Şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2022 Pazartesi

Şiirin senedi kesiktir

Şair şiiri yazar. Fakat 'nasıl yazıldığını' anlatamaz. Formüle edemez. Şablona dökemez. Elbette sanatının hangi şartlar altında eylendiğini nakledebilir. Hangi duyguların oluşum sürecinin evvelinde yaşandığını aktarabilir. Ama bunlar hep asıl meseleden kopuk açıklamalardır. Senedi kesiktir. Aynanın üzerindeki yansımayı açıklaması gibidir. Nasıl şair olunur? Bir şiir nasıl yaratılır? Neyi-neye-ne oranda katarsak şiir olur? Şair bunu bilemez. İçinde dönenleri teşhis edemez. 'Kün' emriyle gelene şahit olur sadece. Cevaben zikrettikleri 'uygun hale gelme' duasından ibaret kalır. 

Belki yakınını kaybetmiştir. Belki yolculuğa çıkmıştır. Belki havanın kapalı olması kadar bir basitlik saiklerden olmuştur. Tamam. Amenna. Lakin bunlardan hiçbirisi "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı değildir. Zaten  "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı netleşse şairliğin sanatı da kalmaz. Âdileşir. Matematik olur. Deneysel bir mesele haline gelir. Şartlarını yerine getirmekle fasulyenin yeşermesine şahit olan çocuklar pek kolay şiir yazmayı da başarabilirler. Yani başarabilirlerdi. Eğer sahiden "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı bilinseydi. Bilinmiyor. Bu yüzden şair de her istediğinde şiir yaratamıyor. Ancak kolluyor. Bekliyor. Avlıyor. Hapsediyor.

Bunu bir tesbit yapabilecek ilme sahip değilim. Ancak göğsümdeki manayı aktarmadan tutabilecek sabır da bende bulunmuyor. O yüzden sanrımı fâş ediyorum: Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'u 'sünûhat' olarak tarif etmesinin bir hikmeti de böyle bir eksenden okunabilir gibime geliyor. Nasıl? Daha öncesinde: Neden 'ilham' demek yeterli değil? Ona bir bakalım. Çünkü (ve de belki) ilhamın doğasında şiire benzer birşeyler var. Yapabilirsiniz. Ama nasıl yapıldığını izah edemezsiniz. Vesile olursunuz. Sahip olamazsınız. Formüle edemezsiniz. Sünûhatta ise gittiğiniz yolu da öğretebilirsiniz. Ardınızdan gelenler "Bu noktaya nasıl vardı yahu?" demezler. Aynı yoldan gelebilirler. Basamaksız merdiven değildir. Fasulyeleri yeşerten Allah'tır. Ama çocukların bile başarabileceği bir duasını hepimize öğretmiştir. 

Mürşidimiz de bize akaid-i imaniyeyi isbatta bir yol öğretmiştir. Sadece malzeme vermemiştir. Yeni malzemeler üretecek bir kafa da bağışlamıştır. Evet. Bir şairin şiirlerini sevenler o şiirin nasıl yazıldığını bilmeyebilirler. Hatta ömürleri boyunca hiç şiir de yazmayabilirler. Beceremeyebilirler. Fakat nur talebelerinin mürşidlerinin metinleriyle ilişkileri öyle değildir. Onlar oradan bir bakış açısı, kafa-gönül açısı, 'tefekkür açısı' alırlar. Ve yollarına artık bununla devam ederler. Seyahat boyunca malzemeyi çoğaltırlar. İster-istemez yaparlar bunu. Kendi dilleriyle-düşünüşleriyle bir çeşni katarlar metinlere. O meşhur hikâyenin deyişiyle: Balık tutmasını da öğrenirler.

Sonsuzluk Teorisi'nde Srinivasa Ramanujan'la hocası Prof. Hardy arasında geçen bir tartışma vardı. İzleyenler hatırlayacaklar. Prof. Hardy bir dehayla karşı karşıya olduğunu biliyordu. En karmaşık problemler Ramanujan'a çocuk oyuncağı gibi geliyordu. Lakin şöyle bir eksiği vardı öğrencisinin: Formülleri hangi yolla keşfettiğini anlatamıyordu. Hem uğraşmak istemiyordu hem de belki bunu beceremiyordu. Yalnızca cevapları biliyordu. Âdeta ilhamla matematik yapıyor gibiydi. Fakat hocası böyle bilim yapılamayacağını söylüyordu. Çünkü bilimadamları 'nasıl yapıldığını' da bilmek isterlerdi. İsbatını görmeden formülün geçerliliğini kabul edemezlerdi. Hangi gidişatla bu formüle varıldığı gösterilmeliydi.

En doğrusunu Allah bilir. Ben bu tartışmaları 'ilham' ile 'sünûhat' meselesi ayrımında kendimce bir yere koyuyorum. Bediüzzaman vardığı zirvelerden 'nasıl oraya varıldığı bilinmeyecek' şekilde konuşmuyor. Bize yolunu öğreterek konuşuyor. Bu yüzden eserlerini okuyanlar yollarını kolaylaştırır alışkanlıklar kazanıyorlar. Mesela: Çabuk misal verme yeteneği yerleşiyor. Bir konuyu açıklarken örnek toplamada/üretmede nur talebelerinin topluca geliştirdikleri bir kabiliyet olduğu görmezden gelinemez. Bence bu da işte 'nasıl vardığını bilmekle' ilgili. Hatta, öyle ki, bazı meseleleri neden 'bildiği halde yazamadığını' mürşidimiz şöyle açıklıyor: "(...) ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum." Daha güzelini ise miraca dair bir bahiste Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hakkında okuyoruz: 

"(...) zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

Arkadaşım, bir yola gitmen mesele değil, herkes bir yerlere yolculuk ediyor. Hayat biteviye bir yürüyüş zaten. Mesele: Arkanda hayırlı bir kapı bırakmak. Ve kapıyı açık bırakmak. Eğer bunu becerebilirsen 'güzel bir çığır açanlar'dan olursun. Hem hatırla ki: Kur'an-ı Hakîm kendisini şiir olmaktan nasıl şiddetle teberri ediyor! Onun nuranî buyruğuna bu hikmetin penceresinden de bakamaz mıyız: Kur'an bize gidilmeyecek bir yol göstermiyor. Hâşâ. Elbette beyanını taklidimiz mümkün değil. Lakin o beyanın anlattığı mana yürünmeyecek bir yol da değil. Kapısı açık. İrşadı hep diri. Nasihati taze. Tesiri aziz. Zaten bu sayede binbeşyüz yılı aşkın zamandır âşıklarının elinden düşmüyor. Hatta zaman ihtiyarladıkça Furkan gençleşiyor. Çünkü sonsuza yolculuk kesilmiyor. Bizi yolcusu kılan Allah'a hamdolsun.


5 Kasım 2018 Pazartesi

Kur'an'ın mucize olduğunu nereden biliyoruz?

Yakınlarda üç akademisyenin beraber yayına hazırladıkları Yedi Askı: Arap Edebiyatının Harikaları kitabını okudum. Prof. Dr. Kenan Demirayak, Prof. Dr. Nevzat Hafis Yanık ve Doç. Dr. Nurettin Ceviz, bu kitapta, İslam'ın gelişinden evvel Arap edebiyatının zirveleri olarak kabul edilen ve bu meziyetlerinden dolayı altın suyuyla yazılarak Kabe'nin duvarına asılan yedi şiirin (muallakat-ı seb'a) kısaca analizini yapıyorlar. "Şairleri kimlerdir? Şiirlerin yazılış hikayesi nasıldır? Böyle iltifat görmeye değer ne gibi özellikleri vardır? Araplarda şiirin konumu nedir?" gibi birçok sorunun da cevaplandığı kitapta mezkûr şiirlerin orijinalleri ve Türkçeye çevirileri de var. Kendi adıma 'istifadeli bir okuma' yaşattığını düşündüğüm eserdeki emekleri için, Allah, üç hocamızdan da razı olsun. (İsmini ilk kez duyduğum 'Ankara Okulu Yayınları'na da böyle bir eseri ilim dünyamıza kazandırdığı için ayrıca teşekkür ederim.)

