22 Ekim 2023 Pazar
Recm cezası için kimseden özür dilemiyorum
Sinemanın-dizilerin en çok ekmeğini yediği mevzulardan birisi 'intikam'dır. İntikam yapımları çok izlenir. Zira herkes kahramanın mağduriyetiyle empati kurar. İntikam alınırken kendisi alıyormuş gibi hisseder. Yıllar önce bir arkadaşım canı sıkıldığında rahatlamak için Süleyman Çakır'ın Tombalacı'nın kemiklerini kırdığı sahneyi izlediğini söylemişti. (Her izleyişinde bir tür rehabilitasyon yaşıyormuş.) Adaletin yerine geldiğini düşünmek hepimizi rahatlatıyor. Uç misalleriyle bile olsa. Mesela: Şimdilerde kocaları tarafından ihanet edilmiş kadınların intikam aldığı diziler revaç buldu. Hatta öyle bir intikam alıyorlar ki, kocaları, "Ölsem de kurtulsam!" noktasına gelebiliyor. (Gone Girl filmi de bu hususta ilginç bir örneklik taşıyordu. "Aldatılan bir kadın ne kadar ileriye gidebilir?" sorusunu sorduran enteresan bir yapımdı.) Bir de böylesi vakalarda tezahür eden şöylesi bir durum var: Günah başkasına karşı işlendiğinde çok ağır gelen cezalar bize karşı işlendiğinde "Az bile yaptım!" normalitesine dönebiliyor. Doğrular yerinden oynuyor. Bu oynaklık da ister istemez sorduruyor: Adalet nedir?
Michael J. Sandel'ın Eksik Kitaplar'dan çıkan Adalet'ini okudum bu yakınlarda. Cidden istifade ettiğim bir okuma oldu. (Tanıttığım video için: https://youtu.be/TpB0DcIlVsQ?feature=shared) Sandel, eserinde, şöyle bir sistematik üzerinden ilerliyor: 1) Tartışmalara konu olan bir vakayı paylaşıyor. 2) Sonra o vakayı 'adalet' olarak açıklayan 'adalet felsefesini' izah ediyor. 3) Sonra izah ettiği felsefenin çözüm olamadığı başka bir vakayı okuyucuya naklediyor. 4) Sonra bu ikinci hâdiseye çözüm üretebilen başka bir adalet yaklaşımını analiz ediyor. 5) Sonra bu sonra naklettiği yaklaşımın da çözüm üretemediği üçüncü bir hâdiseyi daha paylaşıyor... Ve hakeza. Kitapta bu metod üzerine birçok adalet yaklaşımını öğrenmiş oluyorsunuz. Hem de günahlarıyla-sevaplarıyla. Sandel, mâkul gördüğü yaklaşımların dahi, içinden çıkamadığı durumlar olduğunu kabul ediyor. Onların da zaaflarını ortaya koymaktan geri durmuyor. Eserin, bana göre, tek açığı çok fazla ABD-Avrupa merkezli ilerlemesi. Dünyanın geri kalanının adaleti nasıl anladığına kulak vermemesi. Eh, buna da artık alıştık, "Niye böyle?" demiyoruz. Amerikalıların Asya'da-Afrika'da bir yeri haritada bulma yetenekleri bile zayıftır zira.
Kitabın gözümü açtığı şeylerden birisi de 'adalet' tartışmalarının aslında 'itikat' tartışmaları olduğudur. Yani esas gerilim ideolojik düzeyde yaşanmaktadır. Doğru-yanlış kabulleri daha en temelde başkadır. Taraflar başka ilkeler/usûller eşliğinde adaleti aramaktadır. Bu ilkeler/usûller vakaları değerlendirme şekillerini etkilemektedir. Ve nihayetinde mevzu 'Senin-benim adaletim!' noktasında düğümlenmektedir. Sözgelimi: Toplumsal faydayı merkeze alan bir yaklaşım bireyin haklarını örselemektedir. Birey haklarına vurgulu bir yaklaşımsa toplumsal faydayı/zararı gözardı edebilmektedir. Erdem merkezli yaklaşımların otoriterliğe evrilmesi riski vardır. Hürriyet merkezli yaklaşımların sefaheti/sapıklığı normalleştirmesi tehlikesi sözkonusudur. Hasılı: İlkeler üzerinden ilerleyen seküler adalet arayışları da dört başı mâmur bir düzen kuramamışlardır. Her yerin mutsuzları vardır. Her ilkenin bir/birçok istisnasına rastlanmaktadır. Sandel'ın da 51. sayfada dediği gibi:
"(...) ahlakî çıkmazlarla mücadele etmek, özel hayatımızda ve kamusal alanda, uygulanacak ahlakî iddianın nasıl geliştirileceğini açıklar. Demokratik toplumlarda hayat doğru, yanlış, âdil ve adaletsiz üzerine anlaşmazlıklarla doludur. Bazı insanlar kürtaj hakkını savunurken diğerleri için kürtaj cinayettir. Bazıları çabalarıyla para kazanmışlardan vergi almanın âdil olmadığına inanırken, bazıları fakirlere yardım için zenginlerin vergilendirilmesinin hakkaniyet olduğuna inanır. Bazıları geçmişteki yanlışları düzeltmek adına, üniversite kabullerinde pozitif ayrımcılığı savunurken, bazıları bunu yetenekleriyle kabul edilmeyi hakeden insanlara karşı yapılmış ayrımcılığın adaletsiz bir türü olarak kabul eder. Bazıları terör şüphelilerine işkence yapılmasını özgür toplumun bir alçaklığı ve ahlakî iğrençlik olarak reddederken, bazıları terörist bir saldırıyı engellemek için gerekliyse bunu savunur. Siyasal seçimler bu anlaşmazlıklar üzerine bir kazanma ve kaybediştir. Sözde kültür savaşları bunlar üzerine yapılır. Kamusal hayatta ahlakî soruları tartışırkenki hırs ve güç dikkate alınırsa, aklın ötesinde, ahlakî düşüncelerimizin kesin olarak inançla ve yetişme tarzıyla belirlendiğini düşünmeye meyledebiliriz."
