Homo Ludens etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Homo Ludens etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2024 Salı

Şu bendeki homo ludenslik homo sapiensliği döver

Anlamda bir sihir var. Nesnelere yüklediğimiz mana onlardan nasıl etkileneceğimizi de şekillendiriyor. Sözgelimi: Dostumun enseme attığı tokatla düşmanımın attığı bir değil. Tamam. Fiil düzeyinde ikisi de aynı. (Tokat nihayetinde tokat yani.) Fakat içimde nasıl bir dalga oluşturacaklarını yine 'anlam' belirliyor. Sevdiğimin tokadını iltifat olarak görebilirim. En sıkkın anında canımın gülümseyebilirim. Düşmanımın attığınaysa böyle bakamam. Olumlayamam. Müsbete yoramam. Dolayısıyla enfüsümdeki yansıması başkadır. Birisi yaralarımdan kurtarır. Ötekisi yaralar. İzleri hep kalır. Karşılığını versem bile zararını uzaklaştıramam. "Nasıl yapar!" itirazı yeşerip durur hatırımda. "Nasıl yapar!" Çünkü yapılamazlığını kesin bir anlam olarak belirlemişimdir. "O adam bana bu tokadı atamaz." Lakin sevdiceğim kulağımı dahi çekebilir. Tıpkı rahmetli babamın defaatle yaptığı gibi... Her hatırlayışımda gülümserim onunla. Özlerim. Acısını dahi özleriz sevdiklerimizin. Çünkü sevdiklerimizdir.

İbrahim sûresinde, kısacık bir mealiyle, şöyle buyruluyor: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dallarıysa semâdadır. O ağaç, Rabbinin izniyle, her an meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye insanlara Allah böyle misaller veriyor. Kötü sözün haliyse, toprağın üstünden sökülmüş kötü bir ağaca benzer ki, kökü de yoktur..." Müfessirlerimiz, ayette geçen 'tayyib kelime/güzel söz' ifadesinin tevhide, 'habis kelime/kötü söz' ifadesininse şirke dair olduğunu haber veriyorlar. Hakikaten imanımızı hayatta aynen böyle buluyoruz. İman, elhamdülillah, durduğu yerde durmuyor. İnsan toprağına atıldığı anda bütün algılarını etkileyecek şekilde yeşeriyor, dallanıyor, meyveleniyor. Allah'ı nasıl bildiğimizle dünyamız da değişiyor, güzelleşiyor. Herşeyi Rahman'ın yarattığına imanlılar, Yunus Emre Hazretleri gibi "Kahrın da hoş, lütfun da hoş..." diyebiliyorlar. Veya İbrahim Hakkı Hazretleri gibi  "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler..." söyleyebiliyorlar. Çünkü Onu tanıyınca sevmemek asla mümkün olmuyor. O sevgi de her yaşattığını 'sevgilinin iltifatına' dönüştürüyor. Lezzetlendiriyor.

Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur..."

Sanki şu dünyaya 'anlamlar yüklemeye' gelmişiz arkadaşım. Yorumlamaya gelmişiz. Okumaya gelmişiz. Ve Hak Teala, yüklediğimiz anlamlara göre, ahiretimizi yaratacak. Yine mürşidimin ifadesiyle: "Burada meyve yersin, orada 'elhamdülillah' yersin." Bu dünyada elhamdülillah diyenler ahirette o elhamdülillahlarını vücudlanmış görecekler demek ki. Buradaki anlamlarıyla orada yeşerecekler. Evet. Cehennem ehli cehenneme layık adem/yokluk anlamları yüklemekte dünyaya. Cennet ehli de cennete yaraşır vücud/varlık anlamları vermektedir yaşadıklarına. Bunlar dünya imtihanımız üzerinden üretilip arşivlenmektedir. Farkındalığımız bir tür kurgu-kayıt hizmeti sunmaktadır. Peki sonrasında ne olacaktır?

