Yunus Emre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yunus Emre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2024 Salı

Şu bendeki homo ludenslik homo sapiensliği döver

Anlamda bir sihir var. Nesnelere yüklediğimiz mana onlardan nasıl etkileneceğimizi de şekillendiriyor. Sözgelimi: Dostumun enseme attığı tokatla düşmanımın attığı bir değil. Tamam. Fiil düzeyinde ikisi de aynı. (Tokat nihayetinde tokat yani.) Fakat içimde nasıl bir dalga oluşturacaklarını yine 'anlam' belirliyor. Sevdiğimin tokadını iltifat olarak görebilirim. En sıkkın anında canımın gülümseyebilirim. Düşmanımın attığınaysa böyle bakamam. Olumlayamam. Müsbete yoramam. Dolayısıyla enfüsümdeki yansıması başkadır. Birisi yaralarımdan kurtarır. Ötekisi yaralar. İzleri hep kalır. Karşılığını versem bile zararını uzaklaştıramam. "Nasıl yapar!" itirazı yeşerip durur hatırımda. "Nasıl yapar!" Çünkü yapılamazlığını kesin bir anlam olarak belirlemişimdir. "O adam bana bu tokadı atamaz." Lakin sevdiceğim kulağımı dahi çekebilir. Tıpkı rahmetli babamın defaatle yaptığı gibi... Her hatırlayışımda gülümserim onunla. Özlerim. Acısını dahi özleriz sevdiklerimizin. Çünkü sevdiklerimizdir.

İbrahim sûresinde, kısacık bir mealiyle, şöyle buyruluyor: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dallarıysa semâdadır. O ağaç, Rabbinin izniyle, her an meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye insanlara Allah böyle misaller veriyor. Kötü sözün haliyse, toprağın üstünden sökülmüş kötü bir ağaca benzer ki, kökü de yoktur..." Müfessirlerimiz, ayette geçen 'tayyib kelime/güzel söz' ifadesinin tevhide, 'habis kelime/kötü söz' ifadesininse şirke dair olduğunu haber veriyorlar. Hakikaten imanımızı hayatta aynen böyle buluyoruz. İman, elhamdülillah, durduğu yerde durmuyor. İnsan toprağına atıldığı anda bütün algılarını etkileyecek şekilde yeşeriyor, dallanıyor, meyveleniyor. Allah'ı nasıl bildiğimizle dünyamız da değişiyor, güzelleşiyor. Herşeyi Rahman'ın yarattığına imanlılar, Yunus Emre Hazretleri gibi "Kahrın da hoş, lütfun da hoş..." diyebiliyorlar. Veya İbrahim Hakkı Hazretleri gibi  "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler..." söyleyebiliyorlar. Çünkü Onu tanıyınca sevmemek asla mümkün olmuyor. O sevgi de her yaşattığını 'sevgilinin iltifatına' dönüştürüyor. Lezzetlendiriyor.

Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur..."

Sanki şu dünyaya 'anlamlar yüklemeye' gelmişiz arkadaşım. Yorumlamaya gelmişiz. Okumaya gelmişiz. Ve Hak Teala, yüklediğimiz anlamlara göre, ahiretimizi yaratacak. Yine mürşidimin ifadesiyle: "Burada meyve yersin, orada 'elhamdülillah' yersin." Bu dünyada elhamdülillah diyenler ahirette o elhamdülillahlarını vücudlanmış görecekler demek ki. Buradaki anlamlarıyla orada yeşerecekler. Evet. Cehennem ehli cehenneme layık adem/yokluk anlamları yüklemekte dünyaya. Cennet ehli de cennete yaraşır vücud/varlık anlamları vermektedir yaşadıklarına. Bunlar dünya imtihanımız üzerinden üretilip arşivlenmektedir. Farkındalığımız bir tür kurgu-kayıt hizmeti sunmaktadır. Peki sonrasında ne olacaktır?

Sonra bunlar vücud âlemine tekrar çıkarılacak. Maneviyatlar maddiyata dönüşecek. İlimler hakikate kalbolacak. Herkes odununu kendisi götürecek cehennemine. (Allah bizi onlardan olmaktan korusun.) Herkes nurunu elleriyle taşıyacak cennetine. (Allah bize onlardan olmayı nasip eylesin.) Tıpkı Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi: "Cehennem dediğin dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendin götürür."

İşte, arkadaşım, bu zaviyeden bakıldığında 'dünya hayat' bir 'oyun ve oyalanmaya' dönüşür gerçekten. Çünkü oyunlar böyle oynanır. Onlar bile-isteye kandırmacalardır. Çocuklar 'yalnız oyuncular için geçerli' anlamlar verebilirler nesnelere. Mesela: Bazen, tıpkı yeğenim Salih'in yaptığı gibi, toplar gezegenlere dönüşebilir. Bazen oyuncak ayı küçük kardeş olabilir. Bazense içinde hiçbirşey olmayan tencerelerde yemekler pişirebilirler. Hayalleri hem gerçektir hem değildir. Gerçektir, zira oyuncuları aksine inandıramazsınız. Değildir, zira hakikate vâkıf olanlar için gülünçtür. Sırr-ı imtihan da bizi böylesi bir 'çoklu gerçeklik dünyasına' uğratmıştır. Bin türlü şirk sanrısına bedel tevhidin de billurdan binbir türlü mertebesi vardır. Herkes mertebesince bir gerçeklikle muhatap olur. Herkes makamınca ağırlanır. Çocuklar da, şimdinin hakkını verebilirlerse eğer, büyüdüklerinde arzuladıkları rolleri oynayabilirler.