Zaten meselenin tarihî düzlemine de baktığınızda hukukun 'tek' değil 'birçok' versiyonu olduğunu görürsünüz. Aynı dönemde, üstelik çok yakın coğrafyalarda yaşamış, uygarlıkların dahi birbirinden çok farklı hukuk sistemleri vardır. Hatta bu hukuk sistemlerinin detaylarına dair birşeyler öğrendiğinizde "Nasıl olur ya?" dedirten şaşkınlıklar yaşayabilirsiniz. (Mesela: Ben ortaokul yıllarında Anadolu uygarlıklarını ders alırken Frigyalıların verdikleri bazı cezaları çok aşırı bulup şaşırmıştım. Saban kırmanın, öküz öldürmenin, tarlayı âtıl bırakmanın cezasının ölüm olması benim için çok şaşırtıcıydı. Ama Frigyalılarda tarım çok önemli olduğu için, devletin düzeni tarım üzerinde durduğu için, bu cezalar onlara göre çok âdil uygulamalardı.) Bugün de durum bundan başka değildir. ABD'de, farklı eyaletlerin aynı suça verdikleri farklı cezalar olabildiği gibi, bazıları için suç olan diğerleri için suç sayılmayabilir de. Nitekim, Avrupa ülkelerinde de, AB'ye rağmen, farklı yasalar bulunmaktadır. (Ötenazi kimilerinde yasal kimilerinde değildir.) Nihayetinde bu konuda kabul edilmesi gereken mâkuliyet 'adalet' diye tek bir normun dünya tarihinde hiçbir zaman vuku bulmadığıdır. Adalet denilen şey, öyle birşeydir ki, Sandel'ın da dikkat çektiği gibi, inançla ve yetişme şeklinizle dahi değişir. Onu herşey etkiler.
Şimdi, mesele böyle vuzuhiyet kazanınca, şeriat-ı Muhammediye'ye (a.s.m.) iman eden ben gibilerin köşeye sıkışmışlık psikolojisinden kurtulması icap ediyor. Zira benim varlıkta tuttuğum yer bir istisna değil. Benim varlıkta tuttuğum yer, en azından, herkesin tuttuğu yer gibi bir yer. En azından bu kadarı... Nasıl ki iki ABD eyaleti sosyolojileri nedeniyle farklı hukuki uygulamalara sahipse, nasıl ki Anadolu uygarlıkları farklı ceza sistemlerine sahip olabiliyorlarsa, evet, ben de varoluşumun temellerini şekillendiren imanım nedeniyle hukukta farklı bir duruşa sahibim. Hatta böyle bir duruşa sahip olmam zaruridir. Çünkü yükseldiğim kökün başkalığı beni dallarımda da başka kılıyor. Üstelik benim adalet anlayışım farklı bir usûl üzerinden kendini temellendiriyor. Sırf kimi uygulamalarımın bu çağın kulağına garip gelmesiyle tukaka olamam. Yargılanamam. Alaşağı edilemem. Çünkü onların uygulamaları da benim kulağıma garip geliyor. Tıpkı Frigya yasalarının bugünün çocuklarına garip gelmesi gibi. Yahut Sandel'ın eserine serpiştirdiği uç misallerin (ki hepsi yaşanmış olaylardır) sık sık "Olur mu öyle şey!" dedirtmesi gibi. Benim de, bir müslüman olarak, bu dünyaya "Olur mu öyle şey!" deme hakkım var. Bu dediğim aslında kendi kimliğim üzerinden dünyaya verdiğim mesajı da içerir.
Zina eden evli erkeğe/kadına uygulanan recm-taşlama cezası da bunlardan birisidir. Ben şeriatta böyle bir ceza olduğu için hiçbir toplumdan/çağdan özür dilemem. Neden dileyeyim ki? Aksine savunurum. Çünkü bu tutarlılığımdır. İslam'da bazı suçların ağır yaptırımlara maruz kalması tamamen önem hiyerarşisiyle ilgilidir. Ve, evet, bizim Allahımız yarattığı kullarının cinsel serbestîsini beğenmemektedir. Razı olmayışının tezahürü olarak da nasslarda şiddetli sınırlar tayin etmiştir. Cezaların ağırlığı suçun büyüklüğü nisbetindedir. Suç-ceza tebliğ özelliği de taşır. ABD'liye terör suçu çok ağır birşey olarak görünüyorsa bana da bu gayet ağır görünmektedir.
Ahirzamanın 'kimin eli kimin cebinde belli olmayan' toplumlarında kulağa garip geliyor diye uygulamam yanlış olmaz ki. Uygulamam ancak yaslandığı zeminin yanlışlığında yanlışlanabilir. Sistem kendi içinde tutarlı olmadığında sorgulanır. Ki İslam hukuku da, modern hukuk gibi genel geçer sayılan kimi ilkelere değil, nasslara dayanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin uygulamalarına göre şekillenir. Fıkıh somut bir ortaya koyuş alanıdır. Ben bu konuda hesabımı yalnız oraya veririm. Yanlış yaparsam da orası bana hesap sorar. Çağın bana hesap sorabilmesi için, hem zamansal hem de mekansal anlamda, 'tek adalet' gibi birşeyi karşıma koyabilmesi lazım. Duruşumu kainattan nefyetmesi lazım. Bunun mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Onlar da yasalarını değiştirmeden duramıyorlar. O halde beni nameşru kılabilecek nedir? Ben de, en azından, adalet türevi saydıkları şeylerden birisiyim. En azından böyleyim. Neden yürürlükten kalkayım ki? İşte, arkadaşlar, şeriatı talep ederken böylesi bir özgüvene çıkılması gerekiyor. O zaman meşruiyetimiz daha açık tebarüz edecektir.
