Sır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2022 Cuma

Dönüşü olmayan bir duayız biz

"Bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duadır."

Mürşidim kalbime dokunduğundan beri herşeyi duaya dönüştürdüm. Artık başka hiçbirşey yok. Her 'şey' bir dua. Çünkü mutlak ademden yoksun bırakıldım. Ne mutlu! Hiçliğe düşmek imkandan çıktı. Çünkü hiçlikten gelmedim. Herşey geldiği yere döner. Ondan gelense Ona döner. Ben yokken bile vardım. Var yokken bile vardı. Zaman geçmezken bile bir yerlerde ismi geçiyordu. Varlık ne kadar evvele gitse, hatta kendini cismen hiç etse, kadîm olan Allah'ın ilminden ileriye-geriye gidemiyordu. 

Biz varlığa boşluktan düşmedik arkadaşım. Boşluk varlığa bizimle düştü. Madem ki Allah varolacak herşeyi biliyordu, ki biliyordu ki yaratıyordu, o halde mutlak yokluktan sözedilemezdi. Herşey varolmadan önce yalnızca ilimdi. Alîm olan hepsini bilirdi. Hafîz olan hepsini saklardı. Bunu da bana mürşidim öğretti.

İşte bu ilmin duasıyla varlık sahnesine çıkarıldık. Rahmet bilinene varoluş da lütfetti. İhtiyaçtan yaratılmadık. İkramdan yaratıldık. Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam varolmayı hakeden öyle bir güzellikti ki, Cenab-ı Hak, aziz hürmetine bizleri de varlık sahnesine getirdi. 

Nurundan yaratıldığımıza itiraz edecek bir gerekçe göremiyorum. İlim de nurdur çünkü. Birşey hakkında bilgi sahibi olmak etkileşime girmek gibidir. Ondan taşan birşey size gelmiş gibidir. Öyle ya: Güneşten bize ışık geliyor. Güneşi bu ışık sayesinde biliyoruz. Yine bu ışık hakkında deniliyor ki: İsm-i Nur'un Hidrojen-Helyum düzeninde bir tecellisidir. Onu aşamadığımız için bize varoluş görünür. İpleri görecek açıya sahip olmayanlar için kuklalar da 'kendiliğinden' hareketlidir. Demek: Sebepleri yaratıcı sananların aslında açısı bozuk. 'Olanı' görüyorlar da 'olduranı' göremiyorlar.

Belki güneş de uzayın yüzeyinde bir kabarcıktır ha? Nasıl su damlası güneşin yansımasını sinesine sığdırıyor. Belki güneş de başka bir güneşin, belki de Şems-i Sermed'in, tecellisini kendisinde yansıtıyor. Sen ışık ondan doğuyor sanıyorsun. Çünkü dört boyutlu fiziğin üstüne çıkamıyorsun. Eğer iki boyutlunun üstüne çıkamasaydın da parıldayan su damlası güneşin oluverirdi.

Hakikat-i Muhammediye sadece bir ilim olarak varken de varolmak için dua ederdi. Çünkü o kadar güzeldi. (Güzelliğin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar hikmetliydi. (Hikmetin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar rahmete şâyândı. (Aczin-fakrın kendisi bir duadır.) Cenab-ı Hak onun ifade ettiği cemali varlık sahasına getirdi. 

Aleyhissalatuvesselamın nurundan yaratılmak ne büyük şereftir. Demek bizde de kıymettar hakikatinden birşeyler vardır. Varolan herşey varolduğuna sevinir. Varolan herşey varolmakla gönenir. Yani hep varolmak ister. Sonsuzluk ister. Şu haliyle sanki göğsündeki sırrı sezmiş gibidir. Öyle ya: Damlacığın bizzat kalmaya hatırı yoktur da göğsünde gösterilen güneşin vardır. Göğsünde gösterilen güneş hürmetine damlacığa da hürmet edilir. 

Bizim göğsümüz acayip bir sır saklıyor arkadaşım. Sırrını inkâr etmezse cennet bahşedilecek. Sırrını inkâr ederse de cehenneme dahledilecek. Herşekilde sonsuzluktan kaçınamayacak. Neden? Çünkü güneşi gösterdi bir kere. Artık bu göğsün varlıktan kendini sakınabilmesi mümkün değil. Kendisinin hatırı yoksa da göğsünde gösterilenin hatırı var. Hep bilinegelen duasının neticesinde varlık sahasına çıktı. Hikmeti kabul edildi. Gayri bu duanın dönüşü yoktur.

10 Nisan 2021 Cumartesi

Hakkın sınavında kopya çekmek de serbest

Arkadaşım, mevzu 8. Söz'den çıktı, anlatayım: Ona mürşidim iki ayetle başlıyor. Hatta daha doğrusunu söylemeli: İki ayetten alınmış ifadelerle başlıyor. Bunlardan birisi Bakara sûresinin 255. ayetinden. Kısa bir meali şöyledir: "Allah Teala ki Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Hayy Odur. Kayyum Odur." Diğeriyse Âl-i İmran sûresinin 19. ayetinden. Onun da kısa bir meali şöyle: "Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslam'dır." 