Bu kitabın bana kattığı en büyük değer, Kur'an'da geçen, "Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır!" hakikatini bir farklı pencereden daha seyretmeme vesile olmasıdır. Peki bunu nasıl başarmıştır? Bunu o döneme kadar yazılmış Arap metinlerinin zirvesi (diğer bir anlamda da en güzel özeti/seçkisi) olan şiirleri tanımama vesile olmasıyla başarmıştır. Çünkü cahiliyede Arapların edebiyat diyebileceğimiz tek şeyi şiirleridir. Başka bir edebî ürünleri yoktur. (Kitabın giriş kısmında bu konuda yeterli bilgilendirme yapılmaktadır.) Bu noktaya mürşidim bir eserinde şöyle dikkat çeker:

"Ceziretü'l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ümmî idi. Ümmîlikleri için, mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini, kitabet yerine şiir ve belâğat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâğat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte, şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâğat metâı idi.

Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâğatte akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâğat o kadar kıymettardı ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalâha ediyorlardı. Hattâ, onların içinde, Muallâkat-ı Seb'a namıyla, yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.

İşte böyle bir zamanda, belâğat en revaçlı olduğu bir anda, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan nüzul etti. Nasıl ki zaman-ı Mûsâ aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsâ aleyhisselâmda tıp revaçta idi; mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte, o vakit, bülega-yı Arabı, en kısa bir sûresine mukabeleye davet etti.
"

Peki bu davetin neticesi ne oldu? Onun da cevabını metnin devamında alıyoruz: "İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün müydü ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin? Evet, o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla muâraza edebilseydi, Kur'ân dâvâsından vazgeçerdi, onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."

Yani küfürde kalmakta ısrar edenler, Kur'an'ın, "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüpheniz varsa haydi bir benzerini getirin!" teklifi karşısında çaresizliklerinden dolayı 'muaraza-i bilhuruf/harflerle karşı çıkmak' yerine 'muhabere-i bissüyufa/kılıçla savaşmaya' mecbur oldular. Çünkü ona yetişemiyorlardı. Şiirdeki hünerlerine rağmen şuna muvaffak olamıyorlardı. Benzerini yapamıyorlardı. Bu tıpkı, sözlü atışmalar sırasında, muhatabının delilleri karşısında çaresiz kalan kişinin, işi yumruk kavgasına dökmesi gibiydi. Yani, davasında yenilen, hemen 'karşısındakinin fikrini/beyanını baskılama araçlarına' sarılıyordu.

Ben, işte bu hakikati, mezkûr kitabı okurken daha iyi kavradım. Zira baktım, bu yedi şiirin hiçbirisinin içeriğinin, hem biçim hem de mana olarak, Kur'an'a yaklaşması mümkün değil. Eğer Arap edebiyatının zirvesi bunlar iseler, ki öyleler, açıkça görmek lazım: Bu malzemeden Kur'an gibi bir yemek çıkmaz. Bu eserlerin en seçkin sebzeleri olduğu bir tarladan Kur'an gibi bir meyve yeşermez. O, bunu netice vermez, veremez. Mevzuyu kalbinizde netleştirmek için birkaç örnekle daha açmayı deneyeceğim:

İki masa düşünelim. Bir masanın üzerinde salatalık, domates, biber var. Diğer masanın üzerinde ise şerbeti yeni dökülmüş bir tepsi künefe. Ve birisi yanınıza yanaşıp kulağınıza fısıldıyor: "İşte bu künefe diğer masadaki malzemeden yapıldı." Nasıl alayla gülümsersiniz. Veya bu masalardan birisinde tarhana, ezo gelin ve yayla çorbaları var. Diğer tepside ise testi kebabı. Yine aynı kişi kulağınıza fısıldasa: "İşte bu testi kebabını yapan şunlardan kopyalayıp aldı." Nasıl şaşkınlıkla inkâr edersiniz. Veya bu masalardan birisinde cetvel, pergel, gönye gibi ölçüm aletleri bulunuyor. Diğerinde ise okunmasına kıyılmaz bir güzel şiir. Yine birisi kulağınıza fısıldıyor: "Bu şiiri şunlardan yararlanarak yazdı." Nasıl 'Hadi ordan!' dersiniz.

Aynen öyle de, Kur'an'ın içeriğiyle, bu şiirlerin içeriği arasında büyük bir mesafe bulunuyor. Öyle ki: Birisinin diğerisinden yapılması mümkün değil. Hem biçim olarak biri diğerine benzemiyor hem de içerdikleri anlam dünyası arasında bir bağ bulunamıyor. Zira o şiirler ya bir sevgiliden ya bir binekten yahut da savaşlardan bahsediyor. Amma Kur'an'ın kuşattığı anlam dünyasını, insanlık, bırakın yalnızca o dönemi, ondört yüzyıldır tefekkür ediyor da sonuna gelemiyor. Yani Kur'an öyle şeylerden bahsediyor, zikrediyor, tarif ediyor ki, öncesindeki malzemeden bu cennet sofrasının çıkması mümkün değil. Ve dolayısıyla da bu iş 'bir beşerin işi' değil.

İşte, biraz da bu nedenle, mezkûr kitabı okuduktan sonra "Biz ona şiir öğretmedik!" mübarek beyanının dünyamda yeni bir yansıması var. Evet. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ümmetine buyurduğu şeyler şiir değildi. Zira onlardan ilham almamıştı. Şiirlerin hiçbirisi onun sözlerine yaklaşamıyordu. Onun isabetle her köşesinden haber verdiği, sınırlarını çizdiği, sırlarını söylediği ve ondört yüzyıldır insanlığın anlaya anlaya bitiremediği zengin anlam dünyasının, öncesindeki şu basit malzemeyle yapılabilmesi mümkün değildi. Onun mübarek dili, kalb-i beşere hutur etmemiş, hiçbir insanın daha önce aklına gelmemiş ve vahiysiz bir o kadar zaman daha geçse yine gelmeyecek hakikatlerden haber veriyordu. İşte, bu 'daha öncesinden aşkınlık'tır ki, müşrik Arap ediplerini çaresiz bırakıyordu.

Şimdi, kimin bu yazıdan şüphesi varsa, mezkûr kitabı alıp şöyle bir okumasını tavsiye ederim. Aleyhissalatuvesselamın ümmetine beyanının 'bir beşerin düşünüşü' olmayacağının en açık delili orada saklıdır bence. Nasıl? Belki biraz şöyle: Beşer ancak öncesindekinin üstüne koyarak yeni birşeyler yapar. Ancak kendisinden önce söylenmişlerin duvarına yaslanarak ilave birşeyler söyler. Esinlenir. Etkilenir. Geliştirir. Kur'an'ın kendisinden önceki Arap edebiyatıyla böyle bir ilişkisi yok. Alın. Okuyun. Karşılaştırın. Siz de o yedi şiirden birinin şairi olan Lebid'in kızı gibi yapmaktan kurtulamayacaksınız. Hani o babasının şiirini Kabe'nin duvarından indirirken demişti: "Ayetlere karşı bunun bir kıymeti kalmadı!" Ve babası da kendisine neden artık şiir yazmadığını soran Hz. Ömer'e (r.a.) şöyle cevap vermişti: "Allah, Bakara ve Âl-i İmran sûrelerini gönderdikten sonra, daha bana şiir söylemek düşmez."

21 Eylül 2017 Perşembe

İlhamların kesilmesinden neden korkarız?

