Buna bir 'yazı' demeyelim de bir 'farkındalık' diyelim isterseniz. Cenab-ı Hak, TV111'in 'Sayılı Hadisler' programı sayesinde, bana (bence) önemli birşey farkettirdi. Elhamdülillah. Farkındalığımı yazmadan önce hadisin metnini alıntılayayım: "Ebu’t-Tufeyl radıyallâhu anh anlatıyor: Ali b. Ebu Tâlib’e bir adam gelerek, 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın sana tevdi ettiği sır nedir?' diye sormuştu. Ali buna öfkelendi ve 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, halka gizlediği hiçbir şeyi bana sır olarak vermedi. Şu kadarı var ki, bana dört kelime söyledi!' dedi. Adam 'Nedir onlar, söyler misin?' deyince, Ali şunları söyledi: 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin. Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin. Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin. Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!'” (Müslim, Edâhî 43; Nesâî, Dahâyâ 34)
Peki, Hz. Ali (r.a.), kendisinden 'sır' soran birisine neden böyle bir hadis-i şerif rivayet etti? Ben bunun sırrına şöyle bir tahminle uyandığımı düşünüyorum: Hz. Ali'ye (r.a.) sır öğrenmek için gelen şahıs aslında kendisine 'doğru bir niyetle' müracaat etmiyor. İstediği şey, tıpkı Samiri'nin Tâhâ sûresinde geçen ifadesinde olduğu gibi, 'onların görmediklerini görmek' meselesi. Başkalarında olmayan özel bir bilginin peşinde. Çünkü sevad-ı âzâmın çizgisine bir şekilde/sebepten razı olamıyor. Dışarı aşmak, taşmak, çıkmak istiyor. Fakat bunu yaparken meşruiyet alması gereken bir zemin var. Buna muhtaç. Her demagoji vicdanları aldatmak için argümanlara muhtaçtır. Bu zemini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile birçok açıdan özel hukuku olan bir isimden arıyor. Hz. Ali (r.a.) de, Allahu'l-alem, bu kastı sezinlediği için soruya karşı öfkeleniyor. Ve muhatabının şifa bulması için, başka türden bir hadisi değil, bu hadis-i şerifi sevkediyor.
Peki bu hadis-i şerifin özelliği ne? Kanaatimce, mezkûr hadis-i şerifin özelliği, bid'acılığın mahiyetine dair önemli şeyler söylemesi. Bid'acılık nedir peki? Onu da mürşidimden bir alıntıyla cevaplayayım: "(...) Kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir." Evet. Bid'acılık özetle budur. Ve zikredilen hadis-i şerifin herbir parçasında da "bid'acılığın doğası" diyebileceğimiz şeylere işaretler bulunuyor. Nasıl işaretler bunlar? Hemen açmayı deneyelim:
1) 'Allah’tan başkasının adına kesene Allah lânet etsin.' Bence hadis-i şerifteki 'dört kelime'den birincisi 'niyetteki bozulmaya' işaret ediyor. Bid'acılığın bidayeti tam olarak da bu. Amel-i salih işlerken bile aradığı Allah'ın rızası değil aslında. Ya? Belki çağın rızası. Belki hevasının rızası. Belki modern toplumun rızası. Belki kavminin rızası. Belki popüler söylemin rızası. Belki konjonktürün rızası. Belki devletin rızası. Belki...
İşte bütün bu 'rıza sapmaları' şu yukarıdaki ifadeyle bize ihtar edilmiş oluyor. Nasihat ne? Allah'tan başkası adına kesme! Sırf 'kesmekle' ihlas/istikamet sağlanmaz. İhlasın baktığı yerlerden birinci Cenab-ı Hakkın rızasıdır. Ki, mürşidim de, İhlas Risalesi isimli eserine şu cümleyle/düsturla başlar: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı." Ve İçtihad Risalesi isimli eserinde de mevzuyu şöyle taçlandırır: "Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur."
2) 'Anne-babasına lânet edene Allah lânet etsin.' Dikkat edin, bid'acılık sevdasına kapılanlar ister 'tarihselci' olsun, ister 'mealci' olsun, ister 'bâtınî' olsun, ister 'Kur'an müslümanlığı' ismini kullansın, hepsinde aynı ayarsızlık vardır. Hepsi 'gelenek' dedikleri şeyle kavgalıdır. Söverler, eleştirirler, yüklenirler. Peki nedir 'gelenek' dedikleri şey. Onu da bize başka bir hadis-i şerif haber veriyor: “Bu ümmetin sonunda gelenler, başında gelenleri lanetlediği zaman, kim bir hadisi/bir sözü saklarsa, Allah’ın benim üzerime indirdiğini saklamış olur.” (bk. İbn mace, Mukaddime, 24).
İşte, bunların 'gelenek' dedikleri şey, hadis-i şerifler üzerine şekillenmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıdır. Ve evet, böylesi kimseler, bir tür 'yenilikçilik tutkusuyla' ebeveynlerini beğenmezler. Sahabeyi, tabiini, tebe-i tabiini, tasavvuf büyüklerini vs. Hepsine bir kulp takarlar. Bazen lokal, bazense genel, bir dertleri vardır geçmişleriyle. İşte, kanaatimce, hadis-i şerifte bid'acılığın bu yönüne de atıf vardır. (Hatta bu noktada özel bir not da kendim eklemek istiyorum: Böylesi taifelerin rüzgarına kapılan insanların da genellikle ebeveynleriyle sorunları olduğunu düşünüyorum ben. Onlar, ebeveynlerine olan öfkelerini, tüm bir İslam geçmişine karşı tepki göstererek ortaya döküyorlar. Rastladığım örneklerinde bunu gördüm.)
3) 'Bid’atçıyı himaye edene Allah lânet etsin.' Şu ifadenin işareti zahir olduğu için üzerine fazla birşey söylemiyorum.
4) 'Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lânet etsin!' İşte, bence, bu 'sınır taşları' örneklemesinde de 'dinin dengesini bozmaya' atıf var. Evet, bid'atçı, zaten sınırları belli olan İslam dininin sınırlarıyla oynamaktadır. Tartışmalı gördüğü her meselede yapmak istediği 'sınıra razı olmak' değil 'sınırı başka yere taşımak'tır. Yoğunlaştığı meseleye 'oraya razı olmak' niyetiyle değil 'ne yapıp edip arzuladığı yere taşımak' kastıyla muhatap olduğu için de arzuları elinde hakikatler bükülmeye başlar. Tıpkı, Allah korusun, Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da altını çizdiği şekle döner:
"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."
Evet, arkadaşlar, bencileyin bu hadis-i şeriften böyle şeyler çıkardım. Cenab-ı Hak ihsan etti. Ben de aldım. Kusur bizden. Hamd Allah'a. Cenab-ı Hak cümle hadis-i şeriflerden hissemizi ziyade eylesin. Hz. Ali'nin (r.a.) öfkesine ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın lanetine hedef olmaktan bizi korusun. Âmin. Bunun için de gözetmemiz gereken dört hassasiyet var. Hadiste öğretildi. Kalbimizde, karşılaştıklarımızda, okuduklarımızda, duyduklarımızda, izlediklerimizde bu dört şeyin varlığını hissettiğimiz an oradan uzaklaşmayı başarabilirsek muvaffak oluruz bence. Tevfik ise herdaim Allah'tandır. Ondan dileyelim.
Lanet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lanet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 Temmuz 2018 Pazartesi
29 Aralık 2013 Pazar
Camia bektaşiliğine reddiyemdir
Ben bu beddua meselesine neden taktım? Çünkü oradan bir zihniyet probleminin ucunu yakaladığımızı düşünüyorum. Eğer bu beddua meselesinde, camiacı kardeşler meşrulaştırma yoluna girmeyip "Evet, Hocaefendi bunu yaptı, ama yanlış yaptı. Bir an sinirle oldu herhalde. Biz de tasvip etmiyoruz!" deselerdi hiç peşine düşmeyecektim. Fakat öyle olmadı. Her yerde çarşaf çarşaf paylaşıp bir de peşine sürü sürü kendi aminlerini taktılar. Hatta bırakın 'hata' olarak görmeyi, hata diyenleri bile dokuz köyden kovacak bir şekle getirdiler. Bir de ayetten, hadisten zor tevillere giriştiler. Ben müslümansam, hukuk-u İslamı, hukuk-u Resulullahı bu yanlışlığa karşı müdafaa etmem gerekir. Zerrece geri adım atmam. Çünkü "Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan (kafalarını çatlatırcasına) apaçık bildir!" ayeti, pes etmeyi değil, hakta sebat etmeyi emrediyor. Ben de sebat edeceğim.
