Takip ettiğim Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nde Ra'd sûresinin 30. ayetine şöyle bir kısa mana veriliyor: "İşte, Biz, kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş bir ümmet içinde seni de öylece gönderdik ki, sana vahyettiğimiz Kur'an'ı onlara okuyasın. Halbuki onlar 'Rahman da kim?' diye Allah'ı inkâr edip duruyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. Ondan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Ben de Ona tevekkül ettim. Dönüş yalnız Onadır."
Açıklama kısmında ise şöyle bir notu var bu ayetin: "Resulullah aleyhissalatuvesselamın Allah'a 'Rahman' ismiyle dua ettiğini işiten Kureyş müşriklerinin 'Muhammed iki mabuda dua ediyor. Biz Allah'ı biliyoruz. Rahman da kim?' demeleri üzerine bu ayetin nazil olduğu rivayet edilmiştir."
Ben bu ayeti ne zaman okusam aklıma Sertap Erener gelir. Daha doğrusu bir şarkısıyla birlikte gelir: "Vur Yüreğim." Şarkının asıl ismi her ne kadar bu olsa da, biz daha çok nakaratında bardak-çanak kıracak bir sesle tekrarlanan, "Tanrı unutmuş olsa da…" ifadesiyle tanırız onu. 1999 yılında çıkan Sertap Gibi albümünde yeralmaktadır. (Belki bu yazıyı okuyan herkes benim kadar yaşlı değildir diye bu bilgiyi de paylaşmak istedim.) Klibi de ilginçtir bu şarkının. Dünyanın dörtbir yanında acı çeken insanların görüntüleri eşliğinde kulağınıza ulaşır dizeleri. Ağlayan çocuklar vardır. Kaçışan kadınlar vardır. Kan vardır. Zulüm vardır. Gözyaşı vardır. Hepsinin üstüne bir de Sertap Hanım bilmem kaç oktav bağırır: "Tanrı unutmuş olsa da…"
Bazen "Yeni neler soruyorlar/sorguluyorlar?" diye meraklanıp ateist siteleri karıştırdığım oluyor. Başlıklar kimi zaman değişse de, birşeyin aynı tonda devam ettiğini, aynı sabit ritimle fonda çalmayı sürdürdüğünü görüyorum. Birkaç örnek verebilirim: "Allah varsa acılar neden var?" veya "Allah varsa çocuk istismarı nasıl oluyor?" veya "Allah varsa savaşlar neden var?" veya "Allah varsa tecavüzlere neden izin veriyor?" vs… Kanaatimce bütün bu soruların ardında Kur'an'da haber verilen o sırrın tekrarı var. Bir dipses gibi, şarkının altına gömülmüş bir melodi gibi, yineleniyor. Yani aslında hepsi aynı şeyi soruyor: "Biz Allah'ı biliyoruz ama Rahman da kim?"
Sonsuzluk Teorisi filminde Jeremy Irons ile Dev Patel arasında geçen bir diyalog vardı. İzleyenler hatırlayacaktır. Güneşli havada şemsiyeyle dışarıya çıkan Hardy'e Srinivasa 'neden böyle yaptığını' soruyordu. Cevabı şöyle birşeydi sanırım: "Yağmur yağmasın diye. Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim." Srinivasa ise tezatı üzerinden karşı çıkıyordu ona: "Efendim, siz tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz."
Evet. Nefret inkârın kardeşidir. Doğru. Ama nefret değildir bu işin başlangıcı. Nefretin hemen öncesinde 'sevilmediğini hissetmek' vardır. Blind/Kör filminin en akılda kalan cümlelerinden birisi şöyledir: "Sevginin zıttı nefret değildir, ilgisizlik, kayıtsızlıktır." Biz de sevgi arzuladıklarımızın bize karşı sevgisizliklerine en çok buradan kanaat getiririz: İlgilenmiyorsa sevgisizdir. Kayıtsız kalıyorsa sevgisizdir. Görmemiş gibi yapıyorsa sevgisizdir.
Bu nedenle 'unutulduğumuz' düşüncesi de bizi kötülükle aynı hızda nefrete doğru götürür. Evlatların ebeveynlerinin ilgisizliklerine verdikleri tepkilerde bunun izlerini görebilirsiniz. Hatta, biraz daha farklı bir tonda olsa da, evliliklerde de aynı durum vardır. Unutulan önemli günler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Farkedilmeyen değişiklikler aynı şeyi söyler: Sevmiyor. Sorulmayan hatırlar aynı şeyi söyler: Sevmiyor.
Buradan aslında şuraya gelmek istiyorum ben: Deizm bazıları tarafından ateizmin karşıtıymış veya çözümüymüş gibi lanse ediliyor. Düşmanımız değilmiş de maneviyatımızın son kalesiymiş, kurtarıcısıymış, Hızırıymış gibi övülüyor. Neredeyse müslümanlardan deizme yardımcı olması bekleniyor. Ben bunu kabullenemiyorum. Bunu aptallığın en dibi gibi görüyorum. Zira deizm düşüncesi en nihayetinde yukarıdaki gibi bir 'ilgisizlik' düşüncesine dayanıyor.
Evet. Deizm bize "Bir tanrı var!" diyor. Fakat arkasından söylediği şey Ra'd sûresinde müşriklerin dediğinden farklı değil: "Allah'ı biliyoruz da Rahman da kim?" Neden böyle düşünüyorum? Bu sorunun arkasında şu kesinlikle vardır çünkü: "Tamam, kainatı yaratan bir varlık olduğunu kabul ediyoruz, ok. İyi de bizimle ilgilendiğini nereden çıkarıyorsunuz?" Dikkat ediniz, bu ilgisizlik düşüncesi, aynı zamanda Allah düşmanlığının da başlangıcıdır. Yani bir deist, kafasındaki Allah'ı Rahman'lıktan soyutladıktan sonra, kalbinde ateizme doğru bir kayma olmasını engelleyemez. Zira, yukarıda da dediğimiz gibi, ilgisizlik düşüncesi düşmanlaştırır. İnsan beklediği ilgiyi göremediği yere nefret duyar.