Vahiy ile ilhamın hem bir arkadaşlığı hem de çok büyük farkları var. Mürşidim de, başta umum-husus meselesi olmak üzere, pekçok açıdan bu farkları izah eder. Hemen yazının başında bunu ifade edeyim ki kavramlar ve karşılıkları karışmasın. Karıştırdığım sanılmasın. Şunu yazmaya bir cesaret buldum. Çünkü Bediüzzaman da insanı kainatın misal-i musağğarı (küçük bir nümunesi) olarak anmakla bana bu cesareti veriyor. Hatta burada da bırakmıyor. Levh-i mahfuz ile hafıza arasında, âlem-i misal ve rüya arasında, lümme-i şeytaniye ile şeytanın zatı hakkında öyle ilginç benzerlik ilgileri kuruyor ki, bencileyin, böylesi ilgilerin peşine düşmeden edemiyorum. İşte, bu yazıda, onlardan birisine dair aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Sürç-i lisanlarımız baştan affola. Fakat önce, ne demek istediğimi anlamanız için, yine mürşidimin bu benzerliği ortaya koyduğu bir yerden damlacık olsun alıntılayayım. Yemeğimiz onun tuzuyla ballansın:

"İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde levh-i mahfuzun vücuduna kat'î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin vücudunu ihsas ederler."

Şimdi, kendimce kurduğum benzerlik ilgisine gelirsem, evveliyetle şunu ifade etmeliyim: Bu tefekkürüm aslında bir korkumdan besleniyor. Ben, ancak yazarak bir işe yaradığıma inandığım için, başıma gelecek en büyük musibetlerden birisinin ilhamlarımın kesilmesi olduğunu düşünürüm. Ne zaman, beyaz bir sayfayı açıp içini dolduracak birşey bulamayarak kalkarsam başından, aynı endişeyi tekrar yaşarım: "Bu hep böyle sürecek mi?"

Şükürler olsun. Sürmez. Rabbim bana hemence rahmet eder. Elimi uzun süreler boş çevirmez. Her yazımdan sonra içimden gele gele 'Elhamdülillah' derim demesine ama mutluluğumun huzuru da, tevekkülde zayıf olduğundan, pek kısadır. Bir-iki günü geçince yeniden "Hâlâ orada duruyorlar mı bakalım?" diye kontrol etmek için elimi klavyeme atarım. Beyaz sayfayı yine açarım. Kendimi yeniden test ederim: "Hâlâ yazabiliyor muyum? Hâlâ kalbime birşeyler fısıldanıyor mu? Hâlâ umutlanabilir miyim kendimden?" Bu halim tıpkı parkta oynayan çocuğunu kollayan anneye benzer. Her neyle uğraşıyor olsa dikkatinin bir kenarı oradadır, parktadır, evladındadır.

Şunu da yadsımıyorum: Hayatımı devam ettirebilmem için yazının dışında da devam etmesi gereken birçok şey var elbette. Her birine de ayrı ayrı muhtacım. Bazılarına yazıdan çok daha fazla muhtacım. (Nefes gibi an an lazım olan şeyler var.) Hiçbirini 'hazır cepte' sanamam. Fakat her nedense yazıda bu muhtaçlığımın daha bir şuurundayım. İhsan dairesinden musluk açılmazsa aklıma hiçbir güzel şeyin gelmediğini biliyorum. Deliriyorum. Böyle kabızlıklar yaşadım. Daraldım. Defter parçaladım. Tuşları tartakladım. Fakat yoksunluklarını da hikmetsiz görmedim. Onları da vahyin kesildiği dönemde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nasıl bir sıkıntı çektiğini anlamaya pencerem yaptım.

Bediüzzaman bir yerde nimetin devamının o nimetle tanışmaktan daha büyük bir nimet olduğunu söylüyor.  Böyle münkabız vakitlerde daha iyi idrak ediyorum sırrını o bölümün: "Ve kezâ, Esmâ-i Hüsnâdan 'Vâris' isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevâlinden sonra bâki kalan fürûatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsı ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir 'Elhamdülillâh' ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza..."

Bir nimeti tatmak, eğer devamı yoksa, tastamam beladır. Ayrılığı cefadır. Arızanın ta kendisidir. Çünkü özlenilecek bir yâr ile daha tanışılmış olur. Mecnun birdir. Ama Leyla 'devam etmeyenler kadar' çoktur. Bu nedenle Risale-i Nur'da denir ki: Nimetlerin nikmetlere dönüşmesini engelleyen şey öncelikle ahirettir. Tadı damağımızda kalmayacaksa hiçbirşeyin, bu, ancak ahiret sayesinde olur. Ahiret de Allah'ın ilmi, iradesi, rahmeti, kudreti vs. sayesinde olur. Allah'a iman ile ahirete iman tam da bu noktada birbirine bağlanır. Ölümü nimet haline getiren dahi bu gidişlerin sancısıdır: "Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır." (Vahiy gibi bir nimetin tamam olduğunu haber vermesinden Aleyhissalatuvesselamın gideceğini çıkaran Hz. Ebu Bekir (r.a.) ne ferasetlidir!)

Biraz dağıttım yine. Tefekkürüme geri döneyim. İşte böyle 'devamsızlık' korkusu çektiğim anlardan birinde, yanlış hatırlamıyorsam Ebubekir Sifil Hoca'nın kıyamet alâmetlerine dair dersinde dinlediğim, birşeyi hatırladım: "Kıyamet alâmetlerinden birisi de (belki de ilki) Ahirzaman Nebisî aleyhissalatuvesselamın gelişidir!" diyordu Ebubekir Sifil Hoca. Hakikaten öyleydi. O, hem Kur'an'ın hem de hadislerinin ifadesiyle, peygamberliğin mührüydü ve ondan sonra artık peygamber gelmeyecekti. Vefatıyla dünyadan vahiy 'geri dönmemek üzere' kesilmişti. Onun gelişiyle varlığın kıyamet eşiğine iyice yaklaştığı anlaşılıyordu. O zirveydi. Sonrası düşüştü. Zirveler kendilerinden sonraki düşüşü haber verirdi. Bu bana şunu düşündürdü: Birşeyin sonu yaklaştığında galiba ondan ilhamlar da kesiliyor. Kelamın kesilmesi fenanın habercisi oluyor.

Yaşlanmış güvercinler yuvalarını bulmakta zorlanıyorlar. Ölümü yaklaşan arılar kovanlarına dönmeyi beceremiyorlar. Hayvanlar âleminden ilham ile haşır-neşir hangi örneği kaldırsanız az-çok şunu görüyorsunuz: Vazifelerinin bitmesi yaklaştığında birşeyler oluyor şu masumcuklara. Birden boşluğa düşer gibi bir halet yaşıyorlar. En iyi yaptıkları görevleri bile yerine getirmekte zorlanıyorlar. Huyları değişiyor. Ahlakları değişiyor. Alışkanlıkları değişiyor. Aptallaşıyorlar. Sadece yaşlılık mı bunun sebebi? Bence değil. Ahirzamanlarının gelmiş olmasının da bunda payı var. Ötelerden, belki müekkel melek dillerden, görevlerini güzelce yerine getirmeleri için fısıldanan haberler kesiliyor. Varlıkları hikmetini eda edip bitiriyor. İnsan için de bu biraz böyle.

Nasıl ki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya gidişiyle vahiy kesildi ve büyük âlemin ölümü yaklaştı, (ki bir hadis-i şerifte de şahadet ve orta parmaklarını göstererek kendisiyle kıyametin yakınlığını onlarla ifade ettiği aktarılır), öyle de misal-i musağğar olan insanın ölümü kendisinden ilhamların kesilmesiyle yaklaşıyor. Kalbimizin en derininde hissettiğimiz o ses kısılmaya başladığında belki de bu yüzden korkuyoruz.

Eskisi gibi üretemediğimizde, yazamadığımızda (özellikle şiir yazamadığımızda), âşık olamadığımızda veya güzel heyecanlar hissedemediğimizde içimiz ürpertiyor: "Yoksa o güzel ses kesildi mi?" Kendimde varolagelen bu korkunun böyle bir zeminden beslendiğini düşünmeye başladım.