Bir insanın ahlakı istisnalardan değil, geneldeki tavrından/duruşundan anlaşılır. Bir dinin aşıladığı ahlak da yine istisnaların ahlakı değil, hayata bakışının ahlakıdır. Bu yönüyle sanıyorum herkes İslam'ın da bir lanet/beddua dini olmadığını takdir eder. Buna bağlı olarak Allah Resulünün ahlakı da (haşa, yüzbin defa haşa) bir lanetçi ahlakı değildir. Yani Allah Resulü, ümmetine bir miras olarak lanetçiliği bırakmamıştır. Aksine; azıcık İslam'dan nasibi olan bilir ki; kendine kötülük edene dahi mümkün mertebe iyilik etmek, hoşgörüyle bakmak bu dinin emridir. Yine Bediüzzaman'ın lanet bahsindeki ifadesini alıntılayacağım buraya: "(...) zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... " Yani Kur'an'ın kulluk anlayışının iki temel rüknü olan takva ve amel-i salih eksenlerinde, hangisinden bakarsanız bakın, lanet tehlikeli ve olumsuz bir iştir. Ne takvaya katkısı olur ne de amel-i salihten sayılır.
Hal böyleyken ve İslamın bu noktada duruşu gayet açıkken, hâlâ kurtuluş kapısı aramak, iyi niyetin değil, olsa olsa meczupluğun delili sayılabilir. O kadar insanı etrafına toplayıp gayet kontrollü ve iradî bir şekilde 'yuvaları bozulsun, evlerine ateşler düşsün' gibi genellemelere sahip; (varsa eğer) suçluyu, yakınındaki masumlardan ayıramayan (öyle ya, o yuva kuş yuvası değil herhalde, insanlar beraber yaşıyor orada) bir bedduayı etmek, onlara amin dedirdiği yetmiyormuş gibi daha binlerce insana video paylaşımı yaparak çarşaf çarşaf amin dedirmek, bu vatanda bir acayip fitne ateşi tutuşturmak, nasıl iyi anlaşılabilir ve buna nasıl cevaz aranabilir? Camiadaki kardeşlerime soruyorum. Ellerini Hocaefendi kasetlerinin üzerine değil, vicdanlarına koysunlar; beş dakika onu hayallerindeki makamdan indirip normal bir insan olarak düşünsünler de cevap versinler.
Bir de şimdi Bediüzzaman'ın hayatındaki iki hadiseden hareketle bu tevbeler edilesi hareketi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Onlardan birisi; ne mal olduğu belli bir valiye zulmünün tazkiyatından, çektiği acıdan ettiği, hedefi belli ve hiçbir masumu mağdur etmeyen ve etmeyecek bir beddua; diğeri ise, Meşihat dairesi yangınına tevafuk etmekle bahsettiği, yine içeriğinde ne olduğu bilinmeyen ve imanım var ki, kesinlikle masumların dahlolmadığı, lafzında da bu hassasiyetin gözetildiği ikinci bir âh hadisesi. Bu iki hadiseyi alıyorlar, esnetiyorlar da esnetiyorlar, kendilerine çıkış kapısı buluyorlar.
Efendiler, tekrar soruyorum: Bu insanın ahlakı istisnalarından mı çıkarılır, yoksa genel uygulamalarından mı? Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın ziyade şefkatinden, oğlu ashabından olduğu için ona muhabbetinden bir münafığın cenaze namazını kıldırdığı rivayet olunur. Fakat 'münafık namazı kılmak' diye bir sünnet var mıdır? Eğer sünnet-i Resulullah ile bu beddua bahsine cevaz arıyorsanız, gayretiniz boşa. Resulullah bu ümmete, hayatından binler hadise şahit ki, bir lanetçi olarak gelmemiştir. Taif'te taşlandığında bile müşriklerin soylarından gelebilecek müslümanlar/masumlar için endişe etmiş, azap istememiştir.
Şimdi siz karşımıza geçmiş, işte kesin bir adres vermedi, eğer ile söyledi, o yüzden birşeycik olmaz diyorsunuz. Ben de diyorum ki: Bilakis, adres vermediğinden bu beddua daha tehlikeli oluyor. Bugün bu yolsuzluk meselesinin perde arkasında uluslararası dolaplar dönmediğini kim söyleyebilir? Mevcut İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı'dan tutun ta kimlere kadar herkes bu fikirde. Aklı başında kime gitseniz, böyle düşünüyor zaten.
Geçtiğimiz gün havaalanındaki karşılamadaydım mesela. Orada nereden baksanız onbinler vardı. Hepsi böyle düşünüyordu. Ne oluyor o zaman? Soruyorum size: Bu beddua ne oluyor? Hukuk içre meseleleri böyle vaizlerimizi çıkarıp lanetleşerek mi konuşmaya başlayacağız; yoksa asıl mesleği hukukçuluk olanlar, bu dalda ehl-i ihtisas olanlar mı çıkıp konuşacak? Nereye gidiyor bu mevzu?
Madem Ali Osman Şimşek, külliyattan alıntı yapmış. Biz de biraz alıntı yapalım da, Bediüzzaman'ın bedduaya karşısındaki duruşu daha net ortaya çıksın. Çünkü farkettim ki, bu abiler Risale okudukları halde, Risalelerin men ettiği bir bektaşilik yapıyorlar. "Bu insaflı mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız. Hatta (temsilde hata olmasın) bir Bektaşiye 'Niçin namaz kılmıyorsun?' demişler. O da 'Kur'ân'da 'Namaza yaklaşmayın!' var...' demiş. Ona demişler: 'Bunun arkasını, yani 'Sarhoş olduğunuz zaman...'ı da oku!' denildiğinde, 'Ben hafız değilim' demiş olması kabilinden, Risale-i Nur'un bir cümlesini tutup o cümleyi tâdil ve neticeyi beyan eden âhirini almayarak aleyhimizde verilmektedir."
Ben de bu 'ahirini almayarak aleyhimizde vermek' meselesi üzerine şimdi Üstadımı müdafaa ediyorum. Buyrun abiler, ahirini de okuyun:
"...Beşincisi: Benim ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum..." (Şualar)
“Bugünlerde, Risale-i Nur'a suikast edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta'ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta'daki iyilerin yüzünden suikastçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine "Yâ Rab, madem Isparta, Risale-i Nur'un bir Medresetü'z-Zehrâsıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü âkıbet ver" diye dua eyledim ve ediyorum.” (Kastamonu Lahikası)
“(...) Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selam söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var...” (Kastamonu Lahikası)
“(...)İmanı kuvvetli bir zabıta veya adliye memurunun, on adam kadar millete ve vatana faydası olabilir. Onun için, maddi zayiatımız, bu manevi faydaya nisbeten hiç ehemmiyeti yok. Münasip gelse, benim tarafımdan da Emniyet Müdürü ve Müdde-i Umumiye selam edip deyiniz ki: "Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver ve Nurlardan müstefid yap..." (Emirdağ Lahikası)
"(...) Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur'un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: 'Bu müdde-i umumînin kızıdır.' O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur'un, o mucize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.” (Emirdağ Lahikası)
"(...) Sizler de, o zatı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevk etmeyiniz; hatta tecavüz edilse de, beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem îmanı var, o noktada kardeşimizdir, bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha şiddetli düşmanlar ve yılanlar var. Elimizde nur var, topuz yok. Nur incitmez, ışığıyla okşar...” (Tarihçe-i Hayat)
Bir insanın ahlakı istisnalardan değil, geneldeki tavrından/duruşundan anlaşılır. Bir dinin aşıladığı ahlak da yine istisnaların ahlakı değil, hayata bakışının ahlakıdır. Bu yönüyle sanıyorum herkes İslam'ın da bir lanet/beddua dini olmadığını takdir eder. Buna bağlı olarak Allah Resulünün ahlakı da (haşa, yüzbin defa haşa) bir lanetçi ahlakı değildir. Yani Allah Resulü, ümmetine bir miras olarak lanetçiliği bırakmamıştır. Aksine; azıcık İslam'dan nasibi olan bilir ki; kendine kötülük edene dahi mümkün mertebe iyilik etmek, hoşgörüyle bakmak bu dinin emridir. Yine Bediüzzaman'ın lanet bahsindeki ifadesini alıntılayacağım buraya: "(...) zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... " Yani Kur'an'ın kulluk anlayışının iki temel rüknü olan takva ve amel-i salih eksenlerinde, hangisinden bakarsanız bakın, lanet tehlikeli ve olumsuz bir iştir. Ne takvaya katkısı olur ne de amel-i salihten sayılır.
