Sonsuzluk Teorisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sonsuzluk Teorisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2022 Pazartesi

Şiirin senedi kesiktir

Şair şiiri yazar. Fakat 'nasıl yazıldığını' anlatamaz. Formüle edemez. Şablona dökemez. Elbette sanatının hangi şartlar altında eylendiğini nakledebilir. Hangi duyguların oluşum sürecinin evvelinde yaşandığını aktarabilir. Ama bunlar hep asıl meseleden kopuk açıklamalardır. Senedi kesiktir. Aynanın üzerindeki yansımayı açıklaması gibidir. Nasıl şair olunur? Bir şiir nasıl yaratılır? Neyi-neye-ne oranda katarsak şiir olur? Şair bunu bilemez. İçinde dönenleri teşhis edemez. 'Kün' emriyle gelene şahit olur sadece. Cevaben zikrettikleri 'uygun hale gelme' duasından ibaret kalır. 

Belki yakınını kaybetmiştir. Belki yolculuğa çıkmıştır. Belki havanın kapalı olması kadar bir basitlik saiklerden olmuştur. Tamam. Amenna. Lakin bunlardan hiçbirisi "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı değildir. Zaten  "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı netleşse şairliğin sanatı da kalmaz. Âdileşir. Matematik olur. Deneysel bir mesele haline gelir. Şartlarını yerine getirmekle fasulyenin yeşermesine şahit olan çocuklar pek kolay şiir yazmayı da başarabilirler. Yani başarabilirlerdi. Eğer sahiden "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı bilinseydi. Bilinmiyor. Bu yüzden şair de her istediğinde şiir yaratamıyor. Ancak kolluyor. Bekliyor. Avlıyor. Hapsediyor.

Bunu bir tesbit yapabilecek ilme sahip değilim. Ancak göğsümdeki manayı aktarmadan tutabilecek sabır da bende bulunmuyor. O yüzden sanrımı fâş ediyorum: Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'u 'sünûhat' olarak tarif etmesinin bir hikmeti de böyle bir eksenden okunabilir gibime geliyor. Nasıl? Daha öncesinde: Neden 'ilham' demek yeterli değil? Ona bir bakalım. Çünkü (ve de belki) ilhamın doğasında şiire benzer birşeyler var. Yapabilirsiniz. Ama nasıl yapıldığını izah edemezsiniz. Vesile olursunuz. Sahip olamazsınız. Formüle edemezsiniz. Sünûhatta ise gittiğiniz yolu da öğretebilirsiniz. Ardınızdan gelenler "Bu noktaya nasıl vardı yahu?" demezler. Aynı yoldan gelebilirler. Basamaksız merdiven değildir. Fasulyeleri yeşerten Allah'tır. Ama çocukların bile başarabileceği bir duasını hepimize öğretmiştir. 

Mürşidimiz de bize akaid-i imaniyeyi isbatta bir yol öğretmiştir. Sadece malzeme vermemiştir. Yeni malzemeler üretecek bir kafa da bağışlamıştır. Evet. Bir şairin şiirlerini sevenler o şiirin nasıl yazıldığını bilmeyebilirler. Hatta ömürleri boyunca hiç şiir de yazmayabilirler. Beceremeyebilirler. Fakat nur talebelerinin mürşidlerinin metinleriyle ilişkileri öyle değildir. Onlar oradan bir bakış açısı, kafa-gönül açısı, 'tefekkür açısı' alırlar. Ve yollarına artık bununla devam ederler. Seyahat boyunca malzemeyi çoğaltırlar. İster-istemez yaparlar bunu. Kendi dilleriyle-düşünüşleriyle bir çeşni katarlar metinlere. O meşhur hikâyenin deyişiyle: Balık tutmasını da öğrenirler.

