"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan.
Hakikat aşkı için söylemek lazım: İsmet Özel şiirselliği hakikatin mihengini bozdu. Bazı şeyleri öyle güzel dilegetirdi ki aslında öyle olmadıkları unutuldu. İdeologların şairlerden olması bu nedenle tehlikelidir. Şairler şeyleri olmadıkları şekillerde dilegetirirler. Ama öyle güzel dilegetirirler ki gerçekle uyumsuzlukları gözardı edilir. Kur'an'ın şiirden teberrisi bu makamdadır. Şimdi, mesela, @allaturrca hesabının sahibi olan arkadaş, herhalde Cemile Bayraktar'ın attığı tivite gücenip, şöyle bir paylaşım yaptı: "Kürtçe şiir yazabilirsiniz ama Kürtçe fatura kesemezsiniz. Bu ülkeyi Selçuğun torunları fethetti. Kürdü, Arabı, Çerkezi Boşnağı... hepiniz buraya müslüman olduğunuz için girip yerleştiniz, kimse size kafa kağıdı sormadı. Selçuğun dilini öğrenmek istemeyen geldiği yere dönsün." Tabii, insan kırılmadan önce acıyor, üzülüyor. Üzülüyor, çünkü, tarihi böyle "Höt ettik, böt oldu!" şeklinde değerlendirmek hamlık göstergesi. Sığlık belirtisi... Halbuki tarihî hiçbir hâdiseyi açıklamak böyle kolay olmaz.
Yıllar önce, Nesil Yayınları'nda, Müfid Yüksel Hoca'nın 'İslamsız Kürdistan Hayali' başlıklı bir seminerini dinlemiştim. Hoca, orada, Selçukluların Anadolu'ya gelişini de anlatmıştı. Ve Kürtlerle Türkler arasındaki ittifak ilişkilerini bildiğimizden de öncesine götürmüştü. Meğer, ilk 'birlikte hareket etme' hâdisesi, daha Selçuklular tastamam İran'a inmeden önce yaşanmış. Dönemin Abbasî halifesinin şiilerce kuşatılmasıyla yardım istemesi, bu yardıma da Mervanîler'in Kürtler adına, Selçukîlerin Türkler adına olumlu cevap vermesi, o dönemde hem Abbasîlerin hem Mervanîlerin hem de Selçukîlerin Şafiî mezhebine bağlı bulunmaları, bu güzel ittihadı netice vermiş. Maşaallah. İki taraf birliklerini Bağdat'a göndererek halifenin üzerindeki baskıyı kırmışlar. Seminerin tamamını merak edenler için bir link de bırakayım: (https://www.youtube.com/watch?v=g1YgvbapazY)
Bu mübarek ittifak daha sonraki dönemde de devam ediyor. Malazgirt'te yaşananlar malum. Orada hem Türkler hem Kürtler hem de Araplar, Sultan Alparslan Han merhumun komutasında, cihad ediyorlar. Yani Anadolu'nun kapısını hep beraber açıyorlar. Zaten mücahid Türkler gelmeden önce de Kürdistan'da müslümanlar yaşamaktalar. (Kürdistan bölgesi Hz. Ömer radyallahu anh zamanında fethedildi. Kürtlerin İslamlaşması da ilk asır içinde tamamlandı.) Araplar da vaktiyle gelmişler. Hatta Emeviler döneminde İstanbul'u dahi kuşatmışlar. Fakat, takdir-i Hüda, muvaffak olamamışlar. Yani tarihi bütüncül görmek gerekiyor. Müslümanlar adına ilk cihad edenler Türkler değil. Araplar da Kürtler de zaten bölgede kâfirlerle cihad ediyorlardı. Ancak, övünelim, Türklerin İslamiyete girişiyle müslümanlar muhteşem bir cihad arkadaşı kazanıyorlar. Öyle ki, o arkadaş, bin sene cihadın bayraktarlığını yapıyor. Cepheyi Viyana önlerine kadar taşıyor. Rahman o yiğitlerin cümlesine rahmet etsin. Âmin.