7 Temmuz 2023 Cuma
Değişmek istemeyenin hidayeti yoktur
Kibrin mübarek metinlerde böylesine kötülenmesinin hikmetini de buradan oku arkadaşım. Kibir zımnında 'değişimin reddini' de saklıyor. Kim ki kibirleniyor, özünü merkezleştiriyor, ‘olmazsa olmaz’ görüyor, ötesini detaylaştırıyor. Ayken dünyalık taslıyor. Dünyayken güneşlik kasıyor. Güneşken kendini samanyolu yerine koyuyor. Hatta, ayı dünyaya, dünyayı güneşe, güneşi samanyoluna, âlemi âleme peyk yapan Zât-ı Kudreti bile zerrecik cirminin uydusu zannediyor da, hevasından geçeni dinine ekliyor, geçmeyeni çıkarmaya teşebbüs ediyor. (Daha da beğenmedi mi inkâra gidiyor.) Şeriatı tenkid de buradan başlıyor, tahrif de, tahkir de. Her yanlışın başında 'değişmek için' değil 'değiştirmek için' muhatap olmak var. Kendini merkezden çekemeyiş var. Aslolanı karıştırmak var. Aynanın gösterdiği yerine oynaması var.
Yani, hâşâ, Allah'ın karşısında ‘Allahlık taslamak’ var. Halbuki İslam bidayette bir eksen değişimidir. Kul, kulluğunu kabul ettiği andan itibaren, bir daha kendini Allah sanmayacağını da kabul eder. Sandığı her yerden de tevbe eder. Kur'an, hangi şifalı hitabında mü'min kelimesini buyurur, hatırlattığı artık diğerleri gibi olmayacak yanlarımızdır. Elhamdülillah. Yine Allah’ın lütf u keremiyle bedel ödemeye ikna olduğumuz için hidayet bize hediye edildi. Tedavi için gereken işlemleri göze aldığımız için şifa nasip oldu. Evet, biz, artık odak algımızda diğerleri gibi değiliz. Değişiciyiz. Detaylaşıcıyız. Şeriatın buyruğu üzere başkalaşmaya yatkınız. Kurtarıldık kendimizden. Merkeziyet sanrımızdan. ‘Bana göre’nin köleliğinden. Hakiki yörüngemizi çözdük çünkü. Bizim için yalnız Allah Allah'tır. Bizse her sanrımıza rağmen kuluz. Hüda yörüngeye alınmaz. O, dilediğini, dilediği şekilde yörüngelere alır. Kullar Rabbine hesap soramaz. Ancak hikmetini öğrenmeyi dileyebilirler. Ve yanıldığını kabul etmeyene doğrunun nimetinden bahşedilmez.
Müslim'de geçen bir hadis-i şerifinde Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyuruyor ki: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez!" Sahabesi endişeyle soruyorlar: "Ya Resulallah, insan, elbisesinin/ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır?" (Yani bunlar da kibir sayılır mı?) Efendimiz cevap veriyor: Allah güzeldir. Güzeli sever. Kibir ise ‘hakkı kabul etmemek’ ve ‘insanları küçümsemek’tir." Doğrusu, bu güzeller güzeli eşikten bakınca, mürşidimin 'modern medeniyet(!)' ile 'Kur'an medeniyeti' kıyaslamasını da daha zengin anlıyorum ben. Sanki orada anlatılan her olumsuz şeyin merkezinde ‘parçaların kendisini bütün yerine koyması’ var. Böyle yapılınca da yörüngeler arasında niza çıkıyor işte:
"İşte, medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı 'lehviyattır.' Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."
Sen de bana katılır mısın arkadaşım: Hak merkezdeki kuvvetin 'ne üzere olduğunu' söyler. Kuvvetse parçanın 'neyi hak olarak vehimlediğini' anlatır. (Parça, Cenab-ı Hakkın kuvvetine dayanmak isterse, bütüne uyumla hakka; yok, yalnız parçalığının haklılığına inanıyorsa, bütüne uyumsuzlukla, şahsî kuvvetine dayanır.) Fazilet (ve derûnundaki rıza-i ilahî arayışı) 'bütünün üzerine kurulduğu şey için yaşamayı' ifade eder. (Yani faziletli olan bütünün menfaatinedir.) Menfaatse parçanın 'yalnız kendi varlığına hizmet etmesinin' tezahürüdür. (Yani, menfaat, yalnız bireyin faydasını kollayan bir sahte fazilettir.) Aynı yörüngeye hizmet edenler elbette birbirleriyle yardımlaşırlar. (Uyum için teavün kaçınılmaz görünür.) Fakat parçalardan herbiri, âlemi kendi merkeziyetine çağırdığında, oluşacak şey yalnız 'cidal'dir. Yani mücadeledir. Kavgadır. Anlaşmazlıktır. Uyumsuzluktur. Büyük balık küçük balığı yutardır. Eh, evet, pes. Yoruldum arkadaşım. Benden buraya kadar. Özetle ne demek istediğimi kavramışsındır zaten. Hazinenin geri kalanını gavvaslığına havale ediyorum. Dualarında beni unutma.