Hal böyleyken ve İslamın bu noktada duruşu gayet açıkken, hâlâ kurtuluş kapısı aramak, iyi niyetin değil, olsa olsa meczupluğun delili sayılabilir. O kadar insanı etrafına toplayıp gayet kontrollü ve iradî bir şekilde 'yuvaları bozulsun, evlerine ateşler düşsün' gibi genellemelere sahip; (varsa eğer) suçluyu, yakınındaki masumlardan ayıramayan (öyle ya, o yuva kuş yuvası değil herhalde, insanlar beraber yaşıyor orada) bir bedduayı etmek, onlara amin dedirdiği yetmiyormuş gibi daha binlerce insana video paylaşımı yaparak çarşaf çarşaf amin dedirmek, bu vatanda bir acayip fitne ateşi tutuşturmak, nasıl iyi anlaşılabilir ve buna nasıl cevaz aranabilir? Camiadaki kardeşlerime soruyorum. Ellerini Hocaefendi kasetlerinin üzerine değil, vicdanlarına koysunlar; beş dakika onu hayallerindeki makamdan indirip normal bir insan olarak düşünsünler de cevap versinler.
Bir de şimdi Bediüzzaman'ın hayatındaki iki hadiseden hareketle bu tevbeler edilesi hareketi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Onlardan birisi; ne mal olduğu belli bir valiye zulmünün tazkiyatından, çektiği acıdan ettiği, hedefi belli ve hiçbir masumu mağdur etmeyen ve etmeyecek bir beddua; diğeri ise, Meşihat dairesi yangınına tevafuk etmekle bahsettiği, yine içeriğinde ne olduğu bilinmeyen ve imanım var ki, kesinlikle masumların dahlolmadığı, lafzında da bu hassasiyetin gözetildiği ikinci bir âh hadisesi. Bu iki hadiseyi alıyorlar, esnetiyorlar da esnetiyorlar, kendilerine çıkış kapısı buluyorlar.
Efendiler, tekrar soruyorum: Bu insanın ahlakı istisnalarından mı çıkarılır, yoksa genel uygulamalarından mı? Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın ziyade şefkatinden, oğlu ashabından olduğu için ona muhabbetinden bir münafığın cenaze namazını kıldırdığı rivayet olunur. Fakat 'münafık namazı kılmak' diye bir sünnet var mıdır? Eğer sünnet-i Resulullah ile bu beddua bahsine cevaz arıyorsanız, gayretiniz boşa. Resulullah bu ümmete, hayatından binler hadise şahit ki, bir lanetçi olarak gelmemiştir. Taif'te taşlandığında bile müşriklerin soylarından gelebilecek müslümanlar/masumlar için endişe etmiş, azap istememiştir.
Şimdi siz karşımıza geçmiş, işte kesin bir adres vermedi, eğer ile söyledi, o yüzden birşeycik olmaz diyorsunuz. Ben de diyorum ki: Bilakis, adres vermediğinden bu beddua daha tehlikeli oluyor. Bugün bu yolsuzluk meselesinin perde arkasında uluslararası dolaplar dönmediğini kim söyleyebilir? Mevcut İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı'dan tutun ta kimlere kadar herkes bu fikirde. Aklı başında kime gitseniz, böyle düşünüyor zaten.
Geçtiğimiz gün havaalanındaki karşılamadaydım mesela. Orada nereden baksanız onbinler vardı. Hepsi böyle düşünüyordu. Ne oluyor o zaman? Soruyorum size: Bu beddua ne oluyor? Hukuk içre meseleleri böyle vaizlerimizi çıkarıp lanetleşerek mi konuşmaya başlayacağız; yoksa asıl mesleği hukukçuluk olanlar, bu dalda ehl-i ihtisas olanlar mı çıkıp konuşacak? Nereye gidiyor bu mevzu?
Madem Ali Osman Şimşek, külliyattan alıntı yapmış. Biz de biraz alıntı yapalım da, Bediüzzaman'ın bedduaya karşısındaki duruşu daha net ortaya çıksın. Çünkü farkettim ki, bu abiler Risale okudukları halde, Risalelerin men ettiği bir bektaşilik yapıyorlar. "Bu insaflı mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız. Hatta (temsilde hata olmasın) bir Bektaşiye 'Niçin namaz kılmıyorsun?' demişler. O da 'Kur'ân'da 'Namaza yaklaşmayın!' var...' demiş. Ona demişler: 'Bunun arkasını, yani 'Sarhoş olduğunuz zaman...'ı da oku!' denildiğinde, 'Ben hafız değilim' demiş olması kabilinden, Risale-i Nur'un bir cümlesini tutup o cümleyi tâdil ve neticeyi beyan eden âhirini almayarak aleyhimizde verilmektedir."
Ben de bu 'ahirini almayarak aleyhimizde vermek' meselesi üzerine şimdi Üstadımı müdafaa ediyorum. Buyrun abiler, ahirini de okuyun:
"...Beşincisi: Benim ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum..." (Şualar)
“Bugünlerde, Risale-i Nur'a suikast edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta'ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta'daki iyilerin yüzünden suikastçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine "Yâ Rab, madem Isparta, Risale-i Nur'un bir Medresetü'z-Zehrâsıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü âkıbet ver" diye dua eyledim ve ediyorum.” (Kastamonu Lahikası)
“(...) Saniyen: O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selam söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var...” (Kastamonu Lahikası)
“(...)İmanı kuvvetli bir zabıta veya adliye memurunun, on adam kadar millete ve vatana faydası olabilir. Onun için, maddi zayiatımız, bu manevi faydaya nisbeten hiç ehemmiyeti yok. Münasip gelse, benim tarafımdan da Emniyet Müdürü ve Müdde-i Umumiye selam edip deyiniz ki: "Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver ve Nurlardan müstefid yap..." (Emirdağ Lahikası)
"(...) Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur'un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: 'Bu müdde-i umumînin kızıdır.' O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur'un, o mucize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.” (Emirdağ Lahikası)
"(...) Sizler de, o zatı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevk etmeyiniz; hatta tecavüz edilse de, beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem îmanı var, o noktada kardeşimizdir, bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha şiddetli düşmanlar ve yılanlar var. Elimizde nur var, topuz yok. Nur incitmez, ışığıyla okşar...” (Tarihçe-i Hayat)
28 Aralık 2013 Cumartesi
Hakiki Ziyaeddin'den hakikat-i Hocaefendi'ye hayal sevicilik
Hayali sevmek, hakikati sevmekten kolaydır. Çünkü kusurlar görünmez. Fakat çılgıncadır. Hayalin üzerinde her türlü mübalağa mümkün olduğundan, hayalini sevenler, hakikati sevenlerin dile getirirken tereddüt yaşayacağı pek çok şeyi, maşukları hakkında, hiç tereddüt etmeden tahayyül edebilirler. Bunu asla 'taakkul' seviyesine taşımayacaklarından mantıkla sınamaları da gerekmez. Tasdike ve iz'an'a da uğramazlar. Doğrudan iltizama geçerler. Zihnin meratiplerinde iltizam, iz'an'dan sonra gelse de, süreç doğru yaşanırsa o makamın hakikî kıymeti tezahür edebilir. Aksi takdirde; erişilen iltizam, taassuba sebebiyet veren bir kör olma iması ve manası içerir. Mihengi asla kabul etmez. Bir nevi, hayalden itikat devşirilir.
