İrade boşluklarla gelişir. Doğru karar için gerekli olan diğer öğelerle bağlarını boşluklarda kurar. Aklın yolunu boşluklarda öğrenir. Hafızanın kıymetini boşluklarda tecrübe eder. Sınandıkça bu yollara ayağı alışır. Çocuğunuzun etrafını 'hiç karar alması gerekmeyecek şekilde' sararsanız, ya nihayetinde size isyan eder, yahut da kendi ayaklarının üstünde duramaz olur. Bir ömür hayatını devam ettirmeye lazım yardımlar ister. Biteviye muvaffakiyetsizlikler sergiler. O yüzden Cenab-ı Hakkın bizi dünya imtihanına uğratmasına şaşırmamak gerekir. Süreçte sunulan tuzak değil imkandır.
Evet. Elhamdülillah. Biz de burada bir 'acaba'ya düşürüldük. Doğrular-yanlışlar birbirine karıştı. Siyahlar-beyazlar birbirine girdi. "Tâ yol ikileşti." Grileşti. Yolun ikileşmesi iradenin toprağı oldu. Suyu-ışığı oldu. Canı oldu. Orada boy atmaya başladı. Orada dilimiz yandı. Orada teslim olmaya başladık. (Müslümanın teslimle ilişkisini buradan da bir düşün isterim arkadaşım.) Tekrar memleketimize döndüğümüzde, inşaallah, kemaline yakışmayan hiçbir detayımız kalmayacak. Ham kalan her yerimiz dersini ikmal etmiş olacak. Etti de. Yandı da. Pişti de. Vaktiyle İblis, Âdem babamızla Havva annemizi, bir tek meyveyle kandırmıştı. Bizimse her yanımız diş izi. Kavga izi. Kumpasları bu dünyada gördük. Bu dünyaya düştük. Tuzaklara düşürüldük. Nice dost yüzlü yılanlara sarıldık. Pişman olduk. Pişman olduk. Pişman olduk. Ayıldık. Tevbe ettik. Hidayet edildik. Elhamdülillah. "Herşey buyurduğun gibiymiş!" itirafıyla yaşıyoruz şimdi. Hayat yalnız bu cümleye hayretimizi arttırıyor. Tecrübe okulundan mezunuz gayrı.
Şüphesiz bu da bir lütuf idi. 'Lütuf' deyince 'ayetleri' anmamak olmaz. Çünkü Hak Teala kaybedelim diye imtihan etmemiş bizi. Aksine kazanalım diye her kolaylığı sağlamış. Nereden mi biliyorum? Talebesinin kazanmasını istemeyen hoca cevabı bu denli fısıldamaz. Bu kadar her yeri bilgi bilgi nakışlamaz. Kendi derûnundan (enfüs) tut ta âlemin en uzak köşelerine kadar (âfâk) ipuçlarıyla sarmaz. Bütün bunlar er-Rahman, er-Reşîd, el-Hâdî olan Allah'ın kul talebelerine yardım etmesidir. Doğrudur. İnsan bu dünyada sınav olmaktadır. Ancak, unutmayalım, bu sınavda kitaba bakmak da serbesttir. Her anlamda serbesttir üstelik. İster 'kendilik' kitabına bakar insan. Oradan Rabbini bulur. İster 'âlem' kitabına bakar insan. Oradan Rabbü'l-Âlemîn'i bulur. Yahut da 'nübüvvet' kitabını temaşa eder. O kâmil insanlardan bir kopya alır. Veyahut elinde bizzat Mâlik-i Hakikisinin Kelam-ı Kadîm'i vardır. Oradan lazım gelen cevapları edinir. Yani, arkadaşım, insan öyle bir sınav olmaktadır ki, sınav salonunun tamamı doğru cevabı haykırmaktadır. Yalnız bizden azıcık dikkat isterler. Çünkü, mürşidimin de hatırlattığı gibi, "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."
Dikkati sakın küçük görme arkadaşım. Çünkü neyi okuyacağını o seçiyor. Âleminde neyi galip kılacağın, âlemin kendisinden ziyade, sana bakıyor. Tasarımla ilgilenenler bilirler. Tasarım aslında bir 'boşluk yönetimi'dir. Yani tasarımcı neyi göreceğin kadar neyi görmeyeceğini de belirler. İkisinin dilini birden kullanır. Ve vurgu da azı çoğa galip eder. Yüz satır mutluluktan bahseden bir sayfada tek cümle keder geçse, ben de onu vurgulasam, bakar bakmaz onu görürsün. Manipülasyonumu aşmanın yolu bütüne dikkat etmektir. Dikkat etmeni istemediğim detaylara da dikkat etmek. Göreceklerine dair bir niyete, nazara, usûle, imana sahip olmak. Dayatılanla aslolanı ayırabilmek.
Evet. Hakîm olan Allahımız yarattıklarına dikkat etmemizi istiyor. Bu dikkatin 'mana-i harfî' usûlünü de öğretiyor: Şeylere, kendileri için değil, ötesi için bakılır. Eşyaya gaybı için, gaybıyla birlikte, iman edilir. Parça, onda boğulmaya değil, bütüne çıkmaya vesiledir. Yüzeyin adamlarıysa dikkatimizi yüzeye dağıtmak istiyorlar. Kalabalığı derinlik sandırıyorlar. Dikkatimizi yüzeyde hapsediyorlar. 'Medeniyet fantaziyeleri' diyor Bediüzzaman onlara. 'Deccalın yalancı cenneti' diye de tesmiye ediyor bir yerde. Kabul edelim: Sahiden İblis'ten dersini iyi okumuştur bu zamanın iblisleri. Cennet kadar nimet içindeyken, dikkatimizi tek bir ağaca, yenmemesi gereken meyvesine, boğdurabilirler. Zaten kişinin cenneti biraz da dikkat kesildiğidir. Dikkati yöneten iradeyi de yönetir. O halde kurtuluşun yolu da iradeden geçiyor. Dikkat ettiğimizi biz seçersek kazanırız. Dikkat ettiklerimizi başkası yerimize seçiyorsa vay halimize! İşgal ediliyoruz demektir.
Tefekkürün hüneri burada kendini gösteriyor arkadaşım. Tefekkür bir dikkat eğitimidir. Hatta iradesidir. Neye yoğunlaşacağını, tabir-i diğerle, 'ne kesileceğini' seçtiğin zamandır. (Sivas'ta çok ıslanan insanlar için "Su kesilmiş!" derler. Manası: Yani neredeyse suya dönüşmüş. Çok üşüyenler için de denir: "Buz kesilmiş.") Yoksa az bir saatiyle senelik ibadeti geçebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Evet. Tefekkür dikkatimizi bütünüyle mülküne alıyor. Ona hükmediyor. Onu yönetiyor. Dikkat ettiğimizinse varlığı âlemimizde genişliyor. Açılıyor. Vurgulanıyor. Bizi fethediyor. Dikkat, hatta zamana edilse, onu bile yavaşlatıyor. (Sıkıldığınız yerlerde geçmeyen dakikaları düşünün.)
İbadetlerde bunu başarabilenlerimizin sayısı kaç tane? Ahirzamanda, İmam Ali radyallahu anh gibi, namazdayken vücudundaki okun çıkarıldığını farkedemeyenler kaldı mı? Halbuki tefekkür bizzat buna kastediyor arkadaşım. Müşterisi olduğu şey bu. Gayrısını unutmayı/geriletmeyi amaçlıyor. (Vahdetü'ş-Şuhud sırrıdır dokunduğumuz belki de.) Dalgınlık olmadan düşünürlük olmaz. Âlimin âbide üstünlüğü de buradan bize gözkırpıyor diyebiliriz. Âlim hayatını yöneten dikkati Allah'a satmıştır. Hem öyle bir satmıştır ki, Onun dikkati sayesinde, çoklarının dikkatsizliği de bağışlanır. Telafi olur. Bazen dikkatli tek yolcu sayesinde bütün bir kervan kurtulur. Çünkü uçurumu o görür.
Ahirzaman uçurumu görmemizi sağlayacak boşlukları yoketmek azminde. Yalancı ışıklarıyla gözlerimizi işgalde. Yola fıtratımızın saflığıyla bakabilsek herşey açık. Lakin insan manipülasyondan da hâli değil ki. Nefsin terbiyesi istediklerinin sayısını azaltmakla olur. Azdırılması da aksine arttırmakla. Hatta isteyebileceği yeni yeni şeylerle de tanıştırmakla. Yalancı cennetlerin hammaddesi nefse sunulan bu gibi tahayyül imkanlardır. Kurgulattılan-özletilen bu gibi ihtimallerdir. Yani nefis ihtimalleri de özler.
John Berger, Manzaralar'ında, bu zamanın fakirliği hakkında der ki: "Yüzyılımızın yoksulluğu bundan öncekilere benzemiyor hiç. Eskiden olduğu gibi doğal bir kıtlık sonucu değil bu yoksulluk. Bir dizi önceliğin zenginlerce geri kalan herkese dayatılmasının sonucu." Başka bir yerde ekler: "Üretkenlik kıtlığı azaltmıyor. Bilginin yayılması ille de daha yaygın demokrasiye yol açmıyor. Boş zamana kavuşma (sanayileşmiş ülkelerde), kişisel doyum sağlayacak yerde, kitlelerin daha fazla manipüle edilmesine yol açıyor."
Nefse kadar isteyeceği öğretilirse o kadar canavarlaşır. O kadar sınırlarını zorlar. O kadar güçlenir. Kişkilendiğinde köpek zincirini bile koparır. Nefsin tabiatında böyle bir köpeklik var. Günaha meyletmemesi için (mümkünse) o günahla tanıştırılmaması gerekiyor. Tanışmışsa da işlendiği ortamlardan uzak durmakla bir derece sakinleşiyor. Dizginleniyor. Zincire güven olmuyor. "Zinaya yaklaşmayın!" buyuruyor Cenab-ı Hak. "Yapmayın!" değil "Yaklaşmayın!" Çünkü zinciri elinizdeki köpek süs köpeği değil. Kontrolünü kaybetmezseniz gücünüzdür. Kaybederseniz herkese bela kesilir.