Bu açıdan bakıldığında deizmin ateizmin karşıtı olduğunu söylemek çok güç. Aslında deizm ateizmin başlangıcıdır. Önsözüdür. Yolunu yapmadır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim 'Rahman' ism-i şerifi ile Allah'ın kullarına olan ilgisi üzerine çok bağ kurar. Sıklıkla üzerinde durur. Hatta bir yerde der:
"Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine lebbeyk dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir."
Rahman ismini inkâr etmeye başlamakta Allah'ın mahlukatına karşı ilgisini inkâr etmek de var. Allah'ın mahlukatına olan ilgisini reddetme de ise insanın kalbine nefret tohumlarının ekilmesi var. Bu açıdan deizmi bir nimet gibi görmek, onda bir çözüm aramak, yardımından medet ummak mantıksızlıktır. En hafif ifadesiyle bindiğin dalı kesmektir. Ne diyelim. Cenab-ı Hak böyle bir sanrıya kapılanların tez zamanda gözlerini açsın. Uyandırsın. Ayıltsın. Âmin.
Blind etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Blind etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Şubat 2019 Cuma
19 Haziran 2018 Salı
Ölüm korkusunu yenmenin bir yolu var mı?
"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır." Blind filminden.
Pedagojinin kurucularından kabul edilen Françoise Dolto (1908-1988) 'Ölümü Nasıl Anlatmalı' kitabında asıl korkulanın 'ölüm' değil 'iletişimsizlik' olduğunu söyler. Yani, ona göre, insan 'bu hayatın son bulmasından' değil, 'etkileşimlerinin tekrar varolamamasından' korkmaktadır. Bu korkuyu aştığı zamanlarda ölüm korkusunu da aşar. Nitekim inançlı bireylerde ölüm 'ilgisizlik alanı' olarak görülmediğinden dolayı bu korku büyük ölçüde aşılmış olur. Hatta böylesi bireylere göre ölüm, hayatın ötesi değil, bir parçasıdır. Dolto, daha seküler bireylerde, bu tür bir tedaviyi 'söz' üzerinden uygulamayı dener. Sözler söylendikleri zamanlardan çok sonra bile varolmayı başarıyorlarsa ve hatta 'başka dillere tercüme edilmeleri' dahi onların manasını öldüremiyorsa, pekâlâ bedenin dağılması da hayatın varlığını etkilemeyebilir. Bu çeşit bir ölüm ancak manaya nisbeten lafzın değişmesi gibidir.
Dolto'nun bu noktada verdiği örneklerden birisi de kaybettiğimizin yakınlarımızın bizim için devam eden varlığıdır. Onun hatırasıyla kurduğumuz ilişkinin de, Dolton'a göre, ölümün 'iletişimsizlik' olmadığını gösterir bir işareti vardır: "Yaşayan kişi belki bunun farkında değil ama iletişim daima vardır. Geride kalan kişi sevdiği varlığın son günlerinde görevini layıkıyla yerine getirmişse, bu iletişim devam etmekle kalmaz, aynı zamanda yaşayan kişiye yaşama bağlanma gücü de verir. Bu güç, ölen kişinin nerede olduğunu bilmeden, ama bizim de bir gün gideceğimiz bir yere hareket ettiğinin farkında olarak yaşarken onu sevme mutluluğu ve sevgiyle onu düşünme keyfinin sonucudur."
Bu bahis bana mürşidimin metinlerinde sıklıkla kullandığı 'haps-i münferit' ifadesini hatırlattı. Bir buklecik alıntılamış olayım: "Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok. Birinci yol: O kabir ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek. Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek."
Söz Basım baskısında ise 'haps-i münferit' ifadesi bir dipnot yardımıyla şu hadis kaynaklarına dayandırılıyor: "bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392."
Buradan şuraya geçelim: Hapis nedir? Hapis, bence, sevdiklerinizden iletişiminizin kesildiği yerdir. Burada çekilen acı 'yokluksallığın' değil 'beklentisizliğin' acısıdır. İnsan, Allah korusun, müebbet bir hapis cezası aldığında ölüm korkusundan dolayı acı çekmez, fakat iletişimsizlik korkusuyla büyük bir acı yaşar. Ben, Bediüzzaman'ın, ölüm ile haps-i münferit ifadesi arasında kurduğu bağın tıpkı Dolto'nun kurduğu türden bir bağ olduğunu düşünüyorum. Hatta, bir adım ilerisinde, mürşidim de ölüm korkusunu 'iletişimin varlığıyla' tedavi ediyor:
"Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla'da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme."
Dolto da mezkûr kitabında diyor: "Bir iletişim şeklinin eksikliği yenilerinin keşfiyle altedilir." Körler bu eksikliklerinin yarasını diğer duyularındaki inkişafla kapatırlar. Kollarını kaybedenler ayaklarını el gibi kullanmaya başlarlar. Bu aslında Allah'ın bize sunduğu bir şifa şeklidir. Yalnız bir saniye... Yeri gelmişken 'anlatmayı kolaylaştıracak' hatıralarımdan birisine uzanmak istiyorum.
Babasını 'ilişkileri gerilimliyken' kaybeden birisine taziye ziyaretinde bulunmuştum bir keresinde. Dönüp dolaşıp acılı bir şekilde bu durumu dilegetiriyordu. Oradan çıkamıyordu. Ben de en nihayet ona dedim ki: "Öyle şeyler söylüyorsun ki gören de babanla ilişkin sonsuza dek kesildi sanır. Sen şimdi bir Fatiha okusan, onun adına bir hayır işlesen, bir dua etsen, baban bundan haberdar olur. Allah onu haberdar eder. 'Küsken vefat etti. Tamam. İlelebed küs kalacaksınız!' diye birşey yok ki arkadaşım. Müslümanız. Ölüme 'mutlak iletişimsizlik' diye inanmayız. Kur'an ve sünnet bize bu türden bir haberleşmenin kesilmediğini söylüyor."