Sonra bunlar vücud âlemine tekrar çıkarılacak. Maneviyatlar maddiyata dönüşecek. İlimler hakikate kalbolacak. Herkes odununu kendisi götürecek cehennemine. (Allah bizi onlardan olmaktan korusun.) Herkes nurunu elleriyle taşıyacak cennetine. (Allah bize onlardan olmayı nasip eylesin.) Tıpkı Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi: "Cehennem dediğin dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendin götürür."

İşte, arkadaşım, bu zaviyeden bakıldığında 'dünya hayat' bir 'oyun ve oyalanmaya' dönüşür gerçekten. Çünkü oyunlar böyle oynanır. Onlar bile-isteye kandırmacalardır. Çocuklar 'yalnız oyuncular için geçerli' anlamlar verebilirler nesnelere. Mesela: Bazen, tıpkı yeğenim Salih'in yaptığı gibi, toplar gezegenlere dönüşebilir. Bazen oyuncak ayı küçük kardeş olabilir. Bazense içinde hiçbirşey olmayan tencerelerde yemekler pişirebilirler. Hayalleri hem gerçektir hem değildir. Gerçektir, zira oyuncuları aksine inandıramazsınız. Değildir, zira hakikate vâkıf olanlar için gülünçtür. Sırr-ı imtihan da bizi böylesi bir 'çoklu gerçeklik dünyasına' uğratmıştır. Bin türlü şirk sanrısına bedel tevhidin de billurdan binbir türlü mertebesi vardır. Herkes mertebesince bir gerçeklikle muhatap olur. Herkes makamınca ağırlanır. Çocuklar da, şimdinin hakkını verebilirlerse eğer, büyüdüklerinde arzuladıkları rolleri oynayabilirler.

Johan Huizinga, Homo Ludens (Oyun İnsanı) isimli meşhur eserinde der ki: "Oyunu kabul etmek, ister istemez, ruhu da kabul etmek demektir. Çünkü özü ne olursa olsun, oyun, madde değildir. Hayvanlar âleminde bile oyun fiziksel varoluşun sınırlarını aşmaktadır. Dünyanın bütünüyle kör güçler tarafından yönetildiğini savunan bir dünya görüşünün perspektifinden baktığımızda oyun tamamen gereksizdir. Ancak ve ancak ruhun içeriye akışının 'evrenin mutlak determinizmini parçalamasıyla' oyun mümkün, tasavvur edilebilir ve anlaşılabilir olur. Oyunun varlığı evren içindeki konumumuzun mantıküstü doğasını sürekli doğrular. Hayvanlar oyun oynayabildiği için salt mekanik varlıklar olmanın ötesindedirler. Biz de oynuyoruz. Ve oynadığımızın bilincindeyiz. Öyleyse biz de salt akıllı varlıklar olmanın ötesindeyiz. Çünkü oyun irrasyoneldir." Kitabın sonlarına doğruysa şöyle güzel bir pencereye çevirir yüzümüzü: "İnsan zihni oyunun büyülü çemberinden ancak gözlerini yüce varlığa çevirerek kurtulabilir. Mantıksal düşünce pek uzağa gidemez. İnsan zihninin bütün hazinelerine ve tüm o parlak başarılarına baktığımızda şunu görüyoruz: Her ciddi akıl yürütmenin dibinde sorunlu bir tortu kalmaktadır. Yargılarımızın hiçbirinin nihai nitelikte olmadığını içten içe biliyoruz. Yargımızın sendelemeye başladığı bu noktada dünyanın ciddi olduğu hissi de sarsılmaya başlar. 'Herşey gelip geçici...' diyen eskilerin sözünün yerine daha olumlu 'Herşey oyun!' sözü kendini bize dayatır..."