Yarının Dünyası filminde duymuştum ilk. Aslının Mesnevî'de geçtiğini söylediler. (Bizzat okumadım. Dolayısıyla kesin diyemem.) Şöyle bir hikmet var arkadaşım: "Siyah/beyaz iki kurdunun olduğunu düşün. Dövüşseler hangisi kazanır?" Cevabı musırrane öncesine dikkatimizi çekiyor: "Hangisini beslersen."
Kavgayı hangi yanımızın kazanacağını biraz da bu belirliyor: Kimi besliyoruz? Dikkat de beslenmenin yollarından biridir. Tefekkürse onun himayesidir. Ya zaman akçesini Allah'ın razılığını kazandırır kumbaralara atacağız, yahut da başkaları kumbaralarını akçemizle dolduracak. Biliyorsun. Dikkat edileceklerin sayısı o kadar çoğaldı ki. O kadar çok detaytan haberdar oluyoruz ki. Gerekli-gereksiz, faydalı-faydasız, zararlı-zararsız... Bu haberdarlığın kendisi bizzat imtihan olmaya başlıyor. Duymanın şiddeti öğrenmenin imkanını bastırıyor. "Gaflet hissi iptal ediyor." Uçuruma bakacak dikkatin kalmadı. Zira sağda-solda çok cici temaşalar var. Temaşadan kaçırdığın zamanların olmazsa mahvın işten değil arkadaşım. Allah hem seni hem beni muhafaza etsin. Firarımız Ondan değildir Onadır. Umudumuz da yalnız rahmetindendir. Bizi lütfundan bir an esirgemesin. Âmin.
tasarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tasarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Aralık 2022 Pazar
7 Eylül 2021 Salı
Haşre iman etmezsek geçmez ki bu yarımlık!
Geçtiğimiz günlerde Noel Carroll’un Sanat Felsefesi’ni okudum Ütopya Yayınları’ndan. "Sanat nedir?" veya "Neye sanat denilir?" gibi soruların 'çözümsel felsefe' ile ele alındığı metin boyunca birçok sanat yaklaşımı masaya yatırılıyordu. Neyse. Uzatmayayım. Yaklaşımlardan ikisi hususen dikkatimi çekti. Bunlardan birisi 'biçimsel yaklaşım' idi. Kuramcısı olan Clive Bell'e göre özü şuydu bu yaklaşımın: "Bir resmin sanat olup olmadığını belirleyen şey onun bir önemli (belirgin) biçime sahip olmasıdır. Yani bir resim ancak ve ancak çarpıcı bir tasarımı varsa sanattır." Fakat sonraları ortaya çıkan 'yeni biçimci yaklaşım' sırf tasarımı sanatın tarifine yeterli görmüyordu. Eserin bir de 'içeriği' olmalıydı. Yine yerinden alıntılarsam: "(...) O halde bir sanat eserinin içeriği anlamıdır. Ne hakkında olduğudur. Biçim de anlamın sunum şeklidir. (...) Sanatçı özünde sunum biçimleri ve anlamları eşleştirmek, biçimi içerikle birleştirmek, konusunda uzmandır. (...) Anlamı olmayan bir çalışmanın biçimi de olamaz."
Eh, serde nurculuk var, herşey bizi Risale-i Nur'a götürüyor. Bu mevzu da beni 12. Söz'e götürdü. Okuyanlar bilirler. "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu metin benzer bir hakikatten bahseder:
"Bir zaman hem dindar hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.'"
Hikaye böyle başlar. Peki devamında neler olur? Atlamalar yaparak takip etmeyi sürdürelim:
"Feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı."
"Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."
Özet geçeyim: Her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim filozofun manayı ıskalamasından kızdı. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir."
Daha çabuk sonuca varmak isteyenler içinse anamesaj şu satırlarda saklıdır sanki:
"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..."
Evet. Anladınız. Mürşidim hikmet-i fenniyeyi (yani günümüz seküler bilimlerini) biçime saplanıp kalmakla itham ediyor. Onları, içeriğe değer vermemekle, hatta düpedüz anlamamakla, suçluyor. Kainata bakışları yüzeysel olduğu için de ürettikleri malumat manaya dair birşey söylemiyor. "Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır." Hikmet-i Kur'aniye ise okumalarında bir 'içerik' derinliğine sahip. Tasarımı inkâr etmemekle birlikte aslolanın 'anlam' olduğunun farkında. Bu yüzden okumasında isabet ediyor: "(...) nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."
Varlıktaki sanatın içeriği nedir peki? Onu da yine mürşidimin şu cümlelerinde özetlenmiş buluyoruz:
"Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlâhiyeye istinad eder. Hatta muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir. Hatta birtek zîhayat şeyde yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir."
Kendimizi felsefenin dar kalıplarına sıkıştırmayalım arkadaşım. Fakat şu kadarcık dersimizi de alalım: Müslümanlar da 'yalnızca biçimi var diye' birşeyin sanat eseri olduğuna inanmazlar. Ya? Biçimle birlikte manidar bir içeriğinde bulunması gerekir. Hatta içeriğin anlamı çoğu zaman biçimin de önüne geçer. Bu nedenle İslam 'kalıp' değil 'gönül' dinidir. ‘Bedene’ değil ‘ruha’ bakar. 'Ne adına' olduğu 'ne olduğunun' önündedir. Yahut hadiste buyrulduğu gibi: "Ameller niyetlere göredir." Bu dinin değer atıflarının neredeyse tamamı maneviyatadır. Mesela: Takvaya, dürüstlüğe, ahlaka, cömertliğe, merhamete vs. Bunların üzerine varoluşunu bina eder.
Ahirzamanın Deccalî anlayışınınsa bir gözü kördür. Yani tek gözlüdür. O yüzden değer atıfları genelde 'tasarıma' yaslanır. Güçlü, güzel, zengin, başarılı, enerjik vs. kimlikler kaymağa yükselirler. Lakin buradan tasarımın da büsbütün önemsizleştirildiğini çıkarmayalım. Allah Hakîm'dir. Her işinde hikmetlidir. Dolayısıyla varoluşta hiçbirşey sanatsız değildir. Ancak asıl derinliğin 'mülk' değil 'melekût' kısmında olduğunu kavramak gerekir. Melekûtu kavranmayan şeyin vücudu da yarım müşahede edildiğinden manası eksik anlaşılır. Yahut hiç anlaşılmaz.
'Yarım kalmak' dedim. Aklıma Haşir Risalesi okumalarım geldi. Evet. Bu sıralar eseri tekrar tefekkür ederken farkediyorum ki: Bediüzzaman Hazretleri haşrin 'olmazsa olmazlığını' kainatın yarımlığına bina ediyor. Daha doğrusu 'biçim-içerik uyumsuzluğunu' haşrin gerekliliğine delil kılıyor. Nasıl? 10. Hakikat üzerinden örneklersem mesela diyor ki:
"Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?"
Sorularla açmaya çalışalım: 1) Kainatın 'biçimi' nasıl? el-Cevap: Bekasız, devamsız, sebatsız. 2) Peki kainatın 'içeriği' nasıl? el-Cevap: Bâhir, zahir, kahir, vâsi... Yani eserin içeriğine indiğinizde sonsuzluk işaretleri okuduğunuz halde biçimine döndüğünüzde muhataplığınız fanilikten haber veriyor. Eğer bu biçim yarımlığını içeriğe taşırsanız Allah'ı, hâşâ, birçok eksiklikle suçlamak zorunda kalacaksınız. Halbuki bu eksikliklere sahip olsa, hâşâ, kainatı bu intizamla yaratamayacak. Hatta hiçbir yokluğu varlığa çıkaramayacak. Zira yokluğun varlığa çıkması da ancak burada bahsedilen sonsuz hikmet, inayet, adalet ve merhametle mümkün. Tek bir atomun varlığı bile karşısında bir sonsuzluk istiyor.
Öyleyse, Allah içerikte kemal sıfatlara sahip olduğunun birçok delilini arzetmişken, biçimde neden aksini de gösterir(!) tezahürler yaratmaktadır? Sözgelimi: Zalim zulmünün cezasını görmeden ölmektedir. Mazlum hakkını almadan dünyadan ayrılmaktadır. Halbuki fizik, kimya, biyoloji vs. düzeyine indiğinizde biçimde de en ince hakların/adaletin gözetildiği bir düzen işlemektedir. Peki bu kafa karıştıran çelişki(!) kainata neden bırakılmıştır?
Arkadaşlar, Bediüzzaman'ın bu soruya cevabı gayet basittir, mâkuldür. Aklın gideceği tek yoldur. O da şudur: Tasarım eksik değildir. Müşahedemiz yarımdır. Melekûta dair çıkarımlarımız doğru. Fakat mülkte gördüğümüz kısım noksandır. Bunu şöyle bir temsille fehminize yaklaştırmak istiyorum: Çok iyi bir yazarın yeni romanının üçte birlik bölümünün elinize geçtiğini düşünün. Okuduğunuz kadarından sağlam bir müellifle muhatap olduğunuzu anlıyorsunuz. Cümleler kallavî, ifadeler yerinde, akış muhteşem. Fakat? Fakat roman ansızın kesiliyor. Olayların bazıları doğru yerlere bağlanmadan kalıyor. O zaman ne düşünürsünüz? A) Kitabın önceki kısmında yaptığımız çıkarımların aksine bu yazar aslında roman yazmaktan hiç anlamamaktadır. Hatta böyle bir yazar yoktur. Roman kendi kendine oluşmuştur. B) Elimizde romanın sadece bir kısmı vardır. Kitabın tamamını henüz görmemişizdir. Devamını da yaşadığımızda şahitliğimizdeki mülk eksiği tamamlanacaktır. Mülk-melekût, yani biçim-içerik, uyumu sağlanacaktır. Taşlar yerine oturacaktır. İşte, elhamdülillah, doğru tercih budur.