O arkadaşım, bu diyaloğun gerçekleşmesinden yıllar sonra, taziyeler içinde özellikle söylediklerimin kendisine çok yardımcı olduğunu söyledi. Dediğine göre bu sözlerim 'tam isabet'ti. Düğümünü çözmüştü. Acısını almıştı. Ben şimdi bütün bu tefekkürlerimi biraraya getirip şöyle düşünüyorum: Mezarlık ziyaretleri, ölüler adına işlenen hayırlar, indirilen hatimler, mevlidler... Aslında hepsi aynı yöne doğru çıkıyor.
Bunlar sadece yakınlarımıza değil bize de yapılmış iyilikler. Cenab-ı Hak bize 'ölülerimizle iletişimimizi kesmememizi' öğütlüyor. Çünkü onlarla iletişimi kestiğimizde ölüm tasavvurumuzu da 'haps-i münferit' şeklinde inşa etmiş oluyoruz. "Biz kimseyle ilgilenmiyoruz. O halde kimse de bizimle ilgilenmeyecek! Yokolacağız!" diyoruz. Fakat Kur'an'la ve sünnetle bize ulaşan duaların ölülerimize bakan yüzleri de var. Her tilavetimiz sevabını ölmüşlerimize de bağışlayarak son buluyor. Bize su ikram edene dahi "Ölmüşlerinin canına değsin!" diye dua ediyoruz. Mü'min bir şekilde her gün oraya bir/birçok mektup yolluyor. Belki maziyle böyle sıkı bir ilişki içinde bizi yaşatan dinimiz bizdeki 'iletişimsizlik' veya 'ilgilenilmeme' korkularını da tedavi ediyor. Bize de bu ağızdan bir şifa suyu içiriyor. Ne dersiniz? Olamaz mı? Ben artık bunu muhtemel bir hikmet olarak görüyorum.
Sen de hissetmişsindir arkadaşım. Beklentinin hayatla bir ilgisi var. Birşeyleri (özellikle güzel şeyleri) beklerken hayat daha 'yaşanılır' oluyor. Beklenecek kalmadığında ise insan bunalıyor. Sıkılıyor. Daralıyor. Duvarlar üzerine üzerine gelmeye başlıyor. Bugünlerde bu ilgiyi anlamaya çalışıyorum. Ve şöyle bir aydınlığa ulaştırılıyorum: Biz hayatın 'bir tür ilgi eseri olduğunu' seziyoruz aslında. Evet. Cenab-ı Hakkın bize bir 'alaka-i münezzehe' veya 'ilgi-i mukaddese' ile varlık lütfettiğini seziyoruz. (Varlığımızla ilgilenmeseydi bizi yaratmazdı.) Bu sezgi 'varlığımızı borçlu olduğumuz şeye' bir açlık doğuruyor. Bu açlık da 'ilginin devam ettiğini hissettirecek' tezahürlere tutkun dolaşıyor. Kalbimizde dolaşıyor. Zihnimizde dolaşıyor. Gözlerimizde dolaşıyor. Kulaklarımızda dolaşıyor. Bu dolaşmanın ayak izleri olarak 'beklentiyi' tanıyoruz. Evet. Beklenti 'bizimle ilgilenilsin' isteğimizdir.
Pedagojinin kurucularından kabul edilen Françoise Dolto (1908-1988) 'Ölümü Nasıl Anlatmalı' kitabında asıl korkulanın 'ölüm' değil 'iletişimsizlik' olduğunu söyler. Yani, ona göre, insan 'bu hayatın son bulmasından' değil, 'etkileşimlerinin tekrar varolamamasından' korkmaktadır. Bu korkuyu aştığı zamanlarda ölüm korkusunu da aşar. Nitekim inançlı bireylerde ölüm 'ilgisizlik alanı' olarak görülmediğinden dolayı bu korku büyük ölçüde aşılmış olur. Hatta böylesi bireylere göre ölüm, hayatın ötesi değil, bir parçasıdır. Dolto, daha seküler bireylerde, bu tür bir tedaviyi 'söz' üzerinden uygulamayı dener. Sözler söylendikleri zamanlardan çok sonra bile varolmayı başarıyorlarsa ve hatta 'başka dillere tercüme edilmeleri' dahi onların manasını öldüremiyorsa, pekâlâ bedenin dağılması da hayatın varlığını etkilemeyebilir. Bu çeşit bir ölüm ancak manaya nisbeten lafzın değişmesi gibidir.
Dolto'nun bu noktada verdiği örneklerden birisi de kaybettiğimizin yakınlarımızın bizim için devam eden varlığıdır. Onun hatırasıyla kurduğumuz ilişkinin de, Dolton'a göre, ölümün 'iletişimsizlik' olmadığını gösterir bir işareti vardır: "Yaşayan kişi belki bunun farkında değil ama iletişim daima vardır. Geride kalan kişi sevdiği varlığın son günlerinde görevini layıkıyla yerine getirmişse, bu iletişim devam etmekle kalmaz, aynı zamanda yaşayan kişiye yaşama bağlanma gücü de verir. Bu güç, ölen kişinin nerede olduğunu bilmeden, ama bizim de bir gün gideceğimiz bir yere hareket ettiğinin farkında olarak yaşarken onu sevme mutluluğu ve sevgiyle onu düşünme keyfinin sonucudur."
Bu bahis bana mürşidimin metinlerinde sıklıkla kullandığı 'haps-i münferit' ifadesini hatırlattı. Bir buklecik alıntılamış olayım: "Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok. Birinci yol: O kabir ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek. Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek."