Bunu size bir temsille anlatmam gerekiyorsa, en uygunu sanıyorum yine Bediüzzaman'ın Kastamonu Lahikası'nda verdiği Hz. Ziyaeddin (k.s.) örneği:
"Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazreti Ziyaeddin'in (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsnüzan etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki: 'Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.'
Beni onunla raptetmek için çok harika makamlarını beyan etti. Ben de o kardeşime dedim ki: 'Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin'i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin.
Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin'i, sen de hayalî bir Ziyaeddin'i seversin.'"
Hayaline âşık olanlar, aşkın hakkını vermek ve onda gark olmak için hayalin suretini istedikleri gibi değiştirebilir, yüceltebilirler. Zevkli de bir iştir bu. Fakat diğer taraftan, bu yüceltmede sorunlar da vardır. Mesela; muhatap, bu yüceltmeyi ne kadar kaldırabilir veya hakkını verebilir? O hakkını veremediği zaman, bu durum, bizi ne boyutta etkileyebilir? Yine Bediüzzaman'ın 15. Söz'de verdiği misalle dile getirirsem:
"(...) birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar ve tekellüfâtlar sahtekârlığını gösterecek; hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır!"
O sebepten ömrüm oldukça hayal sevicilerden olmamaya çalışacağım ben. Güzelin suretini, hakikat aynasından ne kadar seyredebiliyorsam, kaç delille o suretteki izleri ispat edebiliyorsam, o kadar seveceğim. Fazlasındaki lezzete, her ne kadar ondan bir hayır umud ediliyorsa da, girmeyeceğim. Çünkü dengesizliği de görüyorum. Öyle bir hayal seviciliğine ve mübalağaya girenler, daha sonra o muhabbeti yönelttikleri kişi, makamın hakkını veremeyince, kusurundan hareketle onun o makamda olmadığını anlamak yerine; kusurunu inkâr edip onu o makamda görmeye devam ediyorlar. Tabii o kusur da boşta kalmıyor. Birşeylere sirayet ediyor.
Son günlerde üzerinde en çok konuştuğumuz şeylerden olan Hocaefendi'nin bedduası/laneti meselesi de bence yukarıdaki mizanlarla ele alınırsa, bize sağlıklı dersler verebilir. Özellikle bedduadan sonra yaşananlar, sevenlerinin o bedduayı meşrulaştırma ve hoşgösterme üzerine sergiledikleri gereksiz ve tehlikeli çaba, aslında sevilenin hakiki Hocaefendi olmadığını isbat ediyor bizlere. Onu çok yüce bir makamda hayal edenler, hakikatin sureti öyle çıkmayınca, sureti inkâr edip yahut meşrulaştırıp hakikati incitmeyi tercih ediyorlar. Çünkü onca mübalağa inşasından sonra o sevgiden vazgeçmek kalplerine çok ağır geliyor.
Kendim ortaokulda ve lisede abilere gittiğim dönemden biliyorum. Bediüzzaman'ın kışta gelen, Hocaefendi'nin baharda gelen olduğuna yapılan vurgulardan tutun, onunla ilgili anlatılan fizikötesi/fantastik şeylere (mesela 'nabzı yokmuş, doktorlar bulamıyorlarmış' gibi) kadar pek çok şeyde insanüstü bir Hocaefendi tasavvuru sevenlerine nakşediliyor. Hatta bunun ötesinde, ahirzamanda asıl beklenen şahsın o olduğu, Bediüzzaman'ın sadece ona ortam hazırladığı yönündeki telkinler, meselenin ne kadar sağlıksız bir zeminde yürütüldüğünün delilleridir kanaatimce.
Bu noktada ikna edemediklerim varsa, o dönem hizmetteki abilerden dinlediğim, daha sonra ise Bediüzzaman'la ilgili hiçbir kitapta bulamadığım bazı hatıralardan bahsedeceğim:
Efendim, güya bir keresinde Bediüzzaman'a sormuşlar: "Seyda, neden hiç İzmir'e gitmiyorsunuz?" Demiş ki: "İzmir'in sultanı gelecek." (Bu noktadan hareketle Hizmet Hareketinin İzmir'den başlamasına atıf yapılarak o sultanın Hocaefendi olduğu telkini yapılıyordu.) Bir diğeri ise, yine yakın bir kurguda, şöyle: Bediüzzaman'a sormuşlar: "Seyda, neden vaaz vermiyorsunuz?" Cevaben demiş: "Kürsülerin sultanı gelecek..." (Buradan da Hocaefendi'nin hitabetine ve vaiz oluşuna vurguyla onun Bediüzzaman'ın müjdelediği şahıs olduğu aktarılıyordu. Halbuki burada hata var: Bediüzzaman sağlığında çok vaaz vermiştir. Hassaten Erek dağına çekildiği dönemde.) Bir de sarıklı genç mevzu var, ama ona hiç girmeyeyim. Yazı uzar gider. Rüyaları da zaten bu yüzden atladım.
Hasılı, demek istediğim şu: Eğer tahayyülünüz, hakikate isabet etmiyorsa ve arası giderek açılıyorsa, o zaman o tahayyülün gerçek hayatla sınandığı noktalarda sıkıntıya düşmeniz normal. Açıklamakta zorlanabilir, daralabilir, eğer hakikati bulma yoluna girmezseniz, sırf hayaliniz gerçek olsun diye hakikati incitebilirsiniz. Bence camiadaki kardeşlerin beddua konusunda bir türlü gereken açılımı yapamamalarının sebebi de bu. (Yapan da Osman Turhan veya Ahmet Taşgetiren gibi dışlanıyor zaten.) Ve hatta biraz daha ileri gideyim: Mavi Marmara gibi, "Başörtüsü füruattır..." gibi meselelerde hâlâ ümmetle bir sulh yolu bulamamalarının nedeni de bu. Hakikatle yüzleşmek istemiyorlar çünkü. Hakikatle yüzleşmemek, mukni beyanlar üretebilmelerini güçleştiriyor. Tahayyül-ü Leyla'yı seven, asl-ı Leyla'yı anlatabilir mi hiç?
Bunu size bir temsille anlatmam gerekiyorsa, en uygunu sanıyorum yine Bediüzzaman'ın Kastamonu Lahikası'nda verdiği Hz. Ziyaeddin (k.s.) örneği:
"Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazreti Ziyaeddin'in (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsnüzan etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki: 'Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.'
Beni onunla raptetmek için çok harika makamlarını beyan etti. Ben de o kardeşime dedim ki: 'Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin'i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin.
Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin'i, sen de hayalî bir Ziyaeddin'i seversin.'"
Hayaline âşık olanlar, aşkın hakkını vermek ve onda gark olmak için hayalin suretini istedikleri gibi değiştirebilir, yüceltebilirler. Zevkli de bir iştir bu. Fakat diğer taraftan, bu yüceltmede sorunlar da vardır. Mesela; muhatap, bu yüceltmeyi ne kadar kaldırabilir veya hakkını verebilir? O hakkını veremediği zaman, bu durum, bizi ne boyutta etkileyebilir? Yine Bediüzzaman'ın 15. Söz'de verdiği misalle dile getirirsem:
"(...) birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar ve tekellüfâtlar sahtekârlığını gösterecek; hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır!"