Dikkat edersen: Birisi Allah'ın biricikliğinden, hayat vericiliğinden, devam ettiriciliğinden bahsederken; diğeri 'indinde makbul tek dinin İslam olduğunu' bildirir. Bu nedenle zahirî nazarla ilgilerini sezmek zordur. İşte bu müşkülün eşiğinde bir tefekkür hassasiyeti nazarımıza çarpar. Evet. 25. Söz'deki izahlardan da biliriz ki: Bediüzzaman, Furkan'daki ayetlerin bazen aynı kanunun iki ucunu, yani en büyük resimdeki tecelliyle en küçük detaydaki tezahürünü, birlikte ifade ettiklerini düşünür. Hatta 14. Lem'a'nın 2. Makamı'nda bunu besmeleyle izah eder:

"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur." 

'Allah' ism-i celali ile kainatın bütünlüğünde okunan sır, 'Rahman' ism-i şerifinin gölgesinde dünyanın yüzünde, 'Rahîm' ism-i latifi ile de insanın sima-i manevisinde okunur. Yani evren, dünya ve insan bu düzlemde içiçeleşirler. Hatta yine mezkûr pencereden bakılınca gönürür ki: Âdem âlemden sağılmıştır. Onun misal-i musağğarıdır. Küçücük bir özetidir. Nakışlarının şiddeti sanatının sıkışıklığındandır. Başka bir yerde bu hakikate şöyle işaret edildiğini görürüz:

"Hem nasıl ki, kâinattaki san'atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san'at, o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi." 

Besmele okuyuşu da etkiler. Diyebiliriz ki: Risale-i Nur'un tamamı belki böylesi bir bakışın eseridir. Çünkü mürşidim orada nazarını sürekli büyük resmin üzerinde tutar. 13. Söz'de yaptığı ayet-yıldız benzetmesinin hakkını verir. Nasıl? Açalım: Ona göre Kur'an düzlem değil uzaydır. Herbir ayeti bu uzaya merkez olabilir. Hangisine yapışılsa kardeşleri hakikatini destekler nitelikte etrafında yeniden şekillenirler. Yeni yeni vechelerini gösterirler:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki 25. Söz'de beyan edildiği gibi..." 

Sorumuzu yineleyelim: Allah'ın tekliğinin, Hayy olmasının, Kayyum olmasının 'makbul dinin yalnız İslam olmasıyla' ne ilgisi var? Acaba şu mu: Üstteki ayet 'Allah birdir' diyor. Alttaki ayet 'Din birdir' diyor. Yani, Allah tek, İslam da tek. İnsan da bu makuliyete kapılıyor: Allah birse din de bir olur. Sultan birse kanunu da bir olur. Hâkim birse adaleti de bir olur. İkircik malikiyette kusurdur. Biricik Allah, hristiyanlara 'Ben üçüm,' budistlere 'Ben putum,' ateistlere 'Ben yokum,' müslümanlara 'Ben tekim' buyurmaz. Çünkü bunlar beraber doğru olmaz. Olamaz. Zıttırlar.

Şuradan da bakalım: Kayyumiyetiyle kainatın devamını heran sağlayan kimse, elbette, Hayy ism-i şerifiyle canlılığın devamını sağlayan da odur. Çünkü küçük resimdeki devamlılık büyük resmin devamına bağlıdır. Has dairenin devamı sarayın devamına bağlıdır. Öyle ya: Canlılığın yapıtaşı da cansızlardır. Atomları hiçten varlığa çıkaran ve kalmalarını düzenle heran sağlayan kimse hayatın varlığını ve devamını sağlayan da odur. Yani Hayy u Kayyum isimleri kardeştir. Bir hakikatin iki yüzüdür. Sözgelimi: Kayyumiyet hayat üzerinde daha zâhir görünür. (Canlıların düzeni daha özet bir bütündür.) Hayatsa Kayyumiyetin gereği olan kudret, ilim, irade üçlüsünü açıklar. Evet. Kayyum olan hayattar da olmalıdır. Yani Hayy olmayan Kayyum olamaz. Kayyum olmayan da hayatı yaratamaz. Çünkü hayat da ancak heran bir kollanışla varlık sahasında kalır. Bir taş bir ağaçtan daha az şeye muhtaçtır. Bir ağaç da bir hayvandan daha az şeye ihtiyaçlıdır. Demem o ki arkadaşım: Varlıkların canlılık mertebesini yükselten âdeta ihtiyaçlarıdır. Fakirlikleriyle Rahman'a kurdukları bağdır. Dilenişleridir. Kavuştukları bağışlardır.

