Kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2016 Cumartesi

Kaçması varmaktan tatlıdır

"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.

Cemil Meriç bir yerde diyor ki: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım." Kalbimi avuçlayan cümlelerinden birisiydi. Neden öyle oldu? Kendi yaralarına dokunan bizim yaralarımıza da dokunur. İnsanlar insaniyetin yaralarında kardeştir çünkü. Demiştim ki kendime: "Demek her insanda bu biraz böyle." Kitaplara kaçmak her insanda ihtiyaç. Okumak benim için de bir kaçıştı. Başkalarının, başka çocukların yaptıkları gibi evden sokağa kaçmak yerine, evden kitaplara kaçmayı tercih ettim. Özellikle romanlara. Neden romanlara? Romanlar, o güne kadar hayal edemediğim bir dünyadan haber veriyorlardı sanki. Bir cennetten. Sayfalarda taşınabilir/değiştirilebilir bir dünyadan.

Yaşadığım tepelerin arasına kurulmuştu. Tepelerden birisine tırmandığımda evleri parmağımla sayabilirmişim gibi gelirdi. Herşey çok belirgin ve tekdüzeydi. Olacakları kestirebilmek sıkar insanı. Bilmemek de bir nimettir. Hayatı daha yaşanılır kılar. Harikası olmayan dünya çekilmez. Kaderimi bilmediğimden bu yüzden mutluyum. Fakat hayatımın büsbütün gelişigüzelliklere bağlı olduğunu düşünmek de istemem. Korkarım. Kaderimin bilindiğini bilmekten de bu yüzden memnunum. Bir editörün kontrolünden/takdirinden geçmek kendini bilen her yazarı rahatlatır. Kaderin varlığına iman etmek bana hayatımın, çok şükür, büsbütün sebeplerin ellerinde olmadığını gösteriyor. Rahatlıyorum.

Yürüyerek dışına çıkamıyordum. Tepenin ardında başka bir dünya var sanıyordum. Başka renkte, dilde konuşan çocuklar; farklı hayvanlar, hatta harikalar vesaire. (O zamanlar He-Man'in kılıcını Topkapı Sarayı'nda sandığım yıllardı.) Hayal ediyordum. Gidemiyordum. Ama okurken sanki bu oluyordu.

Kalın romanlar okumayı seviyordum. Kütüphanelerde kalın kitaplar çocuklara verilmezdi. Kardeşlerime aldıkları kitapları hemen götürmemeleri için dil döküyordum. Hiç bitmesinler istiyordum. Hiç beni gerçek dünyaya döndürmesinler. Kitaplar içinde dolaşayım. Bir onun, bir bunun kahramanı olayım. Olayları değiştireyim. Kötüler kazanmasın. İyiler akıllansın. Birbirini anlayamayan ve açılamayan âşıkların arasını ben bulayım. Orada keder, kavga, endişe olmasın. Orada ben bir işe yarayayım.

Bir gün birisinin içinde yaşayayım. Diğer gün diğerinin. Bir gün beni akıncı beyi olarak bilsinler, diğer gün dedektif. Yaşamadığım hiçbir alternatif kalmasın dünyada. İhtimallerin tamamını fethedeyim. Bir çocuk olarak dünyaya gelebileceğim her yer, her şekil, her ırk; yapabileceğim her meslek, yaşayabileceğim her hayat yaşanmış olsun o romanların içinde. Bir hayatım bin olsun. Okumak 'bereket' olsun. Romanlar 'hayatımın birini bin yapma yöntemi' gibi geliyordu bana o zamanlar.

Bugün dahi diğer türlerden daha çok okurum romanları. Demek kaçmak ihtiyacı bitmiyor. Allah Resulü (a.s.m.) boşuna buyurmamış elbet; "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" diye. İnsan zindandan kaçmak ister. Kaçmak, müminane bir eylemdir bu yönüyle. Gayba iman biraz da bu kaçışın eseridir. İstemeyenden korkmalı asıl. Kavminden ayrılıp Tûr'a çıkmayandan, Hira'sı olmayandan korkmalı. "Oku!" emri gelinceye kadar yalnızlık sevdirilmeyenden birşey olmuyor. Bir yanı eksik kalıp hep, o eksiği arayanı takdir etmeli hayatı boyunca. Eksiklik, açlıktır. Tüm nimetler açlığa bağışlanmıştır.

Okumak bir açlıktır. Ama doyması olmayan bir açlıktır. Bir hastalıktır. İyileşmesi istenmeyen bir hastalıktır. Bir kaçış yoludur. Fakat kaçması, varmaktan tatlıdır. Bizi Kur'an'a da âşık eden yine bir gayb âlemine açılma arzusu değil miydi? Hayatımızın yaşadığımızdan ibaret olmadığımızı gösteren bir dünyaya... Aşkın bir dünyaya... 