Yani @allaturrca rumuzlu arkadaşta şahit olduğumuz şey aslında cehalet. Ben bu cehaletin 'kemalist anakronizmi' versiyonunu çok gördüm. Hani onlar da Türkiye'de nefes alan her canlının canını Mustafa Kemal'e borçlu olduğunu düşünürler. Nazarlarında Mustafa Kemal adeta bir Superman'dir. Yunan ordusunu Sakarya önlerinde gözünden çıkan lazer ışınlarıyla durdurmuştur. Sonra da süper nefesiyle üfleyip püfleyip denize atmıştır. Herşeyi o başarmıştır. Hatta o olmasa Türklerin hiçbir numarası yoktur. Bütün numaralar ondadır. O bir dehadır. O bir peygamberdir. O bir ilahtır. Yüzbin kere hâşâ... Ama kemalist anakronizm zamanı/tarihi sanrıları eşliğinde silbaştan yazdığı için hepsini illa yerinden oynatır. Kemalist ideolojiyle büyüyen bir genç, Türkiye'de yaşadığı için, ne Selçuklulara ne de Osmanlılara teşekkür ihtiyacı hissetmez. Yalnız ATA'yı bilir. Onu över.
'Kemalist anakronizmi' bu yönüyle anlamak mümkün. Ve George Orwell'ın 1984'te Big Brother'a biçtiği role de uyuyor. Ancak 'İsmet Özel anakronizmi' daha yeni birşey. Ve daha garip. Çünkü, Özel, İslam'a itikad-amel sahasında değer veriyor. Fakat tarihe, siyasete, sosyolojiye dair konuşmaya başladığında hepsi zihninden uçup gidiyor. Yeni bir tahayyül ile bakıyor her yöne. Türklerin 'sebeplerden bir sebep' olduğu yok bu düzlemde asla. Tıpkı @allaturrca rumuzlu arkadaşın raconu gibi racon. Nefes alan kim varsa içinizde nefesini Türklere borçlu. Herkes Türkler sayesinde varlığını devam ettiriyor. Kendinizi Allah'tan başkasına borçlu hissetmediğiniz günler geçmişte kaldı. Çünkü şimdi Türkler var. Hepiniz illa Türkçe konuşacaksınız. Türkler...
Allah müslüman Türklere selamet versin. Birşey dediğimiz yok. Emekleri de büyüktür. İnkârımız yok. Fakat hakemi şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam tutacaksak, ey şair, senin hükmün âdil görünmüyor. Nitekim, Selçukluların da gözüne âdil görünmemiş ki, bakınız, Zencanî'nin Siyasetnamesi'nde ne deniliyor: "13. yüzyıl Anadolusunda genellikle dinî ilimler Arapça; edebiyat, tarih, vb. ilimler Farsça yazılıyordu. Hatta Alaaddin Keykubat döneminde birara Arapça resmi dil ilan edilmişti." Yani Selçuklular da 'illa Türkçe' diye birşey savunmuyorlardı. Aslında @allaturrca rumuzlu kardeş bir 'İsmet Özel anakronizmi' yaşıyor. Kendisinin sahip olduğu Türkçülüğü Selçuklularda, Osmanlılarda, belki Hunlarda bile hayal ediyor. Bu hakikat değil. Selçuklular böyle bir davayla gelmediler Anadolu'ya. Onlar İslam'ın bayrağını ileriye taşımak aşkıyla yaşıyorlardı. Hüda hepsine rahmet etsin. Nizamülmülk'ün dehasında 'Özel' şairiyeti yoktu. Melikşah'ın bakışında 'Özelcilik' mevcut değildi.
Böylesi mevzularla halen uğraşıyor olmak gönül incitiyor. Eh, fakat, yapacak da birşey yok gibi. Kemalizmin 'ulusalcılık' boyutu bir kısım dindarları da rengine buladı. Nasıl bir kısım Kürtlerde apoizm hastalığı şifa bulmuyor; aynen öyle de; bir kısım Türklerde de kemalizmin yaraları kolay iyileşmiyor. Hoş, Cemile Bayraktar bazen benim de sinirlerimi hoplatır, evet, tivittırda kendisiyle tartıştığım da olmuştur. Lakin, yine de, Anadolu sanki Allah'ın mülkü değilmiş gibi hepimizi kapının önüne koymayı düşleyen bu tiplere sinirlememek olmuyor. Cenab-ı Hak cümle ırkçıların şerrinden ümmeti muhafaza buyursun. Âmin. Âmin.
