Sabri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sabri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2013 Salı

Bizim ideal okurumuz hangisi?

Bediüzzaman’ın, Barla Lahikası’nda geçen Mukaddeme başlıklı mektubunu okurken tekrar tekrar, yeni pencereler açılıyor zihnime. Bu pencerelerden bazısı kendi hayatıma dair oluyor. Bazısı kardeşlerimle paylaşmaya değer, daha genel şeyler. Onları dökmeden paylaşmaya çalışıyorum. Tabii kalemim döndüğünce. Muvaffakiyet ise her zaman Allah’tandır. Biz döktüğümüzden mesulüz. Toplayan Allah’tır.

Bu mektupta, birkaç yazıdır anlamaya/anlatmaya çalıştığım gibi, acayip sırlar var. Bir kere Hulusi ve Sabri ağabey üzerinden yapılan modelleme içinde nokta vuruşlu dersler var. Onlardan bir tanesini de—birazcık mesleğimle alakalı gördüğümden—burada yâd etmek istiyorum. Ki bu da ‘ideal okurluğa’ dairdir.

“İdeal okur senin kafanda nedir?” diye sorsanız, size şunu söyleyebilirim: İdeal okur, pasif olmayan okurdur. Bir yanıyla onu beğenen, hakveren; ama diğer taraftan Montaigne’nın Denemeler kitabında söylediği gibi yazarları da her zaman doğru söyleyenler olarak kabul etmeyen, sınayan insandır. Yazarın ismine veya titrisine mağlup olmayıp; hakikatin peşinde koşandır. Ki böylesi okurlar, yazarlar için çok kıymetlidir.

Neden mi? Çünkü böyle okurlar yazarı da geliştirirler. Garip bulmayın lütfen. Bu aslında editörlük mesleğinin de esasıdır. Editör, benim kanaatimce, bir yazarın sahip olabileceği en gıcık okurlardan birisini temsil eder. Yazarı bir taraftan beğenirken, diğer taraftan onun okurunun karşısına daha kemalde çıkması için çaba harcar. Mevcut kusurlarını en önce o yüzüne çarpar, sorular sorar ve bu sayede yazar, geniş kitlelerin karşısına çıkarken metinlerini sınamış olur. İyi yazarlar, iyi editörlerin kıymetini bu yönüyle bilirler ve takdir ederler. Kötü yazarlar ise belki onlardan rahatsız olurlar.

Şimdi, bu uzun girişin ardından aynı mektuba tekrar dönüyorum. Ama bu sefer, Bediüzzaman’a Bediüzzaman olarak bakmadan. Onu sadece bir yazar olarak görerek... Hulusi ve Sabri ağabeylere ise üzerlerine giydirdiğim tarihsel kimliğin dışında sadece bir okur giysisi giydirerek. Bu gözle bakıyorum yazılan metne. Ve görüyorum: Bir yazar, iki okurunu, sahip oldukları meziyetlerden ötürü takdir ediyor.

Mesela daha başlarda diyor ki yazar: Bu iki okurumun ciddiyetleri, gayretleri ve iştiyakları sayesinde eserlerimin bir kısmını telif ettim. Benim başlarda da altını çizdiğim; bir okurun, bir yazarın düşünce dünyasına sorularıyla/yorumlarıyla neler katabileceğinin altını çiziyor Bediüzzaman adeta. Ve devam ediyor: “Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

İşte bu cümlede, Bediüzzaman, bir müellif olarak, ideal bir okur profilinin nasıl olması gerektiğini tarif ediyor kanaatimce. Talebelik, kardeşlik ve arkadaşlık dediği üç şeyin—bence tek tek değil, tamamının birden bir okurda—bulunmasıyla okurun asıl okur haline gelebileceğinin altını çiziyor. Peki, bu okur türlerinin detaylarında neler var:

Bence ‘talebe okur’ başlığının izahı olan birinci hassada (26. Mektup’tan bu noktada destek alıyorum) Bediüzzaman, telif ettiği birşeye sevinmelerini, şükretmelerini, kendileri yazmış gibi mutlu olmalarını talebe okurluğa bir delil olarak gösteriyor. Bu okur türünün genel özelliği olarak da ‘yazarın manevî varisi gibi’ davranmayı örnek veriyor. Ki bence manevî varislik, talebeliktir. Bediüzzaman’ın manevî âl-i beyt tarifi de buna yakındır. Öğrenmeye odaklıdır.