O sebepten ömrüm oldukça hayal sevicilerden olmamaya çalışacağım ben. Güzelin suretini, hakikat aynasından ne kadar seyredebiliyorsam, kaç delille o suretteki izleri ispat edebiliyorsam, o kadar seveceğim. Fazlasındaki lezzete, her ne kadar ondan bir hayır umud ediliyorsa da, girmeyeceğim. Çünkü dengesizliği de görüyorum. Öyle bir hayal seviciliğine ve mübalağaya girenler, daha sonra o muhabbeti yönelttikleri kişi, makamın hakkını veremeyince, kusurundan hareketle onun o makamda olmadığını anlamak yerine; kusurunu inkâr edip onu o makamda görmeye devam ediyorlar. Tabii o kusur da boşta kalmıyor. Birşeylere sirayet ediyor.
Son günlerde üzerinde en çok konuştuğumuz şeylerden olan Hocaefendi'nin bedduası/laneti meselesi de bence yukarıdaki mizanlarla ele alınırsa, bize sağlıklı dersler verebilir. Özellikle bedduadan sonra yaşananlar, sevenlerinin o bedduayı meşrulaştırma ve hoşgösterme üzerine sergiledikleri gereksiz ve tehlikeli çaba, aslında sevilenin hakiki Hocaefendi olmadığını isbat ediyor bizlere. Onu çok yüce bir makamda hayal edenler, hakikatin sureti öyle çıkmayınca, sureti inkâr edip yahut meşrulaştırıp hakikati incitmeyi tercih ediyorlar. Çünkü onca mübalağa inşasından sonra o sevgiden vazgeçmek kalplerine çok ağır geliyor.
Kendim ortaokulda ve lisede abilere gittiğim dönemden biliyorum. Bediüzzaman'ın kışta gelen, Hocaefendi'nin baharda gelen olduğuna yapılan vurgulardan tutun, onunla ilgili anlatılan fizikötesi/fantastik şeylere (mesela 'nabzı yokmuş, doktorlar bulamıyorlarmış' gibi) kadar pek çok şeyde insanüstü bir Hocaefendi tasavvuru sevenlerine nakşediliyor. Hatta bunun ötesinde, ahirzamanda asıl beklenen şahsın o olduğu, Bediüzzaman'ın sadece ona ortam hazırladığı yönündeki telkinler, meselenin ne kadar sağlıksız bir zeminde yürütüldüğünün delilleridir kanaatimce.
Bu noktada ikna edemediklerim varsa, o dönem hizmetteki abilerden dinlediğim, daha sonra ise Bediüzzaman'la ilgili hiçbir kitapta bulamadığım bazı hatıralardan bahsedeceğim:
Efendim, güya bir keresinde Bediüzzaman'a sormuşlar: "Seyda, neden hiç İzmir'e gitmiyorsunuz?" Demiş ki: "İzmir'in sultanı gelecek." (Bu noktadan hareketle Hizmet Hareketinin İzmir'den başlamasına atıf yapılarak o sultanın Hocaefendi olduğu telkini yapılıyordu.) Bir diğeri ise, yine yakın bir kurguda, şöyle: Bediüzzaman'a sormuşlar: "Seyda, neden vaaz vermiyorsunuz?" Cevaben demiş: "Kürsülerin sultanı gelecek..." (Buradan da Hocaefendi'nin hitabetine ve vaiz oluşuna vurguyla onun Bediüzzaman'ın müjdelediği şahıs olduğu aktarılıyordu. Halbuki burada hata var: Bediüzzaman sağlığında çok vaaz vermiştir. Hassaten Erek dağına çekildiği dönemde.) Bir de sarıklı genç mevzu var, ama ona hiç girmeyeyim. Yazı uzar gider. Rüyaları da zaten bu yüzden atladım.
Hasılı, demek istediğim şu: Eğer tahayyülünüz, hakikate isabet etmiyorsa ve arası giderek açılıyorsa, o zaman o tahayyülün gerçek hayatla sınandığı noktalarda sıkıntıya düşmeniz normal. Açıklamakta zorlanabilir, daralabilir, eğer hakikati bulma yoluna girmezseniz, sırf hayaliniz gerçek olsun diye hakikati incitebilirsiniz. Bence camiadaki kardeşlerin beddua konusunda bir türlü gereken açılımı yapamamalarının sebebi de bu. (Yapan da Osman Turhan veya Ahmet Taşgetiren gibi dışlanıyor zaten.) Ve hatta biraz daha ileri gideyim: Mavi Marmara gibi, "Başörtüsü füruattır..." gibi meselelerde hâlâ ümmetle bir sulh yolu bulamamalarının nedeni de bu. Hakikatle yüzleşmek istemiyorlar çünkü. Hakikatle yüzleşmemek, mukni beyanlar üretebilmelerini güçleştiriyor. Tahayyül-ü Leyla'yı seven, asl-ı Leyla'yı anlatabilir mi hiç?
27 Aralık 2013 Cuma
Mürşid hata yapmaz mı?
"Size ben, 'Allah’ın hazineleri yanımdadır' demiyorum; gaybı da bilmem. 'Ben bir meleğim' de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, 'Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez' de diyemem. Allah, onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum." (Hûd, 31)
Bediüzzaman gibi bir mürşidin takipçisi olduğum için ebediyen Allah'a hamdederim. Çünkü, evvela, mürşidim kendi hayatını eleştirebiliyor. Eski Said, Yeni Said diye ikiye ayırıp, ikincisi rağmına birincisinin hatırını incitebiliyor. Hem bu kadar da değil. Yazdığı en çetrefilli meselelerde bile "Ben dedim, böyle kabul edin" demiyor. Diyor ki: "Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve kat iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakîni, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakîni kısmındandır."
Ve hatta başka bir yerde diyor ki:
"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Ben bu yüzden Üstadımı çok seviyorum. Onun taklidi sevmeyen yapısından, en küçük meselelerde bile aklın hatırında 'acaba' bırakmayan müdakkik anlatımından çok istifade ediyorum. Belki de o beni böyle alıştırdığından, bu temayülde olmayan mürşidlerin derslerinden istifadem az oluyor. Sıkılıyorum. Bunalıyorum. Çünkü irdeliyor, sorguluyorum. Onlar da beni pek sevmiyor. Her neyse. Mazim, bu noktada yeterli delil içerir sanırım.
Bugünlerde de, hepimizin bildiği bir mesele yüzünden, bir kez daha böyle bir Üstadın takipçisi olduğum için Allah'a hamdettim. Bir mürşidin, belki bir kızgınlık anında, takipçileri huzurunda ettiği (masumları ayırmakta yeterli hassasiyeti gözetmediğini düşündüğüm) acı bir bedduanın doğurduğu yıkıcı sonuçlar, müminler mabeynine saldığı tehlike, oluşturduğu düşmanlık, dillerde ve kalplerde açtığı yara, geçtiğimiz günlerin en çok üzerine konuştuğumuz meselelerinden birisi oldu.
İnsanlar hata yapabilir. Hiçbirimiz peygamber ismetine/korunmuşluğuna sahip değiliz. Âmenna! Bunları inkâr ediyor değilim. Fakat bu bedduanın ardından o mürşidin takipçilerinin takındığı bir tavır var ki; bunu cidden analiz etmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar, mürşidlerinin bu hatasına 'hata' demedikleri gibi, Kur'an'dan ve hadisten burhanlar bularak bu kem işi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de nasıl bed bir çığır açtıklarının farkında değiller.
Öncelikle apaçık söyleyeyim: Bence bir mürşidin, gayet geniş olan burhan-ı yakîni yolunu terk edip (yani deliller eşliğinde konuşmayı bırakıp) kazıye-yi makbuleyi tercih etmesi (haydi bunu geçelim, bu görece masumdur), hatta karşı tarafın 'manevi baskıyla' susturulmasını netice verir (ümidiyle) beddua ve lanete girişmesi, takipçileri adına ciddi tehlikelerin alametidir. Çünkü böylesine delil sunmaz ve sorgulanamaz liderci ekoller, lider iyiyken iyi olsalar da, lider kötü olunca, bir seyyieleri bin seyyieye dönüşecek büyük yıkımlar yapabilirler. Onları durduracak bir şüphe refleksi oluşmadığından, kararda kalamazlar. Suistimalleri de, mürşidin 'iyi niyetini' çok çok aşar.