Yani bizim mülkte/biçimde eksiklik sandığımız şeyler aslında şahitliğimizin yarımlığından kaynaklanmaktadır. Manzaranın tamamını görecek kemale henüz erişmeyişimizdendir. Zamanı vardır. Mekanı vardır. İmtihan da buradadır. Bizim içim ‘gayb’ vardır. Gaybı olan eserin tamamını görmüyor demektir. (Gayba iman eden de "Eserin tamamını görmüyorum!" hakikatine ferasetle iman edendir.) Bu nedenle biçimle içerik arasındaki uyumu yakalayamaması normaldir. Evet. Onun sınandığı şey de belki budur: İçeriğe bakıp biçimin devamına iman etmek. Ve tek dünyalıların itikadını da bozan en çok budur: Biçimde kendi kısıtlılıklarınca gördükleri sorunları içeriğe de taşımak. Daha doğrusu: Kendi sınırlarını içeriğin de sınırları sanmak. Mahlukiyetten kaynaklanan eksiklerini hatta Allah tasavvurlarına kadar götürmek. Allah’ı insanlaştırmak. Kendi kayıtlarıyla onu da kayıtlı bellemek. Her neyse. Yazı giderek dallanıp budaklanıyor. Belki sizi de bıktırıyor. Bende de başka konulara girme isteği uyandırıyor. En iyisi burada bitireyim. Cenab-ı Hak el-Hâdî ismiyle bizi istikametimize hidayet eylesin. Âmin.
Eh, serde nurculuk var, herşey bizi Risale-i Nur'a götürüyor. Bu mevzu da beni 12. Söz'e götürdü. Okuyanlar bilirler. "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu metin benzer bir hakikatten bahseder:
"Bir zaman hem dindar hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.'"
Hikaye böyle başlar. Peki devamında neler olur? Atlamalar yaparak takip etmeyi sürdürelim:
"Feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı."
"Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."
Özet geçeyim: Her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim filozofun manayı ıskalamasından kızdı. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir."
Daha çabuk sonuca varmak isteyenler içinse anamesaj şu satırlarda saklıdır sanki:
"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..."
Evet. Anladınız. Mürşidim hikmet-i fenniyeyi (yani günümüz seküler bilimlerini) biçime saplanıp kalmakla itham ediyor. Onları, içeriğe değer vermemekle, hatta düpedüz anlamamakla, suçluyor. Kainata bakışları yüzeysel olduğu için de ürettikleri malumat manaya dair birşey söylemiyor. "Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır." Hikmet-i Kur'aniye ise okumalarında bir 'içerik' derinliğine sahip. Tasarımı inkâr etmemekle birlikte aslolanın 'anlam' olduğunun farkında. Bu yüzden okumasında isabet ediyor: "(...) nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."
Varlıktaki sanatın içeriği nedir peki? Onu da yine mürşidimin şu cümlelerinde özetlenmiş buluyoruz:
"Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlâhiyeye istinad eder. Hatta muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir. Hatta birtek zîhayat şeyde yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir."
Kendimizi felsefenin dar kalıplarına sıkıştırmayalım arkadaşım. Fakat şu kadarcık dersimizi de alalım: Müslümanlar da 'yalnızca biçimi var diye' birşeyin sanat eseri olduğuna inanmazlar. Ya? Biçimle birlikte manidar bir içeriğinde bulunması gerekir. Hatta içeriğin anlamı çoğu zaman biçimin de önüne geçer. Bu nedenle İslam 'kalıp' değil 'gönül' dinidir. ‘Bedene’ değil ‘ruha’ bakar. 'Ne adına' olduğu 'ne olduğunun' önündedir. Yahut hadiste buyrulduğu gibi: "Ameller niyetlere göredir." Bu dinin değer atıflarının neredeyse tamamı maneviyatadır. Mesela: Takvaya, dürüstlüğe, ahlaka, cömertliğe, merhamete vs. Bunların üzerine varoluşunu bina eder.
Ahirzamanın Deccalî anlayışınınsa bir gözü kördür. Yani tek gözlüdür. O yüzden değer atıfları genelde 'tasarıma' yaslanır. Güçlü, güzel, zengin, başarılı, enerjik vs. kimlikler kaymağa yükselirler. Lakin buradan tasarımın da büsbütün önemsizleştirildiğini çıkarmayalım. Allah Hakîm'dir. Her işinde hikmetlidir. Dolayısıyla varoluşta hiçbirşey sanatsız değildir. Ancak asıl derinliğin 'mülk' değil 'melekût' kısmında olduğunu kavramak gerekir. Melekûtu kavranmayan şeyin vücudu da yarım müşahede edildiğinden manası eksik anlaşılır. Yahut hiç anlaşılmaz.
'Yarım kalmak' dedim. Aklıma Haşir Risalesi okumalarım geldi. Evet. Bu sıralar eseri tekrar tefekkür ederken farkediyorum ki: Bediüzzaman Hazretleri haşrin 'olmazsa olmazlığını' kainatın yarımlığına bina ediyor. Daha doğrusu 'biçim-içerik uyumsuzluğunu' haşrin gerekliliğine delil kılıyor. Nasıl? 10. Hakikat üzerinden örneklersem mesela diyor ki:
"Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?"
Sorularla açmaya çalışalım: 1) Kainatın 'biçimi' nasıl? el-Cevap: Bekasız, devamsız, sebatsız. 2) Peki kainatın 'içeriği' nasıl? el-Cevap: Bâhir, zahir, kahir, vâsi... Yani eserin içeriğine indiğinizde sonsuzluk işaretleri okuduğunuz halde biçimine döndüğünüzde muhataplığınız fanilikten haber veriyor. Eğer bu biçim yarımlığını içeriğe taşırsanız Allah'ı, hâşâ, birçok eksiklikle suçlamak zorunda kalacaksınız. Halbuki bu eksikliklere sahip olsa, hâşâ, kainatı bu intizamla yaratamayacak. Hatta hiçbir yokluğu varlığa çıkaramayacak. Zira yokluğun varlığa çıkması da ancak burada bahsedilen sonsuz hikmet, inayet, adalet ve merhametle mümkün. Tek bir atomun varlığı bile karşısında bir sonsuzluk istiyor.
Öyleyse, Allah içerikte kemal sıfatlara sahip olduğunun birçok delilini arzetmişken, biçimde neden aksini de gösterir(!) tezahürler yaratmaktadır? Sözgelimi: Zalim zulmünün cezasını görmeden ölmektedir. Mazlum hakkını almadan dünyadan ayrılmaktadır. Halbuki fizik, kimya, biyoloji vs. düzeyine indiğinizde biçimde de en ince hakların/adaletin gözetildiği bir düzen işlemektedir. Peki bu kafa karıştıran çelişki(!) kainata neden bırakılmıştır?
Arkadaşlar, Bediüzzaman'ın bu soruya cevabı gayet basittir, mâkuldür. Aklın gideceği tek yoldur. O da şudur: Tasarım eksik değildir. Müşahedemiz yarımdır. Melekûta dair çıkarımlarımız doğru. Fakat mülkte gördüğümüz kısım noksandır. Bunu şöyle bir temsille fehminize yaklaştırmak istiyorum: Çok iyi bir yazarın yeni romanının üçte birlik bölümünün elinize geçtiğini düşünün. Okuduğunuz kadarından sağlam bir müellifle muhatap olduğunuzu anlıyorsunuz. Cümleler kallavî, ifadeler yerinde, akış muhteşem. Fakat? Fakat roman ansızın kesiliyor. Olayların bazıları doğru yerlere bağlanmadan kalıyor. O zaman ne düşünürsünüz? A) Kitabın önceki kısmında yaptığımız çıkarımların aksine bu yazar aslında roman yazmaktan hiç anlamamaktadır. Hatta böyle bir yazar yoktur. Roman kendi kendine oluşmuştur. B) Elimizde romanın sadece bir kısmı vardır. Kitabın tamamını henüz görmemişizdir. Devamını da yaşadığımızda şahitliğimizdeki mülk eksiği tamamlanacaktır. Mülk-melekût, yani biçim-içerik, uyumu sağlanacaktır. Taşlar yerine oturacaktır. İşte, elhamdülillah, doğru tercih budur.
Yani bizim mülkte/biçimde eksiklik sandığımız şeyler aslında şahitliğimizin yarımlığından kaynaklanmaktadır. Manzaranın tamamını görecek kemale henüz erişmeyişimizdendir. Zamanı vardır. Mekanı vardır. İmtihan da buradadır. Bizim içim ‘gayb’ vardır. Gaybı olan eserin tamamını görmüyor demektir. (Gayba iman eden de "Eserin tamamını görmüyorum!" hakikatine ferasetle iman edendir.) Bu nedenle biçimle içerik arasındaki uyumu yakalayamaması normaldir. Evet. Onun sınandığı şey de belki budur: İçeriğe bakıp biçimin devamına iman etmek. Ve tek dünyalıların itikadını da bozan en çok budur: Biçimde kendi kısıtlılıklarınca gördükleri sorunları içeriğe de taşımak. Daha doğrusu: Kendi sınırlarını içeriğin de sınırları sanmak. Mahlukiyetten kaynaklanan eksiklerini hatta Allah tasavvurlarına kadar götürmek. Allah’ı insanlaştırmak. Kendi kayıtlarıyla onu da kayıtlı bellemek. Her neyse. Yazı giderek dallanıp budaklanıyor. Belki sizi de bıktırıyor. Bende de başka konulara girme isteği uyandırıyor. En iyisi burada bitireyim. Cenab-ı Hak el-Hâdî ismiyle bizi istikametimize hidayet eylesin. Âmin.
31 Mayıs 2020 Pazar
Bilimadamları neden müslüman olmuyor?
"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasten görürsün." Barla Lahikası'ndan.
Simon Garfield Türkçeye 'Tam Benim Tipim' başlığıyla çevrilen eserinin bir yerinde diyor ki: "En iyi font okunurken farkedilmeyen fonttur." Bununla kastettiği aslında şu: İyi bir yazı karakteri okuyucusunu kendisiyle meşgul etmez. Şeffaf bir nesne gibi ardındaki manaya yönlendirir. Eğer, bir metni okurken fontunun da detaylarını farkediyorsanız, 'manaya perde olmaya başlamış' demektir. 'Dikkat dağıtıyor' demektir. 'Araçken aslın yerine oynuyor' demektir. Benzer birşeyi teknoloji tasarımcıları da söylerler. Onlara göre de en iyi tasarım 'kullanıcıların acabalarını en aza indiren tasarım'dır. Yani, yeni bir tüketici, aldığı ürün hakkında ne sıklıkta 'ne/nasıl oluyor?' sorunları yaşıyorsa-soruyorsa, tasarımın başarısı o ölçüde azalır.