Hatta bazı ihtiyarların yaşlandıkça gençlere özenmesinde de böyle bir hissedişin payı olduğunu hissediyorum. Yanlış yerde aranan bir hayat. Alıntıyla ayakta kalmaya çalışan bir yazar. Haberin kaynağını orada sanıyorlar. Sesin menbaını bu dünyada zannediyorlar. Peki bu bağ nasıl diri tutulacak? Bir yolu yok mu şunun? Ayet-i kerime onu bize güzelce müjdeliyor zaten: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."

"Birinizin elbisesi eskidiği gibi göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah'tan kalbinizdeki imanı tazelemesini dileyiniz!" buyruluyor bir hadis-i şerifte. Yüz kere söylüyorsak bin kere, bin kere söylüyorsak onbin kere, Allah'ı anışımızı, zikrimizi, tefekkürümüzü çoğaltmamız lazım. Kalbimize o eski heyecanlar, ilhamlar, güzel sesler gelmiyor; çünkü gitmemiz yaklaştıkça voltajımız düşüyor. Bu düşüklüğün tedavisi geçmişe özlem duymakta değil yedek bataryaların sayısını arttırmakta. 'Ahirzamanda yaşlı kadınların dinine tâbi olmayı' tavsiye eden hadisin belki böyle bir yanı da var. En çok zikrullah ile meşgul onları görüyoruz çünkü. Kalplerinde kısıldığını hissettikleri sesin desibelini kendi dualarıyla arttırıyorlar. Zaten acz de şu hissedişi arttırmanın aracı değil midir? "Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Şefaatçiye ihtiyacımız var. İlk şefaatçilerimiz; onun vahyi ile bize öğrettiği kelimat-ı mübarekedir, söylenmesini sevdiği kelimelerdir.

9 Mayıs 2017 Salı

Bütüne bakmak parçanın miracıdır

"Evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin, artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz." Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında'dan.

Sivas'tan İstanbul'a taşındığımızda kendimi hapse düşmüş gibi hissetmiştim. Sanki gökyüzüm ellerimden alınmıştı. Zara'dayken yüksekçe bir yerde ikamet ederdik. Evimizin penceresi karşımızdaki dağları engelsiz bir şekilde görürdü. O manzaraya bakmanın beni rahatlattığını hatırlıyorum. Beden ona eşlik edemese de, göz, görebildiği her yeri mülkü sanarak rahatlıyor. Birisi size 'Dur!' deyinceye kadar, gitmeseniz de, dağlar sizindir. Ne kadar az duvar o kadar çok huzur. İstanbul'a geldiğimizde Yenibosna'da kaldık bir süre. Kuleli semti, yolu düşenler bilirler, tıkabasa apartmanla dolu sıkıntılı bir yerdir. Oraya düşenin, genel anlamda ise İstanbul'un böylesi semtlerine düşenlerin, Allah yardımcısı olsun. Hele göze duvarın olmadığı bir yerden geliyorsa alışmak iki kere zor. Ben o yılları içime çöktüğüm bir dönem olarak anımsıyorum.

İhya'da hadis olarak geçen, fakat senedine dair zaaflar bulunduğunu işittiğim, hakikatli bir söz var: "Üç kişiye acıyın: Cahiller arasında kalmış âlime, zenginken fakir düşene, kavmin ulusu iken aşağı hale düşene.” Ben bunlardan birisini yaşadıklarım üzerinden anlayabiliyorum. Zenginken fakir düşmek sadece maddiyat anlamında olan birşey değil. Bence Anadolu'yu bırakıp metropole yerleşen her insan bir açıdan 'zenginken fakir düşenler'dendir. Peki hangi açıdan böyledir? Bence yaşam kalitesi açısından. Anadolu'da yaşanan hayatın dinginliğini hiçbir metropolde bulamazsınız. Çünkü dağları yoktur.

İstanbul'da yaşadığım şu on yıllar boyunca en çok hissettiğim, daha doğrusu hissedemediğim şey, zaman. Sanki haftalar günden de kısaldı. Yılları avucumdan akıp giden su gibi görüyorum. Sivas'tayken böyle değildi. Zamanın "İşte orada!" denilebilecek kadar havada asılı kaldığı bir hayattı orada yaşanan. Belki bunun bir sebebi hareketlilik. Hareket zamanı farkedilmez kılıyor. Bir diğer sebebi detay çokluğu. Detaylar çoklaştığında zamanı tadımlamak zorlaşıyor. Bütün bunlardan çıkardığım dersse şu: Zamanın farkındalığı bir parça durgunluk istiyor. Biraz hayatın kenarına çıkmanız gerekiyor. Kenardan olanı-biteni izlemelisiniz. Mürşidimin tabiriyle, tam bir "Pencerelerden seyret, içlerine girme..." durumu. Belki namazın da zamanla ve onun farkındalığıyla böyle bir ilgisi var. Namaz hayattan kenara çekildiğiniz bir pencere yani. Dağlarınızı oradan görüyorsunuz. Şehrin dışına çıkılmadan dağlar görülmez.

Namaz, her ne kadar hareket içerse de, aslında günün içindeki 'durmalar'dan oluşuyor. Huşû, tadil-i erkan, zikr gibi ayrıntıları bizi hareketten ödün verip zamanda asılı kalmaya zorluyor. Tabir-i caizse: Zamana daha fazla maruz kalabilmek için namaz kılıyoruz. Onun olmadığı bir hayatta herşey o kadar hızlı ki. Ve o kadar ötekisiz ki. Hareketin aslında bir sarhoşluk olduğunu insan durduğu kısımlarda anlıyor. Bence namazın bu yönüyle de hayata kattığı bir ötekilik var. Nasıl ki, karanlığın varlığı ancak ışıkla anlaşılıyor, aynen öyle de, zamanın varlığı namazın durgunluğunda farkediliyor. Eğer namazlarımız namaz olabilirse... İnşaallah.

Benzer şeyleri oruç hakkında da söyleyebilirim. Oruçlu olmadığım günlerde namazı vakt-i evvelinde kılmakta zorlanırım. Hatta bazen namaz arası vermekte dahi zorlanırım. Nefis dünyasını bölmek istemez. Ancak oruçluyken adeta zaman açılır. Bazen yapacak işlerimin kalmamasından dolayı "Bari namaz kılayım!" diyecek noktaya gelirim. Bunu bana söylettiren ve yaptıran oruçtur. Çünkü oruç da hayatın içindeki fiilerde bir azalma meydana getirir. Bu durgunluktan oluşan boşlukta zaman açılır. Açılan zaman sizi onu farklı şekillerde doldurmaya çağırır. Goethe'nin şöyle dediğini okumuştum bir kitapta: "Şiir hayatın geriye dönüp kendine bakmasıdır." Ben de benzer birşeyi ibadetler hakkında söyleyebilirim. Hem zaten Fred Reed Bir Zamanlar Biz Birdik'te diyor: "Bir oruç eylemi hareketsizliğinde doğrulanır hale gelir."

Hazır 'öteki farkındalığı' meselesine değinmişken dağların bana hissettirdiği başka birşeyden daha bahsetmek istiyorum. Ki bunu deniz bana asla vermedi. Dağlar bir öteki farkındalığıdır. Dağları gördüğünüz zaman, hele benim gördüğüm şekliyle (yani deniz dalgaları gibi dizilmiş şekliyle) âleminizden başka âlemlerin varlığını da hatırlar ve rahatlarsınız. Evet. Dünya sizinkinden ibaret değildir. Evet. Orada başka dünyalar da vardır. Evet. Sizinkinden başka hayatlar da yaşanmaktadır. Evet. Belki onların düşleri de sizin yaşadığınız yer üzerinedir. Her neyse... Bu başkalık farkındalığı hayalgücünün (ve belki başka birçok latifenin) rızkı gibi birşeydir. Gözü rahatlattığı gibi gönlü de rahatlatır.