Sonsuzluk Teorisi'nde Srinivasa Ramanujan'la hocası Prof. Hardy arasında geçen bir tartışma vardı. İzleyenler hatırlayacaklar. Prof. Hardy bir dehayla karşı karşıya olduğunu biliyordu. En karmaşık problemler Ramanujan'a çocuk oyuncağı gibi geliyordu. Lakin şöyle bir eksiği vardı öğrencisinin: Formülleri hangi yolla keşfettiğini anlatamıyordu. Hem uğraşmak istemiyordu hem de belki bunu beceremiyordu. Yalnızca cevapları biliyordu. Âdeta ilhamla matematik yapıyor gibiydi. Fakat hocası böyle bilim yapılamayacağını söylüyordu. Çünkü bilimadamları 'nasıl yapıldığını' da bilmek isterlerdi. İsbatını görmeden formülün geçerliliğini kabul edemezlerdi. Hangi gidişatla bu formüle varıldığı gösterilmeliydi.

En doğrusunu Allah bilir. Ben bu tartışmaları 'ilham' ile 'sünûhat' meselesi ayrımında kendimce bir yere koyuyorum. Bediüzzaman vardığı zirvelerden 'nasıl oraya varıldığı bilinmeyecek' şekilde konuşmuyor. Bize yolunu öğreterek konuşuyor. Bu yüzden eserlerini okuyanlar yollarını kolaylaştırır alışkanlıklar kazanıyorlar. Mesela: Çabuk misal verme yeteneği yerleşiyor. Bir konuyu açıklarken örnek toplamada/üretmede nur talebelerinin topluca geliştirdikleri bir kabiliyet olduğu görmezden gelinemez. Bence bu da işte 'nasıl vardığını bilmekle' ilgili. Hatta, öyle ki, bazı meseleleri neden 'bildiği halde yazamadığını' mürşidimiz şöyle açıklıyor: "(...) ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum." Daha güzelini ise miraca dair bir bahiste Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hakkında okuyoruz: 

"(...) zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

Arkadaşım, bir yola gitmen mesele değil, herkes bir yerlere yolculuk ediyor. Hayat biteviye bir yürüyüş zaten. Mesele: Arkanda hayırlı bir kapı bırakmak. Ve kapıyı açık bırakmak. Eğer bunu becerebilirsen 'güzel bir çığır açanlar'dan olursun. Hem hatırla ki: Kur'an-ı Hakîm kendisini şiir olmaktan nasıl şiddetle teberri ediyor! Onun nuranî buyruğuna bu hikmetin penceresinden de bakamaz mıyız: Kur'an bize gidilmeyecek bir yol göstermiyor. Hâşâ. Elbette beyanını taklidimiz mümkün değil. Lakin o beyanın anlattığı mana yürünmeyecek bir yol da değil. Kapısı açık. İrşadı hep diri. Nasihati taze. Tesiri aziz. Zaten bu sayede binbeşyüz yılı aşkın zamandır âşıklarının elinden düşmüyor. Hatta zaman ihtiyarladıkça Furkan gençleşiyor. Çünkü sonsuza yolculuk kesilmiyor. Bizi yolcusu kılan Allah'a hamdolsun.


23 Nisan 2020 Perşembe

Şeytan da ukalaları sever

İzleyenler anımsayacaktır. 'Gerçek bir hikâyeden esinlenilmiş' Sonsuzluk Teorisi filminde şöyle bir diyalog vardı: Hindistanlı dâhi matematikçi Srinivasa Ramanujan öğretmeni Prof. Hardy'e soruyordu: "Hava güneşliyken neden şemsiye taşıyorsunuz?" Öğretmeninin cevabı şöyleydi: "Yağmur yağmasın diye. Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim." Srinivasa hocasına şu şekilde karşılık veriyordu: "Hayır efendim, tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz." Bizim öğrenci tabii ki bu atışmada 'inançlı' olan kesimi temsil ediyor. Ah, sakın, bilim meraklıları 'kendince dindar' bu çocuğu hor görmesin. Zira onun 1900'lerin başlarında defterine not aldığı formüller bugün karadeliklerin matematiğini anlamak için kullanılıyormuş.

Bazen ben de ateistlerle tartışırken Srinivasa'nın yaşadığı duygu duruma benzer şeyler yaşıyorum. Mesela geçenlerde bir tanesi şöyle yazdı: "Allah bana mı sordu yaratırken?" Şaşırdım. Bakınız, inançlı bir kimsenin böyle sorması bir derece anlaşılır birşeydir, çünkü yaradana imanı vardır. İnandığı yaratıcının kendisini niye yarattığını sorgulamaktadır. Buna cevap verilebilir. Mümkündür. Ancak ateist olması hasebiyle zaten yaratıcıya inanmayan birisinin sıkıştığı yerde böyle isyanlara sapmasına gülerim. "O bir inançsız değil!" derim. "O bir küskündür." Bu aşamadan sonra mevzu artık bir 'varlık-yokluk' tartışması olmaktan uzaklaşır bence. Konuşulması gereken şimdi tevhiddir. Çünkü muhatabınız 'Allah' demektedir. 'La ilahe'de sıkıntı vardır.