İnsansa daha özel bir alanı temsil eder. Onun öyle bilişleri, sezişleri, istekleri, tasavvurları vardır ki sair canlılar onunla yarışamaz. Bir bitkinin varolmak için şiire ihtiyacı yoktur. İnsanın vardır. Bir hayvanın avını pişirmeye/lezzetlendirmeye arzusu yoktur. İnsanın vardır. Daha bunlar gibi öyle alanlar bulunur ki, insan, onlarda açılmış istidatlarıyla yüzbin kapılı bir saray hükmüne geçer. Yüzbin dilli bir dilenciye dönüşür. Herbiriyle ayrı bağış alır. Yani: Fakirliği aslında zenginliğidir. Yahut da Aleyhissalatuvesselamın ifadesiyle: "Fakirliğim fahrımdır/övüncümdür."

Bir benzetmeyle sözlerimi toparlayayım arkadaşım: Kainat bir kitapsa insan o kitabın arkasındaki boşluktur. Boşluklar neden bırakılır bilirsin: Kâriler notlarını oraya alırlar. Böylece bir kitap bin farklı şekilde tamamlanır. Her derkenar kitaba dahil olur. Yine mürşidimin tabiriyle: "Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."

Kur'an'da dolduracağımız bu kısım için 'sahife' ifadesi kullanılıyor. Müfessirlerimiz de bu hakikati bize 'defter' üzerinden anlatıyorlar. Mesela diyorlar: 'Amel defteri.' Peki defterle kitabın farkı nedir arkadaşım? Birisi 'yazılır' diğeri 'okunur?' O kadar mı? Yok. O kadarcık değil. Şunu da düşünmelisin belki: Kitabı sahibi doldurur. Defteriyse emanetçisi. Yani: Kitap doldurulmuş olarak önümüze gelir. Defteriniyse o kitaba göre kendin doldurman gerekir. Eğer kitaptakilere göre doldurduysan incelendiğinde 'pekiyi' verilir. Eh, evet, en azından bizim zamanımızda öyleydi. Öğretmenlerimiz imza atarlardı. Böylelikle defteri doğru kullandığın isbatlanmış olurdu.

Fakat dikkat et: İnsanın iradesi de var. Emaneti o yüklendi. Kitaptan başka defter de istedi. Belki iradesi bizzat bu defter oldu. Zalimlik-cahillik yükünü de omuzlarına aldı. Öyle ya: Kalemi eline alıyorsan bir cür'ete girişmişsin demektir. Defterini kitaba göre doldurman gerek. Kitaba rağmen defter olmaz. Kainata bakıp hayatını onda tecelli eden esmaya göre yaşaman lazım. 

Yani ki arkadaşım: Biz âlemin defteriyiz. Sayfa kenarındaki boşluğuz. Sınanıyoruz. Zalimliğimiz-cahilliğimiz kaçınılmaz. Çünkü kuşatamıyoruz. Ancak halimizi bilen Rabb-i Rahîm'imiz yine ihsanlarını alıkoymuyor. Nebiler, vahiyler, şeriatlar gönderiyor. Böylece kainatı devam ettiren Kayyumiyeti varlığımıza da devam ettiriyor. Elhamdülillah. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'insaniyet-i kübra olan İslamiyet' imdadımıza yetişiyor. Öyle ifade etmek belki doğru değil ama söylemeden de yapamayacağım arkadaşım: Sünnetten kopya çekebilirsin. Defterini kolaylıkla doldurabilirsin. Rabb-i Rahîm'imiz öyle şefkatli bir öğretmen işte. Ona şükrolsun.

2 Temmuz 2018 Pazartesi

Hz. Ali (r.a.) 'sır' sorana neden öfkelendi?

Buna bir 'yazı' demeyelim de bir 'farkındalık' diyelim isterseniz. Cenab-ı Hak, TV111'in 'Sayılı Hadisler' programı sayesinde, bana (bence) önemli birşey farkettirdi. Elhamdülillah. Farkındalığımı yazmadan önce hadisin metnini alıntılayayım: "Ebu’t-Tufeyl radıyallâhu anh anlatıyor: Ali b. Ebu Tâlib’e bir adam gelerek, 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın sana tevdi ettiği sır nedir?' diye sormuştu. Ali buna öfkelendi ve 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, halka gizlediği hiçbir şeyi bana sır olarak vermedi. Şu kadarı var ki, bana dört kelime söyledi!' dedi. Adam 'Nedir onlar, söyler misin?' deyince, Ali şunları söyledi: 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin. Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin. Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin. Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!'” (Müslim, Edâhî 43; Nesâî, Dahâyâ 34)