"Dünya hayat bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir..." buyuran En'am sûresi 'oyunun mahiyeti' üzerine düşünmeye sevkediyor bizleri. Dikkat kesilelim. Hem de çok dikkat. Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan seçtiği kelimelerle daha nice sırlara işaret ediyor olabilir. O sırları aydınlatmaksa ancak ameliyat-ı tefekküriye ile mümkündür. Tefekkür de temel anlamları doğru yüklemekle ancak bağışlanan bir yoldur. Daha önce okuyanları okumalıyız ki okuyacaklarımızı da okuyabilelim. Daha önce okuyanları okumadan okuyacaklarımızı okuyamayız. Çünkü okumayı öğrenemeyiz. Bizden evvel okuyanların en büyüğüyse "Oku!" emrine muhatap olmuş Aleyhissalatuvesselamdır. O miraçta dahi gözü şaşmayandır. Gördüğünü karıştırmayandır. Hüda kendini bildirmek lütfûndan bizleri esirgemesin. Âmin. Âmin. Âmin.

14 Eylül 2021 Salı

İhsan Şenocak Hoca "Selçuk Bayraktar Filenin Sultanlarını döver!" mi dedi?

Johan Huizinga Homo Ludens (Oyuncu İnsan) isimli eserinde der ki: "Kültür oyun biçiminde doğar." Ve ekler: "Toplum oyunlar aracılığıyla hayatı/dünyayı nasıl yorumladığını ifade eder." Eserin başka bir yerindeyse şu haklı tesbitini okuruz: "Oyunbozan hilebazla aynı şey değildir. Çünkü hilebaz oynuyormuş gibi davranır. Görünüşte hâlâ oyunun büyülü çemberini kabul ediyormuş gibidir. Toplumun hilebaza oyunbozandan daha hoşgörülü davranması ilginçtir. Bunun sebebi oyunbozanın 'oyun dünyasının kendisini' yıkıp dağıtmasıdır. Oyunbozan önceden başkalarıyla birlikte geçici süreliğine içine kapandığı oyun dünyasının keyfiliğini ve kırılganlığını açığa vurur. Oyunu yarattığı 'yanılsamadan (illusion)' sıyırır. Anlam dolu bir kelime olan 'illusion' sözlük manasıyla 'oyunda kalmak' demektir. Öyleyse o hemen oyundan atılmalıdır."

Bu eşikte Bediüzzaman'ın da bir tür 'oyunbozan' olduğunu düşürüm. Ne açıdan? Elbette tek dünyalı (m)edeniyet açısından. Evet. O, giyiminden tutun söylemine kadar, kurgulanmak istenen oyuna "Sen gerçek değilsin!" diye haykırmaktır. Batı kaselisi rejimin ona karşı uyguladığı tecridi de bir tür 'oyun dışında bırakma gayreti' olarak ele alırım. En azından 'denemesi.' 23. Söz'ün 2. Mebhas'ının 2. Nükte'sinde "Hakikî terakki ise insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur..." diyen mürşidim metnin biraz ilerisinde de 'uyandırıcı' bir temsil arzeder:

"Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki: O sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır. 

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rastgeldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini-tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar-çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san'atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim. Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum. Dediler: O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri namuslu Müslüman büyüklerinindir."

Tam da Huizinga'nın 'oyun bozmak' şeklinde tarif ettiği şeydir yaptığı. "Kral çıplak!" diye haykırmanın ifadesidir: "İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin." Bediüzzaman seküler canlılığı hakiki hayat saymamaktadır.


Bakışımızı biraz daha kaldırınca yine farkına varırız ki: Hocaların, dinî sembollerin, İslamî tezahürlerin tek dünyacı cenahta oluşturduğu alerjinin ardında da bu vardır. Yani: Oyun bozulmaktadır. Kur'anî ifadesiyle 'asıl hayata sahip olan ahiret' hatırlanmaktadır. Yine kıymetli bir alıntının yeri geldi. Roman Diliyle İktisat'ında Mustafa Özel Hoca Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Eh, evet, Goethe'nin çan sesleri üzerinden anlattığı metafiziği biz coğrafyamızda ezan sesinden işitebiliriz. Bazılarının 'çav bella' özlemini buradan anlayabiliriz.