İkinci hassa başlığı altındaki tarif ise daha çok ‘kardeş okur’ tanımının altını dolduruyor. Burada artık teliflere sevinmek üstünde ‘bir yaşam amacı olarak, o kitapta geçen güzellikleri insanlara nakletmeyi seçmek’ belirleyici özellik. Bu noktada artık eser ile arasında vazife-i fıtriye türünden organik bir bağ kuran okur, elçiliğin peşinde. Ki bence kardeşlik de böyle birşeydir. Hadisin tarifiyle; kendisi için istediğini mümin kardeşleri için de isteme hali... Yaşamasa da taşıma hali.

Üçüncü hassa ise bence ‘arkadaş okur’ şablonuna uyan bir tarifi kapsıyor: Burada artık kitabın içinde yer alan okur, o kitabın müellifini kendisinden üst ve ötede görmeyerek, birebir dersi içselleştirip, ilk ders alması gerekenin kendisi olduğunu fark ve kabul ediyor. “Aynı hissiyatla mütehassıs olmak” diye metinde ifade edilen bu hal, artık kuru okumanın da ötesinde bir nevi müellifle arkadaş olma hali... Belki empati.

Ben buradaki ifadelerle 26. Mektup’taki dost, kardeş, talebe tariflerinin büyük çapta uyuştuğunu düşünüyorum. Yalnız arkadaş ve dost başlıklarını farklı konumlandırıyorum. Bence Bediüzzaman ‘dost’ ifadesini, daha genel, arkadaş ifadesini ise daha özel bir alanın tarifi için kullanıyor. Ama en nihayetinde bence burada modellenen üç okur tipi var ve Bediüzzaman tek tek bunlardan birisi gibi olmamızı değil; hepisinin birden meziyetlerini taşımamızı istiyor üzerimizde. Zaten Hulusi ve Sabri ağabeylerin mektuplarına külliyat içinde yer vermesinin gerekçesini de bu sözlerle ifade ediyor: “... bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

Risalelerin bizden beklediği sadece sevinme, sahiplenme değil; sadece yaymaya çalışmak da değil. Bunların dahil olduğu bir süreçte aynı zamanda dersleri içselleştirmek, bir nevi müellifin arkadaşı haline gelmek. Hulusi ve Sabri ağabeyler gibi sormak, sorgulamak. Ders vermekle beraber, ders de almak... Yani Üstad Hazretleri, okurlarının sadece mürit gibi davrandığı bir düzlemde mutlu olmuyor. Onların hem talebesi, hem kardeşi, hem de Kur’an huzurunda arkadaşı gibi olduğu bir zeminde ‘idealini’ tarif ediyor. Böylesi okurlar istiyor. Peki biz şimdi kendi okurluğumuza bakalım? Biz hangisiyiz? Talebe mi? Kardeş mi? Arkadaş mıyız? Yoksa, hiçbiri mi?

Not: Üstadın bu talebe, kardeş ve arkadaş tariflerini bir de şu hadisin eşliğinde okumanızı istirham ederim: “Allah’ın beni kendisiyle gönderdiği hidayet ve ilmin misali bir toprağa inen şiddetli yağmurun misalidir. Tertemiz olan o toprağın bir bölümü suyu kendine çeker, onda birçok bitkiler ve birçok otlar yetişir. Sert olan bir bölümü ise suyu tutar, Allah onunla insanları faydalandırır. Zira oranın suyundan içerler, tarlalarını sularlar, hayvanlarını otlatırlar. Yağmur suyunun bir bölümü de çöl olan başka topraklara yağar, orada ne bir su tutulur ve ne de bir bitki biter. Allah’ın dininde derin bir anlayış sahibi olan, Allah’ın beni kendisine gönderdiği şeyin kendisine fayda verdiği, öğrendiği ve öğrettiği kimse ile bu sebeple başını bile kaldırmayan ve kendisi için gönderildiği ilahi hidayeti kabullenmeyen kimsenin misali işte budur.”