8 Şubat 2021 Pazartesi
Lut'un (a.s.) hanımı acaba nasıl geride kaldı?
"Evvelâ: Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san'atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle, nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır."
Yukarıda 'sünnetin tarifi' dedim amma az söyledim. Yapılan aslında şeriatın da tarifidir. Çünkü Ehl-i Sünnetin mizanında 'sünnet' ile 'şeriat' neredeyse birbirinin aynıdır. Zaten o şeriatta her ne varsa sünnete bakan bir tarafı vardır. Emri oradan buyrulmuştur. Dersi orada okutulmuştur. Tâlimi orasıyla yapılmıştır. Bu nedenle 'esmaların hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınma'yı doğrudan götürüp şeriat-ı İslamiyeye de bağlayabiliriz. (Allahu'l-a'lem.) "Dinle öğrendiğimiz budur!" diyebiliriz yani. Hata olmaz. İnşaallah. Bu nedenle kimi müzakere meclislerinde dost nazarları şuraya çekmeye çalışırım: "Esmaü'l-Hüsna tefekkürü fikrimizin bal u şekeridir. Fakat Esma hakkında spekülasyon yapılarak da şeriatla oynanamaz. O güzel isimlerin birbiriyle hukukları ancak şeriatın çerçevesinde anlaşılabilir. Bu nedenle şer'i şerife teslim olmayan Esma tefekküründe sapıtabilir." Nitekim Fâtır sûresinin 5. ayeti de bu hususta tam bir muhtıradır bizlere. 'Allah ile aldatılmaya' karşı uyarır çünkü.
Ne demektir bu peki? Açalım: İblisler Rabbimizin muazzez marifetini dahi cerbeze malzemesi kılabilirler. Üzerinden operasyon yapabilirler. Bütünü parçaya boğdurabilirler. Vurgularıyla azı çoğa galip edebilirler. Çünkü insan nefsi itibariyle 'acele menfaatçi' manipülasyonlara açıktır. İbn-i Abbas radyallahu anhın tefsiri sadedinde "Allah çok bağışlayıcıdır, en büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan birşey çıkmaz..." gibi telkinlerle şeytanın bunu yapmaya çalışacağını söylemesi manidardır. Yani bu algı mühendisliğinin şeytanlar için en kullanışlı zemini o Rahman'ın rahmetidir. İblisler o engin rahmete güvendirerek ellerimizi takva kulplarından gevşetmeye çalışırlar. (Allah saklasın.)
Bu vartada bütünü hatırlatacak olan şeriattır. Fıkıhtır. Akidedir. Seleften gelen bilgidir. Bir insan bunlarla gelen emirlere tam teslim olmazsa Esma tefekkürü yaptığını sanarak da yoldan çıkabilir. Zira onların hudutlarında gözetmesi gereken dengeyi kestiremez. Birinin iklimiyle diğerinin bölgesine girer. Birinin hükmüyle diğerini cerhe çalışır. Birinin mihengiyle diğerinin mizanına sataşır. İstifade için girdiği yolda, Allah muhafaza, şeytanların eğlencesi olur. Aman, aman, aman! Evet. Hem İmam-ı Malik rahmetullahi aleyhe hem de İmam-ı Rabbanî kuddisesirruha atfen işittiğim "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." sözünün hikmeti de buradan parlar. Elhamdülillah. Yani ki her türlü marifetin hudutları şeriattadır. Şeriatın emirlerini hudut tanımayan tefekkürden korkulur.
Bidayetteki mevzudan uzaklaştık. Geri dönmemiz zor olacak. Hiç denemeyeceğim. İlgilenenler metnin tamamını internetten bulup okuyabilirler. Şu kadar ilave konuşup bitireceğim: Bediüzzaman'ın cevapladığı sualde nasıl ki Allah'ın es-Settar ism-i şerifinin tezahürleri el-Alîm isminin gereklerine-marifetine boğdurulmak isteniyor; aynen öyle de; günümüzde de Batı mürekkebi yalamış bazı dudaklar, benzer demagojilerle, aynı şeye teşebbüs ediyorlar. Şeriatın ayarlarıyla oynamak arzuluyorlar. Hepsi İslam'ın bir cüzü olan, ama ahirzamanın hastalıklı bünyesi kaldırmayan, haramları/helalleri (n)isyan çukurlarına gömmek arzuluyorlar. Hatta bazısı işi öyle azdırdı ki: LGBT ile canım-cicim hallerinden dolayı neredeyse nonoşluğu İslamlaştırıyorlar. Meşrulaştırıyorlar. Dinin içine monte ediyorlar.
Fesubhanallah! İnsan cehennemi "Gel! Gel!" diye çağırır mı? Sağken şahidi olduk. Lut aleyhisselamın geride kalan hanımı Kur'an'da boşuna anılmamış. Sahi. Onu da gördük. Şimdi mütesettir hanımları bırakıyoruz arkalarda. Böylelerin Esma-Allah tefekkürlerine elbette güvenilmez arkadaşım. Zira Allah'ın Esma'sı ile şeriatının dışına çıkılmaz. Çıkılamaz. Esma'yı bu yolda istimal eden şeytandır. Fâtır sûresinin ihtarı herdem kulaklarımıza küpe, inşaallah.
27 Ekim 2019 Pazar
Kaybedene yarış nasıl rahmet olur?
Bediüzzaman'ın bu türden şüphelere verdiği cevaplarda şu yön dikkatimi çekmiştir: Hep bütüne bakmayı öğütler. Çünkü ziyan olmuş gibi görünen parçaların tesellisi de bütündedir. Kendisinden aşkınlaşmaktadır. Ne demek bu? Mezkûr sorunun cevabından bir parça alıntıladıktan sonra üzerine düşünmeye devam edelim: "Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv bin yumurtanın annesi olabilir. (...) Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve âmil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir."