Bundan daha tehlikelisi: O ekollerin bir kısım takipçilerinin liderlerinin hatasına 'hata' diyemeyip, tenzih-i mürşid etmek niyetiyle din-i mübin-i İslam'ı kirletmeleridir. Halbuki hataya hata denilse, İslam pak olur; mürşid, tevbe edinceye kadar küçük bir arızaya maruz kalır. Kemaline (eğer beklenen şey bir ismet değilse) nakıse gelmez.
Öteki türlü olduğunda ise; mürşid 'kurtulmuş gibi' görünse de açılan tehlikeli çığır, tehlikeli meşrulaştırma, ondan sonra o yoldan gidecekleri varta olarak bekler hale gelebilir. Diyelim; örneğimiz, mezkûr beddua gibi birşey olsun. Bu tarafın da, karşı tarafın da meczupları (ki her meslekte vardır); öfkelerine mağlup olarak birbirleriyle her köşebaşında lanetleşir hale gelebilirler. Eserlerinde temsillerin, ilmin elinden cehlin eline düşmesiyle yaşanan garipliklere dikkat çeken Bediüzzaman, bu noktada da rehber edinilmelidir. Bu çirkin çığır, cehlin eline düşerse sonuçları ne olur? Hiç düşünülmüş müdür?
Geçtiğimiz gün Ali Osman Şimşek'in, mezkur hadiseyi meşrulaştırmak için Efendimiz aleyhissalatu vesselamın hayatından ve Bediüzzaman'ın hayatından örneklerle süslediği, fakat alıntıladığı olayların konjonktür ve mahiyetlerini tamamen ıskalayan, metnini okudum. Daha evvel de Abdullah Aymaz abinin yine benzer meşrulaştırma çabasını okumuştum köşesinde. Doğrudan diyeyim: Yani anlayamıyorum. "Bu hatadır, olmuştur, Hocaefendi de insandır..." demek bu kadar kolay ve güzel bir yolken, hâlâ neden zorlama örneklerle mesele meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır? Neden tek bir kişinin hatası sayılabilecek bir mesele (kendisi dahi bir sonraki Bamteli sohbetinde geri adım attığı halde) şerhlerle bir çığır haline dönüştürülmek istenmektedir? Bunun mantığa sığan bir tarafı var mıdır acaba?
Gariplikler zamanındayız. Bediüzzaman'ın 'hakikat mesleğinden' istifadeyle başlayan bir yolun, nasıl burhan-ı yakîniden tekrar eski usûle, yani kazıye-yi makbuleye evrildiğine şahit oluyoruz. Sanıyorum, bizdeki böylesi her kırılmanın başı; hüsnüzan ve adem-i itimat arasında korunması gereken dengenin gözetilmez oluşu. Gark olmak, mest olmak, ehl-i sekr olmak hoşumuza gidiyor. Şeyh uçurmak, uçurtma uçurmaktan keyifli galiba. Sormaksa... Sormaksa, pek çoğumuz için edepsizlik, nezaketsizlik, anlamama belirtisi. Fakat kardeşlerim: Sormayan bir peygamberin kıssası var mı Kur'an'da?
Bediüzzaman gibi bir mürşidin takipçisi olduğum için ebediyen Allah'a hamdederim. Çünkü, evvela, mürşidim kendi hayatını eleştirebiliyor. Eski Said, Yeni Said diye ikiye ayırıp, ikincisi rağmına birincisinin hatırını incitebiliyor. Hem bu kadar da değil. Yazdığı en çetrefilli meselelerde bile "Ben dedim, böyle kabul edin" demiyor. Diyor ki: "Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve kat iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakîni, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakîni kısmındandır."
Ve hatta başka bir yerde diyor ki:
"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Ben bu yüzden Üstadımı çok seviyorum. Onun taklidi sevmeyen yapısından, en küçük meselelerde bile aklın hatırında 'acaba' bırakmayan müdakkik anlatımından çok istifade ediyorum. Belki de o beni böyle alıştırdığından, bu temayülde olmayan mürşidlerin derslerinden istifadem az oluyor. Sıkılıyorum. Bunalıyorum. Çünkü irdeliyor, sorguluyorum. Onlar da beni pek sevmiyor. Her neyse. Mazim, bu noktada yeterli delil içerir sanırım.
Bugünlerde de, hepimizin bildiği bir mesele yüzünden, bir kez daha böyle bir Üstadın takipçisi olduğum için Allah'a hamdettim. Bir mürşidin, belki bir kızgınlık anında, takipçileri huzurunda ettiği (masumları ayırmakta yeterli hassasiyeti gözetmediğini düşündüğüm) acı bir bedduanın doğurduğu yıkıcı sonuçlar, müminler mabeynine saldığı tehlike, oluşturduğu düşmanlık, dillerde ve kalplerde açtığı yara, geçtiğimiz günlerin en çok üzerine konuştuğumuz meselelerinden birisi oldu.
İnsanlar hata yapabilir. Hiçbirimiz peygamber ismetine/korunmuşluğuna sahip değiliz. Âmenna! Bunları inkâr ediyor değilim. Fakat bu bedduanın ardından o mürşidin takipçilerinin takındığı bir tavır var ki; bunu cidden analiz etmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar, mürşidlerinin bu hatasına 'hata' demedikleri gibi, Kur'an'dan ve hadisten burhanlar bularak bu kem işi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de nasıl bed bir çığır açtıklarının farkında değiller.
Öncelikle apaçık söyleyeyim: Bence bir mürşidin, gayet geniş olan burhan-ı yakîni yolunu terk edip (yani deliller eşliğinde konuşmayı bırakıp) kazıye-yi makbuleyi tercih etmesi (haydi bunu geçelim, bu görece masumdur), hatta karşı tarafın 'manevi baskıyla' susturulmasını netice verir (ümidiyle) beddua ve lanete girişmesi, takipçileri adına ciddi tehlikelerin alametidir. Çünkü böylesine delil sunmaz ve sorgulanamaz liderci ekoller, lider iyiyken iyi olsalar da, lider kötü olunca, bir seyyieleri bin seyyieye dönüşecek büyük yıkımlar yapabilirler. Onları durduracak bir şüphe refleksi oluşmadığından, kararda kalamazlar. Suistimalleri de, mürşidin 'iyi niyetini' çok çok aşar.
Bundan daha tehlikelisi: O ekollerin bir kısım takipçilerinin liderlerinin hatasına 'hata' diyemeyip, tenzih-i mürşid etmek niyetiyle din-i mübin-i İslam'ı kirletmeleridir. Halbuki hataya hata denilse, İslam pak olur; mürşid, tevbe edinceye kadar küçük bir arızaya maruz kalır. Kemaline (eğer beklenen şey bir ismet değilse) nakıse gelmez.
Öteki türlü olduğunda ise; mürşid 'kurtulmuş gibi' görünse de açılan tehlikeli çığır, tehlikeli meşrulaştırma, ondan sonra o yoldan gidecekleri varta olarak bekler hale gelebilir. Diyelim; örneğimiz, mezkûr beddua gibi birşey olsun. Bu tarafın da, karşı tarafın da meczupları (ki her meslekte vardır); öfkelerine mağlup olarak birbirleriyle her köşebaşında lanetleşir hale gelebilirler. Eserlerinde temsillerin, ilmin elinden cehlin eline düşmesiyle yaşanan garipliklere dikkat çeken Bediüzzaman, bu noktada da rehber edinilmelidir. Bu çirkin çığır, cehlin eline düşerse sonuçları ne olur? Hiç düşünülmüş müdür?