Söz Basım baskısında ise 'haps-i münferit' ifadesi bir dipnot yardımıyla şu hadis kaynaklarına dayandırılıyor: "bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392."
Buradan şuraya geçelim: Hapis nedir? Hapis, bence, sevdiklerinizden iletişiminizin kesildiği yerdir. Burada çekilen acı 'yokluksallığın' değil 'beklentisizliğin' acısıdır. İnsan, Allah korusun, müebbet bir hapis cezası aldığında ölüm korkusundan dolayı acı çekmez, fakat iletişimsizlik korkusuyla büyük bir acı yaşar. Ben, Bediüzzaman'ın, ölüm ile haps-i münferit ifadesi arasında kurduğu bağın tıpkı Dolto'nun kurduğu türden bir bağ olduğunu düşünüyorum. Hatta, bir adım ilerisinde, mürşidim de ölüm korkusunu 'iletişimin varlığıyla' tedavi ediyor:
"Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla'da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme."
Dolto da mezkûr kitabında diyor: "Bir iletişim şeklinin eksikliği yenilerinin keşfiyle altedilir." Körler bu eksikliklerinin yarasını diğer duyularındaki inkişafla kapatırlar. Kollarını kaybedenler ayaklarını el gibi kullanmaya başlarlar. Bu aslında Allah'ın bize sunduğu bir şifa şeklidir. Yalnız bir saniye... Yeri gelmişken 'anlatmayı kolaylaştıracak' hatıralarımdan birisine uzanmak istiyorum.
Babasını 'ilişkileri gerilimliyken' kaybeden birisine taziye ziyaretinde bulunmuştum bir keresinde. Dönüp dolaşıp acılı bir şekilde bu durumu dilegetiriyordu. Oradan çıkamıyordu. Ben de en nihayet ona dedim ki: "Öyle şeyler söylüyorsun ki gören de babanla ilişkin sonsuza dek kesildi sanır. Sen şimdi bir Fatiha okusan, onun adına bir hayır işlesen, bir dua etsen, baban bundan haberdar olur. Allah onu haberdar eder. 'Küsken vefat etti. Tamam. İlelebed küs kalacaksınız!' diye birşey yok ki arkadaşım. Müslümanız. Ölüme 'mutlak iletişimsizlik' diye inanmayız. Kur'an ve sünnet bize bu türden bir haberleşmenin kesilmediğini söylüyor."
O arkadaşım, bu diyaloğun gerçekleşmesinden yıllar sonra, taziyeler içinde özellikle söylediklerimin kendisine çok yardımcı olduğunu söyledi. Dediğine göre bu sözlerim 'tam isabet'ti. Düğümünü çözmüştü. Acısını almıştı. Ben şimdi bütün bu tefekkürlerimi biraraya getirip şöyle düşünüyorum: Mezarlık ziyaretleri, ölüler adına işlenen hayırlar, indirilen hatimler, mevlidler... Aslında hepsi aynı yöne doğru çıkıyor.
Bunlar sadece yakınlarımıza değil bize de yapılmış iyilikler. Cenab-ı Hak bize 'ölülerimizle iletişimimizi kesmememizi' öğütlüyor. Çünkü onlarla iletişimi kestiğimizde ölüm tasavvurumuzu da 'haps-i münferit' şeklinde inşa etmiş oluyoruz. "Biz kimseyle ilgilenmiyoruz. O halde kimse de bizimle ilgilenmeyecek! Yokolacağız!" diyoruz. Fakat Kur'an'la ve sünnetle bize ulaşan duaların ölülerimize bakan yüzleri de var. Her tilavetimiz sevabını ölmüşlerimize de bağışlayarak son buluyor. Bize su ikram edene dahi "Ölmüşlerinin canına değsin!" diye dua ediyoruz. Mü'min bir şekilde her gün oraya bir/birçok mektup yolluyor. Belki maziyle böyle sıkı bir ilişki içinde bizi yaşatan dinimiz bizdeki 'iletişimsizlik' veya 'ilgilenilmeme' korkularını da tedavi ediyor. Bize de bu ağızdan bir şifa suyu içiriyor. Ne dersiniz? Olamaz mı? Ben artık bunu muhtemel bir hikmet olarak görüyorum.
7 Ekim 2017 Cumartesi
Rahmetin yapıtaşı ilgidir
"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır."
Blind filminden.
Herşeyin bir yapıtaşı var. Ona indiğinizde aynı hammaddeden yapılmış başka şeylerle kardeşliğini çözersiniz. Birden bine uzanan kanun okumaları yaparsınız. Ben de rahmeti kendi dünyamda 'üst düzey bir ilgi' gibi anlıyorum. (Yahut da özel bir ilgi.) Yapıtaşına böyle iniyorum. Rahimiyet de bu düzlemde kendini 'aynı hammaddeden yapılmış' fakat 'daha kişiye özel üst düzey bir ilgi' olarak okutturuyor.
Herşeyin yoğunluk ölçüsü kendi cinsindendir. İlgide özelleşme ziyadeleşmedir. Birşey 'size özel' hale geldikçe oradaki ilgi de artar. Bir aşevinin sunduğu yemekler de bir ilgidir. Fakat genele bir ilgidir. Ramazan'da eşinizin size pişirdiği 'en sevdiğiniz yemek' ise özel bir ilgidir. (İsterse tadı aşevinin yaptığı yemeklerden daha kötü olsun.)
Bediüzzaman'ın besmelede yaptığı 'Allah içre Rahman içre Rahim' okumasını hatırlayalım. Bu okumayla mürşidimin bize göstermeye çalıştığı nedir? Bence, işte, az evvel ifade etmeyi denediğim 'ilginin katmanlı yapısı'dır. Rahimiyet bu ilginin has (bize özel) dairemizde en şiddetli görünür halidir. Peki bu 'has daire görüsü' bize ne sağlar? Bence şu: Onu gördüğünüz zaman ilginin daha farklı katmanlarına dair çıkarımlar yapabilirsiniz. Yani demek istiyorum ki: İnsanız. Âlemi önce kendimizden okuruz. Eğer 'Ehadiyet' düzeyinde rahimiyeti göremezseniz Allah'ın mahlukatıyla 'Vahidiyet' düzeyinde sürmekte olan ilgisini okumakta zorlanırsınız.
