları, ‘fiil’ değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur...” Tecrübe böylesi cümlelerinizin isabetine bakar. İşte ‘böyle olduğunda nihayetinde şöyle olduğu’ bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Bütüne aşinalığınız azaldıkça tecrübelerinizin güvenilirliği azalır. Gençlerin tecrübesizliğinden bahsedildiğinde kastedilen de budur.

Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup, kanunları keşfetmenizi sağlar. Yine mürşidim diyor ki mesela: “Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.” Demek, ne zaman fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen yalnızca bir âdetullahı yakalamışsın. Yani farketmişsin. Onu okuyorsun. Okuduğunu anlatıyorsun.

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın tekrarlanan fiileri/emirleri. Onun, sıfat derecesinde hep öyle yaptığını, şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Sana açılmış bir fiilî dua yoluna uyanman. Tarlayı ekersen mahsûl bağışlanır. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması, sana, duanın kabul olmaya yatkın olduğu yönü öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Bilişin, seçişin, iradenin işaretidir. Kastta bir muhabbet kokusu da var şüphesiz. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Evet, eser fiili, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir. Fakat kanunlar şuunat-ı ilahiyeye aynalık eder. Şuunat okuması mü’minin pahabiçilmez tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye ‘marifet’ de diyoruz. Elhamdülillah. Eğer, Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir, o da bir tecrübedir, ama eksiktir. Tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata, yani Allah’a, oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye dair çıkarımlarda bulunabilirdi. Evet. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine bir yerde diyor: “Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata...

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, mü’minin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıkıldığı zaman, Allah, rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Sen değişirsin. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin de bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta, kötü şeyleri azaltmakta fayda da var!” dersin. Bu da seni “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine yüce bilinen bir Allah’ın, suizannımızdaki gibi kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifetiyle emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Kusurlu bir misal: Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her görüştüğümüzde, “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenime benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa tekrar tekrar soruyor. Hediye getirmenin huyum olduğunu biliyor çünkü. Bu bilgisinden dolayı hüsnüzannı üzerimden eksik olmuyor.

Kötülük yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir. Nerede acaba?” demek biraz. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Kem bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek, davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak, emin arkadaşınız beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek... Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan, işte, o güzel görmek olur. Zaten el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice radyallahu anha annemdir. Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince, kendisine şöyle demişti:

“Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Seni mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, Senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir, çünkü Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın eşi olmaya bihakkın layıktır. Sana son birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın. Bunu da hatırında çıkarma.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...