12 Ekim 2024 Cumartesi
İsrail'in çağrı cihazlarını patlatması kıyamet alameti olabilir mi?
Arkadaşım, şuna dikkat et, ahirzaman hâdiseleriyle ilgili tevillerimiz 'imkan bilgimizle' sınırlanmış şekilde billurlaşıyor. Cenab-ı Hakkın kudreti ne şekilde tezahür edecek? İradesi nasıl tecelli edecek? İlminde bu mevzuun asl-ı hüviyeti nedir? Kesin şekilde bilemiyoruz. Hâşâ. Bilemeyiz de. O yüzden mübarek ulemamız tahkiklerinde "En doğrusunu Allah bilir!" kaydını hep açık tutuyorlar. Evet. Kavrayışımızın sınırları akıl yürütmelerimizin sınırlarını da belirliyor. Hatta yeni tecrübeler eşliğinde yeni teviller de üretebiliyoruz. Mesela: Bediüzzaman Hazretleri, Süfyan'ın (ki bilad-ı İslam'dan çıkacak Deccal'dir) ölümüyle ilgili bir hadise yaptığı tevili, yıllar sonra 'güncelleme' ihtiyacı hissedebiliyor. Kendisinin Şualar'daki müdakkik beyanından okuyalım:
"Sonra birisi sordu ki: 'O öldüğü zaman İstanbul'da dikili taşta şeytan dünyaya bağıracak ki: Filan öldü.' O vakit ben dedim: Telgrafla haber verilecek. Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dârü'l-Hikmette iken dedim: Şeytan gibi radyoyla dünyaya işittirecek." Bahsi geçenin kimliğiyse hemen evvelindeki paragrafta tebeyyün ediyor sanki: "Sonra dediler: 'Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hadise ile Süfyan olduğu bilinecek.' Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama 'Eli deliktir' denilir. Yani 'Elinde mal durmuyor, akıyor, zâyi oluyor' deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya müptelâ olup, onunla hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak." Görünüşü suya benzeyen rakıyı su gibi içip sonunda bundan mütevellit bir hastalıktan ölen kimdir? Herhalde mezkûr soruyu 'kemaliyle' cevapladığımızda deliğin de elini fikren tutmuş oluyoruz. Asıl nazarınıza vermek istediğimse başka birşey. Nedir? Bediüzzaman da tevillerini 'hayallerinin ulaştığı yeni genişlikler üzerinden' güncelleyebiliyor. Belki bugün yaşasa aynı tevili internet üzerinden yeniden güncelleyecekti. Belki ondan önce televizyon üzerinden güncellemiş olacaktı
Fakat aklımızdan hiç çıkarmamalıyız arkadaşım: Bu tarz okumalar 'zamanın müfessirliğine' bırakılmış okumalardır. İsabet edebilirler. Bize 'Bin kere maşaallah!' dedirebilirler. Veyahut da o ifadelerin 'mübareklerin gördüğünden daha ziyade' söyledikleri-söyleyecekleri şeyler olabilir. Zamanı geldiğinde devrin uleması kendi kavrayışlarına dayanarak yeni tevillerini beyan ederler. Hatta İbn-i Arabî Hazretleri bir yerde 'velilerin keşfinin müçtehidlerin içtihadı kabilinden olduğunu' söyler. Yani isabet de edebilirler. Hata da çıkabilirler. Asfiya bu noktada evliyadan daha bahtiyardır. Daha müstakimdir. Fakat nihayetinde insandır. İşte bu yüzden "Allahu a'lem!" her tesbitlerine katıktır. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatine bizleri nail eylesin. Âmin.