Dahası: İhsan Şenocak Hoca'nın 'Filenin Sultanları' hakkındaki sözlerinin neden tukaka edildiğini de buradan okuyabiliriz. Çünkü o 'Filenin Sultanları'na 'Nafilenin Sultanları' demek cür'etinde bulundu. Yani oyun bozdu. "Kral çıplak!" diye haykırdı. (Umarım 'çıplak' kelimesi başımı yakmaz.) Benim şu yazıda çevirdiğim dolapları çevirmedi. Doğrudan söyledi. Yani "Bunun İslamca bir itibarı yok!" demeye getirdi. "Üzerindeki alkışa, ilgiye, övgüye, cikciğe, sanjana, havaifişeklere, medya pohpohuna kanmayın! Bu oyundur. Ve böylesi oyunların hakikatte bir değeri yoktur." Bunlar benim cümlelerim elbette. Kendisinin twitter'daki bir ifadesi ise şudur: "Kur'an beğeniye göre tebliğ edilirse, tefeci rahatsız olmasın diye faiz, zalimin keyfi kaçmasın diye adalet, hırsızın morali bozulmasın diye had, flört yapanlar üzülmesin diye mahremiyet ayetlerini okuyamazsınız. Kur'an reçetedir. Reçete beğeniye göre değil hastalığa göre yazılır." 

Amenna. Ve fakat seküler düzenin devam ettiricileri buna epeyce içerlediler. Hocayı sosyalmedyada-medyada iyice bir linç ettiler. En azından denediler. Ne yazık ki Tek Parti Dönemi'ni kaçırmışlardı. Bediüzzaman'a ettiklerini ona da yapamazlardı. Fakat nihayetinde gözden düşürmek de bir tür tecrid sayılır. Hem hiçbirşey yapamamaktan da yeğdir. Şenocak Hoca'ya da bunu elverdiğince eylediler.

Tartışmayı izlerken dikkatimi çeken başka şeyler de oldu. Nedir? Mesela: Konu 'erkek futbol takımları' olsa pek de eleştirilere ses etmeyecek aydın zümreler de celallendiler bu çıkışa. Entelektüel bir konu kıldılar onu. Buna bir miktar şaşırdım. Şaşkınlığım geçince şöyle bir kanaate vardım: Bu zamanda konu 'kadınlar' oldu mu her işin rengi değişiyor arkadaşım. Çorbanın içine bir parça feminizm, bir tutam liberalizm, hatta bir demet LGBT karışıyor. Öyle ya: Hayreti yöneten ilgiyi de yönetir. İlgiyi yöneten iradeyi de yönetir. İradeyi yöneten gayreti de yönetir.

Evet. Aynen. Neye hayret ediyorsak ilgimiz/merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak irademiz; aklımızın, duygularımızın, latifelerimizin tüm gücünü, gayretini, imkanlarını alıp oraya temerküz ettiriyor. Popülarite manipülasyon yaratıyor. Sanrı bir itibar alanı oluşturuyor. Ahirzamanda Deccal'in sahip olacağı söylenen 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler buradan bir parça anlaşılıyor. Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik açacaklar yerde Enes Batur kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. Hani hep söylenir ya: İngilizler sömürgelerine top oyunlarını onların dikkatlerini bu türden sunî/kurgu gerilimlere çekmek, gayretlerini buraya yoğunlaştırmak, sömürülmek gibi, özgürlük gibi, direniş gibi konulardan uzaklaştırmak için öğretirlermiş. Tabir-i caizse: Oyunlarla gerçek hayattan koparmaya çalışırlarmış. Galiba 'Filenin Sultanları' da bacılarımız için böyle bir işe yarıyor. Yahut da yarıyordu. Veyahut da yarayacaktı. Ancak bir hoca çıktı. Oyunbozanlık yaptı. "O iş öyle değil!" dedi. Sultanları parlatmak, kızlara 'ideal' olarak göstermek, yeşeren istidatlarını meşin yuvarlağın arkasına yoğunlaştırmak yönündeki çabalara çomak soktu. O kadar masrafı, çalışmayı, lanseyi hiç etti. Cık, cık, cık. Olmadı bu iş hocam.