Sadede yaklaşalım: Okuyanlar bilirler. 14. Lem'a'nın 2. Makamı "Makam münasebetiyle buraya alınmıştır" ifadesi ile birlikte 1. Söz'ün ahirine yerleştirilmiştir. Çok da iyi edilmiştir. Zira 1. Söz'le başlayan 'besmele' yolculuğu bu 'makam'da daha bir derinlere iner. Daha zengin boyutlar kazanır. Ziyade değildir. Tekrar değildir. İsraf hiç olmaz. Olsa olsa 'nur üstüne nur' sırrına mazhar olur. Yani bu metinler peşpeşe okunduklarında aydınlığımızı/görüş gücümüzü arttırırlar. Acz ve fakrın gözlerine rahmet sürmesi çekip türlü ağrılarına şifa verirler. Elhamdülillah.
Şimdi, bu eserle ilgili olarak, yakınlarda dikkatimi çeken birşeyi paylaşmak istiyorum sizinle. O da şudur: Bu metinde 'istiğna' ve 'rahmet' kelimelerinin beraberce ve sıkça anılmasıdır.
"Ne var şimdi 'istiğna' ile 'rahmet'in beraber anılmasında?" demeyin dostlarım. Ben burada deizm ile İslam'ın Allah tasavvurlarındaki bir farka işaret olduğunu düşünüyorum. Ama önce bu farkın ilk dikkatimi çektiği yeri alıntılayayım:
"Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi bul."
İşte bu metindeki 'o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış' ifadelerinin nazarlarımızı 'istiğna-yı mutlak'tan alıp 'rahmet'e bir kast-ı mahsusla çektiğini zannediyorum. Yani şöyle: Rahmet istiğnanın 'ilgisizlik' anlamına gelemeyeceğini gösteriyor. Yahut da şu: İstiğna sahibi olmaya layık bir Azîzü'l-Cebbar, eğer Rahman ise, aşağılara ilgisi onda eksiklik sayılmaz.
Meselenin deizme bakan tarafı ise şu: Deistler de, tam bu şekilde, büyüklüğünden kaynaklanan bir istiğnadan dolayı Allah'ın bizimle (dinlerin iddia ettiği kadar) alakadar olmadığını savunuyorlar. Diyorlar ki: "Varlık tesadüfe verilmeyecek kadar sanatlıdır. Doğrudur. Bir 'akıllı tasarımcı' vardır. Kainatı o yaratmıştır. Doğrudur. Bunları inkâr edemeyiz. Ama ne ihtiyacı vardır ki; ibadetimizle, günahımızla, sevabımızla bu denli meşgul olsun? Neden her anımızla, amelimizle, hatta niyetimizle bu kadar ilgilensin? Öyle ya! Onun büyüklüğü bizim bu önemsiz eyleyişlerimizle meşgul olmasını engeller."
Tam da bu noktada İslam'ın cevabı, Allahu'l-alem, rahmette saklıdır. Neden? Çünkü Allah yaratma yönüyle mahlukatıyla ilgilidir. (İlgi kelimesini meseleyi anlayışımıza yaklaştırması için kullanıyorum.) Her an yeni bir âlemi varlığa getirip yeni bir âlemi yokluğa göndermektedir. Sanatı yaratışındaki bu ilginin en büyük delilidir. Hem, evrenin en büyük dairesinden varlığın en küçük zerresine kadar, aklımızın aldığı-alamadığı herşeyi düzen içinde varlığını devam ettirmektedir. Bu da ilgi işidir.
En başta bu durmaksızın yaratışı Allah'ın istiğnasının 'ihtiyaç yönüyle' hakikat fakat 'ilgi duymamak' yönüyle bâtıl olduğunu gösterir. Yani: Doğrudur. Allah yarattıklarına ihtiyaç duymaz. Yarattıkları ona ihtiyaç duyar. Bu noktada istiğna-yı mutlak sahibidir. Fakat yarattıklarına ilgi duymamaktan beridir. Bu bir tenakuzdur. Cem-i zıddeyndir. Usta, hem eserini binbir sanatla yaratıp, hem nasıl ona ilgisiz kalabilir? Bu noktada ona istiğna atfetmek aslında onu (hâşâ) kusurla lekelemektir. Çünkü birşeye ilgi duymamak, ondan haberdar olmamaktan tutun, ona karışmamaya kadar birçok noktada 'boş alan' bırakmayı iktiza eder. Cenab-ı Hak uluhiyetinde 'boş alan' bırakmaktan da münezzehtir. Onu layık olduğu şekilde tenzih ederiz.
Sadece yaratışıyla değil, bilişiyle de münezzehtir, irade edişiyle de münezzehtir, terbiye ediciliğiyle de münezzehtir. Cenab-ı Hakkın her ismi, tecelli kapasitelerinin sonsuz olmasıyla, birşeylerin dışarısında bırakılmayı reddederler. Kimse kendi küçüklüğüne güvenerek Esmaü'l-Hüsna'yı üzerinden kışkışlayamaz. Ama deizm bize bunu teklif eder. Evet, tam da bunu, yani Esma'yı kışkışlamayı.
Peki rahmetin bu noktada gördüğü fonksiyon nedir? Başta da söylediğim gibi: Rahmet Cenab-ı Hakkın bize duyduğu ilginin en şiddetli tezahürü ve hatırlatıcısıdır. İnsandaki acz ve fakr yaraları (yani güçsüzlük ve güç gerektiren şeylere muhtaçlık yaraları), onu, kendisinde olmayanı elde edebileceği bir ilgiye muhtaç eder. En azından bu ilgiye duyarlı hale getirir.