Peki, Hz. Ali (r.a.), kendisinden 'sır' soran birisine neden böyle bir hadis-i şerif rivayet etti? Ben bunun sırrına şöyle bir tahminle uyandığımı düşünüyorum: Hz. Ali'ye (r.a.) sır öğrenmek için gelen şahıs aslında kendisine 'doğru bir niyetle' müracaat etmiyor. İstediği şey, tıpkı Samiri'nin Tâhâ sûresinde geçen ifadesinde olduğu gibi, 'onların görmediklerini görmek' meselesi. Başkalarında olmayan özel bir bilginin peşinde. Çünkü sevad-ı âzâmın çizgisine bir şekilde/sebepten razı olamıyor. Dışarı aşmak, taşmak, çıkmak istiyor. Fakat bunu yaparken meşruiyet alması gereken bir zemin var. Buna muhtaç. Her demagoji vicdanları aldatmak için argümanlara muhtaçtır. Bu zemini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile birçok açıdan özel hukuku olan bir isimden arıyor. Hz. Ali (r.a.) de, Allahu'l-alem, bu kastı sezinlediği için soruya karşı öfkeleniyor. Ve muhatabının şifa bulması için, başka türden bir hadisi değil, bu hadis-i şerifi sevkediyor.

Peki bu hadis-i şerifin özelliği ne? Kanaatimce, mezkûr hadis-i şerifin özelliği, bid'acılığın mahiyetine dair önemli şeyler söylemesi. Bid'acılık nedir peki? Onu da mürşidimden bir alıntıyla cevaplayayım: "(...) Kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir." Evet. Bid'acılık özetle budur. Ve zikredilen hadis-i şerifin herbir parçasında da "bid'acılığın doğası" diyebileceğimiz şeylere işaretler bulunuyor. Nasıl işaretler bunlar? Hemen açmayı deneyelim:

1) 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin.' Bence hadis-i şerifteki 'dört kelime'den birincisi 'niyetteki bozulmaya' işaret ediyor. Bid'acılığın bidayeti tam olarak da bu. Amel-i salih işlerken bile aradığı Allah'ın rızası değil aslında. Ya? Belki çağın rızası. Belki hevasının rızası. Belki modern toplumun rızası. Belki kavminin rızası. Belki popüler söylemin rızası. Belki konjonktürün rızası. Belki devletin rızası. Belki...

İşte bütün bu 'rıza sapmaları' şu yukarıdaki ifadeyle bize ihtar edilmiş oluyor. Nasihat ne? Allah'tan başkası adına kesme! Sırf 'kesmekle' ihlas/istikamet sağlanmaz. İhlasın baktığı yerlerden birinci Cenab-ı Hakkın rızasıdır. Ki, mürşidim de, İhlas Risalesi isimli eserine şu cümleyle/düsturla başlar: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Ve İçtihad Risalesi isimli eserinde de mevzuyu şöyle taçlandırır: "Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."

2) 'Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin.' Dikkat edin, bid'acılık sevdasına kapılanlar ister 'tarihselci' olsun, ister 'mealci' olsun, ister 'bâtınî' olsun, ister 'Kur'an müslümanlığı' ismini kullansın, hepsinde aynı ayarsızlık vardır. Hepsi 'gelenek' dedikleri şeyle kavgalıdır. Söverler, eleştirirler, yüklenirler. Peki nedir 'gelenek' dedikleri şey. Onu da bize başka bir hadis-i şerif haber veriyor: “Bu ümmetin sonunda gelenler, başında gelenleri lanetlediği zaman, kim bir hadisi/bir sözü saklarsa, Allah’ın benim üzerime indirdiğini saklamış olur.” (bk. İbn mace, Mukaddime, 24).

İşte, bunların 'gelenek' dedikleri şey, hadis-i şerifler üzerine şekillenmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıdır. Ve evet, böylesi kimseler, bir tür 'yenilikçilik tutkusuyla' ebeveynlerini beğenmezler. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini, tasavvuf büyüklerini vs. Hepsine bir kulp takarlar. Bazen lokal, bazense genel, bir dertleri vardır geçmişleriyle. İşte, kanaatimce, hadis-i şerifte bid'acılığın bu yönüne de atıf vardır. (Hatta bu noktada özel bir not da kendim eklemek istiyorum: Böylesi taifelerin rüzgarına kapılan insanların da genellikle ebeveynleriyle sorunları olduğunu düşünüyorum ben. Onlar, ebeveynlerine olan öfkelerini, tüm bir İslam geçmişine karşı tepki göstererek ortaya döküyorlar. Rastladığım örneklerinde bunu gördüm.)

3) 'Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin.' Şu ifadenin işareti zahir olduğu için üzerine fazla birşey söylemiyorum.