Johan Huizinga, Homo Ludens (Oyun İnsanı) isimli meşhur eserinde der ki: "Oyunu kabul etmek, ister istemez, ruhu da kabul etmek demektir. Çünkü özü ne olursa olsun, oyun, madde değildir. Hayvanlar âleminde bile oyun fiziksel varoluşun sınırlarını aşmaktadır. Dünyanın bütünüyle kör güçler tarafından yönetildiğini savunan bir dünya görüşünün perspektifinden baktığımızda oyun tamamen gereksizdir. Ancak ve ancak ruhun içeriye akışının 'evrenin mutlak determinizmini parçalamasıyla' oyun mümkün, tasavvur edilebilir ve anlaşılabilir olur. Oyunun varlığı evren içindeki konumumuzun mantıküstü doğasını sürekli doğrular. Hayvanlar oyun oynayabildiği için salt mekanik varlıklar olmanın ötesindedirler. Biz de oynuyoruz. Ve oynadığımızın bilincindeyiz. Öyleyse biz de salt akıllı varlıklar olmanın ötesindeyiz. Çünkü oyun irrasyoneldir." Kitabın sonlarına doğruysa şöyle güzel bir pencereye çevirir yüzümüzü: "İnsan zihni oyunun büyülü çemberinden ancak gözlerini yüce varlığa çevirerek kurtulabilir. Mantıksal düşünce pek uzağa gidemez. İnsan zihninin bütün hazinelerine ve tüm o parlak başarılarına baktığımızda şunu görüyoruz: Her ciddi akıl yürütmenin dibinde sorunlu bir tortu kalmaktadır. Yargılarımızın hiçbirinin nihai nitelikte olmadığını içten içe biliyoruz. Yargımızın sendelemeye başladığı bu noktada dünyanın ciddi olduğu hissi de sarsılmaya başlar. 'Herşey gelip geçici...' diyen eskilerin sözünün yerine daha olumlu 'Herşey oyun!' sözü kendini bize dayatır..."

"Dünya hayat bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir..." buyuran En'am sûresi 'oyunun mahiyeti' üzerine düşünmeye sevkediyor bizleri. Dikkat kesilelim. Hem de çok dikkat. Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan seçtiği kelimelerle daha nice sırlara işaret ediyor olabilir. O sırları aydınlatmaksa ancak ameliyat-ı tefekküriye ile mümkündür. Tefekkür de temel anlamları doğru yüklemekle ancak bağışlanan bir yoldur. Daha önce okuyanları okumalıyız ki okuyacaklarımızı da okuyabilelim. Daha önce okuyanları okumadan okuyacaklarımızı okuyamayız. Çünkü okumayı öğrenemeyiz. Bizden evvel okuyanların en büyüğüyse "Oku!" emrine muhatap olmuş Aleyhissalatuvesselamdır. O miraçta dahi gözü şaşmayandır. Gördüğünü karıştırmayandır. Hüda kendini bildirmek lütfûndan bizleri esirgemesin. Âmin. Âmin. Âmin.

27 Ocak 2017 Cuma

Sarı çiçek Yunus'u nasıl tanır?

Aslında çok geciktim. Bunu size daha önce anlatmak istiyordum. Derviş Yunus'un, hani o çok bilinen ilahîsinde, sarı çiçeğe kendisini neden sorduğunu ve sarı çiçeğin onu nasıl tanıdığını konuşmak arzu ediyordum. Çocukluğumdan beri aklımdadır. Cevabı bulunamamış bir sorudur. (Çocukken:) Böyle birşey nasıl olur? (Büyüyünce:) Şair bunla neyi anlatmaya çalışır? Yunus'un çiçekle sohbetinde modern insana çözmesi zor gelen çok sırlar vardır. İşte, bu şiir ve benzerleri gibi birçok tasavvufî metinde, o sırların arkasına (bir derece) uzanmamı sağlayan şey mürşidimin bana öğrettikleri olmuştur.

"Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir. (...) Sözler, hakaik-i Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır."

Risale-i Nur ben gibiler için neden kıymetli? Çünkü cahiliz. Çünkü uzağız. Çünkü gerilerdeyiz. Çünkü yabancıyız. Çünkü yeni bir dil öğreneceğiz. Ahirzamanın modern endoktrinasyonları içinde zihnimizi Kur'an'ın ve sünnetin (ve onlardan yeşeren mirasın) ayarlarına kavuşturmak ancak bir mürşid köprüsüyle mümkün. Yunus'un ifadesiyle 'dağ başında kalmışlar' olarak 'göçüp giden bir kervana' yetişmeye çalışıyoruz. Yitiğiz. Bir insan kendisine neden mürşid arar? Sorularına tek başına cevap bulmakta zorlandığı için arar. Psikoloğa giden de bu yüzden gider. Direksiyon hocasından ders alan da bu yüzden alır. Rehber tutan turistler de bu yüzden tutar. Herhangi bir alanda yetkinlik kazanabilmek için ustasına başvuran da bu yüzden vurur. Yol giriftleştikçe mürşidsiz yürümek zorlaşır.

Risale-i Nur'un 'anahtarlığı' da burada kendisini ortaya koyuyor. Her ne kadar içimizden bazıları, müellifin aksi yönde ifadelerinin hilafına, Risale-i Nur'u kendinde başlayan ve biten bir 'isim' gibi tarif etseler de o aslında bir 'harf'tir. Kendisinden 1400 yıl önce kurulmaya başlanmış olan cümlelerin kendisinden sonra da aynı tatta/kıvamda kurulmaya devam edilebilmesi için araya girmiş dolu dolu bir 've' veya 'ile'dir. Bir başlangıç değildir. Bir son değildir. Bir köprüdür. Nihayetinde anahtar, hazinenin yerine geçmek için değil, 'hazineye erişim sürebilsin' diye vardır.

İşte Derviş Yunus'un şiirlerinin arkasındaki anlam dünyasına uzanabilmek için de şu anahtarın yardımına ihtiyacım var. Ve mesela; başta zikrettiğim, sarı çiçeği Yunus'a kendisini sorması ve onun da şunu tanıması mevzuuna buradan bir kapı bulup yaklaşabiliyorum: "Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder."