Denizde bunu bulamam. Deniz bir düzlük. Benim gibi miyoplar için kısa bir düzlük üstelik. Dağa göre pek bir sıradanlık. Hem öteki algısını oluşturacak yüksekliği yok. Belki adalar? O da görülebilen bir yerdeyseniz. O nedenle denize bakmaktan dağlardan aldığım ferahı hiçbir zaman almadım. Demek: Ben bir bozkır çocuğuyum. Sonsuzluğu sahil çocukları gibi algılamıyorum. Girintiler ve çıkıntılar, yükselişler ve alçalışlar, kahverengiler ve yeşiller... Bütün o değişimler bana kendi âlemimden ötede âlemler olduğunu hatırlatıyor. Hele yüksekçe bir yere çıktığımda! 'Benim Rabbim!' dediğim Allah'ı 'Âlemlerin Rabbi!' olarak da görüyorum. Çünkü yaşadığım yer o sonsuzluk içinde çok küçük kalıyor.

Nebilerin ve velilerin hayatında dağların neden farklı bir yeri var? Aleyhissalatuvesselam nübüvvetinden evvel neden bir dağda inzivaya çekildi? Dervişler neden arzı adım adım yudumluyor? Belki bunlar da birer küçük miraç. Tıpkı namazın mü'minin miracı olması gibi. Seni 'Rabbimden' çıkarıp 'Rabbu'l-âlemin'e taşıyan herşeyde miracın bir izi var. Gönle genişlik veren tesirinde hissediyorsun bunu. Ötekine dair yaşadığın her farkındalık, zihninde veya kalbinde, bir ferahlığa dönüşüyor.

Namaz, seni, yaşadığın zamanın dışında bir eyleme dünyasına çağırıyor. Oruç, seni, bir yıl boyunca yaşadığın tekdüzelikten dışarı fırlatıyor. Dağlar, seni, sadece şehrin gürültüsünden kurtarmakla kalmıyor başka dağların varlığından da haberdar ediyor. Tıpkı Mirac-ı Ahmedî'de Aleyhissalatuvesselamın başka âlemleri görmesi gibi... Sözü çok uzattım. Seni de sıktım. En nihayet şunu diyeceğim: Tefekkür de bir miraçtır. Çünkü bütüne baktırır. En azından bütünü arattırır. Bütüne bakmak parçanın miracıdır. Ne zaman baksan onu miracın bil. Ne zaman parçada boğulsan o miraca çık.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Seküler tesbihler...

Biriktirmek açlığımızdır. Bize 'gitmiyormuşuz gibi' hissettirir. Faniliği daha az tatmanın yolunu bizimle beraber gidenlerin bir kısmını yanımızda taşımakta ararız. Yolun kolayı kendimdir. Kendimden başlayayım: Küçükken sakızlardan çıkan araba veya futbolcu fotoğraflarını biriktirirdim. Büyüyünce de çok değişmedim. Fotoğraf çekmeyi değil, fakat, güzel bulduklarımı biriktirmeyi severim. Onları farklı açılardan görmeyi, düşünmeyi ve paylaşmayı severim.

Aynısını kitaplarda geçen güzel cümleler için de yaparım. Onları da biriktirmeye çalışırım. Haklarında yazmaya çalışırım. Hafızamda tutmaya çalışırım. Eskiden beğendiğim filmleri de biriktirmeyi denerdim. Günlük tutmaya da çalıştım. Komik hatıralarımı öyküleştirmeyi de denedim. Denemeler de yazdım. Duygularımı taze tutabilmek için şiir de karaladım. Şimdi aktaramadığım daha farklı şeyler de vardır mutlaka. Ben fanilikten canı çok yanan bir insanım. Kalmak için daha fazlasını da yapmışımdır. Bundan eminim.

Fakat, burnum sınırlarıma sürtüle sürtüle yaralanarak ve mürşidim beni irşad ede ede şifalanarak, bir noktada şunun ayrımına vardım: Tutmaya çalışmak sadece bir yanılsama. İnsan hakikatte hiçbirşeyi tutamıyor. Hiçbirşeye sahip olamıyor. Çünkü hem kendisi gidiyor hem tuttuğu onu terkediyor. Bediüzzaman'ın 'hareket halindeki bir trenden uzanarak dikenli yemişleri koparmaya çalışan kişi' örneğinde olduğu gibi: Ayrılıktan ellerimiz parçalanıyor. Bu kalp kırıklıkları, yoksunluklar, özlemler, küskünlükler, iç çekmeler, 'keşke'ler kaçınılmaz. İmkansızı istemenin bedelini ödüyoruz ve kabul etmezsek daha ödeyeceğiz de. Tıpkı Patti Smith'in M Treni'nde dediği gibi:

"Sahip olamayacağımız şeyleri istiyoruz. Belli bir anı, sesi, duyguyu yeniden yaşamanın yollarını arıyoruz. Annemin sesini duymak istiyorum. Çocuklarımı çocuk halleriyle görmek istiyorum. Küçücük eller, çevik ayaklar. Herşey değişiyor. Oğlan büyüdü, baba öldü, kız benden uzun, kötü bir rüyadan dolayı ağlıyor. Lütfen sonsuza dek kalın, diyorum tanıdığım şeylere. Gitmeyin. Büyümeyin."

İlginçtir: Smith, aynı kitapta, yanından ayırmadığı fotoğraf makinesini birkaç kez 'tesbih' olarak isimlendiriyor. "Sabırsız kederimi bir kenara bırakmayı, bir işe yaramayı ve belki 'Polaroid tesbihimi' süsleyecek bir-iki kare çekmeyi umdum." Yine ilginçtir: Benzer birşeyi Kirpinin Zarafeti'nde Muriel Barbery uzaktan kumanda için söylüyor: "Uzaktan kumanda denen şu laik tesbih sayesinde zaman zaman geriye dönüyorum." Verilmek istenen mesajda bir kardeşlik var. Herkesin tesbihi eşyayı tutmaya çalıştığı şeydir. Tutacaklarımıza tesbih deriz biz. Kim ne ile varlığı durdurmaya, tutmaya, saklamaya ve sonsuzlaştırmaya çalışıyorsa onu tesbih olarak isimlendiriyor.

Smith, gittiği her yerin, her önemli bulduğu şeyin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Kirpinin Zarafeti'ndeki kapıcı kadın televizyon ve sinema vasıtasıyla geçmişle bağ kurma çabası içinde. Nilüfer Kuyaş da Serbest Düşüş'te çocuklarının sürekli fotoğrafını çeken ebeveynler hakkında benzer şeyler söylüyor. Hatta bir yerde diyor: "Bakmak olayı kabul edilir kılmıyor. Gerçeklik kabul edilemez olduğunda bakarak eziliriz, nazarla eziliriz. Gerçeklik karşısında ezilmeyeceğini kanıtlamak için fotoğraf çekmeyi seviyor Şirin."

O zaman mürşidimin 6. Söz'de dile getirdiği şu soruyu insanlığın ortak açlığı olarak zikredebiliriz: "Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak, acaba bâkîye tebdil edip ibkà etmek çaresi yok mu?" Hepimiz elimizde kendimize özel tesbihlerle buna çalışıyoruz aslında. Bu sorunun cevabını olumlu bir şekilde verebilmek, bizi, tesbihlere muhtaç ediyor. Tesbihler anları saklama araçları. Ben futbolcu kartlarını biriktirirken buna çalışıyordum. Yığınla birikmiş kitap sayfası da bunun çabasıydı. Yazmak da bunu amaçlıyordu aslında. Facebook, twitter, instagram, selfie vs... Her biri benim için birer tesbihti ve bu tesbihler aracılığıyla anları tutmaya çalıştım.

Peki ellerinde tesbihle kelimat-ı mübarekeyi zikredenler ne yapmaya çalışıyorlar? Yani 'Allah' diyenler, 'Elhamdülillah' çekenler, 'Subhanallah' söyleyenler? Onların neyin fotoğrafını çekiyor? Sanırım bunun cevabı da bir nebze Nilüfer Kuyaş'ta: "Sonsuz sayıda yokoluş anı görüyor. Durdurmak için hiçbirşey yapamaz. Yapabileceği tek şey sonsuz sayıda varoluş anı hatırlamak. Allah'ın isimlerini saymak gibi."