Şimdi, velayet meydanının yiğitlerinin ayağının tozu, keşif kartallarının yerdeki köstebek duacısı, dirayet aslanlarının pençelerindeki kurumuş kanın piresi, o büyüklerin papağandan da papağan kupkuru taklitçisi Ahmed kardeşiniz de kendi dünyasındaki yeni bir uyanışı sizlere açık edecek. Takdir edersiniz ki, onlar bir kere "En doğrusunu Allah bilir!" diyorsa, şu cahilin bin kere demeye ihtiyacı var. Çünkü ne ilmi var ne de o yücelerin zekatının zekatının zekatı sayılabilecek kadarcık zekaveti. Fakat cahilane bir cesareti ve de çocukça bir hayalatı var. O yüzden ne çenesini ne kalemini ne de tasavvurlarını tutamaz. İşte, İsrail'in Hizbullah'a, 'çağrı cihazlarını patlatarak' yaptığı suikastin tetiklediği tefekkürümün de özeti şöyledir:
Rivayetlerde bize haber verilir ki: Kıyamet kâfirlerin başına kopacak. Mü'minler onun dehşetini yaşamayacaklar. Çünkü Cenab-ı Hak bir esintiyle hepsinin canını alacak. Âmenna ve saddakna. Şüphesiz Allah Resulu aleyhissalatuvesselam doğruyu söyler. Hüve hüvesine iman ederiz. Aynen böyledir. Ancak esintinin mahiyeti nasıl olacaktır? Allah nasıl bir sebebi bu tecelliye perde edecektir? Bunları izni dairesinde taakkul edebiliriz. el-Ezher öğretim üyelerinden Emin Muhammed Cemalüddin, İslam Ümmetinin Ömrü ve Mehdi Aleyhisselamın Gelmesinin Yakınlığı isimli eserinde, bu sürecin aceleyle yaşanmayacağını, yani kâfirlerin 'müslümanlar hayattan çekildikten sonra' bir zaman daha dünyada kalmaya devam edeceklerini, o yıkım vaktini çeşitli felaketlerle gıdım gıdım yudumlayacaklarını söylüyor. Ebubekir Sifil Hoca ise, Allah ona afiyet versin, müslümanların canını alacak olan meşhur esintiyi "Acaba radyoaktif bir serpinti şeklinde mi olacak?" kabilinden sorularla açıyor. Olabilir mi? Olabilir. Belki de bu zalim kâfirler müslüman coğrafyasına nükleer silahlarla saldıracaklar. Bilemiyoruz. En doğrusunu Allah bilir. Lakin ben, bu elektronik cihazlar üzerinden yapılan saldırının ardından, şöyle bir 'komplo teorisini' de düşümde kurdum:
Aşağı-yukarı hepimizin, yani müslümanların, ellerinde-evlerinde böylesi makineler var. Bu makineler sadece işlerimizi görmüyorlar. Aynı zamanda onlarla yaptığımız her işlemin bilgisini de biriktiriyorlar. Şu an kimbilir kaç Batılı merkezde kimlik-kişilik analizlerimiz arşivlenmiş durumda. (Reklamlardan bile takibi farkedebiliyoruz.) Demek hangi telefon kullanıcısının ne temayüllere sahip olduğu az-çok bilinmektedir. Bu bizi şöyle birşeyin tasavvuruna da ulaştırabilir: Bu teknolojilerin baronları, küresel ağalar, hangi cihazın kullanıcısı müslüman veya değil, öyle bir bilgiye de sahiptirler. Algoritmaları sayesinde bu tarz bilişlerin imkanlarını elde etmişlerdir. Eğer birgün, belki de o gün yakındır, cümle telefonları-cihazları birer suikast âletine dönüştürebilirlerse, taraftarlarının kılına zarar getirmeden canımızı yakabilirler. Müslüman olduklarını yazılımlarıyla tesbit ettikleri kullanıcılara zarar verip diğerlerini işin içinden sıyırabilirler. Ve bu öldürüş de yine bir 'esinti' vasıtasıyla olur. Yani bir sinyal dalgası vasıtasıyla... Zira sinyallerin havada yayılışı da esinti gibidir. Eh bu da bir tevildir. Elbette en doğrusunu Allah bilir.