Bediüzzaman'ın 'iki şahid-i sâdık' diyerek tesmiye ettiği bu durum aslında Allah'ın vahdetinin (herşeye yaratanın tekliğinin) ve vücub-u vücudunun (varlığının olmazsa olmazlığının) iki delilini oluşturur. Bir zerre, acziyle uyuşmayacak ve "Yok artık!" denecek şekilde, kendisinden beklenmeyen birçok vazifeyi beraber yapar. (Tıpkı bir hava zerresinin, üzerinden geçen bütün sesleri, aynı anda ve karıştırmadan ilgili kulaklara taşıyabilmesi gibi.) Ve yine bir zerre, sanki 'kainatın bütününü tanıyormuş gibi' onlarla uyumlu hareket eder. (Tıpkı ekolojik denge denilen bütünlüğün bütün parçaları gibi.) Bu iki durum karşı konulamaz şekilde bize zerrenin kendisinden ibaret olmadığını hatırlatır. Onun arkasında ilmi, iradesi ve kudreti mutlak bir Rabbu'l-âlemin olmalıdır.

İşte, bu sırrın keşfiyle anlar insan Derviş Yunus'un bir sarı çiçekle nasıl konuştuğunu: "Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık 'lisan-ı hâlleri' şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, Senin cûd ve keremine şehadet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde ifa ederler."

Ve işte yine bu sırrın keşfiyle anlar insan sarı çiçeğin Derviş Yunus'a nasıl cevap verdiğini: "Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor."

Tanışmayan şeyler birbirinin imdadına nasıl koşar? Sanki tanışıyormuş gibi nasıl uygun hareket ederler? Yağmur susuzların derdini nereden bilir? Ağaç, meyvelerinin beğenilmesi için, lezzetli olması gerektiğini nereden ders almıştır? Sarı çiçek, Yunus'un gözüne hoş gelecek, şu güzelliğini nereden duymuştur? Rüzgar, rahatça solunabilmesi ve temizlenmesi için, sürekli hareket etmesi gerektiğini kimden öğrenmiştir? Bütün bu şeyler, birbirlerini tanımamaları gerekirken çok iyi tanıyormuş gibi davranan şeyler, nasıl böyle davranırlar? İşte, bütün bu sorulara Kur'an'ın ve sünnetin ışığında cevap bulmuş bir mü'min, sarı çiçeğin Derviş Yunus'u tanımasına hayret etmez. Ve belki der: "Yunus dikkatimizi şu düzene çekmek için bu sohbeti yazmıştır."

25 Kasım 2016 Cuma

Parçamız hepimizi baştan çıkarabilir

Tasavvuf, bıraktığı ilmî mirasa bakıldığında, bir bilgi/marifet üretim şeklidir. İçine girildiğinde bir rıza/marifet arayış şeklidir. Hem üretilenin hem aranılanın talibi üzerinde bıraktığı etkiye bakıldığında görülen sonuçlardan ikisi huzur ve heyecandır. Yani; bu yola giren insanın, üretilmiş bilgiden istifade ederken de bizzat kendisi tecrübe ederken de, duyduğu iki şey budur. Tasavvuf mesleğince marifet yolunda ilerlenirken, kişi, elde ettiği marifetle kalbindeki boşluğu doldurur, mutmain olur ve bu tatmin hissini ziyadeleştirmeye acıkır. Bu sonuçlar, ehlini, mesleğinde daha gayretli kılar. Zevk ve şevk diye de ifade bulan bu iki şeyin tasavvuf mirasına kattıklarına paha biçilmez. Bin yıldır İslam'a ve imana yaptıkları hizmet ise ortadadır.

Peki, tasavvuf bu huzuru ve heyecanı nasıl sağlar? Kanaatimce: Tasavvufun bu alandaki başarısı onun enfüsteki başarısından kaynaklanmaktadır. İnsanın içdünyası olarak da isimlendirebileceğimiz enfüs, afakî sahaların aksine, bilgi için çok uzaklara gitmeyi gerektirmez. Hem ona ihtiyacını farketmek de öteki gibi zor olmaz. Her insan doğuştan varoluşun yaralarıyla yaralıdır ve bu yaraların kapanması için, Kur'an'da da buyrulduğu gibi, Allah'ın zikrine muhtaçtır. Yarasına iyi gelecek ilaç kendisine sunulduğunda, Bediüzzaman'ın 7. Söz'deki temsilde altını çizdiği şekilde, 'bir parça tecrübe etmesi' ikna olması için yeter.

Hadi, bunu, bir temsille azıcık daha anlaşılır kılmaya çalışalım: Hiçbir teknolojiyle teması olmayan bir köylüye suyu sevdirmek elbette ceptelefonunu sevdirmekten kolaydır. Kolaydır, çünkü ona ihtiyacının farkındadır. Doğuştan susuzlukla yaralıdır. Susuzluğun kötü birşey olduğunu ve su içmenin de bu yaraya iyi geldiğini bilmeyen insan yoktur. Ancak ceptelefonunda bu durum geçerli değildir. Misalimizdeki köylü ceptelefonunun yoksunluğuna dair hiçbir yaraya sahip değildir. Öyle bir boşluk tanımamıştır. Öyle bir sancı tecrübe etmemiştir. Elde edince ulaştıracağı faydalara inanması, suyun, hemen tecrübe edebildiği faydalarına inanmasından daha zordur. İşte tasavvuf mesleğinin diğer yollara nazaran sağladığı yüksek başarıyı biraz böyle anlayabiliriz.

Tasavvufun Kur'an ve sünnetle gelen marifetin izlerini kendinde bulmaktan hareketle ulaştırdığı marifet herkesin açlığını farkettiği yaralara merhem sürer. Merhemin iki etkisi vardır. 1) Yaralar iyileştiği için huzur duyarsınız. 2) Sair yaralarınıza deva olacak diğer merhemlerin peşine düşersiniz. Tasavvufun bu yolu Kur'an'da 'kendi nefislerinden gösterilecek deliller' ifadesiyle delillidir. Madem bu bahse dokunduk. Ayetteki ifadenin kısa bir mealini tam olarak alıntılayalım: "Biz ayetlerimizi hem âfâkta, hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyleki, onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi?"

Mürşidim bu önemli bahse dair Emirdağ Lahikası'nda şunları söyler: "Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfâkî ile mârifet-i İlâhiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar..." Evet, mürşidimin de dediği gibi, en kısa, en kolay, en kuvvetli, en itminanlı yol enfüstedir. Tasavvufun ekolleşmiş/sistemleşmiş halleri olarak tarikatler de daha çok bu yolu tercih etmişlerdir.

