Said Nursî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Said Nursî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2021 Çarşamba

İkiyüzlülüğün de bir hikmeti var mı?

Bakalım kağıda dökmeyi becerebilecek miyim? Tevfik Allah'tan. Özetle neyi deneyeceğimi söyleyebilirim arkadaşım: es-Settâr ism-i şerifinin gölgesinde bir seyahat edeceğim. Mürşidimin 'verilen her kabiliyetin bir varlık hikmeti bulunduğuna' dair beyanlarına dokunarak oradan 'ikiyüzlülüğe' varacağım. Ah, evet, şaşırdın değil mi? Beni de meselenin en çok bu tarafı düşündürüyor. "İkiyüzlülüğün de hikmeti olabilir mi canım?" diye soruyorsun belki de. Eh, şey, hımmm. Bunu da anlamaya çalışacağız şu yazıda diyebilirim. Fakat adımlarımız karışmamalı. Konuşacaklarımızın bidayetini Bediüzzaman'ın şu metni oluşturacak. "Bismillah!" deyip kapısından girelim bakalım:

"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani, 'Fıtratını değiştir!' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz. Mecrâlarını değiştiriniz!' Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur." Ama bir saniye! Ne acele ettik de hemen sonuna vardık. Başında da biraz oyalanmalıydık. Bu paragrafı anlamak için, arkadaşım, azıcık evveline de uzanmalısın:

"İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur." Ah, ama, yine olmadı! Bu defa da üç misalin ne olduğunu merak edeceksin. O zaman şöyle birşey yapalım: Üçünü birden alamayız da bir tanesiyle yetinelim. 'İnat' diyelim. Aşkolsun:

"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

 Yani burada öğretiliyor ki arkadaşım: Cenab-ı Hakkın inat gibi 'sûreti sıcak görünmeyen' hilkatlerinde dahi hayırlar-hikmetler var. Fıtratta yerleri var. İnsanda gerekleri var. An şart ki: Kullanılacak yerleri var. Kullanılmayacak yerleri var. Zararlandığımız durumlar bizzat kendileriyle ilgili değiller. Ya? İstimal ettiğimiz alanla ilişkililer. İyinin ardında inat edersek 'hakta şiddetli sebata' dönüşürken, kötünün arkasında inat etmek 'zararlı bir ısrara' dönüşüyor, kötülendiriyor. Belki hatta zehirlendiriyor. Çünkü küçücük bir inat, bazen, sahibinin bütün bir hayatını kaşığında boğabiliyor.

İşte ben de tam bu eşikten 'ikiyüzlülüğe' bakıyorum arkadaşım. Tamam. Şu aşamada mevzuyu buraya çekmemi biraz tuhaf bulduğunu tahmin ediyorum. Çünkü 'ikiyüzlülük' inat gibi değil. Yani sırf bir yetenek değil. Onun hali biraz daha bed duruyor. Taraf tutuyor. Hatta anıldığı anda kem ahlakın kötü kokusu burun direğimizi sızlatıyor. Ama bir saniye! Böyle olduğunu ne biliyoruz? Hiç sınadık mı? Biraz kapağını kaldırırsak bu tencereden de güzel kokular gelebileceğini ümit ediyorum. Fakirin ekmeği ümit. Açalım bakalım. Eğer dediğim gibi çıkmazsa tencereyi kafama atmak elbette ki hakkındır. Atarsın.

Öncelikle: "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesine dair konuşacağım senle. Nereden mi çıktı? Bilim felsefesinden. Evet. Bu alanla ilgilenenlerin bazısı diyorlar ki bize: Gözlemcinin gözlemde elde ettiği bulgular, hatta müşahadeleri, aradığı şeyden etkilenir. Tarafsız bir gözlemci yoktur. Bu nedenle tastamam nesnel bir bilgi de yoktur. Bu tıpkı şüphelendiğin komşunun her hareketini hırsızlara benzetmen gibidir. Gün gelip masumiyeti ortaya çıktığında, daha önce suizan ettiğin her davranışın, pek de o kadar 'hırsızca' durmadığını derkedersin. Peki bu sapma nasıl yaşanmıştır? Bu ışık nasıl bükülmüştür? Beklentin gözlemini yönetmiştir çünkü. Arzun aradığını cezbetmiştir. İraden bilgiyi eğmiştir. İşte "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesi de bize bunu anlatır. Malumun: Kuantum fiziğiyle artık böyle şeyler rahat konuşulur oldu. Yoksa bilim davulcuları nesnelliklerine asla laf ettirmezlerdi.