Kusurlu bir teşbihle ifade edersek: Bebeğin annesine göbekbağı ile bağlı olmaya muhtaç olması gibi, biz de, varlığımıza sağlıkla ve mutlulukla devam ettirebilmek için rahmet bağına ihtiyaç duyarız. İsm-i Kayyum'un manasını bu pencereden seyretmeyi arzularız. Birisi bize acımalıdır. Acımalıdır ki acılarımız dindirsin. Yoksa biz kimseyi kendimize yardım etmeye mecbur edemeyiz.
Ki zaten varlık da bize bu halimizin biliniyor olduğunu hissettirir. Yukarıdaki metinde mürşidimin misal olarak seçtiği; "Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl..." ifadeleri bu bağa zaten, varolmamızdan bile önce, sahip olduğumuzu gösterir. Bizim varlığa çıkışımız bu rahmet ilgisiyledir. Güneşin tenimizi ısıtmasından tut, annemizin sarılarak içimizi ısıtmasına, hatta içtiğimiz sıcak çorbaya kadar bütün bu ilgiler zaten 'sevdiğimiz şeyleri vererek sevindirmeyi seven bir Allah'ın varlığından haber verir. Ama nüanstır: Allah bunu 'ihtiyaç' ile değil 'ilgi' ile yapar.
Görüldüğü gibi 'istiğna'yı doğru anlamak ancak Allah'ın 'rahmet'ini doğru anlamakla, daha doğrusu, ikisini beraber okumakla mümkün olur. Allah'ın sonsuz kudreti elbette bize ihtiyacı olmadığını gösterir. Fakat Allah'ın rahmeti bizimle ilgilendiğini de gösterir.
Bu noktada mürşidimin hakikat-i rahmeti; hikmet, inayet, ilim ve kudreti tazammun eden birşey olarak anması bana ayrıca anlamlı görünür. Zira Allah'a sadece 'kudreti herşeye yeten' olarak inanmak istiğnayı 'ilgisizlik' olarak anlamaya müsaitmiş gibi gelebilir. Lakin 'herşeyi bilen' ve 'herşeyi hikmetle yapan' ve 'herşeyi düzenle devam ettiren' ve 'herşeye gücü yeten' olarak inanmak, hepsinin bize verdiği o büyük marifet, işte o rahmetteki ilgiyi anlamamızı sağlar.
Şöyle anlatmaya çalışayım: Kudretin yarattığından ilgisini kestiğini sansan da ilim, hikmet ve inayetin ilgisini kestiğine inanamazsın. Çünkü bu üçünün hakikati ancak zaman boyutunda kendisini gösterir. Örneğin: Birşeyin hikmetli olduğu ancak zamansal boyutta her an hikmetini eda etmesinden anlaşılır. Her an hikmetli olmayanın hikmeti yitiktir. Varlığı 'boşuboşunalığa' dönüşür.
Buradan mürşidimin aynı eserin başında Kur'an sofrasından bize taşıdığı, daha doğrusu bu eser boyunca tefsir ettiği, ayetlere geçmek istiyorum. Onlar ise, kısa bir meali ile, bu incilerdir: "(Hz. Süleyman'ın mektubunu alan Sebe' Kraliçesi Belkıs:) 'Değerli danışmanlarım! Bana çok önemli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman'dandır ve Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor." (Neml Sûresi, 27:29-30.)
Bu mektuba besmeleyle başlayarak Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'a neyi anlatmış oldu? Belkıs bu ifadeleri okuyunca neden şaşırdı da vezirlerine bahsetti? Allahu'l-alem. Benim kalbime Süleyman'ın (a.s.) bu sözlerle şöyle bir mesaj ilettiği geliyor: Bu kadar uzaklardan bile sizinle ilgilenmem, sizi hak olan dine çağırmam, tebliğde bulunmak istemem, size garip gelmesin. Ben Rahman ve Rahim olan bir Allah'ın nebisiyim. Onun rahmeti gösteriyor ki bize bir ilgisi var. Bizi biliyor. Her anımızı hikmetiyle kuşatıyor. Bize inayetiyle ikram ediyor. Herşeye gücü yetiyor. Böyle bir Allah kullarını vahiysiz ve nebisiz bırakır mıydı hiç? Bırakmazdı. Bırakmadı. Beni gönderdi. Ben de görevim gereği sizi başıboş bırakamam. İşte bu mektubu o yüzden gönderiyorum. Allah'ın rahmeti benim tebliğimi iktiza eder. Rabbimin mahlukatına ilgisi benim size ilgimi zaruri kılar.
Buradan yüreğimiz yetse de Kur'an'a neden besmele ile başladığımıza da bir yol bulabilsek. Fakat ne çare! Biz de aciz kullarız. Vahyin rahmetin iktizası olduğunu anlamamız da yine onun rahmeti iledir. Üzerimizden ne bu dünyada ne ahirette esirgemesin. Kendisinden başkasının merhametine muhtaç olmayacak şekilde bir rahmet etsin. Biz buna muhtacız. Âmin.
Herşeyin bir yapıtaşı var. Ona indiğinizde aynı hammaddeden yapılmış başka şeylerle kardeşliğini çözersiniz. Birden bine uzanan kanun okumaları yaparsınız. Ben de rahmeti kendi dünyamda 'üst düzey bir ilgi' gibi anlıyorum. (Yahut da özel bir ilgi.) Yapıtaşına böyle iniyorum. Rahimiyet de bu düzlemde kendini 'aynı hammaddeden yapılmış' fakat 'daha kişiye özel üst düzey bir ilgi' olarak okutturuyor.