Evet. İnsanlık tam da böyle çoğalmalıydı. Bir zincirin halkaları gibi. Hatta, nüfus artışı üzerinden düşünürsek, giderek çoğalan halkalar. Ebeveynlerden oluşan başlangıçlara çocuk sayısı kadar eklenmiş yeni halkalar. İki halkaya bir, iki, üç, dört veya çok daha fazla halka takılmış. Onlar da, yine torun sayısına bağlı olarak, daha fazla halkayla kuşanıyor. Öyle ki, ikiyle başlayan halka, nihayetinde altı-yedi milyara kadar dayanıyor. Zincir her şekilde bir işe yarıyor. Boşa gitme ihtimali yok. Ziyan olmak imkansız. Zayıflar sonralarının varlığıyla anlamlanıyor. Birbirimize eklenmiş olmamız bireyselliğimizde israfımızı engelliyor. Tıpkı mezkûr cevapta söylendiği gibi.
Hop! Hemencecik spot cümleyi patlatıverelim: Müstakil varoluşlar israf olmaya daha yatkındır. Ne demek bu? Misallendirelim: Şimdi ben, aman misal de ne uzağa düştü öyle, öncesiz bir 'ben' olarak varolsaydım. Yani 'atasız bir müstakillikle' varlığa çıkarılsaydım. Üstüne bir de, Allah saklasın, imtihanımın hakkını veremeseydim. Çoluğum çocuğum da yok. Bu varoluşa artık ne denirdi? Allahu'l-a'lem. Zincirsizlikten dolayı o varlıkta bir parça 'boşa gitmişlik' de olurdu. Sorudaki şüpheye benzer bir yara kalırdı. Şimdi öyle bir ihtimal yok. Ebu Cehil de olsanız oğlunuz İkrime olabiliyor.
Zincirin bir yerinde mutlaka işe yarayan birşeyler/bireyler var. Varoluşunun hakkını vermiş fertler tüm nesillerin içinde mevcut. Çünkü zaten nesiller birbirleriyle bağlı. Ağacın, yani insaniyet ağacının, israfı diye birşeyden bahsetmek mümkün değil. Heba olmadı. Zayıf kalan halkalar güçlüler sayesinde kıymet kazandı. Peygamberler en güçlüleriydi. Sonra salihler onları takip ettiler. Yani, arkadaşım, kendi parçamız için hissettiğimiz korkuya büyük bir teselli var burada. Zincire bağlandığımızda, "İman bir intisabdır!" sözünün hakkını verdiğimizde, yekünden ayrıca bir değer kazanıyoruz. Hikmetini eda edememişliğin sıkletinden birazcık kurtuluyoruz. En azından israf olmamış bir bütünlüğe parça oluyoruz. Hem, bigbang mevzuu eğer doğruysa, daha büyük zincirler de var. Varoluşa zincirle çıkmakta böyle bir rahmet ciheti de yok mu?
14 Eylül 2019 Cumartesi
Deistlere dindarlık neden 'dar' gelir?
"Nübüvvet-i Ahmediyenin nübüvvet silsilesini mühürlemiş olmasına kat'î delil, herbir kaidesinde dinin hudutlarını öyle bir hadde ulaştırmasıdır ki, ondan daha genişini, daha mükemmelini ve etemmini düşünmek mümkün değildir." Yani, niyeti ister iyi ister kötü olsun, Elias Canetti'nin yukarıdaki sözleriyle dikkatimizi çektiği şey, Aleyhissalatuvesselamın getirdiği dinin kemalidir. O, öyle bir dinin peygamberidir ki, mü'min hayatlarının en küçük detaylarına kadar dokunuşu vardır. Varlık algımızın her yanıyla ilgisi vardır. Hepsine bir sözü vardır. Vahyi vardır. Sünneti vardır. Edebi vardır.
Kur'an'ın, hadislerin ve bunlara bağlı hükümlerin 'insanlığın sorularına cevap verebilirliği' sürmektedir. (Potansiyele bakılırsa kıyamete kadar da süreceğe benzemektedir.) Hatta bu cevap verebilirlikten hariçte kalan boşluk yoktur. Kör nokta yoktur. Unutulmuşluk yoktur. Olmadığından dolayı da bu dinin sapkınları meşreplerini genişletmek için hep boş alan kovalarlar. 'Boş alan kovalamak' ile neyi kastediyorum? Aslında, arkadaşım, bugün yaşadığımız bir drama azıcık değinmek istiyorum.
Bazen 'sünneti reddederken sırtını sağlam bir yere dayamak adına' Kur'an Müslümanlığı kisvesiyle karşımıza çıkan, bazen "Rahatlığı deizmde buldum!" deyu topluca dinin haram/helal sınırlarını terkeden, bazen lokal meselelerde "Artık bir reformun zamanı geldi canım!" deyip 14 asırlık zaruriyatı kışkışlamaya çalışan, bazen "Ya o hükümler kendi zamanları içindi!" diyerekten 'tarihsellik' derdine düşen, bazen de o kadar yukarıya çıkmaya cesaret edemeyip alttan alttan İslam geleneğine/âlimlerine sataşan tüm bid'a akımların arzusunda birleştiği şey şudur: Hevalarına ayak oynatacak yer açmak. Boşluğu bulunmayan bu dinde boşluk yaratmak. Oluşmasına engel olan otoritelerin/usûllerin altlarındaki minderleri çekmek.