Kuantum fiziği ise bunu bize 'gözlemcinin gözleneni etkilediğini gösteren' çift yarık deneyi ile gösterdi. Aslında daha doğru bir ifadeyle şöyle demeliyiz: Âdemoğlu bunu başından beri biliyordu-yaşıyordu da 'bilimsel tahakküm'den paçasını ancak kurtardı. Kuantum fiziği kartezyen-mekanikçi bilimin ayarlarıyla oynamasa bu mevzuda parmak sallamak hiçbirimize nasip olmazdı. Kur'an'da defalarca 'aynı ayetlerin' mü'minlerin 'imanını' kâfirlerinse 'dalaletlerini' arttırdığı söylense de bunu kevnî ayetlere kadar taşıyıp "Sizin dalaletiniz de kâfirliğinizden. Küfrünüzün beklentisinden. Küfrî bakışınızdan. Küfür arzunuzdan. Yoksa kainat bu sapkınlığı zorunlu kılmıyor. A cahiller!" diyemezdik. Şimdi biraz fısıldıyabiliyoruz. Çok şükür. Elbet zaman gelecek gürleyerek de söyleyeceğiz. İnşaallah.

İkiyüzlülüğe geri dönelim. Gözlemcinin bakışının gözleneni bu kadar etkilediği bir dünyada elbette es-Settâr ism-i şerifi büyük bir hikmetin kapısını aralıyor. Belki de biz üzerini örttüklerimizin varlığına da kastediyoruz. En azından etkilerini azaltabiliyoruz. Hatta yokedebiliyoruz. Sözgelimi: Geceleyin korkumuzu tetikleyen bir nesnenin üzerini örttüğümüzde tesirinden de kurtulabiliyoruz. Acı bir sahneyle karşılaştığımızda yüzümüzü çevirerek ondan korunabiliyoruz. Hatta kötü bir olaydan bahsedildiğinde konuyu değiştirerek varlığından doğan baskıyı azaltabiliyoruz. Kısmen, küçükçe, nümune nevinden bu muvaffakiyetlerimiz, bizim, bu meseleyi aslında çok daha önceden, kalben, fıtraten, yaratılışımızdan bildiğimizi gösteriyor. Yani içimiz dünyaya kuantum okumuş olarak geliyor.

İkiyüzlülük de belki işte bu yeteneğin suistimali. İnsan neden ikiyüzlülük eder? Laçka olmuş insanımsıları çıkarırsak, 'korkusundan yorulduğu' veya 'menfaatini arzuladığı' yerlerde insanoğlunun, ikiyüzlülük sayılabilecek davranışlar sergilediğini görürüz. Mesela: Annesinden korkan çocuk ikiyüzlülük edebilir. Veya işyerinde yükselmek isteyen eleman ikiyüzlülüğe meyledebilir. Birisinde etken korkudur. Diğerinde etken menfaattir. Üçüncü bir ikiyüzlülük zeminiyse cerbezedir. Birisini kandırmak istediğinde de insan yanlışlığını bildiği şeyleri doğruymuş gibi savunabilir. Demek, hem 'kuvve-i gadabiye/korunma güdüsü' hem 'kuvve-i şeheviye/menfaat güdüsü' hem de 'kuvve-i akliye/doğruyu-yanlıştan ayırma güdüsü' insanı kendisinde ikiyüzlülük etmeye götürebilir.

Fakat, işte, bütün bunlar mezkûr yeteneğin suistimali de sayılabilir. Belki de aslında bu yeteneğin insana veriliş amacı 'kendisindeki kötülükleri azaltması'dır. Sözgelimi: Morali bozuk olduğunda dahi çevresine tebessüm eden kederine doğru ateş eder. Mürşidimin "Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül..." derken de dikkatimizi çektiği birşeydir bu. Tebessüm kederin şiddetini azaltır. Hatta kişisel gelişim kitaplarında dahi böyle zamanlarda 'aynaya bakıp gülümsemek' tavsiye edilir. Demek bu noktada ikiyüzlülük caizdir. Hem de lazımdır. Faydalıdır. Çünkü kederine baktıkça insan kederini büyütür. Meşguliyet kötülüğü besler. Veya Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Merak musibeti ikileştirir." 

