"En büyük bilginler bile bilmedikleri birşeyi açıklayamazlar. Birşey ancak biliniyorsa açıklanabilir." Hans Christian Andersen; 'Peiter, Peter, Peer' öyküsünden.
Yaratıcılık aslında nedir? Mecazi (ancak kusurlu) bir şekilde bazen kendimize de atfettiğimiz 'yaratıcılık' sıfatı, aslında, 'varolanı yorumlamaktan' öte birşey değil. Hatta yeniden yorumlamak da dememeli buna. Çoğu zaman sınırlı mizanlarımızla taklidine çalışıyoruz. (Uçak yapıyorsak kuşları takliden. Denizaltı yapıyorsak balıklara özenti.) Her ne yapıyorsak kainatta zaten olagelen birşeye denk geliyor.
Varolmayan bir fiili ortaya koyabilmiş, yani, 'bir fiil yaratabilmiş' değiliz. Bizim 'yaratıcılık' diye tesmiye ettiğimiz sıfatımız, var etmekten ziyade, varolana kendi rengimizle dahil olmak veya farklı bir kurguyla tekrar biraraya getirmekten ibaret.
Tasarım. İki (veya daha fazla) şeyi bir araya getirince 'üçüncü' (veya daha fazlası) sayılacak kompozisyonlara varabilme. Daha önce hiçbir insanın görmediği bir kurguyu farkedebilme veya kurabilme. İnsanın kendinde 'yaratıcılık' olarak gördüğü şey bu. Bir kompozisyonerlik. Türüne, şuuruna, algısına, mazisine, zamanına, aklına, şahit olduklarına sıkışmış bir yaratıcılık. Elbette hakiki bir yaratıcılık değil bu.
Hatta hayal ettiklerimiz bile şahit olduklarımızın meyvesi, getirisi, sonucu. İnsan olmuşlarla hiçbir bağı bulunmayan bir olmamışı hayal edebilir mi? Hayalden bir derece daha serbest/istemsiz diyebileceğimiz rüyalarda dahi mümkün değil bu. Onlar bile malumata tâbi. Kabuslarımız uyanıkken korktuklarımız üzerine. Malumdan yola çıkarak hayal kurabiliyoruz ancak. Ürettiğimiz şey kainatta görüp akla malzeme yaptıklarımızın türevleri. Kendi âlemimize yansıyan yeni bir dünya bizimkisi. O kadar da yeni sayılmamalı.
Yaratmak yeniliğin zatıdır. Bizimkilerin yeniliği arızî. Asıl dünyayı alsan insanî aynası da bomboş kalacak. Hayal kuramayacak. Neyi alıp kendi rengine boyayacağını bilemeyecek. Öyle nâçârız aslında. Öyle yaratıcılıktan uzağız. Asıl yaratıcılık, yani Halık-ı Zülcelal'in yaratıcılığı, Nur ayetinde geçen sır gibidir: 'doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen...' Orijinal olan. Öncesiz olan. Ben Allah'ın Fâtır isminin Halık ismiyle bütünlüğünü biraz böyle anlıyorum. Allah Halık'tır, ama Fâtır bir Halık'tır. Yaratırken taklid edecek bir önceye ihtiyaç duymaz. Yaratışının her anı orijinaldir.
Meleklerin duası da bu noktada bir ışık tutuyor sanki bana: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Kur'an'da, Hz. Âdem'in hilkati ve devamında yaşananlar anlatılırken aktarılan bu itiraf, aslında insana da bir duruş öğüdü. Daha önce varedilmişlerin, yani melek kardeşlerin, bizim kulağımıza fısıldadığı bilme sırrı: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur." Evet, yoktur. Bildiklerimiz, hep şahit kıldıkları ve hayal ettirdikleri... Biz kendiliğimizden yeni birşey söyleyemeyiz. Yeni sandıklarımız en fazla esinlenmedir. Dolayısıyla varoluşumuz tastamam bir muhtaçlıktır. Allah'ın bize ihtiyacı yoktur.
Bu açıdan bakınca, Bediüzzaman Hazretlerinin, Yirminci Söz'de, Kur'an'da geçen peygamber mucizelerinin bir hikmetinin de, beşere, 'fennî ilimlerde gidilecek nihayet hududu göstermek' olduğunu zikretmesi anlamlı geliyor. Yukarıda konuştuklarımızdan hareketle özetlemem gerekirse: Allah, yarattıklarından bizi haberdar ederek, bize hayalini kurabileceğimiz şeyler öğretiyor. Evet. Aynen böyle. Hayalimizin nazarını daha yukarıya kaldırıyor bu mucizelerle. Sürümümüzü yükseltiyor. Yoksa biz, yani olmuşlardan hareketle ancak hayal kurabilen bizler, böylesi mucizelerin varlığını bilmesek, o derece yüksek hayalleri kurabilir miydik?
"Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yûsuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm).
Evet, mâdem Kur'ân'ın herbir âyeti, çok vücûh-u irşâdî ve müteaddit cihât-ı hidâyeti olduğunu, ehl-i tahkik ve ilmi belâgat ittifak etmişler; öyle ise Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, çok maâni-i irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gâyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gâyeye sevk ediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır."
Son cümleyi, yani 'müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır' cümlesini bir kez daha okuyun isterim. Çünkü geleceğin/hayallerin geçmişten/bilinenlerden hareketle düşlendiğini benim sönük ifadelerimden daha veciz anlatıyor gibi geliyor bana. Belki bu noktada mucizeyi de Çehov'un Bir Sanatçının Öyküsü isimli eserinde olduğu gibi geniş anlamalıyız. Şöyle diyor Çehov orada: "Mucizeyi yalnızca hastalarda, yaşlı kadınlarda aramak doğru değildir. Sağlık da bir mucize değil midir? Ya hayatın kendisi? Bence anlaşılamayan herşey mucizedir."
İşte bütün bunları hesaba katınca, Bakara sûresinin 23. ayeti daha bir anlamlı görünüyor: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık iseniz, bu hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız." Bu kısımda Cenab-ı Hakkın, 'bir benzerini getirmelerini' istemesiyle, kâfirlerle—tabir-i caizse—alay ettiğini düşünüyorum. Çünkü, hakikaten de, yukarıdan itibaren konuştuğumuz gibi, insan, ancak elinde bir nümunesi/benzeri olan birşey üzerinden deneyebilir. Mecazi yaratıcılığının(!) boyu bu kadarcıktır.
O güne kadar Kur'an gibi kelam işitmemiş insanlara 'benzerini getirin' demek, kanaatimce, önce kendilerinde vehmettikleri yaratıcılığın sınırlarını ihtar ederek aczlerinin altını çizmektir. Eğer Kur'an vahyolunmasa, o güne kadar kâfirler böyle bir söz mü biliyorlardır ki, yapmayı deneyebilsinler? Bilmediğini hayal edemez ki insan! Hayalleri bildiklerinin üzerinedir. Tasarılarında bile acizdir. Allah bize bir mucizeyle yapılabilirliğini göstermese biz neyi hayal edebiliyoruz? O yüzden bu ayeti, insana, kendisinde vehmettiği yaratıcılığın 'bir benzerini getirmeye çalışmaktan' ibaret olduğunu hatırlatmasıyla da çok kıymetli buluyorum. Hayretle imanımı tazeliyorum. Ki imanı tazeleyen de tefekkürle erişilen bu hayrettir bence.
Mecaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mecaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
24 Mart 2014 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...