Evet. Tümünün ulaşmaya çalıştığı sonuç budur. Çünkü hakikaten Aleyhissalatuvesselamın getirdiği dinde, elhamdülillah, boşluk yoktur. Boşluk sanılan şey dinin parçasıdır. Açığı değil dallarıdır. "Bugün dininizi kemale erdirdim!" ayetinin hükmü kıyamete kadar geçerlidir. Esaslar konulmuş, bu esaslara bağlı sistemler oturmuş, bu sistemlerin usûlleri oluşturulmuştur. Kıblemiz dört mezheptir. Gökte kusur arayan gözlerin bitkin olarak sahibine dönmesi gibi bu dinde kusur arayanların da akılları bitkin olarak sahiplerine döner. Fakat o sahipler yine de inatlarından vazgeçmezler. Bediüzzaman sahabeye sataşanların da amaçlarının bu olduğu belirtir:
"Ehl-i dalâlet baktılar ki müçtehidînlerle iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyât-ı diniyedir. Halbuki, bu kısım ehl-i dalâlet, zaruriyât-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. 'Onlardan daha iyiyiz' deseler meseleleri tamam olmuyor. Çünkü müçtehidîn nazariyâta ve kat'î olmayan teferruâta karışabilirler. Halbuki, bu mezhepsiz ehl-i dalâlet, zaruriyât-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve kat'î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette, zaruriyât-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler."
Fakat onların bu 'boşlukla kemale çıkma' çabaları dahi bir açıdan İslam'ın kemaline ve Aleyhissalatuvesselamın nübüvvetinin hatemine delil oluşturuyor. Öyle ya: Eğer bu dinin üstünde bir din ortaya konulabilseydi elbette bu 'boşlukla' değil 'varlıkla' ortaya konurdu. Yıkılarak değil yapılarak gösterilirdi. Mevcut cevapları, usûlleri veya sistemleri yokederek değil, aksine, verilemeyen cevapların boşlukları doldurularak inşa edilirdi. Lakin bizde ne kadar genişlik isteyen varsa, varlığa değil, boşluğa koşuyor.
Hatta şimdi fıskıyla iyice gaza gelen bir kısmı "Çare Sarıgül'den sonra deizm!" diyerekten hepten zincirlerinden boşalıyor. Dinsizlikte dinin kemalini bulduğunu sanrılıyor. Aman efendim, etmeyin, serserilikte kemal olur mu? Düzeni boşlayarak kemale erilir mi? Ağacı bir üst versiyonuna çıkarabilmek için gövdesi delinir mi? Yapmayın. Düzgün motoru tamire çalışıp fazla parça çıkarmayın. Yapabiliyorsanız dallarını uzatıverin. Köküne balta sallamayın. Fehminizden geliyorsa dava için burhan üretin. Geminin hızını beğenmeyip "Ben yüzerek gideceğim!" diyene akıllı demezler ya. Hasılı: "Bunlar gibi diğer bütün meselelerde de bu dini bir başkasının ikmal ve itmam etmesi mümkün değildir. Onun için kıyamete kadar devam ve beka onun hakkıdır."
14 Temmuz 2019 Pazar
Parçanın adaleti bütünü bozar
Bir de bu pastayı paylaşanların fıtratlarının, o fıtratlar eşliğinde şekillenen ilişkilerin ve bu ilişkilerin oluşturduğu sosyolojik gerçeklerin hakkı vardır İslamî yasalarda. Şekeri olan elbette pastadan daha küçük bir dilim alır. Tok olan pastadan daha az yer. Aç olana daha fazla iltifat edilir. Onlara adalet böyle yapılır. Yani büyük resmin vücudîliğine devam etmesinin hakkı küçük parçaların hukuklarını da etkiler.
Evet. Büyük resmin ahengini sürdürebilmesi için detaylarında ona göre bir denge gözetilmesi gerekir. Dalak "Yerim dar oynayamıyorum!" deyu akciğerin arsasına çökemez. Kulak "Ben niye kenarda kaldım?" diye ağzı yerinden edemez. Vücuda zarar veremez. Verirse vücud devam edemez. Resim üzerinden misallendirmeye devam edersek: Mesela, Yeşil, ne kadar parlak bir tonda olursa olsun, çöl resmine yayılmaya teşebbüs edemez. Mavi, ne kadar güzel görünürse görünsün, şehrin siluetini istila edemez. Aşağıda uygulanan bu gibi sınırlayıcı yasaların, yasakların veya oranların, parçaların birer birer kusurlu-kusursuz, eksik-fazla, gerekli-gereksiz oluşuyla ilgisi yoktur. Resmin sahibinin gözükmesini istediği manzarayla ilgisi vardır. O hangi rengi, ne oranda, hangi baskınlıkla kullanmak istiyorsa parçalar ona göre şekillenir. Aksindeyse parçanın adaleti bütünü bozar.
'Parçanın adaleti' önemli bir ifade. Hatırlarsanız, yine bir önceki yazıda 'beşerî hukuk' ile 'ilahî hukuk' arasındaki bir nüansı konuşmuştuk. İlahî hukukun, parçaların tamamının üstünde 'ezelî' bir otoriteden tayin edildiği için, genel geçer olduğunu; beşerî hukukun ise, sınırlı parçalar tarafından tayin edildikleri için, diğer parçalar tarafından sürekli sorgulanır olduğunu ifade etmiştik. Hatta demiştik ki: Beşerî hukuk parçaların, sınıfların, tarafların mücadeleleri eşliğinde devamlı bir değişim geçirir.