Sagopa'nın Avutsun Bahaneler'de söylediği güzel bir mısra var: "Kafan seni dağıtmadan sen onu dağıt!" Küçük bir kelime oyunundan ibaret görmeyelim. Sahiden de bu 'kafa dağıtma' mevzuu dilimize-kültürümüze yerlermiş bir bilgelik içeriyor. Bir kaçış öğütlüyor. Vesvese ile ilgili sıkıntılarda dahi mürşidlerimizden öğrendiğimiz 'onlarla meşgul olmamak' noktasında temerküz. Yani, nasıl oluyorsa oluyor, endişemiz zararımızı çoğaltıyor. Tıpkı 21. Söz'ün 2. Makamı olan Vesvese bahsinde anlatıldığı gibi: "Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır." Yani böylesi durumlarda da günahsız bir gaflet, bir yüz çeviriş, bir ikiyüzlülük caiz olabilir. An şart ki: Gafletin arandığı yer haramla meşguliyet olmasın.

Üçüncü bir husus: Nefsimize karşı ikiyüzlülük. Evet. Eğer nefs-i emmare sahibiysek, ki herhalde çoğumuz öyleyiz, o kem nefse karşı ikiyüzlülük etmekten çekinmemeliyiz. Kur'an-ı Hakîmimiz bize Yusuf aleyhisselamın dilinden şu hakikati öğretiyor: "Nefis her zaman kötülüğe emreder..." Bu noktada biz nefsimize karşı ikiyüzlü olmakta tereddüt etmemeliyiz. Nasıl olacak bu? Belki şöyle: Yani bizden bir parça olması herşeyini sahiplendiğimiz-benimsediğimiz manasına gelmemelidir. Biz içimizdeki kötülüğe karşı ikiyüzlü olarak ancak dışımızda daha iyi birisi olabiliriz. İçimizde hırsızlık arzusu olabilir. Hased olabilir. Kin olabilir. Kıskançlık olabilir. Her çeşit deniyete arzu bulunabilir. Lakin biz bu arzuyu 'imtihan' bilerek karanlık yüzümüze atarız. Kaçarız. Şerrinin teşhisinde bulunarak aydınlık yüzümüzle Rabbimize sığınırız. Nefsimizi temize çıkarmayız. Kötülüklerine meşruiyet aramayız. Yüzümüzün tamamını yıkamayız. Benimsemeyiz. Sahiplenmeyiz. Savunmayız. "Bu da insaniyettendir!" demeyiz. Böylelikle kötülüğümüzü zayıflata zayıflata giderek aydınlık yanımızı besleriz. Onu büyütür-yaşatırız. İnşaallah. İşte bana bu noktada da ikiyüzlülük caizdir gibi gelir. Elbette en doğrusu her zaman Allah bilir.

es-Settâr ism-i şerifinin bir hikmetinin de bu aynada parıldadığından bahsetmiştim. Bitirmeden biraz daha arzedeyim. Bu isim bize, gölgesinde kalırsak, azaltabileceğimiz kötülüklerden bahsediyor. Tesettür bir kadını-erkeği nasıl kötülüklerden koruyorsa muhataplarını da öyle kötülüklerden koruyor. Günahlarından utanma-sıkılma bireyi şerrinin büyümesinden-genişlemesinden nasıl koruyorsa meşruiyet kazanmasından-normalleşmesinden de öyle toplumu koruyor. Dinimizde buna mümasil birçok emir-tavsiye bulunmakta. Bunlarla bir tür koruyucu hekimlik yapılmakta. Elhamdülillah. Sayılarınca elhamdülillah. Demek doğru bir şekilde örtülen şeylerde azalma gerçekleşiyor. Yanlış bir şekilde açılan şeylerde kötülük büyüyor. Cenab-ı Hakkın hayâ emrettiği her noktada bu azaltışın sırrı az-çok görünüyor. Rahman u Rahim cümlemize sırlarını görüp yaşayabilmeyi nasip eylesin. Âmin.