Fakat şu suali hemen soralım: Tasavvuf tarikatlerden mi ibarettir? Bu soruya vereceğimiz cevabı kıymetli buluyorum. Çünkü böylesi içsel bir bilgiyi artık pekçokları üretiyorlar. İnsanların modern medeniyetin etkisiyle daha sık/derin yaralandığı ve psikoloji veya NLP gibi yollarla kendi yaralarına dokunmaya çalıştıkları bir zamanın çocuklarıyız. Yaralar ve merhemler artık bir piyasa. (Özellikle yayıncılıkta.) Kapitalizm onları da alıp satıyor. Satılabildiğine göre artık herkes onu üretmeye çalışıyor. Bir tarikate mensup olanlar bu bilgiyi bir usûle/sisteme (tarikatlerinin sistemine) bağlı kalarak çoğaltıyorlar. Olmayanlarımız ise... Olmayanlarımızın selameti tefekkürlerinin ehl-i sünnet istikameti içinde kalabilmesi. Fakat yanlış anlaşılmasın: Bu kıstaslar aslında tüm tarikatleri bağlıyor. Ve birçoğu zaten tarikat terbiyesi alırken bu mizanları da öğrenmiş oluyorlar. Ebubekir Sifil Hoca, Sana Dinden Sorarlar I'de diyor ki:

"Dinin temel hedefi olan 'insan-ı kâmil'i inşa etmek için üç fıkıh vazgeçilmezdir: Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı Zahir ve Fıkh-ı Bâtın. Bunlardan ilki akaidi, ikincisi fıkıh ilmini, üçüncüsü de tasavvufu ifade eder ve kemalin hiçbirinin ihmaline tahammülü yoktur."

Asıl korkulması gereken sanırım şu: Enfüse, yani fıkh-ı bâtına yapılan vurgu, fıkh-ı zahiriyi (amel fıkhı) veya fıkh-ı ekberi (akaidi) küçük görmeyi netice vermemeli. İnsanın kendi içdünyasında yaşadığı tatmin, bu tatminin bir duygu boyutu da olduğu için, duygulanım yapmayan bilgiye göre önemsiz görülmemeli. Onu 'işe yaramaz' saydırmamalı. Enfüsî yolun kısalığı, kolaylığı, kuvveti, itminanlı yapısı hakkı verilmesi gereken şeyler. Buraya kadar tamam. Fakat istikamet salt bu yola yapılacak bir tahşidatta mı saklı? Telvihat-ı Tis'a'da Bediüzzaman bize bunun pek de böyle olmadığını düşündürecek şeyler söylüyor:

"İşte, birinci meşrepte (yazarın notu: seyr-i enfüsîde) sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, 'şatahat' namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur."

Bana çokça sorulduğu için şu konuya da bu yazıda değinmek istiyorum: Bediüzzaman'ın 11. Lem'a gibi metinlerde İmam-ı Rabbanî Hazretleri gibi tasavvuf büyüklerinden alıntı yaparak seyr-i enfüsîde sünnet-i seniyyenin paha biçilmez önemini hatırlatması, bütün tarikatlere ve tasavvufa adres adres yapılan bir "Ayağınızı denk alın!" uyarısı değildir. Yani bu hataya hepsi düşüyor değildir. Hatta, özelde Türkiye'de, genelde âlem-i İslam'da, sünnet-i seniyyenin mizanlarına uygun hareket etmeyi Risale-i Nur talebelerinden daha çok önemseyen ehl-i tarikat olabilir ve vardır da... O metinlerde geçen nasihatler üzerinden "İşte ehl-i tasavvuf sünnet-i seniyyeye yeterince ittiba etmediği için Bediüzzaman Hazretleri kendi yolunu ayırmış!" diyenler hata ediyorlar. Eğer ehl-i tarikatın tamamını bu yollu suçluyorlarsa da vebal alıyorlar.

Bediüzzaman'ın o uyarısı sünnet-i seniyyeyle irtibatı zayıf veya hiç olmadan kendince bir seyr-i enfüsîde kemal arayanlara dairdir. Arızalı parçaları bütünle uyumlarını sorgulamaya davettir. İslam tarihini şöyle bir karıştırdığınızda batınî veya şii birçok sapkın ekol bulursunuz ki, bunlar da kendilerini ehl-i tasavvuf olarak tarif etmektedirler. (Hatta Hindistan gibi coğrafyalarda kendilerini bütün bütün din kaydından azâde gören tasavvuf ekolleri de oluşmuştur.) Bunların ayarları sünnetin bağlayıcılığını kabul etmediklerinden ötürü bozulmuştur. Bireysel çıkarımlar, eğer kendilerini başkalarıyla sınamazlarsa, yanılmaya yatkındırlar.

Netice şudur: Enfüsî yolun Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın tecrübelerinden istifade etmeye ihtiyacı vardır. Hiçbir seyr u süluk (küçük miraç) Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın öğretmenliğine yaslanmadan isabet edemez. Kaldı ki; sadece Bediüzzaman değil, dönemin aydın ve âlimlerinden pekçoğu, belki o dönemdeki bazı kem teşebbüslerden de ötürü, benzer endişeler duymuşlardır. Misalen: Hüseyin Kazım Kadri Bey de (1870-1934) Ziya Gökalp'in Tenkidi kitabında şöyle der: "Bazı kimselerin tasavvufa 'liberalizm' namını vermeleri yanlıştır. Tasavvuf, doğrudan doğruya bir mezheb-i İslamiyedir. Ve bütün akaidi bu mezhebin esaslarına uygundur." Yine bu topraklarda yaşayanlar da, 1980 sonrasında, Mevlana Celaleddin Hazretleri ve Yunus Emre şiirleri üzerinden tasavvuf-hümanizm eşitlemesi yapılmaya çalışıldığını hatırlarlar.