İsmet Özel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsmet Özel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Haziran 2025 Çarşamba
14 Mart 2025 Cuma
İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur
Susan Sontag'ın "Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var..." cümlesi varoluşumuzdaki rahmeti kavramakta pek mühim. Evet, biz, Cenab-ı Hakkın 'uluhiyetini' ancak payımıza düşen 'rububiyetler' miktarınca sezebiliyoruz. Çünkü fazlasını kaldıramayız. Ellerimiz küçük. Tecelliyse sonsuz. Böyle küçümen testiye okyanuslar sığmaz. Zamanın başından sonuna olup-olacak herşey bir anda olsaydı, bırakın anlamayı, dayanamazdık. Mekanlara dağıtılmış tüm olmaklar toplanıp tek bizde vuku bulsaydı, bırakın yaşamayı, taşıyamazdık. Zaten kendi başımıza gelenlere zar-zor, bin nazla, katlanabiliyoruz. İnceliklerini farkediyor-farkedemiyoruz. Hal böyleyken varoluşun küllî yükünü tekimiz asla omuzlayamazdı. O Rahman u Rahim, Furkan'ında, 'hiçkimseye taşıyamayacağından fazlasını yüklemeyeceğini' buyuruyor. İşte, biraz da bu nedenle imtihan, fertler-anlar ile değil, türler-zamanlar-mekanlar ile yaşanıyor. Türler, zamanlar, mekanlar sayısınca Ona hamdlar olsun.
Peki bu bölünmüşlük birşeyleri 'kaçırmamıza' sebep oluyor mu? 'Vahidiyet' açısından bakınca "Evet!" denilebilecek bu soruya "Hayır!" diyebilmenin ümidi 'Ehadiyet' sırrında saklıdır. Hayır, çünkü, yansıyan yansıtanlarda kendini özetleyerek yansımaktadır. Bir fert türün tamamı değildir, tamam, ama nevinin cümle sırlarını da kendisinde taşıyor gibidir. İnsan da âleme bir misal-i musağğardır. Yani âlemler insanda dürülüdür. O yüzden birimizin şahitliği, kendi hususi âlemi açısından, hiçbirşeyin kaçırılmadığı bir görüş alanıdır. An şart ki: Şahit olan şahitliğinin kıymetini bile. Gaflet etmeye. Hâdiselerden kanunlara uzana...
İsmet Özel de Sorulunca Söylenen'de diyor ki: "Günlük hayatımız bazı ebedî hâdiselerle temasımıza vesiledir." Hem yine Ve'l-Asr'da ifade ediyor ki: "İnsanlık tarihi her insanda teker teker mündemiçtir." Okuduğumdan beri üzerlerine düşünüyorum bunların. Aynalığımdaki özetleyicilikten bahsediliyor sanki. Mürşidim Hazretlerinin şu dediğiyle de bağlantılarını hissediyorum:
"Meselâ: Şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur: Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken ahkâmda ayrıdırlar. Sen, bir parmakla odanı harap edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın. İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."
İnsaniyet sırrı, hilkatinden murad olunan hakikatle tastamam, güzeller güzeli Efendimiz Aleyhissalatuvesselamın hayatıyla kendini ifade etti. Şahitliğine girenlerin hakkını en kemal şekilde verenimiz odur. Aynaların en güzeli, berrağı, kuşatanı onun hayatıdır. O yüzden mir'ât-ı mübareği insanlığın kutup yıldızıdır, güneşidir, nurudur, deniz feneridir. Herkes yönünü ona bakarak bulur. Onun ışığıyla bulur. Onda bulur. Fakat bu sırrın başka görünüşleri de var. Şahitlerdeki kusurlar nedeniyle eksik taşımaları da var. İşte o eksiklerin perdesi de biziz. Bizler gördüklerini karıştıranlarız. Nass-ı ayetle 'miraçta dahi gözü şaşmayan' gibi değiliz. Çok şaşıyor-şaşırtıyoruz. Katıyor-karıştırıyoruz. Siyahı beyaz, beyazı siyah ediyoruz. Lakin yine de 'aynamızdaki renkler nisbetinde' orijinal bir âlem görünüşü oluşuyor. Âlem bizde sırlanıyor. Arşivleniyor. Tutuluyor. Kayıtlanıyor. Ruhlanıyor.
Hayatlanıyor. Evet. Âlem bizde hayatlanıyor. Tıpkı denildiği gibi: "İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur." Cismimizin küçüklüğüne aldanma sakın. Biz kainatın idrakiyiz. Kalbiyiz. Tefekkürüyüz. Atomların atomları anlama yoluyuz. Dört boyutlu şehadet âlemi ancak şahitliğimizle âlem-i emirden olan ruha işleniyor... Tamam. Hakkını vermek anlamında kendimizi ne kadar küçük görsek hakkımız var. Ama yaratılışımız itibariyle küçük göremeyiz. Çünkü, biz, kendimizin değil, Sanî-i Hakîm'in sanatıyız. Fena bekaya üzerimizden dönüştürülüyor arkadaşım. Var mı ötesi? Taşınabilir bir hardiske kaydeder gibi izliyoruz âlemi ve izleniyoruz âlemden. Her yara iz. Her şükür iz. Her isyan iz... Sonra imtihan bitecek. Sonra arşivler açılacak. Amel defterlerimiz önümüze konacak. İnce ince tartılacak. Oradaki emeğe nisbetle beka âleminden parçalar bağışlanacak. Cennet-cehennem olacak. Bu dünyada 'Elhamdülillah' diyen orada 'Elhamdülillah' yiyecek. el-Aman, el-Aman! Rahman ayağımızı cehenneme bastırmasın.