10 Nisan 2020 Cuma

Bitlisli Said Nursî'den Bitlisli Fuat Sezgin'e: İslam bilimin neresinde?

"İnsafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir." İlk Dönem Eserleri'nden.

Mürşidim, ta Lemeat'ını telif ettiği Eski Said döneminden beri, şöyle bir iddianın sahibidir: "Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesire. Lâkin onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez." Yeni Said döneminde ise bu görüşünün 'medeniyette vardır mehasin-i kesire' kısmında değişiklik yapar: "Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semâvî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi." Kastamonu Lahikası'nda yeralan bu cevabın sorusu da tam bir ayraç gibidir: "Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan mim'siz diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?"

Ancak tesbitin diğer kısmında hiçbir değişiklik yoktur. Yani, Bediüzzaman, Batı 'deniyeti' (me'siz) dediğimiz şeyin 'mehasin/güzellikler' kısmında, bütün insanlık tarihi, özelde de İslam tarihi adına hak iddia etmektedir. Ondaki gelişmelerin 'umumun malı' olduğunu düşünmektedir. İşte, geçtiğimiz aylarda okuduğum bir kitap vesilesiyle, bir güzel insanın daha bütün hayatını 'bu cümlenin altını doldurmakla' geçirdiğini öğrenmiş oldum. Evet. Sanki onun hayatı/çalışmaları tastamam şu tesbitin bir şerhi idi. Ürettiği eserler/müzelerle insanlığa tastamam bunu anlatmaya çalışıyordu. Elhamdülillah. Bu kadar medihten sonra ismini verelim artık. O kişi merhum Fuat Sezgin Hoca'dır. O eser de Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Tarihi Sohbetleri'dir.

Kitabın girişinde mezkûr 'bakış açısı değişikliği'nin müslümanları nasıl bir vartadan kurtaracağını şöyle izah ediyor Turan: "Fuat Sezgin Hoca, çalışmalarını sürdürürken, İslam âlemindeki okullarda 'İslam bilim tarihi' hakkında olumsuz ve önyargılı bilgilerin kaldırılmasının ve yerine doğru bilgilerin konulmasının gerekli olduğunu vurguladı. Böylelikle dünyaya bakış açımızın değişeceğinin farkındaydı aslında. Zira her türlü tecrübe zorlu olarak perspektifle ilgilidir."

Kitabın ilerleyen kısımlarında bunu bizzat Sezgin Hoca'nın dilinden de okuyoruz: "İlk önce hocalara seslenmek istiyorum. Talebelerini aşağılık duygusundan kurtarmaya çalışsınlar. Türk milletini aşağılık duygusu bir kanser gibi kemiriyor. (...) Müze kurmaya çalışıyoruz. Bu kanserin tedavisine oradan başlayacağız inşaallah." Sefer Bey'in izah istemesi üzerine de şunları ekliyor hoca: "17. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar bakıyorlar ki Avrupalılar teknolojide bizden ileri. Mesela: Avrupalıların ellerindeki topu görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Pusulayı görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Bunları gördükçe aşağılık duygusu gelişiyor."

Kendi okullarımızda bilim tarihimize dair aktarılan yanlış bilgilere de şöyle misal veriyor: "Süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki: 'Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar!' Bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter'in sayesinde etütlere girdim. Gerçekleri gördüm. Frankfurt'taki çalışmalarımdan sonra baktım ki: Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Birûnî dört mevsimin süresini tutuyor. Diferansiyel matematikle çözüyor. Bu bilgilerle hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum."