"La ilahe'deki sıkıntı olduğunu nereden çıkardın a çocuk?" derseniz ona da cevabım şu: Eğer bu arkadaşlar Allah'tan başka ilahın olmadığına sahiden inansalardı o zaman kendilerini de 'ikinci bir ilah' konumuna yükseltmezlerdi. Niyazdan öfkeye sapmazlardı. Ne demek bu? Açmayı deneyeyim: Eğer Allah'a tastamam 'Allah' olarak inanırsanız, yani üstünlüğünü 'ilahlık' tanımının gerektirdiği 'biriciklik' seviyesine çıkarırsanız, siz ve başka herşey yalnızca 'kul' olursunuz, sadece ve sadece O 'ilah' olarak kalır. Bütün güzel isimleri O yüklenir. Her hayır Onun eline geçer. Gayb da dahil olmak üzere herşeyi O bilir. Aranıza eşitliği sonsuz şekilde bozan bir hiyerarşi girer. Hiyerarşinin olduğu yerde, seviyesine göre, üstün yapabildiği fakat astın yapamadığı şeyler olur. Askerliği düşünelim mesela: Genel Kurmay Başkanı ordudaki bütün neferlere emir verebilir ama neferlerin hiçbirisi ona emir veremez. Rütbe düştükçe emir alma-verme durumu değişir. Sözgelimi: Binbaşıya yüzbaşı hesap soramaz ama albay sorar. Yani tanım üstlükte yara aldıkça sorgulama altta kuvvet bulur. Ordudan atılmış bir generali erler dahi sorgularlar. 15 Temmuz'dan sonra nitekim gördük.

Mürşidim bunu İmam Maverdî rahmetullahi aleyhin Edebü'd-Dîn ve'd-Dünya eserinden yaptığı bir alıntıyla ders verir. Aktarılan kıssa şöyledir: "Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: 'Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.' Hazret-i İsâ aleyhisselâm demiş ki: 'Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin, diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin, diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir."

İşte küskünlerin dünyasında da aslında yaşanan budur. Allah hâlâ 'Allah'tır amma karşılığı artık 'Genel Kurmay Başkanı' değildir. Eksiltilmiştir. Erin de pırpırlarında vehmî bir zıplama yaşanmıştır. Ben mevzua ateistler kapısından girdim, lakin siz kapıyı deistlere, modernistlere ve hatta tarihselcilere kadar açabilirsiniz. Cümle ehl-i bid'anın bu kıssadan bir hissesi vardır. Yüzü hepsine bakar. Nitekim yakın zamanda bir tarihselci de Mustafa Öztürk eleştirimin altına şöyle birşey yazdı: "Allah nasıl olur da cinayet gibi büyük bir günahı affeder fakat şirki affetmez? Şimdi böyle söyleyen bir kitabı Allah'ın sözü mü sayalım?" Ben de kendisine mezkûr ateiste verdiğim cevabın benzerini verdim:

"Allah eğer sahiden Allah'sa, öyle kabul ediyorsanız, dilediğini affeder, dilediğini affetmez. Mal sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Boyun eğersiniz. Eğer (hâşâ) Allah senin gibilerse, elbette seçiminize göre Allah'ın affedecekleri değişebilir, çünkü o zaman (hâşâ) O sizin kulunuz olur. Önce tarihselciler olarak oturup buna bir karar vermeniz lazım bence: Allah siz misiniz? Yoksa O mu? Eğer Oysa, O söyleyecek, siz kabul edeceksiniz. Normali budur. Çünkü ilah tanımı gereği 'hüküm koyucu'dur. Öğrenmez. Öğretir. Ya o tarafa geçin yahut da bu tarafta durun. Bu aradaki halinizden yıldık."