4) 'Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!' İşte, bence, bu 'sınır taşları' örneklemesinde de 'dinin dengesini bozmaya' atıf var. Evet, bid'atçı, zaten sınırları belli olan İslam dininin sınırlarıyla oynamaktadır. Tartışmalı gördüğü her meselede yapmak istediği 'sınıra razı olmak' değil 'sınırı başka yere taşımak'tır. Yoğunlaştığı meseleye 'oraya razı olmak' niyetiyle değil 'ne yapıp edip arzuladığı yere taşımak' kastıyla muhatap olduğu için de arzuları elinde hakikatler bükülmeye başlar. Tıpkı, Allah korusun, Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da altını çizdiği şekle döner:

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Evet, arkadaşlar, bencileyin bu hadis-i şeriften böyle şeyler çıkardım. Cenab-ı Hak ihsan etti. Ben de aldım. Kusur bizden. Hamd Allah'a. Cenab-ı Hak cümle hadis-i şeriflerden hissemizi ziyade eylesin. Hz. Ali'nin (r.a.) öfkesine ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lanetine hedef olmaktan bizi korusun. Âmin. Bunun için de gözetmemiz gereken dört hassasiyet var. Hadiste öğretildi. Kalbimizde, karşılaştıklarımızda, okuduklarımızda, duyduklarımızda, izlediklerimizde bu dört şeyin varlığını hissettiğimiz an oradan uzaklaşmayı başarabilirsek muvaffak oluruz bence. Tevfik ise herdaim Allah'tandır. Ondan dileyelim.

20 Temmuz 2017 Perşembe

Azap da bir ilgidir

Bir önceki yazıda Âl-i İmran sûresinin 3 ve 4. ayetleri üzerine birşeyler söylemeye çalışmıştım. Ağırlıklı olarak 2. ayetteki Hayy ve Kayyum isimlerinin 3. ve 4. ayetlerdeki hakikatlere bakan yüzlerini görmeye, okumaya, anlamaya ve anlatmaya gayret etmiştim. İlerlemeyeceğiz. Bu yazımda yine o ayetler hakkında tefekkür etmek istiyorum. İlerleyeceğiz. Çünkü bu defa aynı ayetleri farklı bağlamda ele almak arzu ediyorum. Bu yazının perspektifini ise mezkûr ayetlerde 'vahiy' ve 'ceza' arasında kurulan ilişki teşkil edecek. Fakat her zaman olduğu gibi yazıya başlamadan önce kısa bir meallerini alıntılayalım:

"(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." İşte, ben, bu ayetlerde buyrulan ve hatırlatılan 'tekrar tekrar gelen vahiy' ile 'ahirette verilecek ceza' arasında, ism-i Kayyum gölgesinde, bir zaruret ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Peki bunu nasıl düşünüyorum? İzah edeyim:

Bir önceki yazımda da dokunmaya çalıştığım: Allah'ın varlıkla hiçbir zaman kesilmeyen tasarruf ilişkisi (her an ve her an devam eden yaratışı, her an ve her an devam eden işitişi, her an ve her an devam eden ilham edişi, her an ve her an devam eden daha nice sonsuz şey...) ism-i Hayy ve Kayyum'un bize anlattığı mübarek o sır, tekrar be tekrar gelen vahiyle de kendisini gösteriyor.

Anların birbirinin aynısı, tekrarı veya kopyası olduğunu söylememizi imkansız kılacak olan nüansları, yani varlıktaki hiçbir anın diğerini tutmayışı, aynı nehirde iki kez yıkanmayı imkansız hale getiren o komplike değişim ve dönüşüm, o anlardan herbirisinin ayrı bir yönelişle (kelimelerin kiyafet etmediği bir alanda ancak bunu bulup kullanabildim) yaratıldığını gösterir.

Yani biz bir saat değiliz. Kurulup bırakılmış değiliz. Ustamız bizi arkasında bırakmadı. İlgisini kesmedi. Çünkü hareketlerimiz bir tekdüzelik içermiyor. Ömrü olsa, bin yıllar boyunca aynı işleyişi sergileyecek ve bundan başka birşey olmak konusunda asla ve asla bir arpa boyu yol gideyemeyecek olan bir saatle, insanın her an başka başka başkalıklar ortaya koyan hali arasındaki fark, onun kurulup bırakılmadığını, her an yeniden Ustasının ilim, irade ve kudret elinde işlendiğini gösteriyor. Öyle ya! Bir saat kendi halinde tıkırdarken ustasından bağımsız olabilir. Ancak bir saat yapılırken (malzemesi kendisinden daha üst birşeye dönüşürken) ustasının tasarrufundan uzakta kalamaz. Dikkat edelim. Biz tıkırdamıyoruz. Yapılıyoruz. Her an her an yeniden yeniden yapılıyoruz. Her an yeniden ve yeniden başka bir insana dönüşüyoruz. Değişiyoruz.

Bu 'her anın ilişkisi' veya 'Ehadî yöneliş' ism-i Kayyum'un gölgesine sokuyor bizi. Vahyin beşerle olan ilgisi de böylesi bir 'yapılış ilgisi' zaten. Vahiy de bizi inşa ediyor. Eğer Cenab-ı Hak bizi yaratmış ve (hâşâ) arkasında bırakmış olsaydı, o zaman vahiyle inşamız sürmezdi. Bize peygamberler gönderilmezdi. Cennete (inşaallah) hazırlanmazdık. Kayyum isminin muktezası nasıl her anımızın ayakta tutuluşunu kapsıyor, aynen öyle de, vahiyle insaniyetimizin veya kulluğumuzun veya imanımızın ayakta tutuluşunu da kapsıyor. Bunun bir adım ilerisinde ise ilhamı görebiliriz. İlham da Cenab-ı Hakkın kesilmeyen ilgisinin delilidir. Yaratarak varlığını bildirdiği gibi konuşarak da varlığını bildirmesidir.