Peki tarihte aslında yaşanan nedir? Bilim tarihine bakıldığında 'doğru görüş' nasıl şekillenmelidir? Buna dair düşüncelerini de şöyle aktarıyor hoca: "Alman bir âlim arkadaşım vardı. Matthias Schramm diye bir dâhi. İbnü'l-Heysem'in Fiziğe Götüren Yolu diye bir kitap yazdı. (Bende olduğu gibi) onda da bu fikir vardı: 'Bilimler Tarihi insanların müşterek mirasıdır' diye. Ben buna inanıyorum. Bilimler sıçramalar yapmıyor. Esasında yavaş yavaş tekamül ediyor. Bir Fransız âlimi de söylüyor: 'İnsanlar keşfetmiyor, insanlar geliştiriyor.' Bugün biz, 21. yüzyılın başında bütün insanlığın geliştirdiği bu bilimler manzumesinde, maalesef Müslümanların 800 yıllık sıradışı keşiflerinin Bilimler Tarihi'ndeki yerini bulamıyoruz. İşte Almanya'da Bilimler Tarihi profesörü olma mesuliyetini üzerime aldığım günden itibaren, bende bir hasret, bir yanılgı hissi olarak, bu sorumluluk duygusu gelişti. 'Bunu nasıl değiştirebiliriz?' Ona gayret ediyorum."

"Ben şu neticeye vardım: Müslümanlar M.S. 7. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. Bilimi alırken Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, ne olursa olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Müslümanlar onlardan süratli bir şekilde öğrendi. İki yüzyıl sonra müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı geride bırakarak sıradışı eser ortaya koymaya başladı. Hatta Müslümanlar onlardan bilgiyi alırken, hocalarının faziletlerini hiçbir zaman unutmadılar, onu söyleyeyim. Müslümanlar evvela orijinal eserler ortaya koymaya başladılar. Bu süreç 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren, 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar, ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ilerde kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar. Ondan sonra İlimler Tarihinde önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. 'Bugün Avrupa'daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir' diye tanımlıyorum."

Kitapta hayretten damağınızı şaklatacak buna benzer birçok bilgi var. Birkaç cümlecikle hızlı geçişler yapayım: "Meteoroloji tarihini yazarken gördüm ki: Avrupa'nın 18.-19. yüzyılda vardıkları neticelere müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar. Mesela: 'Rüzgar nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?' gibi meteorolojik meseleleri müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı." Yine başka bir bölümde: "Birûnî 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina'yla yazılı bir münakaşaya giriyor. Konu nedir biliyor musunuz? 'Işığın sürati ölçüsüz müdür, yani namütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi? Yani zamanla ölçülebilir mi?' Ne müthiş birşey değil mi!" Ve yine başka bir bölümde: "Mesela: Galen'in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa'da. 1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı yahudi kökenli bir alman bilgini bunun Huneny b. İshak'ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg, İslam'daki göz tıbbının, daha 10. yüzyılda Avrupa'daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti."

Yazıyı uzatmak istemediğim için daha fazla alıntı yapmıyorum. En güzeli kitabı edinip bizzat okumanız. Belki o zaman, Bitlisli Fuat Sezgin'in, yine Bitlisli Said Nursî'nin 1900'lerin başında beyan ettiği şeyin altını nasıl bir ömürle, birçok eserle, müze çalışmasıyla, makaleyle doldurduğunu şaşkınlıkla/takdirle göreceksiniz. Ve Bediüzzaman'ın böyle bir noktada durmasının hikmetini de anlayacaksınız. Evet, güzel insanlar, kafayla-kalple-fikirle tastamam bu toprakların evlatları olarak, dayatılan yalanlara/ezberlere direndiler. Gelecek nesillerin 'algı-gayret yönetici illüzyonlar' karşısında özgüvenlerini yitirmemesi için bunları yaptılar. Şimdi bize düşen de aynı izzeti kuşanıp tekrar ayağa kalmak. Tıpkı Münazarat'ın bağırdığı gibi dünyanın yüzüne bağırmak: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"

3 Aralık 2012 Pazartesi

Mümin müminin aynasıdır, ama boy aynası değildir

“Mümin müminin aynasıdır” hadisini biraz dar bir çerçevede anladığımızı düşünüyorum. Bunu bana düşündüren okuduğum kitaplar öncelikle... Zira onların da yaşayanlar kadar fikrime birer ayna, birer makes olduklarını ve hatta çoğu zaman hakikatlerin onlarda yansıyarak bana ulaştığını müşahede ediyorum.