İblisin İsa aleyhisselamla yaşadığı soru-cevap nasıl da her şeytaniyette kendisini tekrar ediyor görüyorsunuz. Pastanın kreması değişse de altındaki hamur aynı. Neticede hepsi 'ilah' tanımından yontuyorlar. Allah'a hakikaten 'Allah' olarak inanmadıkları için sorguluyorlar. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'Cenab-ı Hakkın rububiyetini imtihan ediyorlar.' Hem 'Kuluyuz' diyorlar ve hem de (hâşâ) Rablik öğretiyorlar.

"Bana mı sordu yaratırken?" diyen de aynı yerden konuşuyor, "Onu affediyor da bunu niye affetmiyor?" diyen de. Halbuki kafalarındaki/kalplerindeki 'ilah' tanımı tam olsa kendileri de tastamam 'kul' noktasına yerleşecekler. Kaşığı değil kendilerini bükecekler. Hesap sormayacaklar. Nefis muhasebesi yapacaklar. Sual edeceklerse de 'hesap sormak için' değil 'hikmetini anlamak için' edecekler. En nihayet ben de mürşidim gibi düşünüyorum arkadaşım. Evet. Bu zamanan dalaleti cahilliğin değil ukalalığın neticesidir: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar."

15 Şubat 2019 Cuma

Deizm ateizmin önsözüdür

Takip ettiğim Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nde Ra'd sûresinin 30. ayetine şöyle bir kısa mana veriliyor: "İşte, Biz, kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş bir ümmet içinde seni de öylece gönderdik ki, sana vahyettiğimiz Kur'an'ı onlara okuyasın. Halbuki onlar 'Rahman da kim?' diye Allah'ı inkâr edip duruyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. Ondan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Ben de Ona tevekkül ettim. Dönüş yalnız Onadır."

Açıklama kısmında ise şöyle bir notu var bu ayetin: "Resulullah aleyhissalatuvesselamın Allah'a 'Rahman' ismiyle dua ettiğini işiten Kureyş müşriklerinin 'Muhammed iki mabuda dua ediyor. Biz Allah'ı biliyoruz. Rahman da kim?' demeleri üzerine bu ayetin nazil olduğu rivayet edilmiştir."

Ben bu ayeti ne zaman okusam aklıma Sertap Erener gelir. Daha doğrusu bir şarkısıyla birlikte gelir: "Vur Yüreğim." Şarkının asıl ismi her ne kadar bu olsa da, biz daha çok nakaratında bardak-çanak kıracak bir sesle tekrarlanan, "Tanrı unutmuş olsa da…" ifadesiyle tanırız onu. 1999 yılında çıkan Sertap Gibi albümünde yeralmaktadır. (Belki bu yazıyı okuyan herkes benim kadar yaşlı değildir diye bu bilgiyi de paylaşmak istedim.) Klibi de ilginçtir bu şarkının. Dünyanın dörtbir yanında acı çeken insanların görüntüleri eşliğinde kulağınıza ulaşır dizeleri. Ağlayan çocuklar vardır. Kaçışan kadınlar vardır. Kan vardır. Zulüm vardır. Gözyaşı vardır. Hepsinin üstüne bir de Sertap Hanım bilmem kaç oktav bağırır: "Tanrı unutmuş olsa da…"

Bazen "Yeni neler soruyorlar/sorguluyorlar?" diye meraklanıp ateist siteleri karıştırdığım oluyor. Başlıklar kimi zaman değişse de, birşeyin aynı tonda devam ettiğini, aynı sabit ritimle fonda çalmayı sürdürdüğünü görüyorum. Birkaç örnek verebilirim: "Allah varsa acılar neden var?" veya "Allah varsa çocuk istismarı nasıl oluyor?" veya "Allah varsa savaşlar neden var?" veya "Allah varsa tecavüzlere neden izin veriyor?" vs… Kanaatimce bütün bu soruların ardında Kur'an'da haber verilen o sırrın tekrarı var. Bir dipses gibi, şarkının altına gömülmüş bir melodi gibi, yineleniyor. Yani aslında hepsi aynı şeyi soruyor: "Biz Allah'ı biliyoruz ama Rahman da kim?"