Peki bu bölünmüşlük birşeyleri 'kaçırmamıza' sebep oluyor mu? 'Vahidiyet' açısından bakınca "Evet!" denilebilecek bu soruya "Hayır!" diyebilmenin ümidi 'Ehadiyet' sırrında saklıdır. Hayır, çünkü, yansıyan yansıtanlarda kendini özetleyerek yansımaktadır. Bir fert türün tamamı değildir, tamam, ama nevinin cümle sırlarını da kendisinde taşıyor gibidir. İnsan da âleme bir misal-i musağğardır. Yani âlemler insanda dürülüdür. O yüzden birimizin şahitliği, kendi hususi âlemi açısından, hiçbirşeyin kaçırılmadığı bir görüş alanıdır. An şart ki: Şahit olan şahitliğinin kıymetini bile. Gaflet etmeye. Hâdiselerden kanunlara uzana...
İsmet Özel de Sorulunca Söylenen'de diyor ki: "Günlük hayatımız bazı ebedî hâdiselerle temasımıza vesiledir." Hem yine Ve'l-Asr'da ifade ediyor ki: "İnsanlık tarihi her insanda teker teker mündemiçtir." Okuduğumdan beri üzerlerine düşünüyorum bunların. Aynalığımdaki özetleyicilikten bahsediliyor sanki. Mürşidim Hazretlerinin şu dediğiyle de bağlantılarını hissediyorum:
"Meselâ: Şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur: Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken ahkâmda ayrıdırlar. Sen, bir parmakla odanı harap edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın. İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."
İnsaniyet sırrı, hilkatinden murad olunan hakikatle tastamam, güzeller güzeli Efendimiz Aleyhissalatuvesselamın hayatıyla kendini ifade etti. Şahitliğine girenlerin hakkını en kemal şekilde verenimiz odur. Aynaların en güzeli, berrağı, kuşatanı onun hayatıdır. O yüzden mir'ât-ı mübareği insanlığın kutup yıldızıdır, güneşidir, nurudur, deniz feneridir. Herkes yönünü ona bakarak bulur. Onun ışığıyla bulur. Onda bulur. Fakat bu sırrın başka görünüşleri de var. Şahitlerdeki kusurlar nedeniyle eksik taşımaları da var. İşte o eksiklerin perdesi de biziz. Bizler gördüklerini karıştıranlarız. Nass-ı ayetle 'miraçta dahi gözü şaşmayan' gibi değiliz. Çok şaşıyor-şaşırtıyoruz. Katıyor-karıştırıyoruz. Siyahı beyaz, beyazı siyah ediyoruz. Lakin yine de 'aynamızdaki renkler nisbetinde' orijinal bir âlem görünüşü oluşuyor. Âlem bizde sırlanıyor. Arşivleniyor. Tutuluyor. Kayıtlanıyor. Ruhlanıyor.
Hayatlanıyor. Evet. Âlem bizde hayatlanıyor. Tıpkı denildiği gibi: "İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur." Cismimizin küçüklüğüne aldanma sakın. Biz kainatın idrakiyiz. Kalbiyiz. Tefekkürüyüz. Atomların atomları anlama yoluyuz. Dört boyutlu şehadet âlemi ancak şahitliğimizle âlem-i emirden olan ruha işleniyor... Tamam. Hakkını vermek anlamında kendimizi ne kadar küçük görsek hakkımız var. Ama yaratılışımız itibariyle küçük göremeyiz. Çünkü, biz, kendimizin değil, Sanî-i Hakîm'in sanatıyız. Fena bekaya üzerimizden dönüştürülüyor arkadaşım. Var mı ötesi? Taşınabilir bir hardiske kaydeder gibi izliyoruz âlemi ve izleniyoruz âlemden. Her yara iz. Her şükür iz. Her isyan iz... Sonra imtihan bitecek. Sonra arşivler açılacak. Amel defterlerimiz önümüze konacak. İnce ince tartılacak. Oradaki emeğe nisbetle beka âleminden parçalar bağışlanacak. Cennet-cehennem olacak. Bu dünyada 'Elhamdülillah' diyen orada 'Elhamdülillah' yiyecek. el-Aman, el-Aman! Rahman ayağımızı cehenneme bastırmasın.