Oyunlarsa böyle değildir. Gölge oyunlarını düşünelim mesela. Oynatıcı kendisini unutturduğu ölçüde başarılı olur onlarda. Bu nedenle asla perdesiz oynamaz. Kendisini göze vermez. Işık yalnız Karagöz ile Hacivat'ın görülmesini sağlayacak, ama elinden geldiğince oynatıcıyı göstermeyecek, şekilde ayarlanmıştır. Kuklacılık da böyledir. Hatta tiyatral bütün faaliyetler bir ölçüde 'perde arkasına körelme çabaları'dır. Bile-isteye aldanmalardır.
Eğer bir seyirciyseniz, dekor değişimi zamanı geldiğinde sahne ışıklarının sönmesine, perdelerin kapanmasına sevinirsiniz. Çünkü yaşanılanın kurgu olduğunu unutturur bu size. Aldanmak isteyen yanlarınızı aldatır. Evet. Sahi. İnsanın aldanmak isteyen yanları da vardır. Herşeyin bir oyun olduğunu bildiği halde, üstünün örtülmesini, elden geldiğince 'mış gibi' yapılmasını arzular. Yapıldığı ölçüde takdir eder. Yapılamadığı ölçüde aldatılamayışına kızar. Tuhaftır: İnsan, isteksizken aldatıldığına kızdığı gibi, istediği kadar/zaman aldanamayışına da kızar. Yüzünde beş kat boyayla dünya güzeli sandığını makyajsız görünce rahatsızlık hisseder.
Bunları yazarken, arkadaşım, aklımda Ankebût sûresinin bir ayeti vardı. Kısa bir meali de şöyledir: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir. Halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Sûreye de adını veren kırkbirinci ayettir bu. İtiraf edeyim: Cenab-ı Hakkın 'kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini' çok düşünmüşümdür. Peki. Tamam. Kabul ediyorum: Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de sığındıkları... Eyvallah. Amenna. Fakat hakikati yalnız bu kadarmış gibi gelmiyordu bu teşbihin bana. Fazlasını da sezdiriyordu. Düşündürüyordu.
Youtube'dan bir örümceğin ağ yapışını izledim sonraları. Hakkını verdim: Örümcek gerçekten büyük emek harcıyor. Saatler sürüyor belki de dantelini örmesi. Maşaallah. Gayet albenili de birşey oluyor eseri. Ancak, tıpkı demagojiler gibi, altı boş kalan bir emek bu. Temelsiz. Sütunsuz. Sistemindeki zayıflık nedeniyle güçlü değil. Öyle ya. Örümcekler birşeylerin arasını/boşluklarını mümkün mertebe şeffaf bir örtüyle kapatarak evleniyorlar. O örtüyü 'göremeyecek kadar zayıf dikkatleri' ve 'kaçamayacak kadar zayıf nefisleri' avlayabiliyorlar.
Küfrün demagojisi bundan farklı mı? O da ancak örtüsünü aşamayanları avlayabilecek bir imkana sahip. Güçlüleri tutamıyor. İbrahim aleyhisselamın Nemrut'u, Musa aleyhisselamın Firavun'u ve Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, tevhid hakikatinin izahları en sarsılmaz sanılan tahtları/bahtları dahi yerinden edebiliyor.
Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kıvamında bir müdahaleyle dağılmaya muntazırdır. Örümcek, ne kadar çabalarsa çabalasın, yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. "Bir dane-i sıdk bir harman yalanı yakar." Fakat belki, tıpkı o mübarek hicrette yaşandığı gibi, fehmi gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir. Aleyhissalatuvesselamın ay parçası yüzüne tül olup şeytan gözlülere göstermeyebilir. Hem, bir düşünsene arkadaşım, belki şeytan da bu yüzden vardır: Örtü/oyun âşıkları cennete giremesin diye. Nihayetinde dünya hayatı, aldanmak isteyenleri oyun-oyalanma olup aldatır, aldanmak istemeyenleri ayet olup uyandırır.
Bediüzzaman'ın sebeplerin yaratılış hikmetlerinden birisi de 'perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında' diyerek tarif ediyor. Ancak hemen arkasını şöyle tamamlıyor: 'ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...' Neden yarım bırakıyoruz? İfadeleri tam alıntılayalım: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden." Yani şu âlemin tasarımının iki vechi de var: 1) Arkasına bakmak isteyenler için kendisini unutturacak kadar bir göstericilik içeriyor. 2) Önüne konsantre olanlar için arkasını unutturacak kadar perde bulunduruyor. Dünya hayatı bu şekilde 'imtihan' oluyor.
Derinlik isteyene dalabileceğince derinlik, yüzey isteyene kanabileceğince yüzey, okyanusun yapısı böyle. Sen de bunu bilmez gibi bazen bana soruyorsun: "Bilimadamları bu kadar zeki oldukları halde neden ateist oluyorlar?" Halbuki yüzeyin zekası derinliğin irfanı türünden değildir ki. Sana Tom ve Jerry'nin yaptıklarını saatlerce anlatabilecek olan çocuğun/yeğenin o çizgifilmin perde arkasına dair ne tür bir bilgiye sahiptir? Evet. Oyunu isteyen oyunun bilgisine erer arkadaşım. Manayı isteyense tasarımı araçsallaştırır. Talibi istediğini alır.
Simon Garfield Türkçeye 'Tam Benim Tipim' başlığıyla çevrilen eserinin bir yerinde diyor ki: "En iyi font okunurken farkedilmeyen fonttur." Bununla kastettiği aslında şu: İyi bir yazı karakteri okuyucusunu kendisiyle meşgul etmez. Şeffaf bir nesne gibi ardındaki manaya yönlendirir. Eğer, bir metni okurken fontunun da detaylarını farkediyorsanız, 'manaya perde olmaya başlamış' demektir. 'Dikkat dağıtıyor' demektir. 'Araçken aslın yerine oynuyor' demektir. Benzer birşeyi teknoloji tasarımcıları da söylerler. Onlara göre de en iyi tasarım 'kullanıcıların acabalarını en aza indiren tasarım'dır. Yani, yeni bir tüketici, aldığı ürün hakkında ne sıklıkta 'ne/nasıl oluyor?' sorunları yaşıyorsa-soruyorsa, tasarımın başarısı o ölçüde azalır.
Oyunlarsa böyle değildir. Gölge oyunlarını düşünelim mesela. Oynatıcı kendisini unutturduğu ölçüde başarılı olur onlarda. Bu nedenle asla perdesiz oynamaz. Kendisini göze vermez. Işık yalnız Karagöz ile Hacivat'ın görülmesini sağlayacak, ama elinden geldiğince oynatıcıyı göstermeyecek, şekilde ayarlanmıştır. Kuklacılık da böyledir. Hatta tiyatral bütün faaliyetler bir ölçüde 'perde arkasına körelme çabaları'dır. Bile-isteye aldanmalardır.
Eğer bir seyirciyseniz, dekor değişimi zamanı geldiğinde sahne ışıklarının sönmesine, perdelerin kapanmasına sevinirsiniz. Çünkü yaşanılanın kurgu olduğunu unutturur bu size. Aldanmak isteyen yanlarınızı aldatır. Evet. Sahi. İnsanın aldanmak isteyen yanları da vardır. Herşeyin bir oyun olduğunu bildiği halde, üstünün örtülmesini, elden geldiğince 'mış gibi' yapılmasını arzular. Yapıldığı ölçüde takdir eder. Yapılamadığı ölçüde aldatılamayışına kızar. Tuhaftır: İnsan, isteksizken aldatıldığına kızdığı gibi, istediği kadar/zaman aldanamayışına da kızar. Yüzünde beş kat boyayla dünya güzeli sandığını makyajsız görünce rahatsızlık hisseder.
Bunları yazarken, arkadaşım, aklımda Ankebût sûresinin bir ayeti vardı. Kısa bir meali de şöyledir: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir. Halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Sûreye de adını veren kırkbirinci ayettir bu. İtiraf edeyim: Cenab-ı Hakkın 'kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini' çok düşünmüşümdür. Peki. Tamam. Kabul ediyorum: Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de sığındıkları... Eyvallah. Amenna. Fakat hakikati yalnız bu kadarmış gibi gelmiyordu bu teşbihin bana. Fazlasını da sezdiriyordu. Düşündürüyordu.
Youtube'dan bir örümceğin ağ yapışını izledim sonraları. Hakkını verdim: Örümcek gerçekten büyük emek harcıyor. Saatler sürüyor belki de dantelini örmesi. Maşaallah. Gayet albenili de birşey oluyor eseri. Ancak, tıpkı demagojiler gibi, altı boş kalan bir emek bu. Temelsiz. Sütunsuz. Sistemindeki zayıflık nedeniyle güçlü değil. Öyle ya. Örümcekler birşeylerin arasını/boşluklarını mümkün mertebe şeffaf bir örtüyle kapatarak evleniyorlar. O örtüyü 'göremeyecek kadar zayıf dikkatleri' ve 'kaçamayacak kadar zayıf nefisleri' avlayabiliyorlar.
Küfrün demagojisi bundan farklı mı? O da ancak örtüsünü aşamayanları avlayabilecek bir imkana sahip. Güçlüleri tutamıyor. İbrahim aleyhisselamın Nemrut'u, Musa aleyhisselamın Firavun'u ve Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, tevhid hakikatinin izahları en sarsılmaz sanılan tahtları/bahtları dahi yerinden edebiliyor.
Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kıvamında bir müdahaleyle dağılmaya muntazırdır. Örümcek, ne kadar çabalarsa çabalasın, yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. "Bir dane-i sıdk bir harman yalanı yakar." Fakat belki, tıpkı o mübarek hicrette yaşandığı gibi, fehmi gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir. Aleyhissalatuvesselamın ay parçası yüzüne tül olup şeytan gözlülere göstermeyebilir. Hem, bir düşünsene arkadaşım, belki şeytan da bu yüzden vardır: Örtü/oyun âşıkları cennete giremesin diye. Nihayetinde dünya hayatı, aldanmak isteyenleri oyun-oyalanma olup aldatır, aldanmak istemeyenleri ayet olup uyandırır.