30 Nisan 2013 Salı

Risale-i Nur: Bitiş mi, başlangıç mı?

Yine aynı mektupta takılıyım. Bediüzzaman’ın, talebeleri; Sabri ve Hulusî ağabeylerin mektuplarını neden Risale-i Nur külliyatına kattığına dair izahlarda bulunduğu, Mukaddeme isimli, o mektupta. Geçmek istiyorum, geçemiyorum. Bırakmıyor sanki. O zaman farkediyorum: Barla Lahikası’ndaki bu mektubun kendisinden birkaç sayfa önce yer alan ‘Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’ ile bir irtibatı var. Belki küçük birşey, ama kıymetli birşey. İlgili bölümün ikinci işaretine gidiyorum. Orada da Bediüzzaman yine bu iki talebesinin ismini anıyor ve onların nezdinde inayet ve keramet arasındaki mühim bir farkı öğretiyor bizlere:

“Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti” diyor mesela orada. Ve birkaç cümle sonra şöyle devam ediyor:

“O mübarek cemaat ise, Hulûsi’nin tabiriyle telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri’nin tabiriyle Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber, yine Sabri’nin tabiriyle bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi ve envâr-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemâl-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir.”

Yedinci Risale olan Yedinci Meseleye dair yazdıklarımızı hatırlayanlar, bu noktada aldığımız dersi de hatırlayacaklardır. Üstad Hazretleri orada ‘Benim Rabbim’ bilgisinden kendi adına bir keramet keşfi yapmak yerine, bunu öteliyor ve ‘Âlemlerin Rabbi’ bilgisine yönelerek tabloya daha geniş bakılmasını öğütlüyordu. İşaretler boyunca yaptığı vurgu buydu. Ve küçük daireye bakıldığında görülen kerametken, geniş daireye bakıldığında görülen inayet oluyordu. Bediüzzaman tekrar tekrar bu nüansı zikrederek mezkûr meseleyi bitiriyordu. Yunus sûresinin 58. ayetini böyle tefsir ediyordu.

Şimdi, bu kısmı hatırladıktan sonra, tekrar Hulusi ve Sabri ağabeylerin mektuplarına neden külliyatın içinde yer verildiğini anlatan metne dönüyorum. Burada da Üstad sanki önceki metinde ilk işaretini verdiği meselenin şerhini yaparak izahını inayet eksenine oturtuyordu. Burada saydığı beş sebepten birincisi (ki; “Hulûsi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır” cümlelerinden oluşmaktadır) yine önceki meseleyle irtibatlı olarak külliyatın yalnızca Bediüzzaman’ın telifi değil, kollektif bir şuurun ve vicdanın talebi ile ortaya çıktığının delili oluyordu. Yani Bediüzzaman, eserlerini tek başına yazdığını düşünmüyordu. Bu nedenle de kerameti olarak kabul etmiyordu. Onlar, geniş çerçevede, bir inayet-i ilâhiye olarak kitlelerin katılımı ve duası sonucu Allah’ın lütfu olarak ortaya çıkmışlardı.

Ve belki lahikaların külliyatın içinde yer almasıyla bize verilen ders de buydu. Risale-i Nur tek müellifinin dar-ı ahirete göçmesiyle bitmiş değildi. Risale-i Nur, onun ekseninde bilgi üretilmeye, yazılmaya, çalışılmaya devam ettikçe kendisini geliştirecek bir Kur’an tefsir metoduydu. Yeter ki; talebelerinin (Hulusi ve Sabri ağabeyler gibi) beş sebepte belirtilen hasletleri olsun. Bu beş sebebin emanetçiliğini yapanlar; yeni nefesler, şerhler, izahlar katarak Kur’an’ın bostanından terütaze meyveler koparabilirdi. Risale-i Nur, bu yönüyle bitmiş bir kitap değil; başlamış bir ekolün ilk emeğiydi. Hiç bitmeyecek bir külliyatın adıydı. Ve hepsinden önemlisi: Risale-i Nur kitap değil, ekoldü. Lahikalar, talebelerin mektuplarını bağırlarına basmalarıyla bize bu sırdan da haber veriyorlardı.

23 Nisan 2013 Salı

Sıktıkça parçalanmak...