Hayatına giren hiçbirşeyi küçük görme bu yüzden. Aynen. O, âlemi kuşatan bir sırrın şahitliğine düşen kısmıdır, sende dürülmüş şeklidir. Bir yıldızın doğuşunu göremeyebilirsin. Fakat bir çiçeğin açışına her bahar şahitsin. Payına o kadarı düşüyor. Şükür. Yahut yeni bir evrenin yaratılışına şahit olamasan da kafanda bir yazı/öykü konusunun oluşturulduğunu hissedebiliyorsun. Sana bu kadarı bağışlanıyor. Şükür. Kur'an'ın kemalini anlamak için de büyüklerimiz öyle bakmışlar işte. Zâhirde ne kadar küçük hâdiselerden bahsediyor olursa olsun, onları, âlemleri kuşatan 'kanunların ucu' mesabesinde görmüşler. Varlığı saran düsturların idrakine yol yapmışlar. Tıpkı, 20. Söz'de, kıssa-i Kur'aniye hakkında dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır." Yahut yine orada dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..."
14 Ağustos 2023 Pazartesi
Allah’ı bilmek Allah’ı bilmekten ibaret değildir
Tevafukları seviyorum. Had bildiren bir yanları var çünkü. Evet. Eğer dahlin olmayan süreçlerle bir uyum yakalıyorsan kendinde, o halde, sen ‘kendilik nakışının’ nakkaşı değilsin. Nakkaşın nakışında bir detaysın ancak. Seni de onları da o öyle eyliyor. O öyle eylediği için senle onlar arasında uyum var. Tevhidin mühr-ü kereminden aranızda kardeşlik görünüyor. Yaradınınız istediği gibi denk getiriyor sizi. Bir şiirin kafiyeleri gibi. Varlığa, bu yolla, dilediği şekilde ahenk katıyor. Nakışların elleri nakkaşlıktan çekiliyor. Zira herbirisinin yalnız kendisiyle ilgisi var. Peki yalnız kendisiyle ilgilenebilenlerin büyük resme oynayabilmeleri mümkün mü? Değil. Fakat, neyse, konuyu dağıtıyorum. ‘Tevafukların had bildirmesine memnunum’ diyordum. Doğrudur. Akıllı keçi çobanın her taşından memnun olur. Çünkü belki bu sayede çok kereler hayatı kurtulmuştur. Bir uçuruma düşmekliği engellenmiştir. Bir kurdun ağzından alınmıştır. Böyledir. Had bildiren herşey aslında nimettir. Haddi olmayanın güvenliği de olmaz.
Arkadaşım, işte, bu neviden bir tevafuk daha yaşadım geçenlerde. 29. Lem’a’nın tercümesindendi dersi verilen: "Elhamdülillahın lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lazım olan nimetlerden birisi de Rahmâniyet nimetidir. Evet, Rahmaniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan herbir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur. Öyleyse, herhangi bir fertte bulunan nimet, arkadaşlarına da bir nimettir. Ve kezâ, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senâlara kesb-i istihkak edenlerden birisi de Rahîmiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister. Ve kezâ, kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün envâ ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de Hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da Hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. İşte, bu itibarla ağız dolusu ile ‘Elhamdülillah’ söylemekle, hamd ü senâları istilzam eder.”
Sanki üstümden yük alınıyormuş gibi bir ferahlama yaşadım ben de okundukça. Sonra sordum nefsime: “Bu ferahlama neden ileri geliyor?” Yani ‘Elhamdülillah’ denilecek şeyleri öğrenmek, Allah’ın marifetine dair sırlardan haberdar olmak en başta elbette, hatta bizzat ‘Elhamdülillah’ demenin mübarek zatı, nasıl bizi rahatlatıyor? Bunları bilmekle yaşadığımız psikolojik/kalbî inşirahın takip edilebilecek adımları var mı? İzlenir mi? Avlanır mı? Tasvir edilebilir mi? Kendim için etrafını çevirmeye çalışayım bir. Belki başkaları da istifade ederler.