Bediüzzaman'ın sebeplerin yaratılış hikmetlerinden birisi de 'perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında' diyerek tarif ediyor. Ancak hemen arkasını şöyle tamamlıyor: 'ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...' Neden yarım bırakıyoruz? İfadeleri tam alıntılayalım: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden." Yani şu âlemin tasarımının iki vechi de var: 1) Arkasına bakmak isteyenler için kendisini unutturacak kadar bir göstericilik içeriyor. 2) Önüne konsantre olanlar için arkasını unutturacak kadar perde bulunduruyor. Dünya hayatı bu şekilde 'imtihan' oluyor.
Derinlik isteyene dalabileceğince derinlik, yüzey isteyene kanabileceğince yüzey, okyanusun yapısı böyle. Sen de bunu bilmez gibi bazen bana soruyorsun: "Bilimadamları bu kadar zeki oldukları halde neden ateist oluyorlar?" Halbuki yüzeyin zekası derinliğin irfanı türünden değildir ki. Sana Tom ve Jerry'nin yaptıklarını saatlerce anlatabilecek olan çocuğun/yeğenin o çizgifilmin perde arkasına dair ne tür bir bilgiye sahiptir? Evet. Oyunu isteyen oyunun bilgisine erer arkadaşım. Manayı isteyense tasarımı araçsallaştırır. Talibi istediğini alır.
17 Temmuz 2017 Pazartesi
Kısa sûrelerin bir editöre hatırlattıkları...
Ben bir insanım. (Bu kesin bilgi.) Birazcık da yazarım. (Bu o kadar kesin değil.) Birazcık da editörüm. (Bu bir önceki kadar bile kesin değil.) Metinlerle olan mesaimden dolayı onlara dair bazı hassasiyetler geliştirdiğimi düşünüyorum. Mesela: Metinlerde vurguyu kullanmamızın en büyük sebebinin 'azı çoğa galip kılmak' olduğunu zannederim. Biraz açayım: Bir kitabı elinize aldığınızda ilk açılan yeri neresidir? Ayraç konulan sayfa. (Ayraç bir vurgudur.) O sayfayı açar açmaz gözünüze ilk çarpan yer neresidir? Büyük harflerle yazılan başlık. (Başlık bir vurgudur.) Sonrasında neyi farkedersiniz peki? Kalın harflerle yazılan kelimeler. (Bold yazım bir vurgudur.) Onlardan sonra dikkatiniz neler çeker? İtalikle yazılan cümleler. (İtalikle yazmak bir vurgudur.) Peki daha sonra? Eğer metinde bunlardan başka/farklı vurgulayışlar yoksa artık normal metni farketmeye başlarsınız. İşte, vurgu, azı çoğa bu şekilde galip kılar.
Peki yazarlar, editörler veya tasarımcılar böylesi vurgulamaları neden yaparlar? Tecrübeme dayanarak ifade edersem: Vurgulanan azın çoğa göre bir üstünlüğü vardır. Bu öyle bir üstünlüktür ki, metnin bütününü değerden düşüremez, ama kendisinin de önemini ifade eder. Bir kitap sadece içindeki bold/kalın metinler için alınmaz. Salt onlar için okunmaz. Salt onlar da okunmaz. Salt onlar okunursa belki hiçbirinden tastamam ders de alınmaz. Fakat metinler de ancak bu vurgularla tamam olur. Peki vurgular neler içerir? Ya metnin bir özetini içerir. (Özetleme vurgusu.) Ya metnin asıl söylemek istediği şeyi ifade eder. (Tema vurgusu.) Ya metin okunurken kaçırılmaması gereken bir ayrıntıya dairdir. (Detay vurgusu.) Yahut da... Aman, uzatmayayım, neticede hepsi aynı noktaya çıkacak. Birşeye yapılan vurgunun amacının, o şeyin, metnin geneline bakarken ifade ettiği değerin 'gözden kaçırılmaması gereken birşey olduğunu' anlayacağız her çeşidinden.
Peki, bu insanî metinlerde böyledir de, vahiyde nasıldır? İşte mürşidim bu bahiste bize aydınlatıcı şeyler söylüyor: "Üslûb-u Kur'ân'ın o kadar acip bir cem'iyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur'ânîyi içine alır. Birtek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'ân'dır. İşte şu i'cazkârâne îcazdan, büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kur'ân'a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur'ân'ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur'ân'dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur'ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ Kur'ân Fâtiha'da, Fâtiha dahi Besmelede münderiç olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate burhan ise ehl-i tahkikin icmâıdır."
Besmele'nin 'nasıl bitmez tükenmez bir hazine' olduğunu anlamak isteyen, eğer Risale-i Nur külliyatındaki ilgili kısımlarla tatmin olmazsa, Elmalılı Hamdi Yazır merhumun Hak Dini Kur'an Dili eserindeki Besmele bölümüne bakabilir. Hazretin o kitapta nasıl sayfalarca Besmele'yi izah ettiğini okuyabilir.
Fakat ben sizinle bugün 'vurgu' bahsi üzerinden 'kısa sûrelerin varlık hikmeti'ne dair kalbime gelen birşeyi paylaşmak istiyorum. Esad Coşan Hocaefendinin (k.s.) bir Ramuzu'l-Ehadis dersini dinlerken uyandım. Allahu'l-A'lem. Kısa sûrelerin faziletini anlatan ehadis-i Nebevîye'nin böyle bir vechi de olabilir: Derste aktarılan hadiste onlar geçtiği için onları örnek vereyim.
Zilzal ve Kafirûn sûresi gibi kısa sûrelerin "Kur'an'ın üçtebiri" veya "dörttebiri" gibi sevaplı olduğunun haber verilmesi, onlarda vurgulanan esasların "Kur'an'ın üçtebirinde" veya "dörttebirinde" anlatılan hakikatler olduğuna işaret ediliyor olabilir. Yani; hangi sûre Kur'an'ın ne kadarı kadar sevaplıysa, onun kısalığı içinde vurguladığı hakikat de Kur'an'ın o kadarı içinde anlatılan bir hakikat. Özetlemesi o şiddette bir özetleme. Vurgusu o değerde bir vurgu. Öğrettiği detay o değerde bir detay. Hatırlattığı tema o değerde bir tema.
Mesela: Kafirûn sûresinin bize öğrettiği "Sizin dininiz size benimkisi banadır!" izzetli duruşu Kur'an'ın dörttebirinde bize öğretilen bir duruş olduğu için onun öğretişi bu kadar ayetin sevabıyla mükafatlandırılıyor. Tabir-i caizse, ihtar ediliyor ki, "Sen bu küçük sûredeki hakikati tam anlayarak okudun, işte, Kur'an'ın dörttebirinde sana öğretilen duruşu kavrandın." Zilzal sûresi yine öyle. Onda ders verilen ahiretin hakikatini kavrayan da Kur'an'ın üçtebirini kavramıştır. Çünkü Kur'an'ın üçtebiri de tüm boyutlarıyla ahireti anlatır.
Cümlelerim alınacak mal gibi durmazsa işaret ettiklerini alın. İfadelerimi dikkatle seçmeye çalışarak toparlarsam: Cenab-ı Hakkın rızası onun varlıktaki vurgusudur. Rızasının vurgu tonunu ise, bize, o şeye dair ayetlerde ve hadislerde haber verilen sevap miktarı söyler. Bir amel ne kadar sevaplıysa ondaki rıza vurgusu o kadar fazladır. Rıza vurgusu da bizler için sadece bir mükafat ifadesi değildir. Bir yazarın okurunun kaçırmamasını dilediği yerlere, ona bir çeşit yardım ve kolaylık olsun diye, metninde dikkat çekişi gibidir. Oraya dikkatle bakıldığında alınacak olanın ziyadeliğidir vurgunun sebebi. Biz kusurlu insanlar metinlerimizde bunu küçük matbaa hileleri ile yapmaya çalışırız. Cenab-ı Hak, şan-ı Rahmetine yakışır şekilde, rızasından haber vererek yapar. Bizi bu şekilde o metinleri daha sık, daha özenli, daha dikkatli, daha mütefekkirane okumaya sevkeder. Ne güzeldir ikramı Onun! İkramının içine ikram sarılmıştır. Onun içine ise ikram. Onun içineyse yine ikram. Allah bizi şu ikramlarından ayırmasın. Âmin.
Peki yazarlar, editörler veya tasarımcılar böylesi vurgulamaları neden yaparlar? Tecrübeme dayanarak ifade edersem: Vurgulanan azın çoğa göre bir üstünlüğü vardır. Bu öyle bir üstünlüktür ki, metnin bütününü değerden düşüremez, ama kendisinin de önemini ifade eder. Bir kitap sadece içindeki bold/kalın metinler için alınmaz. Salt onlar için okunmaz. Salt onlar da okunmaz. Salt onlar okunursa belki hiçbirinden tastamam ders de alınmaz. Fakat metinler de ancak bu vurgularla tamam olur. Peki vurgular neler içerir? Ya metnin bir özetini içerir. (Özetleme vurgusu.) Ya metnin asıl söylemek istediği şeyi ifade eder. (Tema vurgusu.) Ya metin okunurken kaçırılmaması gereken bir ayrıntıya dairdir. (Detay vurgusu.) Yahut da... Aman, uzatmayayım, neticede hepsi aynı noktaya çıkacak. Birşeye yapılan vurgunun amacının, o şeyin, metnin geneline bakarken ifade ettiği değerin 'gözden kaçırılmaması gereken birşey olduğunu' anlayacağız her çeşidinden.
Peki, bu insanî metinlerde böyledir de, vahiyde nasıldır? İşte mürşidim bu bahiste bize aydınlatıcı şeyler söylüyor: "Üslûb-u Kur'ân'ın o kadar acip bir cem'iyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur'ânîyi içine alır. Birtek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'ân'dır. İşte şu i'cazkârâne îcazdan, büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kur'ân'a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur'ân'ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur'ân'dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur'ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ Kur'ân Fâtiha'da, Fâtiha dahi Besmelede münderiç olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate burhan ise ehl-i tahkikin icmâıdır."