Toparlayalım. İşte tefekkür demeye bin şahit ister vehmim böyle birşeydi arkadaşım. Hidayet pınarı mürşidler ışık verdiler. Fikrimizi heyecana sürüklediler. Biz de kuru zanlarımızı beyan eder olduk. Hüda taksiratımızı affetsin. Yoluna hidayet eylesin. Razı olmadığı kelimeleri konuşturmasın. Razı olduklarını kalbimize yerleştirsin. Şu fakir Ahmed'in söylediği de kafanızın bir kenarında, korku olarak değil ama, küçüğünden teori olarak kalsın. Ve's-selamün aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu...
8 Eylül 2022 Perşembe
Musa (a.s.) gidince hem Firavun hem İsrailoğulları kazandı
Ben deli miyim? Yummadım. Yummak kibir alametidir. Ve Cenab-ı Hakka karşı mahlukunun kibirlenmeye hakkı yoktur. Çünkü hiçbirşeyinde Ondan büyük değildir. Daha iyisini bilemez. Daha doğrusunu seçemez. Daha kuşatıcı değildir. Halbuki İsrailoğulları bu sırra uyanamadılar arkadaşım. Bugün bile onların siyasetine, akidesine ve hatta psikolojisine baksan bir 'seçilmişlik sanrısı' içinde olduklarını görürsün. Herkes bir yana onlar bir yanadır sanki. Diğerleri (yani bizler) hizmet etmek için vardır. Kendileri bambaşka üstün yaratılmışlardır. Menfaatleri gerektirirse ötekilere herşeyi eyleyebilirler. Dünyanın altını üstüne getirebilirler. Sanrıları zorlar buna onları. Zira âlemin akışı arzuları yönünde değildir. Rabbü'l-âlemîn bozuk hendeselerini hilkat nizamına mihenk tutmamıştır.
Allah'ın nizamının üstüne nizamlarını kurmak isterler. Hiç kaya denizin üstünde durur mu? İnsanoğlunun modern (me)deniyetiyle fıtrata açtığı savaş da böyledir. Ve artık küremiz inadımızdan illallah demiştir. Hem sıkılmış hem yıkılmıştır. Yani diyorum ki arkadaşım: Küresel çapta yaşadığımız her arıza gayrı mızrağın çuvala sığmamasındandır. Hatta yırtmasındandır. Denizimiz kayalarımızın çokluğundan boğulmuştur. Taşmamaya sabrı kalmamıştır. Öyledir. Hakkın düzenine meydan okuyanın düzeni yıkılmaya mahkumdur. Soğan-sarımsak ısrarların cezası da kudret helvasıyla bıldırcın etinden mahrum kalmaktır. Dizlerini dövmenin de sonradan faydası olmaz.
Ahirzaman yahudiliğin şöyle-böyle insanlığa hâkim olduğunu gösteriyor. Musa aleyhisselam gitti. Asâsı kırıldı. Sihirbazlar tekrar ortaya çıktı. Teknoloji neleri neleri gerçek gibi gösteriyor. Fakat ne garip. Hem Firavun hem İsrailoğulları kazandı. Bahşedilene razı olmak gönüllere yük artık. Yaratılışın sınırları içinde nasiblenmek zaman kaybı. İstikametli caddeyi terketmek hüner sayılıyor. Herkes farklı olmak istiyor. Herkes farklı olanı istiyor. Seçilmişlik sanrısı bireylere kadar indi. (Ajdar'ı dahi sesinin kötü olduğuna inandıramıyorsun.) Önceye dair neyi terketsen bir adım ileridesin. Hikmetli miymiş? Fıtrî miymiş? Güzel miymiş? Daha doğrusu muymuş? Uyumlu muymuş? Zararsız mıymış? Farz mıymış? Sünnet miymiş? Kimin umurunda! Farklı olmadıktan sonra ballar balının da bir anlamı yok. Önce öncekileri terkedeceksin. Dünyevî (me)deniyet ticaretini 'başkalık' üzerine kurdu bir kere.