Eve döndüm. ‘Şiir Okuma Kılavuzu’ idi ismi diğer bir denizin. İçine daldım. Bahtıma şöyle bir inci çıktı oradan da: “İnsan kendini azaltmak için kendini bilir.” Azıcık önünden-arkasından da katarak seçtirmeye çalışayım: “(…) Oysa din yolunda kendini bilen insan kendi emniyet bölgesini keşfeder. Bunu yapabildiği oranda beşerî duyumlarından kendi emniyetini tehlikeye sokan kısmı yontar. Yani insan kendini tasarlayabilsin diye kendilik bilgisine ulaşır ve buna mukabil insan kendisini azaltmak için kendini bilir. (…) Akrabalığın değerine işaret eden bilgelik ve din ‘kendini bil’ buyruğuyla otlarla, yağmurla ve kanbağından başlayarak bütün insanlarla ilişkide insana nasıl bir yerin biçildiğini anlatır. Kendini bil ve çevrimdeki yerine yaraşan davranışı yerine getir. Demek ki insanoğlu dine bağlanarak kendini bilme cehdini göstermekle ister istemez kendine hayatiyet veren ilkeye uymayı kabullenir. Bu kabulleniş, bu teslimiyet, insanın kendine ‘ben’ dediği alanın sönükleşmesine, ilkenin belirginleşmesine sebep olur. (…) Kendisini bilen insan gittikçe azalmayı öğrenir. Kendilik bilgisi insana, insanlara olan ihtiyacını arttırır. Kendini bilen insan yardımın insanlardan gelmeyeceğini de bilir.”
Arkadaşım, galiba, Allah’ı bilmek yalnızca Allah’ı bilmek anlamına gelmiyor. Evet. Allah’ı bilmekte Allah’ı bilmekten çok daha fazlası var. Mesela: İnsan, Allah’ını bildiği zaman, kendisinin de Allah olmadığını öğrenmiş oluyor. Yani, Allah’ın marifetine dair her hakiki biliş, her uyanış, her kabulleniş, içimizde bir yerde, bir yanlış algımızın yahut bir münkir iddiamızın veyahut bir münafık sanrımızın yıkılmasını sağlıyor. İçimizde de doğruya hidayet ediliyoruz Allah’ı bilmekle. Zira Allah’ı bilmedikçe cehaletten doğan boşluğu kendimizle doldurmaya çalışıyoruz. Elimizde putlarımızdan başkası kalmıyor. Put sahibi olmak içinse önce put olmak gerekir. İlk putumuz bu yüzden kendimiziz. Halbuki kendimiz hiçiz. Elbette Rabbü’l-Âlemîn’in ilmine, iradesine, kudretine sahip değiliz.
Altına girdiğimiz yükü kaldırmamız mümkün değil. Herşey olduğu gibi üstümüze düşüyor. Biz de onlarla birlikte aşağılara yuvarlanıyoruz. Sıkılıyoruz. Bunalıyoruz. Her zihayatın saadeti/elemi derdimize dönüşüyor. Tüm bebeklerin muhtaç oldukları şefkat gönlümüzde sorumluluk doğuruyor. “Aman!” dedirtiyor hepsi. Hepsi için herşeyden “Aman!” diliyoruz. Faniliğin anlamına ihtiyacımız var. Anlamsız yaşanmaz. Faniliğe anlamsızken katlanılmaz. Herşeye bir anlam yüklemek gerektiğini de aklımıza yük ediyoruz. Lakin anlamı yüklemek de haddimiz değil ki. Tükürükle tutturulmuş taşlar gibi dökülüyor felsefeler. Kadavraya yapılmış makyaj gibi sırıtıyor ideolojiler. Varlığın anlamı yaratılışından gelmeli. Özünde olmalı. Üstüne yamanmamalı. Fanilik yama tutmaz. Ancak aslını ortaya döker. Foyaları meydana çıkarır. Ölçülerini kuşatamayanların uydurduğu hiçbir elbise modelin üstüne yakışmaz. Elbise el-Muhît’ten biçilmeli. Onu takdir eden Rabbü’l-Âlemîn olmalı. Ezelden bakmalı. Ebede kadar görmeli. İşte Rahmaniyetin, Rahîmiyetin, Hakîmiyetin ‘Elhamdülillah’ denilecek birşeye dönüşmesi buradan kaynaklanıyor zannederim arkadaşım. Üçünün (ve daha fazlasının) bende yaptığı ferahlamayı da böyle anlarım.
Evet. Allah’ın Allahlığın şânına hakkıyla sahip olması her defasında beni biraz daha bölgeme çekilmeye zorluyor. Bu ric’at canıma da minnet geliyor. Zira taş yerinde ağırdır. Traktör yolunda Ferrari’nin işi zordur. Formula pistinde de traktör rezil olmaktan kurtulamaz. “Kendini bilen Rabbini bilir!” nasıl bir hakikattir, aynen öyle de, “Rabbini bilen kendini bilir!” de o derece hakikattir. Çünkü, birinde ne olduğunu bilir, ötekinde ne olmadığını öğrenir. İnsan, ne olduğunu bilirken de öğrenir, ne olmadığını öğrenirken de değerlenir. Nihayetinde ‘olması gereken yere’ çekildikçe huzurunun katsayısı artar: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” Öyledir. Allah’a Allah dediğinde sana kulluktan başka çare kalmaz. Tevazunun aslı budur. Tevazu vazedildiğin gibi olmaktır.