Özetle demek istediğim şu: Bediüzzaman'ın o eleştirilerini 'hiçbir mutasavvıfı kenarda bırakmayacak' şekilde anlayanlar çok yanlış anlıyorlar. Çünkü Bediüzzaman tasavvuf büyüklerinin birçoğuna 'mürşidim' diyen bir insandır. Ancak tasavvufu ve onun bilgi üretiş şeklini tehlikeden hali görenler de hata ediyorlar. Zira bugün de Cemalnur Sargut gibi kimi isimler vardır ki, yollarını tasavvuf içinde tarif ettikleri halde, kendilerini şeriatın mizanlarıyla yeterince bağlı görmüyoruz. Hatta biraz daha ileri gidelim: Ayetlere yeni yeni anlamlar vererek veya kendi içdünyasından yeni yeni çıkarımlarda bulunarak 1400 yıllık ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını yanlış yolda olmakla itham edenlerin hepsi bir derece bu yarayla yaralıdır. Mutasavvıf olsun veya olmasın. Kendisine böyle desin veya demesin. Yaptığı aslında kendi keşfiyatını sünnet-i seniyyenin mizanlarının üzerine koymaktır. Parçasına kapılıp bütünle uyumunu kollamamaktır. Bunu bir nur talebesi bile yapsa iş böyledir. Arıza namda değil işlevdedir. Cenab-ı Hak bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

18 Eylül 2016 Pazar

Sarı çiçek nasıl cevap verecek?

Mürşidim bir yerde eserleri hakkında diyor ki: "Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir." Ve ekliyor: "Sözler, hakaik-i Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır."

Mürşidimin sözünün şahidiyim. Özünde 'irşad' denilen şeyin de 'her defasında yeni bir yol inşa etme' değil, 'zaten varolan bir yolu yeniden gösterme' olduğunu düşünüyorum. Önceden sonraya 'peygamber varisi' bütün mürşidlerin yaptığının, yeni bir çığır açmak değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zaten açmış olduğu cadde-i kübrayı (güçleri yettiğince) göstermek olduğuna kaniyim. Varsın müridleri/talebeleri o yolla ilk kez tanışsınlar. O mesleği/meşrebi ilk kez duysunlar. Kendilerini 'şucu/bucu' bilsinler. Onların hayretleri bizi şaşırtmaz. Tarikat-ı Muhammediye'nin dışında hak tarik, Sünnet-i Seniyyesinin dışında hak sünnet yoktur. Şeklî farklar gözümüzü aldatmasın. Öz yine Muhammed-i Arabî'nindir aleyhissalatuvesselam. Eğer o hakikatten öz almamışsa şu şekillerin, o çiçekten bal almamışsa şu peteklerin kıymeti yoktur.

Peki, mürşidler ne yaparlar? Mürşidler, hayatta kalmak ve hayatlarımıza katılmak için 'üzerinde taşınacakları hayatlara' ve 'dile getirilebilecekleri yeni söylenişlere' muhtaç olan kelimat-ı İslamiyeyi bize manasıyla aktarırlar. İcraat sözden güçlüdür. Fiilî dua kavlîsinden kuvvetlidir. Biz de salt metin olarak bize kadar gelen kavramların içlerinin ne kadar dolu olduğunu mürşidlerin hayatları/söyleyişleri ile öğreniriz. Mürşid irşadını sadece sözle yapmaz. Mürşidin bir şerhi de hayatıdır. Sözlerinin 'yaşanabilir' şeyler olduğunu, yani 'hayatta karşılıklarının hakikaten varolduğunu' mürşidin hayatıyla öğreniriz biz. Bu noktada Bediüzzaman'ın da hayatı Sözler'inin tesiridir.

Hakikatin, kendinden haber verir yeni yeni söylenişlerle ve mümkün olduğunu isbat eder yeni yeni hayatlarla dile getirilişi, hazineye açılan kapı mesabesindedir. Bir Bediüzzaman'a, bir Elmalılı Hamdi Yazır'a, bir Zahid el-Kevserî'ye (veya sayıları kitaplara sığmayacak Allah dostlarından birisine) şahit olan, silsilenin tamamına şahit olmuş gibidir. Çünkü onların hayatlarından 'silsilenin tamamının mümkün/vaki olduğunu' öğrenir. Kıssalar mitolojiden böylece ayrılır. Kerametler mucizelerin delili olur.

Allah dostlarını tanımak, mazi meclisinde yaşamış diğer Allah dostlarını ve sözlerini de canlandırdığı için, kıymetlidir. Belki biraz da bu yüzden İmam-ı Azam Hazretleri demiştir: "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." Hem Süfyan b. Uyeyne'ye Hazretleri demiştir: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner." Öyle ya! Fıkhı hayattar kılacak takva ve amel-i salih arzusunu mürşidin hayatı tetikler. Bediüzzaman ve Sözler'i de 'canıyla canlandırışı' itibariyle böyle bir anahtardır.

Sözü uzatmadan kendi şahitliğimi aktarayım. Bir 'sarı çiçek' şahitliğidir bu. Ben, Sordum Sarı Çiçeğe şiirinin ne anlamlara gelebilir olduğunu ancak Risale-i Nur sayesinde öğrendim. Yani o hazinen kapısı bana Risale-i Nur'la açıldı. Nasıl mı? Şiirin ilk kıtasını ele alalım: "Sordum sarı çiçeğe/Annen baban var mıdır?/Çiçek ey dür: Derviş baba/Annem babam topraktır..." Ben, Yunus Emre Hazretlerinin neden böyle şeyler sorduğunu, sarı çiçeğin ona nasıl/niye bu şekilde cevap verdiğini şu metni okuyuncaya kadar anlamazdım:

"Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidat diliyle Fâtır-ı Hakîmden sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: 'Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın herbir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika san'atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver...' derler. Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi)."

Şuradan ve buradan en nihayet anladım ki: Yunus Emre Hazretleri çiçekle sohbeti üzerinden bizimle sohbet ediyor. "Bu sarı çiçek her yerde bulunur. Gezdiğim her yerde ona rastlarım. Fakat bu kadar çok yavrusu olan birşeyin zahiren annesi-babası da yoktur. Görünmüyor. Yanında durup emzirmiyor. Annesi-babası denilebilecek en yakın şey toprak. Fakat toprak da çiçek cinsinden birşey değildir. Hem hayatlı değildir. Hayatsız birşeyin hayatlı bir evladı nasıl olur? Sarı çiçeğin bu hali bir mucize olarak bize Allah'ı hatırlatmalı değil midir?"