Besmele'nin 'nasıl bitmez tükenmez bir hazine' olduğunu anlamak isteyen, eğer Risale-i Nur külliyatındaki ilgili kısımlarla tatmin olmazsa, Elmalılı Hamdi Yazır merhumun Hak Dini Kur'an Dili eserindeki Besmele bölümüne bakabilir. Hazretin o kitapta nasıl sayfalarca Besmele'yi izah ettiğini okuyabilir.
Fakat ben sizinle bugün 'vurgu' bahsi üzerinden 'kısa sûrelerin varlık hikmeti'ne dair kalbime gelen birşeyi paylaşmak istiyorum. Esad Coşan Hocaefendinin (k.s.) bir Ramuzu'l-Ehadis dersini dinlerken uyandım. Allahu'l-A'lem. Kısa sûrelerin faziletini anlatan ehadis-i Nebevîye'nin böyle bir vechi de olabilir: Derste aktarılan hadiste onlar geçtiği için onları örnek vereyim.
Zilzal ve Kafirûn sûresi gibi kısa sûrelerin "Kur'an'ın üçtebiri" veya "dörttebiri" gibi sevaplı olduğunun haber verilmesi, onlarda vurgulanan esasların "Kur'an'ın üçtebirinde" veya "dörttebirinde" anlatılan hakikatler olduğuna işaret ediliyor olabilir. Yani; hangi sûre Kur'an'ın ne kadarı kadar sevaplıysa, onun kısalığı içinde vurguladığı hakikat de Kur'an'ın o kadarı içinde anlatılan bir hakikat. Özetlemesi o şiddette bir özetleme. Vurgusu o değerde bir vurgu. Öğrettiği detay o değerde bir detay. Hatırlattığı tema o değerde bir tema.
Mesela: Kafirûn sûresinin bize öğrettiği "Sizin dininiz size benimkisi banadır!" izzetli duruşu Kur'an'ın dörttebirinde bize öğretilen bir duruş olduğu için onun öğretişi bu kadar ayetin sevabıyla mükafatlandırılıyor. Tabir-i caizse, ihtar ediliyor ki, "Sen bu küçük sûredeki hakikati tam anlayarak okudun, işte, Kur'an'ın dörttebirinde sana öğretilen duruşu kavrandın." Zilzal sûresi yine öyle. Onda ders verilen ahiretin hakikatini kavrayan da Kur'an'ın üçtebirini kavramıştır. Çünkü Kur'an'ın üçtebiri de tüm boyutlarıyla ahireti anlatır.
Cümlelerim alınacak mal gibi durmazsa işaret ettiklerini alın. İfadelerimi dikkatle seçmeye çalışarak toparlarsam: Cenab-ı Hakkın rızası onun varlıktaki vurgusudur. Rızasının vurgu tonunu ise, bize, o şeye dair ayetlerde ve hadislerde haber verilen sevap miktarı söyler. Bir amel ne kadar sevaplıysa ondaki rıza vurgusu o kadar fazladır. Rıza vurgusu da bizler için sadece bir mükafat ifadesi değildir. Bir yazarın okurunun kaçırmamasını dilediği yerlere, ona bir çeşit yardım ve kolaylık olsun diye, metninde dikkat çekişi gibidir. Oraya dikkatle bakıldığında alınacak olanın ziyadeliğidir vurgunun sebebi. Biz kusurlu insanlar metinlerimizde bunu küçük matbaa hileleri ile yapmaya çalışırız. Cenab-ı Hak, şan-ı Rahmetine yakışır şekilde, rızasından haber vererek yapar. Bizi bu şekilde o metinleri daha sık, daha özenli, daha dikkatli, daha mütefekkirane okumaya sevkeder. Ne güzeldir ikramı Onun! İkramının içine ikram sarılmıştır. Onun içine ise ikram. Onun içineyse yine ikram. Allah bizi şu ikramlarından ayırmasın. Âmin.
7 Nisan 2017 Cuma
Bilgisayar aslında kimin?
Yaptığımız herşeyin kararını beynimiz vermiyor. Evet, 'refleks' tabir edilen bir yapışımız daha var ki, bunların karar yeri beyin değil. Omurilikten gelen emirlerle bedenimiz hareket ediyor. Bu, hem verilen kararların daha hızlı uygulanmasını sağlıyor, hem de beynin yükünü azaltıyor. Dizinize bir çekiçle hafifçe vurulduğunda verdiğiniz tepki veya yakıcı birşeye temas anında yaptığınız ani hareket reflekse güzel birer örnek.
Ancak iş bu kadarla da sınırlı değil. Kararları beyinde verildiği halde (en azından bilim şimdilik böyle söylüyor) şuurumuza taalluk etmeyen şeyler de var. Bedenimizin işleyişi sırasında öyle şeyler yaşanıyor ki, bunların bir yerden yönetildiğini biliyoruz, ama kimin yönettiğini bilmiyoruz. Dikkatimiz çekildiğinde "Ha, evet, oluyor öyle şeyler!" desek de genel manada yaşananların farkında değiliz. Nefes alıp verişimiz mesela. Bunun yönetimimizde birşey olduğunu söyleyebilir miyiz? Dahil olduğumuzda nefesimizi kontrol edebiliyoruz. Ama daldığımızda? Ama geceleri? Ama uyurken? Peki kalbimizin atışı? Böbreklerimizin işleyişi? Karaciğerimizin çalışması? Biz onları unuttuğumuzda kim onları unutmuyor?
İnsan sarayının idaresi pek şaşırtıcı. Bazen, sahip olduğumuz irade yetkisine rağmen, yaşananların seyircisi olduğumuzu düşünüyorum. Yani şahitlikten ötesi silik. Var ama pek zayıf. Hatta onun da bir kısmı yine fıtratın etkisi altında. (Fıtrat kaderin hayatımıza dokunduğu yerdir.) Neden bir insanın canı çöp yemek istemez? Neden leş hepimiz için pistir? Neden gideceğimiz yere yuvarlanarak gitmiyoruz? Neden böylesi şeyler hepimize aynı derecede 'yanlış' geliyor? İrademizin kısıtlılığı buralarda daha net görünüyor. Biz 'kalıplar içerisinde seçebilen' canlılarız. Varolmadan öncemizi belirleyemediğimiz gibi varlıkla getirdiğimiz kayıtları da seçimlerimiz sırasında gözetiyoruz. Bize bırakılan seçim alanı tüm bu kalıpların ve kayıtların içinde.
İrademiz bu kayıtlara sahip olduğu gibi şuurumuz da öyle. Bu aslında biraz da 'yaratıcılık' ve 'şahitlik' arasındaki o kapanmaz mesafenin getirisi. Yaratan yarattığının her detayını bilmek ve irade etmek zorundadır. Şahit ise bu yükleri tastamam taşımak zorunda değildir. Bir evin sahibi olmakla misafiri olmak aynı şey değildir. Bir malın emanetçisi olmakla sahibi olmak aynı şey değildir.
Bir fabrikanın patronu olmakla orayı dolaşmaya gelmiş bir meraklı olmak aynı değildir. Aslında sahip olmak büyük ölçüde kontrol etmektir. Sahip olan, sahip olduğunun her detayını bildiği (ilim), değişimlerini irade edebildiği (irade), ihtiyaçlarını karşılayabildiği (rububiyet) ve yaratabildiği (kudret) ölçüde o şeyin sahibidir. Zaman zaman onda sınırlı tasarruflarda bulunabilmeyle onun her anının bilicisi, idarecisi veya devam ettiricisi olmak arasında farklar vardır. Esas sahiplik ikincisidir. Birincisi sadece emanetçiliktir.
Kusurlu bir örnekle birazcık açayım: Evinizdeki bilgisayarın sahibi sizsiniz öyle değil mi? Bir komşunuz küçük bir iş için onu kullansa, bu, onu bilgisayarın sahibi kılar mı? Hayır. Çünkü zamana yayılan varlığında bilgisayarın yönetimi daha çok size aittir. Elektriğini siz sağlarsınız. Bozulursa tamire siz götürürsünüz. Lazım olan programları siz yükler veya kaldırırsınız. Zaten parayı verip alan da sizsiniz. Komşunuz bilgisayarın varlığına bu şekilde dahil olmamıştır.
Buraya kadar tartıştığımız birşey yok. Tamam. Ama devam edelim: Peki, o bilgisayarı üreten firma mı o bilgisayara daha sahiptir, yoksa siz mi? Bu soruyla işler karışıyor. Çünkü, o bilgisayarın, bozulsa tamir edemeyeceğiniz ve hatta nasıl çalıştığını dahi bilmediğiniz öyle detayları vardır ki, bu detayları ancak üretici firma kuşatabilir. Bilebilir, irade edebilir ve yapabilir. Bu da ona o bilgisayarın üzerine 'markasını vurma' hakkı verir. Siz bir firmadan bilgisayar aldığınızda aslında sadece kiracısı olursunuz. Kısıtlı bir kullanım hakkı kazanırsınız. Kendi markanızı üzerine vuramazsınız. Kendi üretiminiz gibi yapamazsınız. Pazara koysanız da yine asıl ustasına nisbet edilir. "Filanca marka!" denilir.
Peki, o bilgisayarda kullanılan 'şey'lerin yaratılışı? Demirin, bakırın, nikelin, plastiğin, kömürün, camın vs... yaratılışı? O bilgisayarı yapan mühendislerin, tasarımcıların, işçilerin yaratılışı? O mühendislerin, tasarımcıların ve işçilerin hayatta kalmasını sağlayacak bir evrenin yaratılışı?
Bunlara da o firma kadir değildir. O halde son mertebede şu bilgisayarın sahibi kim olur? Mülkü kimde kalır? İşte, biz, bu yüzden Cenab-ı Hakka Malik-i Hakiki diyoruz. Zira diğer bütün gölge sahipler yaratışın bir dönemine şahitlik etmekle yetiniyorlar. Daha detaya, daha detaya, daha detaya inildikçe bu sahte sahipler yavaş yavaş o şeyden ellerini çekiyorlar. Geriye tüm deyatların bilen Alîm, tüm detayları irade eden Mürîd ve tüm detayları yaratan Kadîr kalıyor. Allah kalıyor. Allah kaldığı için asıl yaratıcı o oluyor. Tevhid de bizim buna imanımızdır. Yani hepimiz aradan çekildiğimizde kalacak olana imanımızdır.