Evet, tesbih çekenler de anlarını tutmaya çalışıyorlar, ama bu tutuş 'anı kendi malları kılmaya çalışarak' değil. Anı yanlarında tutmaya çalışarak değil. Asıl sahibine bırakarak bir tutuş. Zaten onun olanı, onun olduğunu anmakla, ona emanet bırakma. Anı görüntüleyerek, yazarak, arşivleyerek değil 'üzerine sonsuz olanın adını anarak' saklama. 6. Söz'ün bize anlattığı o muazzam hakikat! Evet, tutmanın bir çaresi var, o da şöyle: "Emaneti sahib-i hakikisine satmak." Çünkü mülkü fani kılan senin ona sahip çıkışın. Asıl sahibine bıraktıkça eskimesine engel olacaksın. Sınırlarından kurtulunca korktuğun kayıtlardan da kurtulacak.

27 Ocak 2017 Cuma

Sarı çiçek Yunus'u nasıl tanır?

Aslında çok geciktim. Bunu size daha önce anlatmak istiyordum. Derviş Yunus'un, hani o çok bilinen ilahîsinde, sarı çiçeğe kendisini neden sorduğunu ve sarı çiçeğin onu nasıl tanıdığını konuşmak arzu ediyordum. Çocukluğumdan beri aklımdadır. Cevabı bulunamamış bir sorudur. (Çocukken:) Böyle birşey nasıl olur? (Büyüyünce:) Şair bunla neyi anlatmaya çalışır? Yunus'un çiçekle sohbetinde modern insana çözmesi zor gelen çok sırlar vardır. İşte, bu şiir ve benzerleri gibi birçok tasavvufî metinde, o sırların arkasına (bir derece) uzanmamı sağlayan şey mürşidimin bana öğrettikleri olmuştur.

"Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir. (...) Sözler, hakaik-i Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır."

Risale-i Nur ben gibiler için neden kıymetli? Çünkü cahiliz. Çünkü uzağız. Çünkü gerilerdeyiz. Çünkü yabancıyız. Çünkü yeni bir dil öğreneceğiz. Ahirzamanın modern endoktrinasyonları içinde zihnimizi Kur'an'ın ve sünnetin (ve onlardan yeşeren mirasın) ayarlarına kavuşturmak ancak bir mürşid köprüsüyle mümkün. Yunus'un ifadesiyle 'dağ başında kalmışlar' olarak 'göçüp giden bir kervana' yetişmeye çalışıyoruz. Yitiğiz. Bir insan kendisine neden mürşid arar? Sorularına tek başına cevap bulmakta zorlandığı için arar. Psikoloğa giden de bu yüzden gider. Direksiyon hocasından ders alan da bu yüzden alır. Rehber tutan turistler de bu yüzden tutar. Herhangi bir alanda yetkinlik kazanabilmek için ustasına başvuran da bu yüzden vurur. Yol giriftleştikçe mürşidsiz yürümek zorlaşır.

Risale-i Nur'un 'anahtarlığı' da burada kendisini ortaya koyuyor. Her ne kadar içimizden bazıları, müellifin aksi yönde ifadelerinin hilafına, Risale-i Nur'u kendinde başlayan ve biten bir 'isim' gibi tarif etseler de o aslında bir 'harf'tir. Kendisinden 1400 yıl önce kurulmaya başlanmış olan cümlelerin kendisinden sonra da aynı tatta/kıvamda kurulmaya devam edilebilmesi için araya girmiş dolu dolu bir 've' veya 'ile'dir. Bir başlangıç değildir. Bir son değildir. Bir köprüdür. Nihayetinde anahtar, hazinenin yerine geçmek için değil, 'hazineye erişim sürebilsin' diye vardır.

İşte Derviş Yunus'un şiirlerinin arkasındaki anlam dünyasına uzanabilmek için de şu anahtarın yardımına ihtiyacım var. Ve mesela; başta zikrettiğim, sarı çiçeği Yunus'a kendisini sorması ve onun da şunu tanıması mevzuuna buradan bir kapı bulup yaklaşabiliyorum: "Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder."

Bediüzzaman'ın 'iki şahid-i sâdık' diyerek tesmiye ettiği bu durum aslında Allah'ın vahdetinin (herşeye yaratanın tekliğinin) ve vücub-u vücudunun (varlığının olmazsa olmazlığının) iki delilini oluşturur. Bir zerre, acziyle uyuşmayacak ve "Yok artık!" denecek şekilde, kendisinden beklenmeyen birçok vazifeyi beraber yapar. (Tıpkı bir hava zerresinin, üzerinden geçen bütün sesleri, aynı anda ve karıştırmadan ilgili kulaklara taşıyabilmesi gibi.) Ve yine bir zerre, sanki 'kainatın bütününü tanıyormuş gibi' onlarla uyumlu hareket eder. (Tıpkı ekolojik denge denilen bütünlüğün bütün parçaları gibi.) Bu iki durum karşı konulamaz şekilde bize zerrenin kendisinden ibaret olmadığını hatırlatır. Onun arkasında ilmi, iradesi ve kudreti mutlak bir Rabbu'l-âlemin olmalıdır.

İşte, bu sırrın keşfiyle anlar insan Derviş Yunus'un bir sarı çiçekle nasıl konuştuğunu: "Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık 'lisan-ı hâlleri' şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, Senin cûd ve keremine şehadet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde ifa ederler."

Ve işte yine bu sırrın keşfiyle anlar insan sarı çiçeğin Derviş Yunus'a nasıl cevap verdiğini: "Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor."

Tanışmayan şeyler birbirinin imdadına nasıl koşar? Sanki tanışıyormuş gibi nasıl uygun hareket ederler? Yağmur susuzların derdini nereden bilir? Ağaç, meyvelerinin beğenilmesi için, lezzetli olması gerektiğini nereden ders almıştır? Sarı çiçek, Yunus'un gözüne hoş gelecek, şu güzelliğini nereden duymuştur? Rüzgar, rahatça solunabilmesi ve temizlenmesi için, sürekli hareket etmesi gerektiğini kimden öğrenmiştir? Bütün bu şeyler, birbirlerini tanımamaları gerekirken çok iyi tanıyormuş gibi davranan şeyler, nasıl böyle davranırlar? İşte, bütün bu sorulara Kur'an'ın ve sünnetin ışığında cevap bulmuş bir mü'min, sarı çiçeğin Derviş Yunus'u tanımasına hayret etmez. Ve belki der: "Yunus dikkatimizi şu düzene çekmek için bu sohbeti yazmıştır."

18 Eylül 2016 Pazar

Sarı çiçek nasıl cevap verecek?

Mürşidim bir yerde eserleri hakkında diyor ki: "Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir." Ve ekliyor: "Sözler, hakaik-i Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır."

Mürşidimin sözünün şahidiyim. Özünde 'irşad' denilen şeyin de 'her defasında yeni bir yol inşa etme' değil, 'zaten varolan bir yolu yeniden gösterme' olduğunu düşünüyorum. Önceden sonraya 'peygamber varisi' bütün mürşidlerin yaptığının, yeni bir çığır açmak değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zaten açmış olduğu cadde-i kübrayı (güçleri yettiğince) göstermek olduğuna kaniyim. Varsın müridleri/talebeleri o yolla ilk kez tanışsınlar. O mesleği/meşrebi ilk kez duysunlar. Kendilerini 'şucu/bucu' bilsinler. Onların hayretleri bizi şaşırtmaz. Tarikat-ı Muhammediye'nin dışında hak tarik, Sünnet-i Seniyyesinin dışında hak sünnet yoktur. Şeklî farklar gözümüzü aldatmasın. Öz yine Muhammed-i Arabî'nindir aleyhissalatuvesselam. Eğer o hakikatten öz almamışsa şu şekillerin, o çiçekten bal almamışsa şu peteklerin kıymeti yoktur.