O şeytaniyetinde haklı. Aynılığa razı olanları yarıştıramaz. Kanaat onu büyüten ateşi söndürüyor. Kapitalizm hepimizden 'birer yahudi olmamızı' istiyor. Kudret helvasını bırakın. Bıldırcın etini terkedin. Bakın iphone'nun yeni modeli çıkmış. Soğan da olsa farklı olmayı isteyin. Sarımsak da olsa farklı olmaya yönelin. İçinizdeki 'seçilmişlik sanrısı' bundan başkasıyla hayatta kalamaz. Sünnetle farzla işiniz olmaz sizin. Cemaat, millet, ümmet, tarih eskide kalmış kelimeler. Hepiciğini boşverin. Allah insanlığı iki cins olarak mı yaratmış! Yetinmeyin efendim. Kendiniz başka cinsiyetler üretin. Peki sonuçta ne göreceksiniz? Kıssa buna dair de önemli şeyler söylüyor. Fakat oraya kadar gitmeye gerek yok. Biraz daha yaşarsak kıyametin koptuğunu bizzat göreceğiz belki.
14 Eylül 2021 Salı
İhsan Şenocak Hoca "Selçuk Bayraktar Filenin Sultanlarını döver!" mi dedi?
Bakışımızı biraz daha kaldırınca yine farkına varırız ki: Hocaların, dinî sembollerin, İslamî tezahürlerin tek dünyacı cenahta oluşturduğu alerjinin ardında da bu vardır. Yani: Oyun bozulmaktadır. Kur'anî ifadesiyle 'asıl hayata sahip olan ahiret' hatırlanmaktadır. Yine kıymetli bir alıntının yeri geldi. Roman Diliyle İktisat'ında Mustafa Özel Hoca Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Eh, evet, Goethe'nin çan sesleri üzerinden anlattığı metafiziği biz coğrafyamızda ezan sesinden işitebiliriz. Bazılarının 'çav bella' özlemini buradan anlayabiliriz.
Sonra korktum bana da bir linç gelir. Aman, yok, kimse beni kâle almadı efendim. Sonra düşündüm: Aslında İhsan Şenocak Hoca'nın parmağı da aynı yönü göstermiyor mu? Daha doğrusu: İslam'ın parmağı bu yönde değil mi? İnsan sahici, faydalı, hikmetli, işe yarar birşeyler ürettiğinde İslam bunlardan hangisiyle savaşıyor? Hangisine 'Olmaz!' diyor? 'Olmaz'ı bırak hatta destekliyor. Teşvik ediyor. Sırtını sıvazlıyor. 'Olmaz!' dediği neyi kurcalasanız peşinde bir zarar var. Abeslik var. İsraf var. Selçuk Bey ekibiyle birlikte cihadda omzumuzu güçlendirecek birşey yapıyor. Geliştirdiği teknoloji müslüman coğrafyasında yeni bir direniş noktası oluşturuyor. Bu ekibin yaptığına kadın-erkek ayırmadan gıpta edilmez mi? Ekibindeki ablalar-abiler hep birden alkışlanmaz mı? Peki Filenin Sultanları ne üretiyor? Popçular ne üretiyor? Tik-Tokçular ne üretiyor? Youtuberlar ne üretiyor? CHP'nin heykel mühendisleri ne üretiyor? (M)edeniyetin her ıslığına koşmak zorunda mıyız? Peşine düşmek mecburiyetinde miyiz? Halimize bakıp, imanımıza bakıp, ahlakımıza bakıp bir 'seçmece' yapamaz mıyız? Eurovizyona kaç yıldır katılmıyoruz mesela. Katılmamakla kim/ne kaybediyor? Hiç. Bilakis epeyce saçmalıktan kurtulduk bence.
11 Ekim 2020 Pazar
Peki cennetten hangi soruları öğrenebiliriz?
Sual şuydu: "Virüsler kanser tedavisinde nasıl kullanılabilir?" Bu kadar. Siz de öğrendiklerinizden hareketle fikir yürütüp suali cevaplamalıydınız. Yani fikir üretmeliydiniz. Kafanızın çalıştığını göstermeliydiniz. Zorlamalıydınız. Yanlış da olsa bir teori kurmalıydınız.