Arkadaşım, işte, bu neviden bir tevafuk daha yaşadım geçenlerde. 29. Lem’a’nın tercümesindendi dersi verilen: "Elhamdülillahın lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lazım olan nimetlerden birisi de Rahmâniyet nimetidir. Evet, Rahmaniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan herbir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur. Öyleyse, herhangi bir fertte bulunan nimet, arkadaşlarına da bir nimettir. Ve kezâ, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senâlara kesb-i istihkak edenlerden birisi de Rahîmiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister. Ve kezâ, kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün envâ ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de Hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da Hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. İşte, bu itibarla ağız dolusu ile ‘Elhamdülillah’ söylemekle, hamd ü senâları istilzam eder.”
Sanki üstümden yük alınıyormuş gibi bir ferahlama yaşadım ben de okundukça. Sonra sordum nefsime: “Bu ferahlama neden ileri geliyor?” Yani ‘Elhamdülillah’ denilecek şeyleri öğrenmek, Allah’ın marifetine dair sırlardan haberdar olmak en başta elbette, hatta bizzat ‘Elhamdülillah’ demenin mübarek zatı, nasıl bizi rahatlatıyor? Bunları bilmekle yaşadığımız psikolojik/kalbî inşirahın takip edilebilecek adımları var mı? İzlenir mi? Avlanır mı? Tasvir edilebilir mi? Kendim için etrafını çevirmeye çalışayım bir. Belki başkaları da istifade ederler.
Eve döndüm. ‘Şiir Okuma Kılavuzu’ idi ismi diğer bir denizin. İçine daldım. Bahtıma şöyle bir inci çıktı oradan da: “İnsan kendini azaltmak için kendini bilir.” Azıcık önünden-arkasından da katarak seçtirmeye çalışayım: “(…) Oysa din yolunda kendini bilen insan kendi emniyet bölgesini keşfeder. Bunu yapabildiği oranda beşerî duyumlarından kendi emniyetini tehlikeye sokan kısmı yontar. Yani insan kendini tasarlayabilsin diye kendilik bilgisine ulaşır ve buna mukabil insan kendisini azaltmak için kendini bilir. (…) Akrabalığın değerine işaret eden bilgelik ve din ‘kendini bil’ buyruğuyla otlarla, yağmurla ve kanbağından başlayarak bütün insanlarla ilişkide insana nasıl bir yerin biçildiğini anlatır. Kendini bil ve çevrimdeki yerine yaraşan davranışı yerine getir. Demek ki insanoğlu dine bağlanarak kendini bilme cehdini göstermekle ister istemez kendine hayatiyet veren ilkeye uymayı kabullenir. Bu kabulleniş, bu teslimiyet, insanın kendine ‘ben’ dediği alanın sönükleşmesine, ilkenin belirginleşmesine sebep olur. (…) Kendisini bilen insan gittikçe azalmayı öğrenir. Kendilik bilgisi insana, insanlara olan ihtiyacını arttırır. Kendini bilen insan yardımın insanlardan gelmeyeceğini de bilir.”
Arkadaşım, galiba, Allah’ı bilmek yalnızca Allah’ı bilmek anlamına gelmiyor. Evet. Allah’ı bilmekte Allah’ı bilmekten çok daha fazlası var. Mesela: İnsan, Allah’ını bildiği zaman, kendisinin de Allah olmadığını öğrenmiş oluyor. Yani, Allah’ın marifetine dair her hakiki biliş, her uyanış, her kabulleniş, içimizde bir yerde, bir yanlış algımızın yahut bir münkir iddiamızın veyahut bir münafık sanrımızın yıkılmasını sağlıyor. İçimizde de doğruya hidayet ediliyoruz Allah’ı bilmekle. Zira Allah’ı bilmedikçe cehaletten doğan boşluğu kendimizle doldurmaya çalışıyoruz. Elimizde putlarımızdan başkası kalmıyor. Put sahibi olmak içinse önce put olmak gerekir. İlk putumuz bu yüzden kendimiziz. Halbuki kendimiz hiçiz. Elbette Rabbü’l-Âlemîn’in ilmine, iradesine, kudretine sahip değiliz.