Geçenlerde ben de konuyla ilgili bir paylaşım yaptım. Dedim: "Selçuk Bayraktar'ın başardığı şeyler bana yüz file sultanlığından daha harbi geliyor. İçi hava dolu bir meşin yuvarlağı, değil karşı sahaya, aya fırlatsanız ne hakikati var? Fakat bu adamın yaptıkları, eğer engellenmezse, İslam coğrafyasının tamamını etkileyecek bir irade kazandıracak." 


Sonra korktum bana da bir linç gelir. Aman, yok, kimse beni kâle almadı efendim. Sonra düşündüm: Aslında İhsan Şenocak Hoca'nın parmağı da aynı yönü göstermiyor mu? Daha doğrusu: İslam'ın parmağı bu yönde değil mi? İnsan sahici, faydalı, hikmetli, işe yarar birşeyler ürettiğinde İslam bunlardan hangisiyle savaşıyor? Hangisine 'Olmaz!' diyor? 'Olmaz'ı bırak hatta destekliyor. Teşvik ediyor. Sırtını sıvazlıyor. 'Olmaz!' dediği neyi kurcalasanız peşinde bir zarar var. Abeslik var. İsraf var. Selçuk Bey ekibiyle birlikte cihadda omzumuzu güçlendirecek birşey yapıyor. Geliştirdiği teknoloji müslüman coğrafyasında yeni bir direniş noktası oluşturuyor. Bu ekibin yaptığına kadın-erkek ayırmadan gıpta edilmez mi? Ekibindeki ablalar-abiler hep birden alkışlanmaz mı? Peki Filenin Sultanları ne üretiyor? Popçular ne üretiyor? Tik-Tokçular ne üretiyor? Youtuberlar ne üretiyor? CHP'nin heykel mühendisleri ne üretiyor? (M)edeniyetin her ıslığına koşmak zorunda mıyız? Peşine düşmek mecburiyetinde miyiz? Halimize bakıp, imanımıza bakıp, ahlakımıza bakıp bir 'seçmece' yapamaz mıyız? Eurovizyona kaç yıldır katılmıyoruz mesela. Katılmamakla kim/ne kaybediyor? Hiç. Bilakis epeyce saçmalıktan kurtulduk bence. 

Sorular çoğaltılabilir ama hepsinin gösterdiği şudur sanki arkadaşım: Popülarite bir aygıt. Bir manipülasyon aygıtı. Yönetim aygıtı. İçtihad Risalesi'nde söylendiği şekliyle bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır şu: "Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir..." denmesinin sebebidir. Evet. Birileri hayretimizi popüler/rağbetli kıldıkları şeylerle yönetmek istiyorlar. Çünkü onlarla uğraşırsak zararımız dokunmayacak. (Aslan yün yumağını kovalarken domuzlara zararsızdır.) Gayretimiz hava-cıva mevzulara harcanacak. Huizinga'nın altını çizdiği şekliyle bu oyun biçiminden küresel güçler için zararsız bir kültür/kültürler doğacak. Fakat bu çocuklar ilimle, teknolojiyle, silahla oynadılar mı o kadar rahat vermezler. İyisi mi Filenin Sultanı olsunlar. Füzelerin Sultanı falan olmasınlar. Tamam?

Tamamsa İhsan Şenocak Hoca'yı linç etmeye devam edebiliriz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...