Geçtiğimiz gün Ali Osman Şimşek'in, mezkur hadiseyi meşrulaştırmak için Efendimiz aleyhissalatu vesselamın hayatından ve Bediüzzaman'ın hayatından örneklerle süslediği, fakat alıntıladığı olayların konjonktür ve mahiyetlerini tamamen ıskalayan, metnini okudum. Daha evvel de Abdullah Aymaz abinin yine benzer meşrulaştırma çabasını okumuştum köşesinde. Doğrudan diyeyim: Yani anlayamıyorum. "Bu hatadır, olmuştur, Hocaefendi de insandır..." demek bu kadar kolay ve güzel bir yolken, hâlâ neden zorlama örneklerle mesele meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır? Neden tek bir kişinin hatası sayılabilecek bir mesele (kendisi dahi bir sonraki Bamteli sohbetinde geri adım attığı halde) şerhlerle bir çığır haline dönüştürülmek istenmektedir? Bunun mantığa sığan bir tarafı var mıdır acaba?
Gariplikler zamanındayız. Bediüzzaman'ın 'hakikat mesleğinden' istifadeyle başlayan bir yolun, nasıl burhan-ı yakîniden tekrar eski usûle, yani kazıye-yi makbuleye evrildiğine şahit oluyoruz. Sanıyorum, bizdeki böylesi her kırılmanın başı; hüsnüzan ve adem-i itimat arasında korunması gereken dengenin gözetilmez oluşu. Gark olmak, mest olmak, ehl-i sekr olmak hoşumuza gidiyor. Şeyh uçurmak, uçurtma uçurmaktan keyifli galiba. Sormaksa... Sormaksa, pek çoğumuz için edepsizlik, nezaketsizlik, anlamama belirtisi. Fakat kardeşlerim: Sormayan bir peygamberin kıssası var mı Kur'an'da?
26 Aralık 2013 Perşembe
Ne tehevvür, cesaret; ne lanet, amel-i salih
"Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler." (Hucurat, 11)
İnsanî bir tereddüt hep olmalı. Sahabe mesleği bu. Hz. Ömer'den ders aldığımız birşey. Hani o mübarek demiş: "Herkes cehenneme girse, yalnız bir kişi cennetlik olsa, umut ederim ki, ben olayım. Herkes cennete gitse, bir kişi cehennemlik olsa, korkarım ki, ben olayım." Öyle birşey. Seviyorum böyle bir tereddüt yaşamayı. Çünkü korkuyorum akıbetinden emin olanlardan. Bu eminlik, rivayetlerde endişe edilmesi gereken birşey olarak naklediliyor. Hepimizin bahtı Allah'ın elinde ne de olsa. Takdir onun elinde. Ve o, kişi ile kalbi arasına giren. Ve o, kalpleri istediği gibi evirip çevirebilen... Onun böylesine tasarrufundayken herşeyimiz ve biz; bizim dediğimiz amellerin bile ne derece ihlaslı olduğunu tesbit edemezken, nasıl emin olalım kendi akıbetimizden ve karşımızdakinin akıbetinden? Nasıl bu kadar kesin konuşalım? Risk alalım?
Dünyayı konuşmak başka, ahireti konuşmak başka. Âlem-i şahadeti konuşmak başka, âlem-i gaybı konuşmak başka. Delili konuşmak başka, zannı konuşmak başka. Levh-i mahfuza nazarı çıkan var mı aramızda? Ya amel defterine nazarı yetişeni? Mizandan sonraki akıbetinin ne olacağını ve şu an yaptığı işin rıza dairesinde mi, yoksa içine bir riya, bir ucb, bir fahr karışmakla abes dairesinde mi yer aldığını hangimiz kesin bir şekilde bilir? Ancak ümid edebilir.
Kendimiz için bile. Kendimizi en çok bildiğimiz halde. Ancak ümid edebiliriz. Ağzımızdan giren gıdanın vücudumuzda nerelere gideceğini kontrol edemediğimiz gibi, yaptığımız amellerin de hangi deftere, kaç sevapla (veya ıskalanmışsa kaç günahla) yazılacağını nereden bilebiliriz?
Bu yüzden severim sahabe tereddüdünü. Amellerinden emin olmamayı. Hz. Hanzala'nın, Hz. Ebu Bekir'i yakalayıp "Galiba ben münafık oldum" deyişini. O tereddüt ile yaşadığı halde meleklerin yıkadığı bir şehit oluşunu. Severim bunları. Çünkü bunlar bize insan olduğumuzu hatırlatan şeylerdir. Yanılabileceğimizi. Hem kendi yanılmamız da sınırlamasın endişelerimizi. Yanımızdakiler de yanılabilir. Onlar hakkında konuşurken daha bir mütereddit olunmalıdır. Zira ayet der: “Rabbim, şeytanın kışkırtmasından sana sığınırım ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” Müminin imtihanı bitmez, şeytandan Allah'a sığınmakla. Ya kendisi selametteyken yanındakiler, emrindekiler, dost sandıkları gaflette bulunuyorlarsa?
Bu yüzden ehl-i sünnetin, ehl-i musavvibenin lanet bahsinde durdukları yeri çok beğenirim. Bediüzzaman'dan almışımdır bunun dersini. Zaten ehl-i sünneti de, musavvibenin duruşunu da o bana ders vermiştir. Şöyle der Bediüzzaman ilgili yerde:
"Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, 'Yezide lanet caizdir' demiş; fakat 'Lanet vaciptir' dememiş. 'Hayırdır ve sevabı vardır' dememiş. Çünkü, hem Kur'ân'ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şeran bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... "
Sonra hayatını düşünürüm Bediüzzaman'ın. Kendisine büyük zulümler etmiş savcılara, valilere, idarecilere bile beddua etmeyişini. Masumların yüzü suyu hürmetine vazgeçişini. Anlarım ki; ehl-i sünnet mesleğinin bir yanı da vicdan ve merhamettir. Kuvve-i akliyeyi, kuvve-i gadabiyenin eline vermemektir. Ki, kuvve-i gadabiyenin İslamî kullanımı da Resul-ü Ekrem'in hayatı üzerinden şöyle anlatır:
"Meselâ (...) kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî masumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir."
Başta insanî bir tereddütten bahsetmiştim ya. İşte o insanî tereddüt, şecaat-i kudsiyenin bir gereğidir. Tehevvür (çılgınlık), cesaret değildir çünkü. Bir sarhoşluktur. Bir meczup, öyle şeyler söyleyebilir ki; siz, aklınız elinizdeyken onları söyleyemezsiniz. Bir deli öyle şeylere cesaret edebilir ki, siz aklınız başınızda olarak ona teşebbüs edemezsiniz. Çünkü aklınız, insafınız ve vicdanınız tutar ellerinizden. "Gitme!" der. "Gitme kardeşim, orası rıza dairesine girmeyebilir. Seni veya bir başkasını incitebilir." Belki de biraz bu yüzden hadis-i şerif bize şüpheli olanlardan kaçınmayı tavsiye eder. Şüpheli olanı, yani kesin bilinmeyeni, bizim için gayb olanı. Birisi size 'eğer...' diye başlayan sonuçları tehlikeli bir dua tenbihlese, eğer bu gayba dairse, tereddüt edersiniz.
Amel defterinde, ind-i İlahî'de, levh-i mahfuzda yazılı olan, nazarı oraya kadar çıkabilenlerin ancak emin olabilecekleri şeylerde lanetleşmek de böyledir. Evet, Kur'an'da tel'in vardır. Fakat arkasında vahyin olduğu bir Resule, gaybı bildiren Allah tarafından sağlanmış bir eminlikle, hem de küfrü kesin olan bir kavme (Necranlılara) karşı emredilmiştir. Müminler mabeyninde tel'inin kullanılmasına emir yoktur. Cevaz verilemez ve revacı sağlanamaz. Meslek haline getirilemez.
Görüyorsunuz, Yezid konusunda bile ehl-i sünnet uleması ne kadar hassastır! Hz. Ali, iki ehl-i İslam ordu karşı karşıyayken "Bizden de ölenler şehit, onlardan da..." derken ne kadar hassastır. Buna rağmen yine de lanet etmek, hadi edildi bir hata olarak, fıkıhta onu destekleyecek deliller aramak, nasıl bed bir çığır açmaktır! Hem nasıl bir tereddütsüzlüktür ki; rıza dairesi nazarında ve kontrolündeymiş gibi kendi sevenlerini de mahvedebilecek bir duaya tüm tarafların amin demesi istenmektedir?