Ve azap da, evet, azap da 'kesilmeyen bir ilginin' delilidir. İnsanla yaratış ilişkisini bir ancık olsun kesmeyen bir Hallak-ı Mutlak, elbette, onun toprak altına girmesiyle de bu ilişkiyi kesmez. Hâşâ! Ona arkasını dönmez. Ölüm de bu kuvvetli bağı koparamaz. Toprak olmak isteyenlerin arzusu boşunadır. Ancak şu vardır: Bu ilgi şeklini/tecellisini bir açıdan değiştirir. İmtihan biter. Onunla ilgili isimler gölgelenir. Yaşadığı dönem boyunca beşeri bir murad ile ayakta tutan ve bu murad doğrultusunda tekrar be tekrar vahiyle/nebilerle uyaran Allah, bu ilginin kıymetini bilmeyenlerle (veya bilenlerle) ilişkisini 'hiçbirşey olmamış gibi' kesecek değildir. Bu ilişki sürecektir. Değişerek sürecektir. Bu dünyada imtihanla kurulan ilgi ahirette 'mükafat' veya 'mücazat' renkleriyle devam edecektir.

Hatta kabir azabı bile bu ayet-i kerime üzerinden isbatlanır hale gelir. Bu dünyada (imtihan sırrınca bir derece perdeli dahi olsa) kötülüğü ve kötüleri cezalandıran Allah, biz nass-ı Kur'an ve hadisle biliyoruz ki, onlara asıl cezayı ahirette verecektir. İmansızlık daha bu dünyada, mürşidimin ifadesiyle, kalpte bir zakkum-u cehennem tohumu olabiliyorsa, sıkıntı verebiliyorsa ve ahirette bu zakkum yeşerip sahibi için asıl cehennemi boy verecekse, nasıl bu ikisinin arasında o Hayy u Kayyum, küfrün veya kafirin varlığına kayıtsız kalır? Hâşâ!

Öyle ya! Varlığı sürüyorsa varediş ilişkisi de sürüyor demektir. "Ölenle ilgisini keser!" denilemez. Çünkü ölüm yokluk değildir. Bazı vefatlara, Kur'an'ın şehitler hakkında buyurduğu gibi, 'ölü' bile denilmez. O varetmese herşey yokluğa düşer. Demek o âlemde de bir çeşit mükafat ve mücazat olacaktır. Allah'ın yaratış ilgisi kulundan kesilmediğine göre bu ilişkinin tecellilerinden kul dahi kaçınamayacaktır. Öyleyse deriz ki: Dünyada çektiği imansızlığın kalbî azabı, ahirette çekeceği cehennemin acı azabı, ikisinin arasında başına gelecek ise kabir azabıdır. Allahu'l-A'lem. İşte bu ayetten aldığım bir ders de bu oldu benim. Cenab-ı Hak cümlemizi azaplarının her çeşidinden muhafaza eylesin.

14 Şubat 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir?

"İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?"
(Kıyame sûresi, 36)

'Esma-i Sitte Risalesi' olarak da bilinen 30. Lem'a'da, Bediüzzaman Hazretleri, İmam Ali'den (r.a.) ism-i âzâm sadedinde rivayet olunan altı ismi (sırasıyla Kuddûs, Adl, Hakem, Ferd, Hayy ve Kayyum isimlerini) anlatır. İlginçtir, ilk dört isimde 'bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru' ifadesini kullanırken, ism-i Hayy'a geldiğinde bu kullanımı değiştirir: 'İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' İslamî metinlere aşina olanlar için Hayy ve Kayyum isimlerinin 'altı nur' içinde ayrıca 'iki ziya' olması yadırganacak birşey değildir. Çünkü gerek Kur'an'da, gerek sünnette ve gerekse İslam büyüklerinin metinlerinde sıkça zikredilen şu iki ismin özel bir kardeşliği vardır. Ayete'l-Kürsî'den tutun Büyük Cevşen'de yeralan dualara kadar pekçok yerde bu özel hukukun izlerine rastlarsınız.

Peki bu 'özel hukuk'un mahiyeti nedir? Bana şöyle geliyor: Hayat, varlık mertebeleri içinde öyle bir mertebedir ki, sair hiçbir mertebe ism-i Kayyum'a ayna ve aç olmakta onun yerini tutamaz. Peki bu ne demektir? Kayyum isminin manasına değinmeden şunu izah edebilmem mümkün değil: "Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, yani, bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, bekà bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur."