Herşeyin yoğunluk ölçüsü kendi cinsindendir. İlgide özelleşme ziyadeleşmedir. Birşey 'size özel' hale geldikçe oradaki ilgi de artar. Bir aşevinin sunduğu yemekler de bir ilgidir. Fakat genele bir ilgidir. Ramazan'da eşinizin size pişirdiği 'en sevdiğiniz yemek' ise özel bir ilgidir. (İsterse tadı aşevinin yaptığı yemeklerden daha kötü olsun.)
Bediüzzaman'ın besmelede yaptığı 'Allah içre Rahman içre Rahim' okumasını hatırlayalım. Bu okumayla mürşidimin bize göstermeye çalıştığı nedir? Bence, işte, az evvel ifade etmeyi denediğim 'ilginin katmanlı yapısı'dır. Rahimiyet bu ilginin has (bize özel) dairemizde en şiddetli görünür halidir. Peki bu 'has daire görüsü' bize ne sağlar? Bence şu: Onu gördüğünüz zaman ilginin daha farklı katmanlarına dair çıkarımlar yapabilirsiniz. Yani demek istiyorum ki: İnsanız. Âlemi önce kendimizden okuruz. Eğer 'Ehadiyet' düzeyinde rahimiyeti göremezseniz Allah'ın mahlukatıyla 'Vahidiyet' düzeyinde sürmekte olan ilgisini okumakta zorlanırsınız.
Sadede yaklaşalım: Okuyanlar bilirler. 14. Lem'a'nın 2. Makamı "Makam münasebetiyle buraya alınmıştır" ifadesi ile birlikte 1. Söz'ün ahirine yerleştirilmiştir. Çok da iyi edilmiştir. Zira 1. Söz'le başlayan 'besmele' yolculuğu bu 'makam'da daha bir derinlere iner. Daha zengin boyutlar kazanır. Ziyade değildir. Tekrar değildir. İsraf hiç olmaz. Olsa olsa 'nur üstüne nur' sırrına mazhar olur. Yani bu metinler peşpeşe okunduklarında aydınlığımızı/görüş gücümüzü arttırırlar. Acz ve fakrın gözlerine rahmet sürmesi çekip türlü ağrılarına şifa verirler. Elhamdülillah.
Şimdi, bu eserle ilgili olarak, yakınlarda dikkatimi çeken birşeyi paylaşmak istiyorum sizinle. O da şudur: Bu metinde 'istiğna' ve 'rahmet' kelimelerinin beraberce ve sıkça anılmasıdır.
"Ne var şimdi 'istiğna' ile 'rahmet'in beraber anılmasında?" demeyin dostlarım. Ben burada deizm ile İslam'ın Allah tasavvurlarındaki bir farka işaret olduğunu düşünüyorum. Ama önce bu farkın ilk dikkatimi çektiği yeri alıntılayayım:
"Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi bul."
İşte bu metindeki 'o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış' ifadelerinin nazarlarımızı 'istiğna-yı mutlak'tan alıp 'rahmet'e bir kast-ı mahsusla çektiğini zannediyorum. Yani şöyle: Rahmet istiğnanın 'ilgisizlik' anlamına gelemeyeceğini gösteriyor. Yahut da şu: İstiğna sahibi olmaya layık bir Azîzü'l-Cebbar, eğer Rahman ise, aşağılara ilgisi onda eksiklik sayılmaz.
Meselenin deizme bakan tarafı ise şu: Deistler de, tam bu şekilde, büyüklüğünden kaynaklanan bir istiğnadan dolayı Allah'ın bizimle (dinlerin iddia ettiği kadar) alakadar olmadığını savunuyorlar. Diyorlar ki: "Varlık tesadüfe verilmeyecek kadar sanatlıdır. Doğrudur. Bir 'akıllı tasarımcı' vardır. Kainatı o yaratmıştır. Doğrudur. Bunları inkâr edemeyiz. Ama ne ihtiyacı vardır ki; ibadetimizle, günahımızla, sevabımızla bu denli meşgul olsun? Neden her anımızla, amelimizle, hatta niyetimizle bu kadar ilgilensin? Öyle ya! Onun büyüklüğü bizim bu önemsiz eyleyişlerimizle meşgul olmasını engeller."
Tam da bu noktada İslam'ın cevabı, Allahu'l-alem, rahmette saklıdır. Neden? Çünkü Allah yaratma yönüyle mahlukatıyla ilgilidir. (İlgi kelimesini meseleyi anlayışımıza yaklaştırması için kullanıyorum.) Her an yeni bir âlemi varlığa getirip yeni bir âlemi yokluğa göndermektedir. Sanatı yaratışındaki bu ilginin en büyük delilidir. Hem, evrenin en büyük dairesinden varlığın en küçük zerresine kadar, aklımızın aldığı-alamadığı herşeyi düzen içinde varlığını devam ettirmektedir. Bu da ilgi işidir.
En başta bu durmaksızın yaratışı Allah'ın istiğnasının 'ihtiyaç yönüyle' hakikat fakat 'ilgi duymamak' yönüyle bâtıl olduğunu gösterir. Yani: Doğrudur. Allah yarattıklarına ihtiyaç duymaz. Yarattıkları ona ihtiyaç duyar. Bu noktada istiğna-yı mutlak sahibidir. Fakat yarattıklarına ilgi duymamaktan beridir. Bu bir tenakuzdur. Cem-i zıddeyndir. Usta, hem eserini binbir sanatla yaratıp, hem nasıl ona ilgisiz kalabilir? Bu noktada ona istiğna atfetmek aslında onu (hâşâ) kusurla lekelemektir. Çünkü birşeye ilgi duymamak, ondan haberdar olmamaktan tutun, ona karışmamaya kadar birçok noktada 'boş alan' bırakmayı iktiza eder. Cenab-ı Hak uluhiyetinde 'boş alan' bırakmaktan da münezzehtir. Onu layık olduğu şekilde tenzih ederiz.