Sonsuzluk Teorisi filminde Jeremy Irons ile Dev Patel arasında geçen bir diyalog vardı. İzleyenler hatırlayacaktır. Güneşli havada şemsiyeyle dışarıya çıkan Hardy'e Srinivasa 'neden böyle yaptığını' soruyordu. Cevabı şöyle birşeydi sanırım: "Yağmur yağmasın diye. Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim." Srinivasa ise tezatı üzerinden karşı çıkıyordu ona: "Efendim, siz tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz."

Evet. Nefret inkârın kardeşidir. Doğru. Ama nefret değildir bu işin başlangıcı. Nefretin hemen öncesinde 'sevilmediğini hissetmek' vardır. Blind/Kör filminin en akılda kalan cümlelerinden birisi şöyledir: "Sevginin zıttı nefret değildir, ilgisizlik, kayıtsızlıktır." Biz de sevgi arzuladıklarımızın bize karşı sevgisizliklerine en çok buradan kanaat getiririz: İlgilenmiyorsa sevgisizdir. Kayıtsız kalıyorsa sevgisizdir. Görmemiş gibi yapıyorsa sevgisizdir.

Bu nedenle 'unutulduğumuz' düşüncesi de bizi kötülükle aynı hızda nefrete doğru götürür. Evlatların ebeveynlerinin ilgisizliklerine verdikleri tepkilerde bunun izlerini görebilirsiniz. Hatta, biraz daha farklı bir tonda olsa da, evliliklerde de aynı durum vardır. Unutulan önemli günler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Farkedilmeyen değişiklikler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Sorulmayan hatırlar aynı şeyi söyler: Sevmiyor.

Buradan aslında şuraya gelmek istiyorum ben: Deizm bazıları tarafından ateizmin karşıtıymış veya çözümüymüş gibi lanse ediliyor. Düşmanımız değilmiş de maneviyatımızın son kalesiymiş, kurtarıcısıymış, Hızırıymış gibi övülüyor. Neredeyse müslümanlardan deizme yardımcı olması bekleniyor. Ben bunu kabullenemiyorum. Bunu aptallığın en dibi gibi görüyorum. Zira deizm düşüncesi en nihayetinde yukarıdaki gibi bir 'ilgisizlik' düşüncesine dayanıyor.

Evet. Deizm bize "Bir tanrı var!" diyor. Fakat arkasından söylediği şey Ra'd sûresinde müşriklerin dediğinden farklı değil: "Allah'ı biliyoruz da Rahman da kim?" Neden böyle düşünüyorum? Bu sorunun arkasında şu kesinlikle vardır çünkü: "Tamam, kainatı yaratan bir varlık olduğunu kabul ediyoruz, ok. İyi de bizimle ilgilendiğini nereden çıkarıyorsunuz?" Dikkat ediniz, bu ilgisizlik düşüncesi, aynı zamanda Allah düşmanlığının da başlangıcıdır. Yani bir deist, kafasındaki Allah'ı Rahman'lıktan soyutladıktan sonra, kalbinde ateizme doğru bir kayma olmasını engelleyemez. Zira, yukarıda da dediğimiz gibi, ilgisizlik düşüncesi düşmanlaştırır. İnsan beklediği ilgiyi göremediği yere nefret duyar.

Bu açıdan bakıldığında deizmin ateizmin karşıtı olduğunu söylemek çok güç. Aslında deizm ateizmin başlangıcıdır. Önsözüdür. Yolunu yapmadır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim 'Rahman' ism-i şerifi ile Allah'ın kullarına olan ilgisi üzerine çok bağ kurar. Sıklıkla üzerinde durur. Hatta bir yerde der:

"Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine lebbeyk dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir."

Rahman ismini inkâr etmeye başlamakta Allah'ın mahlukatına karşı ilgisini inkâr etmek de var. Allah'ın mahlukatına olan ilgisini reddetme de ise insanın kalbine nefret tohumlarının ekilmesi var. Bu açıdan deizmi bir nimet gibi görmek, onda bir çözüm aramak, yardımından medet ummak mantıksızlıktır. En hafif ifadesiyle bindiğin dalı kesmektir. Ne diyelim. Cenab-ı Hak böyle bir sanrıya kapılanların tez zamanda gözlerini açsın. Uyandırsın. Ayıltsın. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...