Buradan şuraya geleceğim: 20. Söz Kur'an'da aktarılan peygamber mucizelerinin de böyle bir yanı olduğunu söylüyor. Yani onlar bizim yorum yeteneğimizi güçlendiriyorlar. Nasıl? "Yorumun başı hayaldir!" dersem belki özünü kavrarsınız. Evet. 'Dimağdaki meratip' üzerinden düşünürsek her fikir bizde öncelikle bir 'tahayyül' olarak şekillenir. Sonra sair aşamalardan geçerek somutluğunun bir yüzünü bulur: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..." Peygamber mucizeleri de aslında beşeriyette böyle bir iş eyliyor. Tabir-i caizse insanlığın aklına karpuz kabukları düşürüyor. Gözünü açıyor. Sözgelimi: Süleyman aleyhisselamın havada seyahat edebildiğini duyduğunuzda hemen zihninize şöyle bir soru damlıyor: "Böyle birşey mümkün olabilir mi?" İşte artık siz de bir 'yorum sorusu'na sahipsiniz. Kişisel serüveniniz boyunca cevap arayabilirsiniz. Ve nihayet gün gelip uçabilirsiniz. Tıpkı insanlığın muvaffak olduğu gibi.
Bediüzzaman'ın dediği de biraz bu. Yani mucizeleri duymakla sahip olduğumuz soruların/merakların birçok keşifte 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiği: "(...) enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."
Eh, evet, demiştim. Bunlar önce de anlattığım şeyler. Bugünün ilavesiyse şu: (Allahu'l-a'lem kaydıyla dersem:) Cennet tasvirlerinin de böylesi bir yanı olduğunu düşünüyorum ben. Fakat daha farklı bir tonda. Daha aşkın bir şekilde. Neden daha aşkın? Çünkü cennete dair haberler bilindik fiziğin sınırlarını da aşıyor. Bir yanlarıyla "Acaba mümkün mü?" diye sordursalar da diğer yanlarıyla alışılmışın duvarlarını da inceltiyorlar. Onun sarsılmaz sandığımız kaidelerinin de berhava edilebilirliğine kapı açıyorlar. Hayal seviyemizi yukarılara çekiyorlar. Misaller vererek uzatmayayım. Meraklısı şöyle bir araştırsa fazlasıyla bulacaktır. Özetle demem o ki: Peygamber mucizelerinin ayak izlerini öperek insanlık bugünkü birçok teknolojiye ulaştı. Gemi yaptı. Uçak yaptı. Zırh yaptı. Acaba cennet tasvirlerinin izlerini öpmekle de ulaşacağımız birşeyler var mı? Tefekkür etmeyi teklif ediyorum. Bu yazılık bu kadar muhterem kârilerim. Zira yazının makamı mevzuyu yarım bırakmayı iktiza ediyor.
10 Nisan 2020 Cuma
Bitlisli Said Nursî'den Bitlisli Fuat Sezgin'e: İslam bilimin neresinde?
Mürşidim, ta Lemeat'ını telif ettiği Eski Said döneminden beri, şöyle bir iddianın sahibidir: "Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesire. Lâkin onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez." Yeni Said döneminde ise bu görüşünün 'medeniyette vardır mehasin-i kesire' kısmında değişiklik yapar: "Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semâvî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi." Kastamonu Lahikası'nda yeralan bu cevabın sorusu da tam bir ayraç gibidir: "Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan mim'siz diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?"
Ancak tesbitin diğer kısmında hiçbir değişiklik yoktur. Yani, Bediüzzaman, Batı 'deniyeti' (me'siz) dediğimiz şeyin 'mehasin/güzellikler' kısmında, bütün insanlık tarihi, özelde de İslam tarihi adına hak iddia etmektedir. Ondaki gelişmelerin 'umumun malı' olduğunu düşünmektedir. İşte, geçtiğimiz aylarda okuduğum bir kitap vesilesiyle, bir güzel insanın daha bütün hayatını 'bu cümlenin altını doldurmakla' geçirdiğini öğrenmiş oldum. Evet. Sanki onun hayatı/çalışmaları tastamam şu tesbitin bir şerhi idi. Ürettiği eserler/müzelerle insanlığa tastamam bunu anlatmaya çalışıyordu. Elhamdülillah. Bu kadar medihten sonra ismini verelim artık. O kişi merhum Fuat Sezgin Hoca'dır. O eser de Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Tarihi Sohbetleri'dir.