Peki, mürşidler ne yaparlar? Mürşidler, hayatta kalmak ve hayatlarımıza katılmak için 'üzerinde taşınacakları hayatlara' ve 'dile getirilebilecekleri yeni söylenişlere' muhtaç olan kelimat-ı İslamiyeyi bize manasıyla aktarırlar. İcraat sözden güçlüdür. Fiilî dua kavlîsinden kuvvetlidir. Biz de salt metin olarak bize kadar gelen kavramların içlerinin ne kadar dolu olduğunu mürşidlerin hayatları/söyleyişleri ile öğreniriz. Mürşid irşadını sadece sözle yapmaz. Mürşidin bir şerhi de hayatıdır. Sözlerinin 'yaşanabilir' şeyler olduğunu, yani 'hayatta karşılıklarının hakikaten varolduğunu' mürşidin hayatıyla öğreniriz biz. Bu noktada Bediüzzaman'ın da hayatı Sözler'inin tesiridir.

Hakikatin, kendinden haber verir yeni yeni söylenişlerle ve mümkün olduğunu isbat eder yeni yeni hayatlarla dile getirilişi, hazineye açılan kapı mesabesindedir. Bir Bediüzzaman'a, bir Elmalılı Hamdi Yazır'a, bir Zahid el-Kevserî'ye (veya sayıları kitaplara sığmayacak Allah dostlarından birisine) şahit olan, silsilenin tamamına şahit olmuş gibidir. Çünkü onların hayatlarından 'silsilenin tamamının mümkün/vaki olduğunu' öğrenir. Kıssalar mitolojiden böylece ayrılır. Kerametler mucizelerin delili olur.

Allah dostlarını tanımak, mazi meclisinde yaşamış diğer Allah dostlarını ve sözlerini de canlandırdığı için, kıymetlidir. Belki biraz da bu yüzden İmam-ı Azam Hazretleri demiştir: "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." Hem Süfyan b. Uyeyne'ye Hazretleri demiştir: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner." Öyle ya! Fıkhı hayattar kılacak takva ve amel-i salih arzusunu mürşidin hayatı tetikler. Bediüzzaman ve Sözler'i de 'canıyla canlandırışı' itibariyle böyle bir anahtardır.

Sözü uzatmadan kendi şahitliğimi aktarayım. Bir 'sarı çiçek' şahitliğidir bu. Ben, Sordum Sarı Çiçeğe şiirinin ne anlamlara gelebilir olduğunu ancak Risale-i Nur sayesinde öğrendim. Yani o hazinen kapısı bana Risale-i Nur'la açıldı. Nasıl mı? Şiirin ilk kıtasını ele alalım: "Sordum sarı çiçeğe/Annen baban var mıdır?/Çiçek ey dür: Derviş baba/Annem babam topraktır..." Ben, Yunus Emre Hazretlerinin neden böyle şeyler sorduğunu, sarı çiçeğin ona nasıl/niye bu şekilde cevap verdiğini şu metni okuyuncaya kadar anlamazdım:

"Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidat diliyle Fâtır-ı Hakîmden sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: 'Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın herbir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika san'atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver...' derler. Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi)."

Şuradan ve buradan en nihayet anladım ki: Yunus Emre Hazretleri çiçekle sohbeti üzerinden bizimle sohbet ediyor. "Bu sarı çiçek her yerde bulunur. Gezdiğim her yerde ona rastlarım. Fakat bu kadar çok yavrusu olan birşeyin zahiren annesi-babası da yoktur. Görünmüyor. Yanında durup emzirmiyor. Annesi-babası denilebilecek en yakın şey toprak. Fakat toprak da çiçek cinsinden birşey değildir. Hem hayatlı değildir. Hayatsız birşeyin hayatlı bir evladı nasıl olur? Sarı çiçeğin bu hali bir mucize olarak bize Allah'ı hatırlatmalı değil midir?"

Ve yine mesela; "Sordum sarı çiçeğe/Niçin boynun eğridir?/Çiçek ey dür: Derviş baba/Özüm hakka doğrudur..." kıtasını şununla anlarım: "Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler Onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühürle mühürlenmiş bir mektup, o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de, şu çiçek bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve mânidar nebâtat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahrâ ve ova, bir mektub-u Rahmânî hey'âtını aldı."

'Özü Hakka doğru' olan, yani kendisi için değil başka birşeye (hakikate) işaret etmek ve bakmak/baktırmak için yaratılmış olan, yani mektup olan, yani mektubun üzerindeki mühür gibi olan...

Sarı çiçek dahi, tüm güzelliğine rağmen, ancak budur işte. 'Özünün Hakka doğruluğu'dur boynunu büktüren. Ve bu yönüyle bütün mahlukatın boynu büküktür. Çünkü onlara bakılması gereken açı mana-i harfîdir. Boyunları bükülüp başka yönleri gösterir. Özlerindeki Hak boyunlarını büker. Yine mürşidimin bir yerde ifade ettiği gibi: Ölümdür Allah'ın her güzel sıfatın hakiki sahibi olduğunu bize ihtar eden. Gidenler, madem ki gidiyorlardır, o halde bizim değillerdir. Gelenler, madem ki yeni geliyorlardır, o halde onlara bu hünerleri bir bağışlayan vardır. Hayatı, güzelliği, boynu dikliği bağışlayan başkasıdır. Gün gelir, benizler sararır, boyunları bükülür de, özlerindeki Hak aşikar olur.

Uzatmamak için diğer kıtaları (ve mukabil gelen 'sarı çiçek' metinlerini) almıyorum. Ancak bu kadarı bile Bediüzzaman'ın ve Yunus Emre'nin nasıl bir manevî bağ ile bağlı olduklarını, nasıl aynı coğrafyanın ve gönül ikliminin üzerinde gezindiklerini anlatmaya yetmez mi? Şunu bencileyin ifade edebilirim ki: Sadece Yunus Emre'nin değil, pekçok âlim ve mutasavvıfın anlamakta zorlandığım şiirlerini/metinlerini Risale-i Nur'la anladım. Onlardan onlara yol buldum. Bunları şunlara anahtar eyledim. O zaman mürşidimin en başta ne dediğini anladım. Anahtarını bulamayınca insan hazinenin de kıymetini anlayamıyor.

26 Haziran 2015 Cuma

İstiklal marşı sorgulanmaz mı?

"HDP'liler de aynını söylüyor..." diye hakikati terketmem. Bunu yazının hemen başında söylemek zorunda değilim. Hatta yazının hiçbir yerinde bunu söylemeye mecburiyetim yok. Fakat bazı kardeşlerim kendilerini hüsnüzanna değil, suizanna memur bildikleri için, o suizanların yolunu 'Safiye'nin yüzünü açmakla...' hemen kapamak dilerim. Efendim, Kürdüm, fakat HDP'li değilim. (Kürtler bunu söylemeye mecburlarmış gibi hissederler hep, nedense?) O mecraya hiç oy vermedim. Parti olarak savunmadım. Çizgileri de doğru bir çizgi olarak görmedim. Fakat zaman zaman kelamlarının içinde doğru şeyler gördüm, destekledim. Milliyetçiliğe ise, elimden geldiğince, her türüyle düşmanım. Milletimi yalnız İslamiyet biliyorum. Fakat Allah'ın yarattığı her farklılığa da şeriat dairesinde müsaadekârım. Onların da Allah'ın ayetleri olduğunu düşünüyorum. Nitekim Kur'an diyor: "Dillerinizin ve benizlerinizin farklı oluşu da yine onun ayetlerindendir."