Sadece yaratışıyla değil, bilişiyle de münezzehtir, irade edişiyle de münezzehtir, terbiye ediciliğiyle de münezzehtir. Cenab-ı Hakkın her ismi, tecelli kapasitelerinin sonsuz olmasıyla, birşeylerin dışarısında bırakılmayı reddederler. Kimse kendi küçüklüğüne güvenerek Esmaü'l-Hüsna'yı üzerinden kışkışlayamaz. Ama deizm bize bunu teklif eder. Evet, tam da bunu, yani Esma'yı kışkışlamayı.
Peki rahmetin bu noktada gördüğü fonksiyon nedir? Başta da söylediğim gibi: Rahmet Cenab-ı Hakkın bize duyduğu ilginin en şiddetli tezahürü ve hatırlatıcısıdır. İnsandaki acz ve fakr yaraları (yani güçsüzlük ve güç gerektiren şeylere muhtaçlık yaraları), onu, kendisinde olmayanı elde edebileceği bir ilgiye muhtaç eder. En azından bu ilgiye duyarlı hale getirir.
Kusurlu bir teşbihle ifade edersek: Bebeğin annesine göbekbağı ile bağlı olmaya muhtaç olması gibi, biz de, varlığımıza sağlıkla ve mutlulukla devam ettirebilmek için rahmet bağına ihtiyaç duyarız. İsm-i Kayyum'un manasını bu pencereden seyretmeyi arzularız. Birisi bize acımalıdır. Acımalıdır ki acılarımız dindirsin. Yoksa biz kimseyi kendimize yardım etmeye mecbur edemeyiz.
Ki zaten varlık da bize bu halimizin biliniyor olduğunu hissettirir. Yukarıdaki metinde mürşidimin misal olarak seçtiği; "Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl..." ifadeleri bu bağa zaten, varolmamızdan bile önce, sahip olduğumuzu gösterir. Bizim varlığa çıkışımız bu rahmet ilgisiyledir. Güneşin tenimizi ısıtmasından tut, annemizin sarılarak içimizi ısıtmasına, hatta içtiğimiz sıcak çorbaya kadar bütün bu ilgiler zaten 'sevdiğimiz şeyleri vererek sevindirmeyi seven bir Allah'ın varlığından haber verir. Ama nüanstır: Allah bunu 'ihtiyaç' ile değil 'ilgi' ile yapar.
Görüldüğü gibi 'istiğna'yı doğru anlamak ancak Allah'ın 'rahmet'ini doğru anlamakla, daha doğrusu, ikisini beraber okumakla mümkün olur. Allah'ın sonsuz kudreti elbette bize ihtiyacı olmadığını gösterir. Fakat Allah'ın rahmeti bizimle ilgilendiğini de gösterir.
Bu noktada mürşidimin hakikat-i rahmeti; hikmet, inayet, ilim ve kudreti tazammun eden birşey olarak anması bana ayrıca anlamlı görünür. Zira Allah'a sadece 'kudreti herşeye yeten' olarak inanmak istiğnayı 'ilgisizlik' olarak anlamaya müsaitmiş gibi gelebilir. Lakin 'herşeyi bilen' ve 'herşeyi hikmetle yapan' ve 'herşeyi düzenle devam ettiren' ve 'herşeye gücü yeten' olarak inanmak, hepsinin bize verdiği o büyük marifet, işte o rahmetteki ilgiyi anlamamızı sağlar.
Şöyle anlatmaya çalışayım: Kudretin yarattığından ilgisini kestiğini sansan da ilim, hikmet ve inayetin ilgisini kestiğine inanamazsın. Çünkü bu üçünün hakikati ancak zaman boyutunda kendisini gösterir. Örneğin: Birşeyin hikmetli olduğu ancak zamansal boyutta her an hikmetini eda etmesinden anlaşılır. Her an hikmetli olmayanın hikmeti yitiktir. Varlığı 'boşuboşunalığa' dönüşür.
Buradan mürşidimin aynı eserin başında Kur'an sofrasından bize taşıdığı, daha doğrusu bu eser boyunca tefsir ettiği, ayetlere geçmek istiyorum. Onlar ise, kısa bir meali ile, bu incilerdir: "(Hz. Süleyman'ın mektubunu alan Sebe' Kraliçesi Belkıs:) 'Değerli danışmanlarım! Bana çok önemli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman'dandır ve Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor." (Neml Sûresi, 27:29-30.)
Bu mektuba besmeleyle başlayarak Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'a neyi anlatmış oldu? Belkıs bu ifadeleri okuyunca neden şaşırdı da vezirlerine bahsetti? Allahu'l-alem. Benim kalbime Süleyman'ın (a.s.) bu sözlerle şöyle bir mesaj ilettiği geliyor: Bu kadar uzaklardan bile sizinle ilgilenmem, sizi hak olan dine çağırmam, tebliğde bulunmak istemem, size garip gelmesin. Ben Rahman ve Rahim olan bir Allah'ın nebisiyim. Onun rahmeti gösteriyor ki bize bir ilgisi var. Bizi biliyor. Her anımızı hikmetiyle kuşatıyor. Bize inayetiyle ikram ediyor. Herşeye gücü yetiyor. Böyle bir Allah kullarını vahiysiz ve nebisiz bırakır mıydı hiç? Bırakmazdı. Bırakmadı. Beni gönderdi. Ben de görevim gereği sizi başıboş bırakamam. İşte bu mektubu o yüzden gönderiyorum. Allah'ın rahmeti benim tebliğimi iktiza eder. Rabbimin mahlukatına ilgisi benim size ilgimi zaruri kılar.
Buradan yüreğimiz yetse de Kur'an'a neden besmele ile başladığımıza da bir yol bulabilsek. Fakat ne çare! Biz de aciz kullarız. Vahyin rahmetin iktizası olduğunu anlamamız da yine onun rahmeti iledir. Üzerimizden ne bu dünyada ne ahirette esirgemesin. Kendisinden başkasının merhametine muhtaç olmayacak şekilde bir rahmet etsin. Biz buna muhtacız. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...