Ve yine mesela; "Sordum sarı çiçeğe/Niçin boynun eğridir?/Çiçek ey dür: Derviş baba/Özüm hakka doğrudur..." kıtasını şununla anlarım: "Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler Onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühürle mühürlenmiş bir mektup, o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de, şu çiçek bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve mânidar nebâtat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahrâ ve ova, bir mektub-u Rahmânî hey'âtını aldı."

'Özü Hakka doğru' olan, yani kendisi için değil başka birşeye (hakikate) işaret etmek ve bakmak/baktırmak için yaratılmış olan, yani mektup olan, yani mektubun üzerindeki mühür gibi olan...

Sarı çiçek dahi, tüm güzelliğine rağmen, ancak budur işte. 'Özünün Hakka doğruluğu'dur boynunu büktüren. Ve bu yönüyle bütün mahlukatın boynu büküktür. Çünkü onlara bakılması gereken açı mana-i harfîdir. Boyunları bükülüp başka yönleri gösterir. Özlerindeki Hak boyunlarını büker. Yine mürşidimin bir yerde ifade ettiği gibi: Ölümdür Allah'ın her güzel sıfatın hakiki sahibi olduğunu bize ihtar eden. Gidenler, madem ki gidiyorlardır, o halde bizim değillerdir. Gelenler, madem ki yeni geliyorlardır, o halde onlara bu hünerleri bir bağışlayan vardır. Hayatı, güzelliği, boynu dikliği bağışlayan başkasıdır. Gün gelir, benizler sararır, boyunları bükülür de, özlerindeki Hak aşikar olur.

Uzatmamak için diğer kıtaları (ve mukabil gelen 'sarı çiçek' metinlerini) almıyorum. Ancak bu kadarı bile Bediüzzaman'ın ve Yunus Emre'nin nasıl bir manevî bağ ile bağlı olduklarını, nasıl aynı coğrafyanın ve gönül ikliminin üzerinde gezindiklerini anlatmaya yetmez mi? Şunu bencileyin ifade edebilirim ki: Sadece Yunus Emre'nin değil, pekçok âlim ve mutasavvıfın anlamakta zorlandığım şiirlerini/metinlerini Risale-i Nur'la anladım. Onlardan onlara yol buldum. Bunları şunlara anahtar eyledim. O zaman mürşidimin en başta ne dediğini anladım. Anahtarını bulamayınca insan hazinenin de kıymetini anlayamıyor.

5 Eylül 2015 Cumartesi

Çöplüğün generali nasıl halife-i arza dönüşecek?

"Onların Rableri katındaki mükafatı, temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu Rabbinden korkan kimseyedir." (Beyyine sûresi, 8)

Arkadaşım, imanla şükrün arasını açıyoruz, hata yapıyoruz. Şükrü, 'imanın kendisine' yapılacak birşey gibi değil, 'hazza müteveccih'miş gibi tarif ediyoruz. (Nimet ile imanı da birbirinden koparmış oluyoruz böylece. Şükür, imandan kopuk, ayrıca yapılması gereken bir görev gibi duruyor.) İmanın kendisinin nasıl bir nimet olduğu ise bu 'nimetler kesreti' içinde görünürlüğünü yitiriyor. Nimet tanımımız kalbin (ve de şubesi olan aklın) diyarından uzaklaşarak hazzın diyarına yaklaşıyor. Tadılanın nimet olduğunu takdir eden mantığımız akla gelenin de (en az onun kadar) nimet olduğu düşüncesinden uzaklaşıyor. Çünkü aklın alanını nimet alanından farklı bir yerde konumlandırıyor. Kalbin alanını nimet alanından farklı bir yerde yerleştiriyor. Dışımız Onun (c.c.) oluyor yalnız. İçimiz yine bizim(!) kalıyor. "Oraya akanlar hariç..." diyor nefsimiz, "bana ne verdiyse nimettir."

Hatırlayalım: Karun'un şirki gizliydi. Karun, Allah'a başkasını değil, kendisini ortak koşmuştu. Onun "Bu bana ilmimle verildi!" derken kastettiği "Bunu tam olarak O verdi sayılmaz. Ben de kazandım! Ben de birşeyler yaptım!" demek değil miydi? (Zekat emrine muhatap olduğuna göre Karun inançlı biliniyordu da.) Çünkü o servetini elde ediş sürecinde istifade ettiği akıl/emek alanını 'bağış' diyarından çıkarmıştı. Onun dünyasında bağış, aklın, kalbin ve iradenin çabasından hariçte kalan bölgeyi temsil ediyordu. Belki bir anda da olmadı bu kayış onda. Yavaş yavaş inşa etti şeytan bu tanımları. Tıpkı Mesnevî-i Nuriye'de bize aktarılan süreç gibi:

"Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."

İmanın, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'bütün nimetlerin başı ve nimetleri hakikî nimet yapan ve bütün zîşuuru ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran' oluşu tam da bu süreçte gerçekleşir. İman, başta kendin olmak üzere, herşeyi Allah'a intisablı/bağlantılı bir şekilde tarif etmektir çünkü. Küfür nasıl 'hariçte bırakmakla' ilerlerse, iman da tam tersi bir şekilde 'daire içine almakla' fonksiyonunu yürütür. Yani, sahiplenile sahiplenile şirke düşülür, elden çıkara çıkara iman edilir. Bu bir açıdan da şu demektir: Küfür bütünün anlamını parçalarken, iman, parçayı 'bütünün anlamına' çağırır.

Ali Şeriatî'nin de İslam Bilim isimli kitabında güzelce ifade ettiği gibi, tevhid ve küfür, birbiriyle barışmayacak iki farklı 'algılayış biçimi'dir. İman eden varlığı farklı algılamaya başlar. Küfre düşen şahitliklerini daha farklı algılar. Ortamızdaki nesne değişmese de bizim ona dair yorumlarımız değişir. Çünkü mü'min varlığı ötesiyle birlikte tanımlar. Küfrün böyle bir şansı yoktur. Herşeyi buranın içinde, varlığına inandığı gerçekliğin boyutları üzerine kapanmış olarak, sınırlı imkanlarla anlamlandırmak zorundadır. Bu açıdan, Kur'an'da imanın gaybla bağlanması, mü'minlerin 'gayba iman edenler' olarak övülmesi, onların sahip olduğu bu hazineye (yani varlığın şahid olunandan ötesine sahip oluşuna) bir vurgudur aynı zamanda.