Kitabın girişinde mezkûr 'bakış açısı değişikliği'nin müslümanları nasıl bir vartadan kurtaracağını şöyle izah ediyor Turan: "Fuat Sezgin Hoca, çalışmalarını sürdürürken, İslam âlemindeki okullarda 'İslam bilim tarihi' hakkında olumsuz ve önyargılı bilgilerin kaldırılmasının ve yerine doğru bilgilerin konulmasının gerekli olduğunu vurguladı. Böylelikle dünyaya bakış açımızın değişeceğinin farkındaydı aslında. Zira her türlü tecrübe zorlu olarak perspektifle ilgilidir."
Kitabın ilerleyen kısımlarında bunu bizzat Sezgin Hoca'nın dilinden de okuyoruz: "İlk önce hocalara seslenmek istiyorum. Talebelerini aşağılık duygusundan kurtarmaya çalışsınlar. Türk milletini aşağılık duygusu bir kanser gibi kemiriyor. (...) Müze kurmaya çalışıyoruz. Bu kanserin tedavisine oradan başlayacağız inşaallah." Sefer Bey'in izah istemesi üzerine de şunları ekliyor hoca: "17. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar bakıyorlar ki Avrupalılar teknolojide bizden ileri. Mesela: Avrupalıların ellerindeki topu görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Pusulayı görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Bunları gördükçe aşağılık duygusu gelişiyor."
Kendi okullarımızda bilim tarihimize dair aktarılan yanlış bilgilere de şöyle misal veriyor: "Süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki: 'Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar!' Bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter'in sayesinde etütlere girdim. Gerçekleri gördüm. Frankfurt'taki çalışmalarımdan sonra baktım ki: Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Birûnî dört mevsimin süresini tutuyor. Diferansiyel matematikle çözüyor. Bu bilgilerle hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum."
Peki tarihte aslında yaşanan nedir? Bilim tarihine bakıldığında 'doğru görüş' nasıl şekillenmelidir? Buna dair düşüncelerini de şöyle aktarıyor hoca: "Alman bir âlim arkadaşım vardı. Matthias Schramm diye bir dâhi. İbnü'l-Heysem'in Fiziğe Götüren Yolu diye bir kitap yazdı. (Bende olduğu gibi) onda da bu fikir vardı: 'Bilimler Tarihi insanların müşterek mirasıdır' diye. Ben buna inanıyorum. Bilimler sıçramalar yapmıyor. Esasında yavaş yavaş tekamül ediyor. Bir Fransız âlimi de söylüyor: 'İnsanlar keşfetmiyor, insanlar geliştiriyor.' Bugün biz, 21. yüzyılın başında bütün insanlığın geliştirdiği bu bilimler manzumesinde, maalesef Müslümanların 800 yıllık sıradışı keşiflerinin Bilimler Tarihi'ndeki yerini bulamıyoruz. İşte Almanya'da Bilimler Tarihi profesörü olma mesuliyetini üzerime aldığım günden itibaren, bende bir hasret, bir yanılgı hissi olarak, bu sorumluluk duygusu gelişti. 'Bunu nasıl değiştirebiliriz?' Ona gayret ediyorum."
"Ben şu neticeye vardım: Müslümanlar M.S. 7. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. Bilimi alırken Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, ne olursa olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Müslümanlar onlardan süratli bir şekilde öğrendi. İki yüzyıl sonra müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı geride bırakarak sıradışı eser ortaya koymaya başladı. Hatta Müslümanlar onlardan bilgiyi alırken, hocalarının faziletlerini hiçbir zaman unutmadılar, onu söyleyeyim. Müslümanlar evvela orijinal eserler ortaya koymaya başladılar. Bu süreç 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren, 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar, ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ilerde kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar. Ondan sonra İlimler Tarihinde önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. 'Bugün Avrupa'daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir' diye tanımlıyorum."