Bu noktada bir müminin, diğer müminin karakterlerini ve siretini yansıtan bir ayna değil sadece; aynı zamanda onun kâniatı temaşa edebileceği, tefekkür edebileceği bir zemin olduğunu derketmekteyim. Bunu biraz daha açık ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: Bir mümin, diğer müminin sadece kendisine bakan boy aynası değildir. O, aynı zamanda, vesilesiyle hakikatlerin aklımıza ve kalbimize ulaştığı bir rasat aynasıdır. Kâinata açılan penceremiz, belki kapımızdır. Bu yüzden aynaların/okuduklarımızın sayısını çoğaltmak lazımdır.

Bu eksende Borges’ın beni destekleyen güzel bir sözünü zikretmek istiyorum: “Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra varmışımdır.” Evet, Borges çok doğru söylüyor. Hakikaten de bizi gerçek hayata, hayatın özündeki hakikatlere uyandıran hep kitaplar değil midir? Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere o güzel nesnelerdir ki, hayata gözlerimizi açarlar. Ülfetin/sıradanlığın perdelerini yırtarlar.

Aynı perspektiften bakarak şunu da itiraf edebilirim ki; pek çok kereler aklıma güzel fikirler, hakikatler başkalarının cümlelerini okurken gelir. Hatta fikrim dediğim çoğu şey, başkalarının fikirlerinin beynimden geçerken yaptığı sürtünmeden çıkan kıvılcımlardır.

Kendi beynimdekilerin, kalbimdekilerin başkalarının beyaz sayfalar üzerine kodladığı siyahlıklarını izlerken (yine) bana açılması, işte bu ayna hadisinin diğer boyutunu görmemi sağlıyor: Evet, mümin kardeşlerim benim aynalarım. Yazdıkları, düşündükleri de öyle... Onlara yalnızca kendimi değil, kâinatı ve esmayı da yansıtarak (yahut zaten yansımakta olanları görmeye kastederek) değişmeyen hakikatleri arıyorum, buluyorum.

Biraz da ayna tanımı üzerinde duralım. Takdir edersiniz ki, yalnızca, insanın bakınca kendisini gördüğüne ayna demezler. Ayna, aynı zamanda bir yansıma/yansıtma aracıdır. Bazen yolu görmek, bazen mikroskobik nesneleri görmek, hatta bazen uzayı görmek için bile kullanılabilir. Periskoplarla denizinaltıların su üstünü görmesini sağlarken, teleskoplarda da aynalar sayesinde uzay temaşa edilir. Yani ayna, yalnızca insanın kendisinin yansıdığı, kendisini gördüğü şey değildir. Ayna, aynı zamanda gözle görmesi zor nesneleri de bir görme/gözlemleme aracıdır. Bu yönüyle de “Mümin müminin aynasıdır.” Onda, yazdıklarında, düşündüklerinde mümin kendisinin keşfetmediği (yepyeni) bir dünya görür. Bazen farklı bir bakış açısını, bazen farklı bir bilgiyi, bazense sadece empatiyi yakalar. Sonra içine kendi fikrini de yansıtarak tefekkürünü geliştirir.

Hz. Ali’ye (radyallahu anh) atfedilen “İlim bir nokta idi. Onu cahiller çoğalttılar” sözü bu bağlamda ne kadar da manidardır. Öyle ya... Vahyin de dediği gibi; “İnsan çok cahildir.” Bu cahiller ayna misal birbirlerinin karşısına geçerek ve nokta kadar ilmi birbirileri içinde yansıtarak onu çoğaltmışlardır. “Telahuk-u efkârdan hakikat doğar...” Ve şunu da unutmamalıyız: İki ayna karşı karşıya konduğunda, ortalarındaki herhangi bir nesnenin yansıması sonsuz sayıdadır. Bizi birbirimize ayna kılmakla azımızı çoğa kalbedene hamd u senalar olsun. Yarattığı aynalar ve yansımalar sayısınca...

Bu bahse girişmişken Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’de zikrettiği mürşid ve ayna metaforuna da değinmek istiyorum. Hatta durun, ben konuşmayayım, o metni doğrudan alıntılayayım da, tefekkürü size kalsın: “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.” Amenna Üstad! Aynen öyledir. Mümin  müminin aynasıdır. Mürşid müridin aynasıdır. Kalp kalbin aynasıdır. Dünya, zaten bir aynalar koridorudur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...