Mürşidim 'imanın nimetiyetine' çok vurgu yapıyor. Hatta bu gözle dikkat edilse, metinlerinde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisinin 'imanın nimetiyet ciheti' olduğu görünüyor. Bunun anlamı biraz da şu: İman bizzat hayatı güzelleştiren birşey. Dünyayı anlamsızlıktan, bir çöplük olmaktan, yokluğa gitmekten kurtaran birşey. Nimet demek de aslında bu demek. Birşey hakkında nimet dediğimizde kastettiğimiz onun hayırlı yani vücudî (varlıksal) oluşu. Vardenin varedişine uyumlu oluşu. O uyumla 'büyük anlama' katılışı. Bizi sonsuzluğun parçası kılışı.

Bize birşeyler katışı. Zenginleştirişi. Aleyhissalatuvesselamın buyurduğu; "Din kolaylıktır..." hadisi, genelde 'amellerin hafifliği' ile tevil edilse de aslında iman, daha ameller hesaba katılmadan, yaşamı/yaşamayı kolaylaştırandır. İmanın verdiği bakış açısı hem gönül huzuru, hem akıl ferahıdır. "Kadere iman eden, kederden emin olur!" diyen güzeller de buna işaret etmiştir. Bu noktada, arkadaşım, özellikle 23. Söz'ün ifade etmek istediğim şeye güzel bir delil olduğu kanaatindeyim:

"İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

Sanma söyleyeceklerim bu kadar. Şuna güzel bir örneğim de var. Okuduğum bir kitaptan. İsmi: Çöplüğün Generali. Bu romandaki birkaç satır, dünyayı, yalnız maddesiyle anlamlandırmaya çalışmanın nasıl 'değersizleştirici' birşey olduğunu gösteriyor. Şöyle söylüyor doktor karakterimiz romanda: "Bazen yaptığım işin, bütün bu ameliyatların, bu yaşam kurtarma saplantısının neye yaradığını düşünüyorum da... Yaşamın kendisi bu kadar acımasızsa onu uzatmaya çalışmak neye yarar?" Uzağa gitmeyelim. Aslında bu sorgulama intiharın da arkasında yatan gerekçeden haber veriyor: Yanlış olanın uzatılmaması.

Kullandığı ifadelerden pek de inançlı olmadığını anladığımız yazarın, yine aynı roman içinde, sık sık 'hayatın acımasızlığına ve anlamsızlığına' vurgu yapması, imanın 'şükrü bizzat hakeden' birşey olduğunu göstermeye yetmiyor mu? Çünkü birşeye şükretmek bir açıdan da o şeyin varlığından razı olmaktır. Razı olmak ise doğru bulmak ile mümkündür. Doğru bulabilmek içinse o şeyin kendisinden başka şeylere (onu anlamlı kılabilecek bir gayba mesela) bağlanmasına ihtiyacımız vardır. Zira o şey bazen bizzat 'çirkin' görünür de güzelleşmek için 'neticelere' ihtiyaç duyar.

Zübeyir Tercan ağabeyin Holografik Bakış'taki enfes misaliyle: Bir insanın kesilmesini anlamlandırabilmek oranın ameliyathane olduğunu bilebilmekle mümkündür. Allah'ın yarattıklarından razı olabilmek onun Esmaü'l-Hüsna'sına inanmakla mümkündür. Ona hakkıyla iman etmeyense, yarattığına belki katlanır/direnir, ama razı olamaz. Tıpkı Yunus Emre'nin işaret ettiği gibi: "Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü." İman da zaten bu 'ötürü'nün farkına varmak değil midir? Hatta meşhur ayet-i kerimenin mealinden istifade ile şöyle de diyebiliriz: "Onlar ki 'ötürüye' iman ederler."

Lafı çok uzattım. Sizi de sıktım. Mürşidimin bir sözüyle bitirmiş olayım: "İman bir intisabdır." Yani: Elhamdülillah. İmandan sonra hiçbirşeyin artık 'kendi başına' kalma tehlikesi yoktur. İmandan sonra herşey Allah ile (ve dolayısıyla birbiriyle de) bağlanırlar. Ve, ne mutlu bize, kendi başına kalmayanlar yarım da kalmazlar.

7 Mart 2012 Çarşamba

Hangisi kabuk, hangisi öz?

Bu yazı, aslında gecikmiş bir yazı... Bundan aylar evvel yazılmış olması gerekiyordu. Fakat bekledi. Aklım niyet ettikçe yazmaya, kader bir hikmete binaen vaktini tehir etti. Anladım ki; “vakt-i merhunu” gelmemiş. Vakti gelmeyince de cemresi gönle düşmemiş...

Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında düzenlediği seminerlere 2011’in Kasım ayında Doç. Dr. Mehmet Çelik konuk olmuştu. Seminerin konusu “Risale-i Nur ve Tasavvuf” idi.

O seminer boyunca Doç. Dr. Mehmet Çelik; tasavvuf ekolünün hala geçerliliği olan bir ekol olduğunu, asıl zenginliğin onda saklandığını (cadde-i kübranın o olduğunu) ancak bazı Nur talebelerinin her nedense tasavvuf hakkında olumsuz çağrışım yapan Bediüzzaman sözlerini cımbızlayarak (evet, seminerde kullandığı kelime tam da buydu) ona karşı önyargılar oluşturduklarını söyledi. Hatta külliyat içinde tasavvufa böyle değinen metin miktarının birkaç cümleyi geçmeyeceğini ve Nur talebelerininse hep o cümlelerde takıldıklarını beyan etti.