Kitapta hayretten damağınızı şaklatacak buna benzer birçok bilgi var. Birkaç cümlecikle hızlı geçişler yapayım: "Meteoroloji tarihini yazarken gördüm ki: Avrupa'nın 18.-19. yüzyılda vardıkları neticelere müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar. Mesela: 'Rüzgar nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?' gibi meteorolojik meseleleri müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı." Yine başka bir bölümde: "Birûnî 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina'yla yazılı bir münakaşaya giriyor. Konu nedir biliyor musunuz? 'Işığın sürati ölçüsüz müdür, yani namütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi? Yani zamanla ölçülebilir mi?' Ne müthiş birşey değil mi!" Ve yine başka bir bölümde: "Mesela: Galen'in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa'da. 1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı yahudi kökenli bir alman bilgini bunun Huneny b. İshak'ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg, İslam'daki göz tıbbının, daha 10. yüzyılda Avrupa'daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti."
Yazıyı uzatmak istemediğim için daha fazla alıntı yapmıyorum. En güzeli kitabı edinip bizzat okumanız. Belki o zaman, Bitlisli Fuat Sezgin'in, yine Bitlisli Said Nursî'nin 1900'lerin başında beyan ettiği şeyin altını nasıl bir ömürle, birçok eserle, müze çalışmasıyla, makaleyle doldurduğunu şaşkınlıkla/takdirle göreceksiniz. Ve Bediüzzaman'ın böyle bir noktada durmasının hikmetini de anlayacaksınız. Evet, güzel insanlar, kafayla-kalple-fikirle tastamam bu toprakların evlatları olarak, dayatılan yalanlara/ezberlere direndiler. Gelecek nesillerin 'algı-gayret yönetici illüzyonlar' karşısında özgüvenlerini yitirmemesi için bunları yaptılar. Şimdi bize düşen de aynı izzeti kuşanıp tekrar ayağa kalmak. Tıpkı Münazarat'ın bağırdığı gibi dünyanın yüzüne bağırmak: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"
7 Nisan 2017 Cuma
Bilgisayar aslında kimin?
Ancak iş bu kadarla da sınırlı değil. Kararları beyinde verildiği halde (en azından bilim şimdilik böyle söylüyor) şuurumuza taalluk etmeyen şeyler de var. Bedenimizin işleyişi sırasında öyle şeyler yaşanıyor ki, bunların bir yerden yönetildiğini biliyoruz, ama kimin yönettiğini bilmiyoruz. Dikkatimiz çekildiğinde "Ha, evet, oluyor öyle şeyler!" desek de genel manada yaşananların farkında değiliz. Nefes alıp verişimiz mesela. Bunun yönetimimizde birşey olduğunu söyleyebilir miyiz? Dahil olduğumuzda nefesimizi kontrol edebiliyoruz. Ama daldığımızda? Ama geceleri? Ama uyurken? Peki kalbimizin atışı? Böbreklerimizin işleyişi? Karaciğerimizin çalışması? Biz onları unuttuğumuzda kim onları unutmuyor?
İnsan sarayının idaresi pek şaşırtıcı. Bazen, sahip olduğumuz irade yetkisine rağmen, yaşananların seyircisi olduğumuzu düşünüyorum. Yani şahitlikten ötesi silik. Var ama pek zayıf. Hatta onun da bir kısmı yine fıtratın etkisi altında. (Fıtrat kaderin hayatımıza dokunduğu yerdir.) Neden bir insanın canı çöp yemek istemez? Neden leş hepimiz için pistir? Neden gideceğimiz yere yuvarlanarak gitmiyoruz? Neden böylesi şeyler hepimize aynı derecede 'yanlış' geliyor? İrademizin kısıtlılığı buralarda daha net görünüyor. Biz 'kalıplar içerisinde seçebilen' canlılarız. Varolmadan öncemizi belirleyemediğimiz gibi varlıkla getirdiğimiz kayıtları da seçimlerimiz sırasında gözetiyoruz. Bize bırakılan seçim alanı tüm bu kalıpların ve kayıtların içinde.