Bediüzzaman'dan 'fena ve fani' adamların dillerinden bile 'güzel ve baki' bir söz sâdır olabileceğini ders aldığımdan, kişiden ziyade söze bakarım, baktım. 'Hiç kişiye bakmadım!' demiyorum. Çünkü ne söylendiği kadar, kimin söylediği ve kime söylediği de önemlidir, bilirim. (Onları da sözün değerine değer katan veya değer çalan şeyler olarak görürüm.) Bu minval üzere hak gördüğüm şeyi delillerimle yazmaya çalışırım. Fakat insaf bir noktada spesifik birşey olduğundan dolayı, elbette beni insafsız bulanlar da olacaktır. Nitekim; Kürtçüler tarafından 'Türkler arasında asimile olmakla' ve Türkçüler tarafından 'Kürtçülük yapmakla' yaftalandım. Böylesi gariplikler 'ne mutlu o gariplere' hakikatini bilene zor gelmemeli. Kalabalık ifratta veya tefritteyse, garip kalmak, kalabalığa uymaktan iyidir.

Meclisteki yemin töreninden beri süregiden İstiklal marşı tartışmalarında da, yine bu çizgi üzerine, şeriatın sınırlarında kalmaya dikkat göstererek sarf-ı kelam edeceğim. Üstadım gibi derim: "Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin." Ve yine onun gibi derim: "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." Bu nokta-i nazardan sapan bir cümlenin dilimden sâdır olmamasını Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin'den dilerim.

Öncelikle şunu sormak istiyorum: İstiklal marşı nedir? Yani mecliste 12 Mart 1921'de kabulünden, yazılış sürecinden, yazarının hayatından, yüzyıla yakındır onu söylememizden ötede İstiklal marşının mısraları yalnızca nedir? Yalnızca şiirdir. İstiklal marşı diye kutsallaştırdığımız şey, aslında bir şairin yazdığı şiirden ibarettir. Bu noktada mezkûr metnin, bir şiirin uğrayabileceği her türlü eleştiriye uğrayabilmesi gerekir. 13. Söz müellifinin "Şüphesiz bir sana şiir öğretmedik..." ayetinin tefsiri sadedinde söylediği herşey, İstiklal marşı için de geçerlidir:

"Şiirin şe'ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur'ân'ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır." Ve yine Mesnevî-i Nuriye'de der ki Bediüzzaman: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de, âyetler, sahibinin şuûnat ve ef'âlinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle âdi şeylerden bahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir." Ve yine yine başka eserlerinde de Bediüzzaman, 'Kur'an'ın kendisini şiir olmaktan tenzih etmesi' üzerinden şiirin özü üzerine analizler yapar. Bilenler bilir. Muhakemat isimli eserinde de buna dair eleştirileri bulunur.

Dikkatimizi çektiği şudur Bediüzzaman'ın: Beşer kelamının en sanatlılarından olan şiir dahi, Kur'an'la muvazene edilemez. Çünkü insan elinden çıkmış olmanın kusurlarını taşımaya müsaittir ve taşır da. Mübalağa eder, hakikatin muvazenesini bozar, hatta kafiye denk gelsin diye bazen hakikati dahi incitir. Şiir bunu yapar ve yapmaya yapısı yatkındır. Fakat vahiy böyle değildir. Bu yüzden şeriat şiir üzerinden değil, vahiy üzerinden savunulur. Şeriat şiir olarak değil, vahiy olarak inmiştir. Allah Resulü de bir şair olarak gelmemiştir. Şiir dinlemiş, hakikatli olan şiiri sevmiş, ama şiir yazmamıştır.

Bu noktadan hareketle, müellifi kim olursa olsun, şiir metninin hataya müsait bir metin olduğunu takdir edebiliriz. Her ne kadar HDP çizgisinin İstiklal marşına karşı duruşu böylesi nitelikli ve entelektüel bir analize dayanmıyorsa da, bu noktada dayandıkları bir hakikat vardır ve bu hakikat, birazcık özüne indiğinizde, aslında şeriatın da bir hassasiyetine ilişkindir.

Bundan yıllar önce katıldığım bir umumî derste, dersi yapan profesör tam da Mesnevî-i Nuriye'den alıntıladığım ilgili kısmı okurken katılımcılardan birisi şu soruyu sormuştu: "Mehmet Akif'in şiirleri de mi bu gruba dahil?" Belki bu yazıda anılmasından hoşnut olmayacağı için ismini yâd etmediğim o profesör şöyle demişti: "Evet, elbette, Mehmet Akif'in şiirleri de bu hataya müsaittir. Mesela şöyle bir şiiri var: 'Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? /Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!' Buradaki 'Yok musun ey adl-i İlâhî!' ifadesi Allah'a karşı edebe uygun düşmez. O yüzden şiire karşı tereddüdümüzü korumamız lazım."

Böyle bir metin analizini Bediüzzaman'ın da Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerif'ine yönelik yaptığını görürüz. Elimden gelse, tüm metin eleştirmenlerine 'denge' bulmaları için okutmak istediğim bu metinde şöyle der Bediüzzaman: 
"Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki, 'Habîbullah' lâkabı ona verilmiş. İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi, 'Ben sana âşık olmuşum' tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine 'Ben senden razı olmuşum' denilmeli."

Görüldüğü gibi burada şeriatın dengesi hatırına Mevlid-i Şerif metni gibi kutsallıkta herhalde İstiklal marşına bir hayli fark atacak ve ümmetin rağbetini görmede yine İstiklal marşından üstün bir metne Bediüzzaman'ın bir 'düzeltme' yapabildiğini görüyoruz. Bu bize şunu söylüyor: Hakkın hatırı şiirin hatırından da âlidir. Hatırasının sahip olduğu hatırdan da âlidir. Şairinin yanımızda sahip olduğu hatırdan da âlidir. Ne hatırasını, ne şairi incitmeden; ölçüyle 'tehlikeler' giderilmelidir.

İstiklal marşına dönüp yüzümüzü çevirdiğimizde de bence sorun bundan daha ötede değil. Kendim, şahsım adına, merhum Mehmet Akif 'i katiyyen ırkçı bulmuyorum. Kendisi ittihad-ı İslam ve ümmetin çileleri adına kalbi çatlayan bir insandır. Mazisi, mısraları ve hatıraları bunun örnekleriyle doludur. Fakat bir insanın hayatının böyle olması, metinlerinde kusur bulunmayacağını göstermez. Nitekim; daha 'ırk' meselesine gelmeden, "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım..." ifadesinde söyleyen için itikadî bir tehlike yok mudur? Metin içinde geçen 'ebedî'likler saadet-i ebediye ile açıklanabilirken (insan sonradan varolmuş bir varlık olduğu için) Cenab-ı Hakka mahsus olan 'ezel'in insana atfı bir sorun değil midir?

Metin içindeki ırk ifadelerinin de, üzerinden bu denli yoğun bir Türk milliyetçiliği (ve buna mukabil yükselmiş bir Kürt versiyonu) geçmiş bir millette kem çağrışımlar yaptığını kim inkâr edebilir? Haydi, yalnız Selahaddin Demirtaş ve HDP'liler yanlış anlıyor olsun Kürt tarafında; Türk tarafında bu ırk kelimesini 'ümmet' olarak anlayanların sayısı kaçta kaçtır? Ve hakikatte bu kelime ümmet ifadesini ne kadar karşılar?

Merhumun bu kelimeleri ne için seçtiğini bilmiyorum. 'Safiye'yi kafiyeye feda etmek...' kabilinden ahenk için olabilir. Aklına böyle bir tehlike gelmemiş olabilir. Şiirin, zamanın ve hâdisatın heyecanından olabilir. Ümmet davası çizgisinde yaşanmış bir ömür elbette onu temize çıkarır. Fakat hakikat-i şeriatın önünde hangimiz bu kelimelerin hakikatin ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz? Bundan ötede; "HDP'lilerin niyeti şudur. İstiklal marşını tenzih edenlerin gerekçesi budur. Her doğru her yerde söylenmez..." Geçiniz efendim geçiniz, ben niyete bakmıyorum. Çünkü "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." HDP'liler de aynını söylüyor diye hakikati terketmem.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...