Aldığı her yeni konum bir sonraki konum tarafından sınanır. Asla 'tamam' olmaz. Olmadığı için de yasama eşiğindeki kavgalar asla son bulmaz. Sınıflar çatışır, taraflar çatışır, bireyler çatışır, devletler çatışır. Herkes birbirinin bölgesinden 'kendi diliminin eşitliği adına' pasta tırtıklar. Bu çatışmalar biraz da mutlak bağlayıcılığın sözkonusu olamayışından beslenir. Haklar verilir-alınır, verilir-alınır, verilir-alınır. Yani beşerî yasaların 'beşerîliği' bizzat üzerlerine yaşanan kavgaların nedenidir.
İlk kanın dökülüşünü de anımsayalım. Kabil Habil'i neden öldürmüştü? Çünkü ilahî yasanın bağlayıcılığını kabul etmemişti. Habil'e verileni kendi hakkı olarak görmüştü. İşte, denilebilir ki, insanlık tarihinin tamamı esasında Habiller ve Kabiller arasındaki mücadelelerdir. Daha doğrusu: İş artık Kabiller ile Kabiller arasındaki münakaşalara dönmüştür. Çünkü şimdilerde kimse kendisine düşen paya razı değildir.
İslam bizden kendi yasalarına bağlılık istiyor. Zira yasasız bırakıldığımızda birbirimizin bölgesine ne tecavüzler yapabileceğimizi biliyor. Ve yasalarında bu tecavüzlere açık fıtratımızın mahiyetini de gözardı etmiyor. Mürşidimin Sözler'ine geri dönersek, orada, "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" hükmünün 'kız çocuk-baba' veya 'kız kardeş-erkek kardeş' arası ilişkileri geliştirici, olgunlaştırıcı, arttırıcı yapısına dikkat çekildiğini görürüz. Yani, kız mirastan daha az hisse almakla, hem babasından hem de erkek kardeşinden daha çok himaye/şefkat görür. Aksi takdirde hem babanın hem erkek kardeşin gözünde 'servetin yarısını alıp ele götürecek bir potansiyel' olarak kalır. Cenab-ı Hak da, sırr-ı imtihan gereği, kızın maldan payını azaltır ama şefkatten hissesini arttırır: "Şu halde, o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az birşey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Haktan ziyade ona merhamet edeceğiz diye, hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür."
Bakınız, burası çok önemli, çünkü bugün İstanbul Sözleşmesi veya Kadem'in çalışmalarıyla yerinden oynatılan kaya tam da şurada duruyor. Gerçi kaya zaten modern hukukla epeyce yerinden oynadı. Şimdi biraz daha oynatılmaya çalışılıyor. Cinsiyet eşitliği dediğimiz mesele esasında tastamam parçaların adalet anlayışı. Daha doğrusu: Parçalardan birisinin diğerinin diliminden daha fazla tırtıklamak istemesi. Ha, eğer orada istediği hak, şer'î hukuka göre de hakkıysa, zaten alması lazım. Her müslüman bunu destekler. Fakat biz bugün bu tarz çalışmalarda ilmihalin kapağını açıp bakana rastlamıyoruz. Ya nereye bakılıyor? Batı'ya, yani cambaza, cambaza baktıkça arkamızdan bize yanaşıyorlar. "Bu meselede Allah'ın razı olduğu nedir?" diye soran yok. Varsa da sesleri Kabil çığlıkları içinde duyulmuyor. Kayboluyor. Siliniyor. Yapılan değişikler de kendi kökümüzden beslenmediği için ağacımızın ayarını bozuyor.
Halbuki İslam'ın belirlediği, aslında Allah'ın ezelden bakıp tayin ettiği, yani büyük resimde manzaranın güzelleşmesini sağlayan şey. Parçaların görüşüyle gözden düşebilecek birşey değil. Parçaların saygısızlığı esasında kendi aralarındaki gerilimi arttırıyor. Lût kıssasında hep dikkatimi çeker. Hikaye edeyim. Lût aleyhisselam "Misafirlerimin peşini bırakın da kızlarım hükmünde olan eşlerinize dönün!" dediğinde kapısına yığılmış LGBT sürüsü ona şöyle cevap verir: "Bizim senin kızlarınla işimiz yok!"
Bu tepki belki de daha geride kadınlar-erkekler arasındaki bir gerilimin ifadesidir. Bakınız, feminizm çalışmalarının arkasını biraz kolladığınızda, iş dönüp-dolaşıp 'kadının aslında erkeğe ihtiyaç duymadığına' en nihayetinde de 'biyolojik olarak da muhtaç olmadığına' varıyor. Yani feminik damarları kabaranlar gide gide şöyle kem bir çıkışa varıyorlar: Lezbiyenlik. Evet. Açıkça ifade etmek gerek bunu. Bu tartışmaların arttığı yerlerde paralel olarak eşcinselliğin de arttığını görmek bizi şaşırtmamalı. (Günümüz Hollywood yapımlarında dahi 'lezbiyenlik' ile 'kadın hakları' aynı senaryolar içinde işleniyor.) Zira orada bir gerilim sürekli tetikleniyor, besleniyor, harlanıyor. Taraflar pastadan alıncak paydaki belirsizlik nedeniyle birbirlerine karşı bileniyorlar, içleniyorlar, dişleniyorlar. Sonra da ya 'tek gecelik' ilişkilerle yahut 'sperm bankaları' marifetiyle veyahut da 'lezbiyenlik' seçimiyle sapkınlıklar inşa ediyorlar.
Serinin ilk yazısında atıf yaptığımız 5. Şua'ya geri dönelim: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' haber veren hadis-i şerifleri tefsir ederken, Bediüzzaman, 'erkeklerin evlenmekten kaçınacağına da' atıfta bulunuyor. Yerinden okuyalım: "Rivayette var ki: Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder. Allahu a'lem bissavab, bunun iki te'vili var. Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan kırk bedbaht kadınlara çoban olur." Bu tefsir zinanın artacağından başka neyi haber veriyor sizce?