Biz, Kayyum isminden bahsettiğimiz zaman, sadece Allah'ın 'varetmesinden' değil, 'varettiklerinin varlığı devam ettirmesinden' de bahsetmiş oluyoruz. Yani; bizim varlığımız, saatçisi tarafından bir kere kurulmuş, sonra da kendi halinde tıkırdamaya bırakılmış bir saatin varlığı gibi değildir. Ya nasıldır? Bizim varlığımız 'her an tıkırdaması ancak Ustasının her an yaratışlarıyla mümkün' bir varlıktır. Arızî bir varlıktır. Yaratılışa bağımlı bir varlıktır.

Bizim yaratılışla ilişkimiz saatçi ve saat örneğinde olduğu gibi değil, tabir-i caizse, projeksiyon cihazıyla perdedeki görüntü arasındaki ilişki gibi bir ilişkimiz var yaratılışla. Varlığımızın asıl kaynağıyla bağımız kesilecek olsa anında hiçliğe düşeriz. Yani; Vacibü'l-Vücud olan Allah'tır anlarımızı her an yeniden yaratıp bize yeniden varlık lütfeden. Odur, yeni tecellilerle ve yepyeni farkındalıklarla, herbir anımızı diğer anlarımızın hem benzeri hem gayrısı kılan.

Biz saat gibi değiliz. Hayatımızın hiçbir detayı bir diğerinin aynısı değildir ki Ustamızın bizi bir defada kurup kendi haline bıraktığına hükmedelim. Biz bir kısırdöngüyü veya tekrarı yaşamıyoruz. Her yeni an bir öncekiyle bağının neredeyse zâhirde kaldığı muhteşem nüanslar taşıyor. Hassaten kalpte ve akılda. Duygulanışta ve fikredişte bir anımız hiçbir anımızı tutmuyor. "Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız!" sözünün böyle bir hakikat vechi de var. Ne nehir aynı kalır ne biz ne de eylemimiz. Oradan çok sular akar ve senden çok 'sen'ler geçer. Varlık kendini tekrar etmez. Bugün doğan güneşle yarın doğacak güneş zâhiren aynıdır. Hakikatte ise farklıdır. Onun (c.c.) esmasının tecellisi kesildiği anda yokluk aynasında yansıyan arızî nakışlarımız hiçliğe düşer.

İşte, tam da bu bağlamda, hayatın Kayyumiyetin en güçlü aynası olduğunu düşünüyorum. Çünkü mürşidim de Esma-i Sitte Risalesi'nde hayat hakkında diyor: "Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhanların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli..." Ve orada saydığı 'hayatın 29 hassesi' ile bu aynalığın birçok yönüne dikkat çekiyor. Hepsinden elde ettiğim netice şu: Birşeyin varlığı 'hayat mertebesi'ne ulaştığında varlığını devam ettirmede Allah'a muhtaçlığı 'Kayyumiyet mertebesi'nde ortaya çıkar. (Burada 'Kayyumiyet mertebesi' ifadesini 'Halıkıyet mertebesi' ile arasındaki biliş farkını ortaya koymak için kullandım. Bu biliş kula aittir. Yaratışa ait değildir. Kul, hayatı tatmak ve bilmekle Allah'ı Kayyum mertebesinde bilir veya bilebilir.) Ve evet, birşeyde hayat şiddetlendikçe, bunun bedeli ve ikramı olarak, o şeyin aczi ve fakrı da şiddetlenir.

Kenan Demirtaş Hoca'nın o meşhur örneğiyle ifade etmem gerekirse: Bir taş bir ağaçtan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama ağaç taştan daha hayatlıdır. Bir ağaç bir hayvandan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama hayvan ağaçtan daha hayatlıdır. Bir hayvan bir insandan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama insan hayvandan daha hayatlıdır. Hayat mertebelerinde yükseldikçe varlığımız ism-i Kayyuma olan açlığımız da artar. Muhtaçlığımız şiddet peyda eder. Çünkü Allah bize hayat bahşetmiştir, ama Kayyum olan sadece kendisidir. Kayyumiyeti olmayan hayat ister istemez acze ve fakra düşer.

Biz mahluklar ne 'yaratışa' ne de 'devam ettirişe' sahibiz. Ancak hayat ve şuur sahibi olmakla varlığın yaratılıp devam ettirilmesi için bir Kayyum'a muhtaç olduğunu farkediyoruz. Kulluk da belki buradan ortaya çıkıyor. (Acz ve fakr dediğimiz bilinçler/bilişler de, aslında, hayy olup kayyum olmayışın bir neticesidir.) Hayat belki de bu noktada kainat ağacının meyvesi oluyor. Çünkü kainatta neler olup bittiğini mahluklar içinde varlığı en şiddet peyda edenler (yani hayatı şuur derecesine çıkanlar) anlıyor: "Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır."