3 Aralık 2012 Pazartesi

Mümin müminin aynasıdır, ama boy aynası değildir

“Mümin müminin aynasıdır” hadisini biraz dar bir çerçevede anladığımızı düşünüyorum. Bunu bana düşündüren okuduğum kitaplar öncelikle... Zira onların da yaşayanlar kadar fikrime birer ayna, birer makes olduklarını ve hatta çoğu zaman hakikatlerin onlarda yansıyarak bana ulaştığını müşahede ediyorum.

Bu noktada bir müminin, diğer müminin karakterlerini ve siretini yansıtan bir ayna değil sadece; aynı zamanda onun kâniatı temaşa edebileceği, tefekkür edebileceği bir zemin olduğunu derketmekteyim. Bunu biraz daha açık ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: Bir mümin, diğer müminin sadece kendisine bakan boy aynası değildir. O, aynı zamanda, vesilesiyle hakikatlerin aklımıza ve kalbimize ulaştığı bir rasat aynasıdır. Kâinata açılan penceremiz, belki kapımızdır. Bu yüzden aynaların/okuduklarımızın sayısını çoğaltmak lazımdır.

Bu eksende Borges’ın beni destekleyen güzel bir sözünü zikretmek istiyorum: “Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra varmışımdır.” Evet, Borges çok doğru söylüyor. Hakikaten de bizi gerçek hayata, hayatın özündeki hakikatlere uyandıran hep kitaplar değil midir? Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere o güzel nesnelerdir ki, hayata gözlerimizi açarlar. Ülfetin/sıradanlığın perdelerini yırtarlar.

Aynı perspektiften bakarak şunu da itiraf edebilirim ki; pek çok kereler aklıma güzel fikirler, hakikatler başkalarının cümlelerini okurken gelir. Hatta fikrim dediğim çoğu şey, başkalarının fikirlerinin beynimden geçerken yaptığı sürtünmeden çıkan kıvılcımlardır.

Kendi beynimdekilerin, kalbimdekilerin başkalarının beyaz sayfalar üzerine kodladığı siyahlıklarını izlerken (yine) bana açılması, işte bu ayna hadisinin diğer boyutunu görmemi sağlıyor: Evet, mümin kardeşlerim benim aynalarım. Yazdıkları, düşündükleri de öyle... Onlara yalnızca kendimi değil, kâinatı ve esmayı da yansıtarak (yahut zaten yansımakta olanları görmeye kastederek) değişmeyen hakikatleri arıyorum, buluyorum.

Biraz da ayna tanımı üzerinde duralım. Takdir edersiniz ki, yalnızca, insanın bakınca kendisini gördüğüne ayna demezler. Ayna, aynı zamanda bir yansıma/yansıtma aracıdır. Bazen yolu görmek, bazen mikroskobik nesneleri görmek, hatta bazen uzayı görmek için bile kullanılabilir. Periskoplarla denizinaltıların su üstünü görmesini sağlarken, teleskoplarda da aynalar sayesinde uzay temaşa edilir. Yani ayna, yalnızca insanın kendisinin yansıdığı, kendisini gördüğü şey değildir. Ayna, aynı zamanda gözle görmesi zor nesneleri de bir görme/gözlemleme aracıdır. Bu yönüyle de “Mümin müminin aynasıdır.” Onda, yazdıklarında, düşündüklerinde mümin kendisinin keşfetmediği (yepyeni) bir dünya görür. Bazen farklı bir bakış açısını, bazen farklı bir bilgiyi, bazense sadece empatiyi yakalar. Sonra içine kendi fikrini de yansıtarak tefekkürünü geliştirir.

Hz. Ali’ye (radyallahu anh) atfedilen “İlim bir nokta idi. Onu cahiller çoğalttılar” sözü bu bağlamda ne kadar da manidardır. Öyle ya... Vahyin de dediği gibi; “İnsan çok cahildir.” Bu cahiller ayna misal birbirlerinin karşısına geçerek ve nokta kadar ilmi birbirileri içinde yansıtarak onu çoğaltmışlardır. “Telahuk-u efkârdan hakikat doğar...” Ve şunu da unutmamalıyız: İki ayna karşı karşıya konduğunda, ortalarındaki herhangi bir nesnenin yansıması sonsuz sayıdadır. Bizi birbirimize ayna kılmakla azımızı çoğa kalbedene hamd u senalar olsun. Yarattığı aynalar ve yansımalar sayısınca...

Bu bahse girişmişken Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’de zikrettiği mürşid ve ayna metaforuna da değinmek istiyorum. Hatta durun, ben konuşmayayım, o metni doğrudan alıntılayayım da, tefekkürü size kalsın: “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.” Amenna Üstad! Aynen öyledir. Mümin  müminin aynasıdır. Mürşid müridin aynasıdır. Kalp kalbin aynasıdır. Dünya, zaten bir aynalar koridorudur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...