Ancak iş bu kadarla da sınırlı değil. Kararları beyinde verildiği halde (en azından bilim şimdilik böyle söylüyor) şuurumuza taalluk etmeyen şeyler de var. Bedenimizin işleyişi sırasında öyle şeyler yaşanıyor ki, bunların bir yerden yönetildiğini biliyoruz, ama kimin yönettiğini bilmiyoruz. Dikkatimiz çekildiğinde "Ha, evet, oluyor öyle şeyler!" desek de genel manada yaşananların farkında değiliz. Nefes alıp verişimiz mesela. Bunun yönetimimizde birşey olduğunu söyleyebilir miyiz? Dahil olduğumuzda nefesimizi kontrol edebiliyoruz. Ama daldığımızda? Ama geceleri? Ama uyurken? Peki kalbimizin atışı? Böbreklerimizin işleyişi? Karaciğerimizin çalışması? Biz onları unuttuğumuzda kim onları unutmuyor?
İnsan sarayının idaresi pek şaşırtıcı. Bazen, sahip olduğumuz irade yetkisine rağmen, yaşananların seyircisi olduğumuzu düşünüyorum. Yani şahitlikten ötesi silik. Var ama pek zayıf. Hatta onun da bir kısmı yine fıtratın etkisi altında. (Fıtrat kaderin hayatımıza dokunduğu yerdir.) Neden bir insanın canı çöp yemek istemez? Neden leş hepimiz için pistir? Neden gideceğimiz yere yuvarlanarak gitmiyoruz? Neden böylesi şeyler hepimize aynı derecede 'yanlış' geliyor? İrademizin kısıtlılığı buralarda daha net görünüyor. Biz 'kalıplar içerisinde seçebilen' canlılarız. Varolmadan öncemizi belirleyemediğimiz gibi varlıkla getirdiğimiz kayıtları da seçimlerimiz sırasında gözetiyoruz. Bize bırakılan seçim alanı tüm bu kalıpların ve kayıtların içinde.
İrademiz bu kayıtlara sahip olduğu gibi şuurumuz da öyle. Bu aslında biraz da 'yaratıcılık' ve 'şahitlik' arasındaki o kapanmaz mesafenin getirisi. Yaratan yarattığının her detayını bilmek ve irade etmek zorundadır. Şahit ise bu yükleri tastamam taşımak zorunda değildir. Bir evin sahibi olmakla misafiri olmak aynı şey değildir. Bir malın emanetçisi olmakla sahibi olmak aynı şey değildir.
Bir fabrikanın patronu olmakla orayı dolaşmaya gelmiş bir meraklı olmak aynı değildir. Aslında sahip olmak büyük ölçüde kontrol etmektir. Sahip olan, sahip olduğunun her detayını bildiği (ilim), değişimlerini irade edebildiği (irade), ihtiyaçlarını karşılayabildiği (rububiyet) ve yaratabildiği (kudret) ölçüde o şeyin sahibidir. Zaman zaman onda sınırlı tasarruflarda bulunabilmeyle onun her anının bilicisi, idarecisi veya devam ettiricisi olmak arasında farklar vardır. Esas sahiplik ikincisidir. Birincisi sadece emanetçiliktir.
Kusurlu bir örnekle birazcık açayım: Evinizdeki bilgisayarın sahibi sizsiniz öyle değil mi? Bir komşunuz küçük bir iş için onu kullansa, bu, onu bilgisayarın sahibi kılar mı? Hayır. Çünkü zamana yayılan varlığında bilgisayarın yönetimi daha çok size aittir. Elektriğini siz sağlarsınız. Bozulursa tamire siz götürürsünüz. Lazım olan programları siz yükler veya kaldırırsınız. Zaten parayı verip alan da sizsiniz. Komşunuz bilgisayarın varlığına bu şekilde dahil olmamıştır.
Buraya kadar tartıştığımız birşey yok. Tamam. Ama devam edelim: Peki, o bilgisayarı üreten firma mı o bilgisayara daha sahiptir, yoksa siz mi? Bu soruyla işler karışıyor. Çünkü, o bilgisayarın, bozulsa tamir edemeyeceğiniz ve hatta nasıl çalıştığını dahi bilmediğiniz öyle detayları vardır ki, bu detayları ancak üretici firma kuşatabilir. Bilebilir, irade edebilir ve yapabilir. Bu da ona o bilgisayarın üzerine 'markasını vurma' hakkı verir. Siz bir firmadan bilgisayar aldığınızda aslında sadece kiracısı olursunuz. Kısıtlı bir kullanım hakkı kazanırsınız. Kendi markanızı üzerine vuramazsınız. Kendi üretiminiz gibi yapamazsınız. Pazara koysanız da yine asıl ustasına nisbet edilir. "Filanca marka!" denilir.
Peki, o bilgisayarda kullanılan 'şey'lerin yaratılışı? Demirin, bakırın, nikelin, plastiğin, kömürün, camın vs... yaratılışı? O bilgisayarı yapan mühendislerin, tasarımcıların, işçilerin yaratılışı? O mühendislerin, tasarımcıların ve işçilerin hayatta kalmasını sağlayacak bir evrenin yaratılışı?
Bunlara da o firma kadir değildir. O halde son mertebede şu bilgisayarın sahibi kim olur? Mülkü kimde kalır? İşte, biz, bu yüzden Cenab-ı Hakka Malik-i Hakiki diyoruz. Zira diğer bütün gölge sahipler yaratışın bir dönemine şahitlik etmekle yetiniyorlar. Daha detaya, daha detaya, daha detaya inildikçe bu sahte sahipler yavaş yavaş o şeyden ellerini çekiyorlar. Geriye tüm deyatların bilen Alîm, tüm detayları irade eden Mürîd ve tüm detayları yaratan Kadîr kalıyor. Allah kalıyor. Allah kaldığı için asıl yaratıcı o oluyor. Tevhid de bizim buna imanımızdır. Yani hepimiz aradan çekildiğimizde kalacak olana imanımızdır.
24 Mart 2014 Pazartesi
Sen ancak 'bir benzerini' denersin!
"En büyük bilginler bile bilmedikleri birşeyi açıklayamazlar. Birşey ancak biliniyorsa açıklanabilir." Hans Christian Andersen; 'Peiter, Peter, Peer' öyküsünden.
Yaratıcılık aslında nedir? Mecazi (ancak kusurlu) bir şekilde bazen kendimize de atfettiğimiz 'yaratıcılık' sıfatı, aslında, 'varolanı yorumlamaktan' öte birşey değil. Hatta yeniden yorumlamak da dememeli buna. Çoğu zaman sınırlı mizanlarımızla taklidine çalışıyoruz. (Uçak yapıyorsak kuşları takliden. Denizaltı yapıyorsak balıklara özenti.) Her ne yapıyorsak kainatta zaten olagelen birşeye denk geliyor.
Varolmayan bir fiili ortaya koyabilmiş, yani, 'bir fiil yaratabilmiş' değiliz. Bizim 'yaratıcılık' diye tesmiye ettiğimiz sıfatımız, var etmekten ziyade, varolana kendi rengimizle dahil olmak veya farklı bir kurguyla tekrar biraraya getirmekten ibaret.
Tasarım. İki (veya daha fazla) şeyi bir araya getirince 'üçüncü' (veya daha fazlası) sayılacak kompozisyonlara varabilme. Daha önce hiçbir insanın görmediği bir kurguyu farkedebilme veya kurabilme. İnsanın kendinde 'yaratıcılık' olarak gördüğü şey bu. Bir kompozisyonerlik. Türüne, şuuruna, algısına, mazisine, zamanına, aklına, şahit olduklarına sıkışmış bir yaratıcılık. Elbette hakiki bir yaratıcılık değil bu.
Hatta hayal ettiklerimiz bile şahit olduklarımızın meyvesi, getirisi, sonucu. İnsan olmuşlarla hiçbir bağı bulunmayan bir olmamışı hayal edebilir mi? Hayalden bir derece daha serbest/istemsiz diyebileceğimiz rüyalarda dahi mümkün değil bu. Onlar bile malumata tâbi. Kabuslarımız uyanıkken korktuklarımız üzerine. Malumdan yola çıkarak hayal kurabiliyoruz ancak. Ürettiğimiz şey kainatta görüp akla malzeme yaptıklarımızın türevleri. Kendi âlemimize yansıyan yeni bir dünya bizimkisi. O kadar da yeni sayılmamalı.
Yaratmak yeniliğin zatıdır. Bizimkilerin yeniliği arızî. Asıl dünyayı alsan insanî aynası da bomboş kalacak. Hayal kuramayacak. Neyi alıp kendi rengine boyayacağını bilemeyecek. Öyle nâçârız aslında. Öyle yaratıcılıktan uzağız. Asıl yaratıcılık, yani Halık-ı Zülcelal'in yaratıcılığı, Nur ayetinde geçen sır gibidir: 'doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen...' Orijinal olan. Öncesiz olan. Ben Allah'ın Fâtır isminin Halık ismiyle bütünlüğünü biraz böyle anlıyorum. Allah Halık'tır, ama Fâtır bir Halık'tır. Yaratırken taklid edecek bir önceye ihtiyaç duymaz. Yaratışının her anı orijinaldir.
Meleklerin duası da bu noktada bir ışık tutuyor sanki bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Kur'an'da, Hz. Âdem'in hilkati ve devamında yaşananlar anlatılırken aktarılan bu itiraf, aslında insana da bir duruş öğüdü. Daha önce varedilmişlerin, yani melek kardeşlerin, bizim kulağımıza fısıldadığı bilme sırrı: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur." Evet, yoktur. Bildiklerimiz, hep şahit kıldıkları ve hayal ettirdikleri... Biz kendiliğimizden yeni birşey söyleyemeyiz. Yeni sandıklarımız en fazla esinlenmedir. Dolayısıyla varoluşumuz tastamam bir muhtaçlıktır. Allah'ın bize ihtiyacı yoktur.