Seminerin ardından başta Cemal Uşak ağabey olmak üzere bazı ağabeyler bu kanaate itiraz ettiler ki, bence de nihayetsiz hakları vardı. Bir kere özellikle Telvihat-ı Tis’a gibi bölümlerin bulunduğu bir külliyatta tasavvufa dair bahislerin birkaç cümleden ibaret olduğunu söylemek, bir akademisyen için, büyük bir hataydı. Ve Nur talebelerinin sadece bunları cımbızlayarak bir tasavvuf eleştirisi geliştirdiklerini söylemek de insafsızlıktı. Zira Nur talebelerinin sinesinde her zaman tasavvuf ekolüne saygı vardı. Fakat Bediüzzaman’ın mesleğinin farklarını ortaya koyma, kendi çizgilerini belirleme anlamında tasavvufî yorumlarında bir derece hassas idiler. Belki o cümlelerin çoklukla tekrarı, bu ayrımın sağlıklı algılanması açısından yapılıyordu. Yoksa tasavvuf ekolünü kötülemek amacıyla kullanılmıyordu.

Öncelikle Doç. Dr. Mehmet Çelik, tasavvufu ifade ederken Hz. Hızır’ın ekolünü ve ilm-i ledününü Hz. Musa’nın ekolüne kıyaslayarak ve Hz. Musa’nın (a.s.) Kur’an’da da geçtiği şekilde, bilmediği çok şeyi Hz. Hızır’dan (a.s.) öğrendiğini, bunun da tasavvuf ekolünün diğer ekollerden üstünlüğüne bir örnek oluşturduğunu söyledi. Yani Mehmet Çelik’e göre tasavvuf ekolünün ekseni Hz. Hızır’ın ilm-i ledünü üzerine kurgulanmıştı. Fakat bu örneklemenin kendi içinde şöyle bir açmazı vardı ki; rivayetlerden de bilindiği gibi peygamberler içinde ulu’l-azm sayılan Hz. Hızır (a.s.) değil, Hz. Musa (a.s.) idi. Yani ehl-i sünnet akaidine göre makam-ı Musa, makam-ı Hızır’dan yüksekte idi. Bu yönüyle eğer ilm-i ledün, Hz. Musa’nın şeriat bilgisinden yüksek birşey olsaydı, ulu’l-azmın içerisinde yer alması gereken Hz. Hızır olmalı değil miydi?

Bu örnekleme hafızanızda kalarak Od kitabına yönelelim şimdi. Orada da İskender Pala, bir tasavvuf büyüğü olan Derviş Yunus’un (Allah şefaatine nail eylesin) mesleğini, yani ilm-i ledünü, zahirî(!) şeriattan daha çok önemsiyordu.

Hatta orada sayfalar boyunca Derviş Yunus’un eşyaya bakışı anlatılırken belki sünnet dairesindeki namazına, orucuna, tesbihatına yapılan atıf miktarı birkaç cümleyi, haydi en fazla paragrafı geçmiyordu. Yani kitap boyunca karşımızdaki Derviş Yunus, namazı nasıl kıldığı bilinmeyen, orucu nasıl tuttuğu ve neler duyumsadığı anlaşılmayan, zikri sadece “Bilmiyorum” olan bir mistik ekolün mensubuydu. Zahirî(!) şeriatla çok da meşgul değil gibiydi. Onun makamını asıl kıymetli kılan ibadetleri romanın içerisinde çok az vardı ya da yoktu. Genelde bu gelişim zihninde yaşanıyordu.

Kitabın içinde Derviş Yunus Hazretleri’nin bu yaşam çizgisini özetlemek amaçlı kullanılan şiir de şu idi: “Şeriat tarikat yoldur varana/Hakikat marifet andan içeri...”

Evet, tasavvuf ekolünün takipçilerinin bir kısmının avam-ı müsliminden farklarını ortaya koyma adına kullandıkları şu iki mısra, Od kitabında da Derviş Yunus’un düşünce dünyasını, gönül dünyasını aktarma adına kullanılıyordu. Belki Derviş Yunus’un, abdalların yanına sığınıp sonra onlardan daha yüksek makamda olduğunu anlamasıyla tekrar dergaha dönmesi yine bu iki mısrayla değerlendiriliyordu.

(Bu noktada kitapta geçen Şeyh Abdürrezak’ın öyküsü, hakikaten ilm-i ledün adına vazgeçilebilecek şeylerin sınırlarını tayinde pek endişe verici bir örneklemeydi. Orada Şeyh Abdürrezzak isimli şahıs, sevdiği kız için pekçok mukaddesatını feda edebiliyordu. Halbuki kendisi koskoca bir şeyhti.)

Kitaptan bahisleri az tutarak şimdi yukarıda bahsi geçen Yunus şiiri ile Bediüzzaman’ın telif eylediği Telvihat-ı Tis’a’dan bir bölüm alıntılamak istiyorum. Bakınız Bediüzzaman o kısımda bu şeriat, tarikat, hakikat bahsi hakkında neler söylüyor:

“Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.”

Görüldüğü gibi sırf buradaki metinden bile hareketle Bediüzzaman’ın mesleğinin tasavvufun içinde sadece bir şubeden ibaret olmadığı, aslında Bediüzzaman’ın tasavvufu reddetmeden, ama onun dengesi bozulan kısımlarını da kabullenmeyerek kendi Kur’anî mesleğini inşa ettiğini söyleyebiliriz.

Bu yönüyle Nur talebelerinin yapmaya çalıştığı da budur veya bu olmalıdır. Yani Nur talebeleri külliyatın içinden tasavvuf eleştirilerini cımbızlayan insanlar değil, kendi ekollerinin çizgisini ortaya koyma adına bazı hususları belirginleştiren insanlardır. Tıpkı yukarıdaki şeriat, hakikat bahsinde olduğu gibi...

Tasavvuf yolcusu kardeşlerimizin bizi anlaması gereken bir nokta varsa, o nokta işte bu noktadır. Şeriat kışır, tasavvuf öz değildir. Aksine tasavvuf bir vesile, şeriat özdür. Hz. Hızır’ın makamı da işte bu yüzden Hz. Musa’dan (a.s.) geridir. Çünkü Hz. Musa daha kapsamlı bir şeriatın emanetçisidir. Belki biz böyle noktalarda Derviş Yunus’un o mübarek elini öpüyor, ama fikrine katılmıyoruz. Başka bir kem niyetimiz yok...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...