Altına girdiğimiz yükü kaldırmamız mümkün değil. Herşey olduğu gibi üstümüze düşüyor. Biz de onlarla birlikte aşağılara yuvarlanıyoruz. Sıkılıyoruz. Bunalıyoruz. Her zihayatın saadeti/elemi derdimize dönüşüyor. Tüm bebeklerin muhtaç oldukları şefkat gönlümüzde sorumluluk doğuruyor. “Aman!” dedirtiyor hepsi. Hepsi için herşeyden “Aman!” diliyoruz. Faniliğin anlamına ihtiyacımız var. Anlamsız yaşanmaz. Faniliğe anlamsızken katlanılmaz. Herşeye bir anlam yüklemek gerektiğini de aklımıza yük ediyoruz. Lakin anlamı yüklemek de haddimiz değil ki. Tükürükle tutturulmuş taşlar gibi dökülüyor felsefeler. Kadavraya yapılmış makyaj gibi sırıtıyor ideolojiler. Varlığın anlamı yaratılışından gelmeli. Özünde olmalı. Üstüne yamanmamalı. Fanilik yama tutmaz. Ancak aslını ortaya döker. Foyaları meydana çıkarır. Ölçülerini kuşatamayanların uydurduğu hiçbir elbise modelin üstüne yakışmaz. Elbise el-Muhît’ten biçilmeli. Onu takdir eden Rabbü’l-Âlemîn olmalı. Ezelden bakmalı. Ebede kadar görmeli. İşte Rahmaniyetin, Rahîmiyetin, Hakîmiyetin ‘Elhamdülillah’ denilecek birşeye dönüşmesi buradan kaynaklanıyor zannederim arkadaşım. Üçünün (ve daha fazlasının) bende yaptığı ferahlamayı da böyle anlarım.
Evet. Allah’ın Allahlığın şânına hakkıyla sahip olması her defasında beni biraz daha bölgeme çekilmeye zorluyor. Bu ric’at canıma da minnet geliyor. Zira taş yerinde ağırdır. Traktör yolunda Ferrari’nin işi zordur. Formula pistinde de traktör rezil olmaktan kurtulamaz. “Kendini bilen Rabbini bilir!” nasıl bir hakikattir, aynen öyle de, “Rabbini bilen kendini bilir!” de o derece hakikattir. Çünkü, birinde ne olduğunu bilir, ötekinde ne olmadığını öğrenir. İnsan, ne olduğunu bilirken de öğrenir, ne olmadığını öğrenirken de değerlenir. Nihayetinde ‘olması gereken yere’ çekildikçe huzurunun katsayısı artar: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” Öyledir. Allah’a Allah dediğinde sana kulluktan başka çare kalmaz. Tevazunun aslı budur. Tevazu vazedildiğin gibi olmaktır.
16 Mayıs 2019 Perşembe
Nesli tükenen bir canlı türü olarak: 'Bilmiyorus diyebilus.'
Yazarken yaşadığım rahatlamayı anlatmak için doğru ifadeleri bulmam güç. Fakat en yalın şekliyle şunu söyleyebilirim: Yazmak içimdeki basıncı azaltıyor. Bir tencere için düdüğünden fışkıran buhar ne ise benim için de yazmak o. O, onu dışarıyla paylaşmasa patlar, ben de bunu. Konuşmakta aynı sükûnu bulamadığımı çok tecrübelerimle söyleyebilirim. Konuşmakla kendimi anlatamıyorum sanki. Yeterince kendim olamıyorum. Yahut da daha açık konuşmalı: Konuşmakla ortaya çıkan benden razı değilim. Onu bazen, hatta çoğu zaman, çok sığ buluyorum. Laf salatası yaptığını düşünüyorum. Demek istediklerim onlar değil. O çok basit ifade ediyor. Kuşatamıyor. Hiçbir şeyi benim görebileceğim kadar derin görmüyor. Üzerinde yeterince eğleşmiyor. Daha güzel söyleyebilmek için yeterince beklemiyor. Konuşmakla rahatlayamam ben. Çünkü konuşmak asl-ı Ahmed'i ifade etmiyor.
Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.
Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.
Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.
Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.
Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."
İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.
Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.
Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.
Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.
Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.
Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.
Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."
İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.
Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.
Etiketler:
Ahirzaman,
Bid'a,
Bilmiyorum Diyebilmek,
Dalalet,
Eğitim,
Feridun Andaç,
Gençlik,
Irvin Yalom,
İsmet Özel,
Mehmet Kaplan,
özgüven,
Psikoloji,
Psikolojik Sapkınlık,
Ucb,
Yeni Nesil
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor
"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan....
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...