Bu açıdan bakınca, Bediüzzaman Hazretlerinin, Yirminci Söz'de, Kur'an'da geçen peygamber mucizelerinin bir hikmetinin de, beşere, 'fennî ilimlerde gidilecek nihayet hududu göstermek' olduğunu zikretmesi anlamlı geliyor. Yukarıda konuştuklarımızdan hareketle özetlemem gerekirse: Allah, yarattıklarından bizi haberdar ederek, bize hayalini kurabileceğimiz şeyler öğretiyor. Evet. Aynen böyle. Hayalimizin nazarını daha yukarıya kaldırıyor bu mucizelerle. Sürümümüzü yükseltiyor. Yoksa biz, yani olmuşlardan hareketle ancak hayal kurabilen bizler, böylesi mucizelerin varlığını bilmesek, o derece yüksek hayalleri kurabilir miydik?
"Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yûsuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm).
Evet, mâdem Kur'ân'ın herbir âyeti, çok vücûh-u irşâdî ve müteaddit cihât-ı hidâyeti olduğunu, ehl-i tahkik ve ilmi belâgat ittifak etmişler; öyle ise Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, çok maâni-i irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gâyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gâyeye sevk ediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır."
Son cümleyi, yani 'müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır' cümlesini bir kez daha okuyun isterim. Çünkü geleceğin/hayallerin geçmişten/bilinenlerden hareketle düşlendiğini benim sönük ifadelerimden daha veciz anlatıyor gibi geliyor bana. Belki bu noktada mucizeyi de Çehov'un Bir Sanatçının Öyküsü isimli eserinde olduğu gibi geniş anlamalıyız. Şöyle diyor Çehov orada: "Mucizeyi yalnızca hastalarda, yaşlı kadınlarda aramak doğru değildir. Sağlık da bir mucize değil midir? Ya hayatın kendisi? Bence anlaşılamayan herşey mucizedir."
İşte bütün bunları hesaba katınca, Bakara sûresinin 23. ayeti daha bir anlamlı görünüyor: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık iseniz, bu hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız." Bu kısımda Cenab-ı Hakkın, 'bir benzerini getirmelerini' istemesiyle, kâfirlerle—tabir-i caizse—alay ettiğini düşünüyorum. Çünkü, hakikaten de, yukarıdan itibaren konuştuğumuz gibi, insan, ancak elinde bir nümunesi/benzeri olan birşey üzerinden deneyebilir. Mecazi yaratıcılığının(!) boyu bu kadarcıktır.
O güne kadar Kur'an gibi kelam işitmemiş insanlara 'benzerini getirin' demek, kanaatimce, önce kendilerinde vehmettikleri yaratıcılığın sınırlarını ihtar ederek aczlerinin altını çizmektir. Eğer Kur'an vahyolunmasa, o güne kadar kâfirler böyle bir söz mü biliyorlardır ki, yapmayı deneyebilsinler? Bilmediğini hayal edemez ki insan! Hayalleri bildiklerinin üzerinedir. Tasarılarında bile acizdir. Allah bize bir mucizeyle yapılabilirliğini göstermese biz neyi hayal edebiliyoruz? O yüzden bu ayeti, insana, kendisinde vehmettiği yaratıcılığın 'bir benzerini getirmeye çalışmaktan' ibaret olduğunu hatırlatmasıyla da çok kıymetli buluyorum. Hayretle imanımı tazeliyorum. Ki imanı tazeleyen de tefekkürle erişilen bu hayrettir bence.
Yaratıcılık aslında nedir? Mecazi (ancak kusurlu) bir şekilde bazen kendimize de atfettiğimiz 'yaratıcılık' sıfatı, aslında, 'varolanı yorumlamaktan' öte birşey değil. Hatta yeniden yorumlamak da dememeli buna. Çoğu zaman sınırlı mizanlarımızla taklidine çalışıyoruz. (Uçak yapıyorsak kuşları takliden. Denizaltı yapıyorsak balıklara özenti.) Her ne yapıyorsak kainatta zaten olagelen birşeye denk geliyor.
Varolmayan bir fiili ortaya koyabilmiş, yani, 'bir fiil yaratabilmiş' değiliz. Bizim 'yaratıcılık' diye tesmiye ettiğimiz sıfatımız, var etmekten ziyade, varolana kendi rengimizle dahil olmak veya farklı bir kurguyla tekrar biraraya getirmekten ibaret.
Tasarım. İki (veya daha fazla) şeyi bir araya getirince 'üçüncü' (veya daha fazlası) sayılacak kompozisyonlara varabilme. Daha önce hiçbir insanın görmediği bir kurguyu farkedebilme veya kurabilme. İnsanın kendinde 'yaratıcılık' olarak gördüğü şey bu. Bir kompozisyonerlik. Türüne, şuuruna, algısına, mazisine, zamanına, aklına, şahit olduklarına sıkışmış bir yaratıcılık. Elbette hakiki bir yaratıcılık değil bu.
Hatta hayal ettiklerimiz bile şahit olduklarımızın meyvesi, getirisi, sonucu. İnsan olmuşlarla hiçbir bağı bulunmayan bir olmamışı hayal edebilir mi? Hayalden bir derece daha serbest/istemsiz diyebileceğimiz rüyalarda dahi mümkün değil bu. Onlar bile malumata tâbi. Kabuslarımız uyanıkken korktuklarımız üzerine. Malumdan yola çıkarak hayal kurabiliyoruz ancak. Ürettiğimiz şey kainatta görüp akla malzeme yaptıklarımızın türevleri. Kendi âlemimize yansıyan yeni bir dünya bizimkisi. O kadar da yeni sayılmamalı.
Yaratmak yeniliğin zatıdır. Bizimkilerin yeniliği arızî. Asıl dünyayı alsan insanî aynası da bomboş kalacak. Hayal kuramayacak. Neyi alıp kendi rengine boyayacağını bilemeyecek. Öyle nâçârız aslında. Öyle yaratıcılıktan uzağız. Asıl yaratıcılık, yani Halık-ı Zülcelal'in yaratıcılığı, Nur ayetinde geçen sır gibidir: 'doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen...' Orijinal olan. Öncesiz olan. Ben Allah'ın Fâtır isminin Halık ismiyle bütünlüğünü biraz böyle anlıyorum. Allah Halık'tır, ama Fâtır bir Halık'tır. Yaratırken taklid edecek bir önceye ihtiyaç duymaz. Yaratışının her anı orijinaldir.
Meleklerin duası da bu noktada bir ışık tutuyor sanki bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Kur'an'da, Hz. Âdem'in hilkati ve devamında yaşananlar anlatılırken aktarılan bu itiraf, aslında insana da bir duruş öğüdü. Daha önce varedilmişlerin, yani melek kardeşlerin, bizim kulağımıza fısıldadığı bilme sırrı: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur." Evet, yoktur. Bildiklerimiz, hep şahit kıldıkları ve hayal ettirdikleri... Biz kendiliğimizden yeni birşey söyleyemeyiz. Yeni sandıklarımız en fazla esinlenmedir. Dolayısıyla varoluşumuz tastamam bir muhtaçlıktır. Allah'ın bize ihtiyacı yoktur.
Bu açıdan bakınca, Bediüzzaman Hazretlerinin, Yirminci Söz'de, Kur'an'da geçen peygamber mucizelerinin bir hikmetinin de, beşere, 'fennî ilimlerde gidilecek nihayet hududu göstermek' olduğunu zikretmesi anlamlı geliyor. Yukarıda konuştuklarımızdan hareketle özetlemem gerekirse: Allah, yarattıklarından bizi haberdar ederek, bize hayalini kurabileceğimiz şeyler öğretiyor. Evet. Aynen böyle. Hayalimizin nazarını daha yukarıya kaldırıyor bu mucizelerle. Sürümümüzü yükseltiyor. Yoksa biz, yani olmuşlardan hareketle ancak hayal kurabilen bizler, böylesi mucizelerin varlığını bilmesek, o derece yüksek hayalleri kurabilir miydik?
"Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yûsuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm).
Evet, mâdem Kur'ân'ın herbir âyeti, çok vücûh-u irşâdî ve müteaddit cihât-ı hidâyeti olduğunu, ehl-i tahkik ve ilmi belâgat ittifak etmişler; öyle ise Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, çok maâni-i irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gâyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gâyeye sevk ediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır."
Son cümleyi, yani 'müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır' cümlesini bir kez daha okuyun isterim. Çünkü geleceğin/hayallerin geçmişten/bilinenlerden hareketle düşlendiğini benim sönük ifadelerimden daha veciz anlatıyor gibi geliyor bana. Belki bu noktada mucizeyi de Çehov'un Bir Sanatçının Öyküsü isimli eserinde olduğu gibi geniş anlamalıyız. Şöyle diyor Çehov orada: "Mucizeyi yalnızca hastalarda, yaşlı kadınlarda aramak doğru değildir. Sağlık da bir mucize değil midir? Ya hayatın kendisi? Bence anlaşılamayan herşey mucizedir."
İşte bütün bunları hesaba katınca, Bakara sûresinin 23. ayeti daha bir anlamlı görünüyor: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık iseniz, bu hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız." Bu kısımda Cenab-ı Hakkın, 'bir benzerini getirmelerini' istemesiyle, kâfirlerle—tabir-i caizse—alay ettiğini düşünüyorum. Çünkü, hakikaten de, yukarıdan itibaren konuştuğumuz gibi, insan, ancak elinde bir nümunesi/benzeri olan birşey üzerinden deneyebilir. Mecazi yaratıcılığının(!) boyu bu kadarcıktır.
O güne kadar Kur'an gibi kelam işitmemiş insanlara 'benzerini getirin' demek, kanaatimce, önce kendilerinde vehmettikleri yaratıcılığın sınırlarını ihtar ederek aczlerinin altını çizmektir. Eğer Kur'an vahyolunmasa, o güne kadar kâfirler böyle bir söz mü biliyorlardır ki, yapmayı deneyebilsinler? Bilmediğini hayal edemez ki insan! Hayalleri bildiklerinin üzerinedir. Tasarılarında bile acizdir. Allah bize bir mucizeyle yapılabilirliğini göstermese biz neyi hayal edebiliyoruz? O yüzden bu ayeti, insana, kendisinde vehmettiği yaratıcılığın 'bir benzerini getirmeye çalışmaktan' ibaret olduğunu hatırlatmasıyla da çok kıymetli buluyorum. Hayretle imanımı tazeliyorum. Ki imanı tazeleyen de tefekkürle erişilen bu hayrettir bence.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...