İrademiz bu kayıtlara sahip olduğu gibi şuurumuz da öyle. Bu aslında biraz da 'yaratıcılık' ve 'şahitlik' arasındaki o kapanmaz mesafenin getirisi. Yaratan yarattığının her detayını bilmek ve irade etmek zorundadır. Şahit ise bu yükleri tastamam taşımak zorunda değildir. Bir evin sahibi olmakla misafiri olmak aynı şey değildir. Bir malın emanetçisi olmakla sahibi olmak aynı şey değildir.
Bir fabrikanın patronu olmakla orayı dolaşmaya gelmiş bir meraklı olmak aynı değildir. Aslında sahip olmak büyük ölçüde kontrol etmektir. Sahip olan, sahip olduğunun her detayını bildiği (ilim), değişimlerini irade edebildiği (irade), ihtiyaçlarını karşılayabildiği (rububiyet) ve yaratabildiği (kudret) ölçüde o şeyin sahibidir. Zaman zaman onda sınırlı tasarruflarda bulunabilmeyle onun her anının bilicisi, idarecisi veya devam ettiricisi olmak arasında farklar vardır. Esas sahiplik ikincisidir. Birincisi sadece emanetçiliktir.
Kusurlu bir örnekle birazcık açayım: Evinizdeki bilgisayarın sahibi sizsiniz öyle değil mi? Bir komşunuz küçük bir iş için onu kullansa, bu, onu bilgisayarın sahibi kılar mı? Hayır. Çünkü zamana yayılan varlığında bilgisayarın yönetimi daha çok size aittir. Elektriğini siz sağlarsınız. Bozulursa tamire siz götürürsünüz. Lazım olan programları siz yükler veya kaldırırsınız. Zaten parayı verip alan da sizsiniz. Komşunuz bilgisayarın varlığına bu şekilde dahil olmamıştır.
Buraya kadar tartıştığımız birşey yok. Tamam. Ama devam edelim: Peki, o bilgisayarı üreten firma mı o bilgisayara daha sahiptir, yoksa siz mi? Bu soruyla işler karışıyor. Çünkü, o bilgisayarın, bozulsa tamir edemeyeceğiniz ve hatta nasıl çalıştığını dahi bilmediğiniz öyle detayları vardır ki, bu detayları ancak üretici firma kuşatabilir. Bilebilir, irade edebilir ve yapabilir. Bu da ona o bilgisayarın üzerine 'markasını vurma' hakkı verir. Siz bir firmadan bilgisayar aldığınızda aslında sadece kiracısı olursunuz. Kısıtlı bir kullanım hakkı kazanırsınız. Kendi markanızı üzerine vuramazsınız. Kendi üretiminiz gibi yapamazsınız. Pazara koysanız da yine asıl ustasına nisbet edilir. "Filanca marka!" denilir.
Peki, o bilgisayarda kullanılan 'şey'lerin yaratılışı? Demirin, bakırın, nikelin, plastiğin, kömürün, camın vs... yaratılışı? O bilgisayarı yapan mühendislerin, tasarımcıların, işçilerin yaratılışı? O mühendislerin, tasarımcıların ve işçilerin hayatta kalmasını sağlayacak bir evrenin yaratılışı?
Bunlara da o firma kadir değildir. O halde son mertebede şu bilgisayarın sahibi kim olur? Mülkü kimde kalır? İşte, biz, bu yüzden Cenab-ı Hakka Malik-i Hakiki diyoruz. Zira diğer bütün gölge sahipler yaratışın bir dönemine şahitlik etmekle yetiniyorlar. Daha detaya, daha detaya, daha detaya inildikçe bu sahte sahipler yavaş yavaş o şeyden ellerini çekiyorlar. Geriye tüm deyatların bilen Alîm, tüm detayları irade eden Mürîd ve tüm detayları yaratan Kadîr kalıyor. Allah kalıyor. Allah kaldığı için asıl yaratıcı o oluyor. Tevhid de bizim buna imanımızdır. Yani hepimiz aradan çekildiğimizde kalacak olana imanımızdır.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...