Kaldı ki, muhatabı da (günahkâr olsa bile) mümindir bu duanın. Muhatabı tekfir etmeye hiçbir delil yoktur. Buna rağmen bu rahatlık, kesinlikle ve kesinlikle, sahabe mesleği değildir. Dengeli bir idrakin ürünü değildir... Allah ümmetin içinde lanetleşmelerden bizi korusun. Ömer bin Abdülaziz gibi, Emeviyenin hutbelerde âdet haline getirdiği ehl-i beyt lanetine dur diyebilecek âlimler ve yöneticiler yetiştirsin. Yeni lanetler inşa edenleri değil. Bize de yanlışa yanlış diyebilecek gücü versin. Amin.
İnsanî bir tereddüt hep olmalı. Sahabe mesleği bu. Hz. Ömer'den ders aldığımız birşey. Hani o mübarek demiş: "Herkes cehenneme girse, yalnız bir kişi cennetlik olsa, umut ederim ki, ben olayım. Herkes cennete gitse, bir kişi cehennemlik olsa, korkarım ki, ben olayım." Öyle birşey. Seviyorum böyle bir tereddüt yaşamayı. Çünkü korkuyorum akıbetinden emin olanlardan. Bu eminlik, rivayetlerde endişe edilmesi gereken birşey olarak naklediliyor. Hepimizin bahtı Allah'ın elinde ne de olsa. Takdir onun elinde. Ve o, kişi ile kalbi arasına giren. Ve o, kalpleri istediği gibi evirip çevirebilen... Onun böylesine tasarrufundayken herşeyimiz ve biz; bizim dediğimiz amellerin bile ne derece ihlaslı olduğunu tesbit edemezken, nasıl emin olalım kendi akıbetimizden ve karşımızdakinin akıbetinden? Nasıl bu kadar kesin konuşalım? Risk alalım?
Dünyayı konuşmak başka, ahireti konuşmak başka. Âlem-i şahadeti konuşmak başka, âlem-i gaybı konuşmak başka. Delili konuşmak başka, zannı konuşmak başka. Levh-i mahfuza nazarı çıkan var mı aramızda? Ya amel defterine nazarı yetişeni? Mizandan sonraki akıbetinin ne olacağını ve şu an yaptığı işin rıza dairesinde mi, yoksa içine bir riya, bir ucb, bir fahr karışmakla abes dairesinde mi yer aldığını hangimiz kesin bir şekilde bilir? Ancak ümid edebilir.
Kendimiz için bile. Kendimizi en çok bildiğimiz halde. Ancak ümid edebiliriz. Ağzımızdan giren gıdanın vücudumuzda nerelere gideceğini kontrol edemediğimiz gibi, yaptığımız amellerin de hangi deftere, kaç sevapla (veya ıskalanmışsa kaç günahla) yazılacağını nereden bilebiliriz?
Bu yüzden severim sahabe tereddüdünü. Amellerinden emin olmamayı. Hz. Hanzala'nın, Hz. Ebu Bekir'i yakalayıp "Galiba ben münafık oldum" deyişini. O tereddüt ile yaşadığı halde meleklerin yıkadığı bir şehit oluşunu. Severim bunları. Çünkü bunlar bize insan olduğumuzu hatırlatan şeylerdir. Yanılabileceğimizi. Hem kendi yanılmamız da sınırlamasın endişelerimizi. Yanımızdakiler de yanılabilir. Onlar hakkında konuşurken daha bir mütereddit olunmalıdır. Zira ayet der: “Rabbim, şeytanın kışkırtmasından sana sığınırım ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” Müminin imtihanı bitmez, şeytandan Allah'a sığınmakla. Ya kendisi selametteyken yanındakiler, emrindekiler, dost sandıkları gaflette bulunuyorlarsa?
Bu yüzden ehl-i sünnetin, ehl-i musavvibenin lanet bahsinde durdukları yeri çok beğenirim. Bediüzzaman'dan almışımdır bunun dersini. Zaten ehl-i sünneti de, musavvibenin duruşunu da o bana ders vermiştir. Şöyle der Bediüzzaman ilgili yerde:
"Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, 'Yezide lanet caizdir' demiş; fakat 'Lanet vaciptir' dememiş. 'Hayırdır ve sevabı vardır' dememiş. Çünkü, hem Kur'ân'ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şeran bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... "
Sonra hayatını düşünürüm Bediüzzaman'ın. Kendisine büyük zulümler etmiş savcılara, valilere, idarecilere bile beddua etmeyişini. Masumların yüzü suyu hürmetine vazgeçişini. Anlarım ki; ehl-i sünnet mesleğinin bir yanı da vicdan ve merhamettir. Kuvve-i akliyeyi, kuvve-i gadabiyenin eline vermemektir. Ki, kuvve-i gadabiyenin İslamî kullanımı da Resul-ü Ekrem'in hayatı üzerinden şöyle anlatır:
"Meselâ (...) kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî masumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir."
Başta insanî bir tereddütten bahsetmiştim ya. İşte o insanî tereddüt, şecaat-i kudsiyenin bir gereğidir. Tehevvür (çılgınlık), cesaret değildir çünkü. Bir sarhoşluktur. Bir meczup, öyle şeyler söyleyebilir ki; siz, aklınız elinizdeyken onları söyleyemezsiniz. Bir deli öyle şeylere cesaret edebilir ki, siz aklınız başınızda olarak ona teşebbüs edemezsiniz. Çünkü aklınız, insafınız ve vicdanınız tutar ellerinizden. "Gitme!" der. "Gitme kardeşim, orası rıza dairesine girmeyebilir. Seni veya bir başkasını incitebilir." Belki de biraz bu yüzden hadis-i şerif bize şüpheli olanlardan kaçınmayı tavsiye eder. Şüpheli olanı, yani kesin bilinmeyeni, bizim için gayb olanı. Birisi size 'eğer...' diye başlayan sonuçları tehlikeli bir dua tenbihlese, eğer bu gayba dairse, tereddüt edersiniz.
Amel defterinde, ind-i İlahî'de, levh-i mahfuzda yazılı olan, nazarı oraya kadar çıkabilenlerin ancak emin olabilecekleri şeylerde lanetleşmek de böyledir. Evet, Kur'an'da tel'in vardır. Fakat arkasında vahyin olduğu bir Resule, gaybı bildiren Allah tarafından sağlanmış bir eminlikle, hem de küfrü kesin olan bir kavme (Necranlılara) karşı emredilmiştir. Müminler mabeyninde tel'inin kullanılmasına emir yoktur. Cevaz verilemez ve revacı sağlanamaz. Meslek haline getirilemez.
Görüyorsunuz, Yezid konusunda bile ehl-i sünnet uleması ne kadar hassastır! Hz. Ali, iki ehl-i İslam ordu karşı karşıyayken "Bizden de ölenler şehit, onlardan da..." derken ne kadar hassastır. Buna rağmen yine de lanet etmek, hadi edildi bir hata olarak, fıkıhta onu destekleyecek deliller aramak, nasıl bed bir çığır açmaktır! Hem nasıl bir tereddütsüzlüktür ki; rıza dairesi nazarında ve kontrolündeymiş gibi kendi sevenlerini de mahvedebilecek bir duaya tüm tarafların amin demesi istenmektedir?
Kaldı ki, muhatabı da (günahkâr olsa bile) mümindir bu duanın. Muhatabı tekfir etmeye hiçbir delil yoktur. Buna rağmen bu rahatlık, kesinlikle ve kesinlikle, sahabe mesleği değildir. Dengeli bir idrakin ürünü değildir... Allah ümmetin içinde lanetleşmelerden bizi korusun. Ömer bin Abdülaziz gibi, Emeviyenin hutbelerde âdet haline getirdiği ehl-i beyt lanetine dur diyebilecek âlimler ve yöneticiler yetiştirsin. Yeni lanetler inşa edenleri değil. Bize de yanlışa yanlış diyebilecek gücü versin. Amin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...