Belki ben güzelce ifade edemedim, fakat Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsini şu gözle okusanız, daha kemalde anlarsınız. Özetlersem: Hayy ve Kayyum isimlerinin beraber anılışı, onların arasındaki bu özel hukuk, aynı zamanda mahluk-Halık, abd-Mabud, merzuk-Rezzak gibi terkiplerdeki en öz manayı da ifade ediyor. (Bu terkiplerden daha fazlasını okumak için Veysel Karanî Hazretleri'nin münacaatına bakmalısınız.) Yani; varlığın mahlukattaki en şiddetli hali, aynı zamanda ism-i Kayyum'un da en çok farkında hali, olabilir hali, 'ol'maya muhtaç hali... Birisi diğerisinin en Ehadî aynası. Diğeri ötekinin olmazsa olmazı. Kardeşlikleri oradan. Allah Hayy u Kayyum'dur. Çünkü; hayat gibi zamana yayılmış en girift, değişken ve bütüncül nakışı yaratan, ancak teker teker anları yaratan bir Kayyum olabilir. Bir kerede yaratılıp bırakılsaydık herbir anımız bir öncekinin tekrarı olabilirdi sadece.

30 Nisan 2013 Salı

Risale-i Nur: Bitiş mi, başlangıç mı?

Yine aynı mektupta takılıyım. Bediüzzaman’ın, talebeleri; Sabri ve Hulusî ağabeylerin mektuplarını neden Risale-i Nur külliyatına kattığına dair izahlarda bulunduğu, Mukaddeme isimli, o mektupta. Geçmek istiyorum, geçemiyorum. Bırakmıyor sanki. O zaman farkediyorum: Barla Lahikası’ndaki bu mektubun kendisinden birkaç sayfa önce yer alan ‘Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’ ile bir irtibatı var. Belki küçük birşey, ama kıymetli birşey. İlgili bölümün ikinci işaretine gidiyorum. Orada da Bediüzzaman yine bu iki talebesinin ismini anıyor ve onların nezdinde inayet ve keramet arasındaki mühim bir farkı öğretiyor bizlere:

“Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti” diyor mesela orada. Ve birkaç cümle sonra şöyle devam ediyor:

“O mübarek cemaat ise, Hulûsi’nin tabiriyle telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri’nin tabiriyle Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber, yine Sabri’nin tabiriyle bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi ve envâr-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemâl-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir.”

Yedinci Risale olan Yedinci Meseleye dair yazdıklarımızı hatırlayanlar, bu noktada aldığımız dersi de hatırlayacaklardır. Üstad Hazretleri orada ‘Benim Rabbim’ bilgisinden kendi adına bir keramet keşfi yapmak yerine, bunu öteliyor ve ‘Âlemlerin Rabbi’ bilgisine yönelerek tabloya daha geniş bakılmasını öğütlüyordu. İşaretler boyunca yaptığı vurgu buydu. Ve küçük daireye bakıldığında görülen kerametken, geniş daireye bakıldığında görülen inayet oluyordu. Bediüzzaman tekrar tekrar bu nüansı zikrederek mezkûr meseleyi bitiriyordu. Yunus sûresinin 58. ayetini böyle tefsir ediyordu.

Şimdi, bu kısmı hatırladıktan sonra, tekrar Hulusi ve Sabri ağabeylerin mektuplarına neden külliyatın içinde yer verildiğini anlatan metne dönüyorum. Burada da Üstad sanki önceki metinde ilk işaretini verdiği meselenin şerhini yaparak izahını inayet eksenine oturtuyordu. Burada saydığı beş sebepten birincisi (ki; “Hulûsi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır” cümlelerinden oluşmaktadır) yine önceki meseleyle irtibatlı olarak külliyatın yalnızca Bediüzzaman’ın telifi değil, kollektif bir şuurun ve vicdanın talebi ile ortaya çıktığının delili oluyordu. Yani Bediüzzaman, eserlerini tek başına yazdığını düşünmüyordu. Bu nedenle de kerameti olarak kabul etmiyordu. Onlar, geniş çerçevede, bir inayet-i ilâhiye olarak kitlelerin katılımı ve duası sonucu Allah’ın lütfu olarak ortaya çıkmışlardı.

Ve belki lahikaların külliyatın içinde yer almasıyla bize verilen ders de buydu. Risale-i Nur tek müellifinin dar-ı ahirete göçmesiyle bitmiş değildi. Risale-i Nur, onun ekseninde bilgi üretilmeye, yazılmaya, çalışılmaya devam ettikçe kendisini geliştirecek bir Kur’an tefsir metoduydu. Yeter ki; talebelerinin (Hulusi ve Sabri ağabeyler gibi) beş sebepte belirtilen hasletleri olsun. Bu beş sebebin emanetçiliğini yapanlar; yeni nefesler, şerhler, izahlar katarak Kur’an’ın bostanından terütaze meyveler koparabilirdi. Risale-i Nur, bu yönüyle bitmiş bir kitap değil; başlamış bir ekolün ilk emeğiydi. Hiç bitmeyecek bir külliyatın adıydı. Ve hepsinden önemlisi: Risale-i Nur kitap değil, ekoldü. Lahikalar, talebelerin mektuplarını bağırlarına basmalarıyla bize bu sırdan da haber veriyorlardı.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...