Barla Lahikası’nın hemen başlarında bir mektup var. Kısa, ama kıymetli bir mektup... Üstad Hazretleri, orada, Hulusi (Yahyagil) ve Sabri (Arseven) ağabeylerin yazdıklarına lahikalar içinde neden yer verdiği izah ediyor beş maddede. İkisinin birden medihlerini yapıp samimiyetlerinin altını çiziyor ve diyor ki: “Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.”

Ben, bu mektubu ne zaman okusam, aklıma, Bediüzzaman’ın bir cadde olarak tarif ettiği mesleği geliyor. Toplumsal hayatta birbirinin zıttı noktalarda/zeminlerde sandığımız insanları, aynı tedrisin önünde müdavim haline getiren sırrı... Ben, bu sırra, Üstadımın tariflerinden aldığım cesaretle ‘caddeleşmek’ diyorum. Sokaklara, dar alanlara, kısır tartışmalara talip olmamak; caddeleşmek... Geneli kanatlarının altına alabilmek.

Bediüzzaman’ın ayrı ayrı iltifatlar ettiği iki talebesinin toplumsal kimliklerine bakıyorum bu sefer. Birisi askeriyeden, rütbeli birisi. Ötekisi ulemadan, talebeleri olduğu anlatılıyor. Devrin şartları da gözönüne alınırsa, normalde, zıt kutuplarda olmaları gerekiyor. “Ulema o devirde en çok kimden çekiyor?” diye sorsak alacağımız cevap da belli çünkü: Askerî idareden... Orduya hakim ve çoğu eski rütbeli bir zümre ancak devr-i sabıkı yönetiyor. (Ordu en çok kimden korkuyor diye sorsak cevap yine aynı: Ulemadan.) Ve onların istibdatı altında en çok ulema eziliyor. Bu yönüyle hem Hulusi, hem Sabri abi farklı kimliklerle bulundukları konumlara gelmişler. Yakın tarihin karanlık oyunları da onları karşı safların insanları gibi göstermiş bize.

Fakat nasıl oluyor, Bediüzzaman, bu farklı kimlikleri, böylesine bir sadakatle sisteminin içerisine dahil edebiliyor? Birisinden “Birinci talebem...” ötekinden “Hulusi-i Sânî...” diye sözedebiliyor? Ve bu iki kişiyi, birer nümune-i imtisal olarak talebelerine lahikaları içinde sunabiliyor. Ve bununla adeta şöyle diyor:

“İşte size sabık düzenin saflara ayırmaya çalıştığı toplumdan iki farklı/zıt kimlik. İki farklı insan. Bunların bu farklılıkları, kimliklerinin arasına bıçaklar konulmaya çalışılması, onların Kur’an’ın sancağı etrafında toplanmasına engel olmadı. Siz de sizdeki kimlik farklılıklarını Kur’an’a intisapta engel olarak algılamayın. Sorun yapmayın. Aşın bunları. Bu yol caddedir. Caddede herkesin hakk-ı hayatı var.”

İşte ben, ne zaman bu mektubu okusam, Bediüzzaman’ın sadece Hulusi ve Sabri abileri bize övmek için değil; aynı zamanda zıtların ahengini yakalayan mesleğinin sırrını da göstermek için bu mektubu yazdığını düşünürüm. Hatta lahikalar içerisinde yer alan her mektup ve sahibi, toplumun farklı bir kesimini yansıtan bir kimlik sahibi olarak, Kur’an sancağı altında nasıl topyekün biraraya gelinebileceğini gösterir bize. Ve ben, bunun en şefkatli ifadesini, Bediüzzaman’ın, yine lahikalarda yeralan şu cümlesinde yudumlarım: “Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz.”

Eyvallah Üstadım, eyvallah. Zaten son altmış yılın (ve belki on asrın) dağılıp kopmaları, kırılıp saçılmaları, husumetleri, pişmanlıkları da hep bu çok sıkı tutmalardan değil midir? Buna sebep de nazariyata bile sirayet eden taassup değil midir? Cadde-i kübra mesleğidir bu. Sıkmakla birarada durmaz. Sıktıkça parçalanır. O nur eli mesken ittihat etmez. Sokaklara ayrılır.



Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...