Bencesini söyleyeyim: Kadın-erkek arasındaki çatışmaların 'erkeği evlenmekten kaçındıracak kadar' artacağına da bir işaret var burada. Yani kadın haklarına dair yapılan müfrit çalışmaların varacağı yer 'daha mutlu kadınlar' değil 'daha çok terkedilen kadınlar.' Belki de 'kirletilen' kadınlar. Belki de 'aldatılan' kadınlar. Ahirzamandaki 'hürriyet-i nisvan' meselesi bunu tetikliyor. İlişkinin dengesini bozuyor. Dahası: Homoseksüelliğin de yine kadın-erkek arasında artan bu gerilimden besleneceği muhakkak. Evet. Lût kıssasında kavmin verdiği tepki çok öğretici bu noktada. Lût aleyhisselama kızıyorlar. Çünkü kadınlar konusunda nefretliler.
Ben Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı ikinci tevili de bir 'gelecek öngörüsü' olarak kendimce şöyle tasavvur ediyorum: Bugün birçok kadın 'sperm bankaları' marifetiyle 'babasız çocuk' sahibi oluyor. Tıp şu an ne noktada bilemiyorum. Acaba çocuğun cinsiyeti seçilebiliyor mu? Eğer seçilebileceği bir noktaya gelirse, kadınlarda sürekli tetiklenen erkek düşmanlığının, gelecekte 'erkek çocuk doğurmama' noktasına evrilebileceğini, bunun da doğan kız çocuklarının sayısında bir artış yaşatabileceğini öngörebiliriz. "En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla ifade edelim.
Hasılı: Eğer dindar insanlar İslam'ın değişmez yasaları üzerinden kadın konusunda yapılan çalışmalara itirazlarda bulunuyorlarsa, bu itirazların, hele dindar bir hükümet tarafından görmezden gelinmesi doğru değildir. Dikkate alınmalıdır. Zira mutlaka bu küçük bozulmaların büyük resme zararı/zararları olur. Allah'ın şeriatına dokunan dolayısıyla fıtrata dokunur. Allah ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.
12 Aralık 2016 Pazartesi
Müslüman intikam almaz mı?
Erdoğan'ın, ciğerlerimizi dağlayan terör saldırılarının ardından kullandığı 'intikam' vurgulu ifadelerini okuduğumda ve sosyalmedyada bu ifadeler ekseninde yaşanan tartışmalara şahit olduğumda, aklım ister istemez yine bu hikmetli cümlelere gitti. Farkettiğim kadarıyla ıskalanan buydu. Erdoğan'ın böylesi ifadeler kullanmasının yanlış olduğunu söyleyenler de, velev hassasiyetleri doğru bir noktaya isabet ediyor olsun, yine aynı derdi ıskalıyorlardı. Muhtemelen, yine aynı nedenle, nasihatleri tesir etmeyecekti. Peki, tesirli olabilecek nasihat neydi?
Öncelikle şunu belirtmeliyim: Böyle şeyleri bir 'kavram' olarak tartışmakla 'fıtratın bir arzusu' olarak tartışmak arasında fark vardır. Birincisine dair yapılan tartışmalar ikincisini görmezden geliyorsa, ikincisine dair bir duyuşa sahip olanlar da mezkûr tartışmaları (ve tartışanları) görmezden gelirler. Duygulanışlar, varoldukları andan itibaren, körkütük kendi haklılığını savunurlar. Bir yanı hissiyata taalluk eden meselelerde duygulara yokmuşlar gibi davranmak; o hisse sahip olan kişiyi, inkârcısına karşı öfkeli ve epey de karşı-inkârcı kılar.
Bu noktada, eğer nasihat eden konumundaysanız, muhatabınıza tesir etmenizin en önemli şartı, 'hislerini anladığınızı' belirtmektir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kendisinden zina etmek için izin isteyen gençle yaşadığı diyalog, "Böyle şey olmaz!" diyenin diyaloğu değildir, onun derdini anlayıp 'ama neden karşı koyması gerektiğini' anlatanın diyaloğudur. İşte, Allah tekrarını yaşatmasın, şöylesi toplu bir şehadet hadisesinde de "Böyle şey olmaz!" demenin hissiyat-ı umumiye anlamında bir karşılığı yoktur. Karşılığı olan tavır ise; psikolojiyi/hissiyatı anlayıp onun 'varlığını' değil 'sınırlarını' tartışmaktır.
İntikam hakikati, değil bir ifrat olarak, adaletin tastamam bir parçası olarak Kur'an'da Cenab-ı Hakka izafe ile kullanılır. Bunlardan bir tanesi İbrahim sûresi 47. ayetteki; "O halde sakın Allah'ı Peygamberlerine olan va'dine hulf eder sanma, şüphesiz Allah azîzdir, intikamı vardır!" fermanıdır. Bir ikincisi Âl-i İmran sûresinin 4. ayetinde geçer: "Bir de ayırt eden Furkan indirdi. Allah'ın ayetlerini tanımayanlara şüphesiz şiddetli bir azap vardır. Öyle ya, Allah'ın izzeti var, intikamı var!" Yani Allah'ın Azîzü'n-Züntikam oluşu bizzat vahiyle ifade buyrulan birşeydir. Hakikatinin inkârı vahyin inkârı gibi olur. "İslam'da intikam yoktur!" denilmez. Ya?
Belki şu denilebilir: "Beşerin aklınca/hissince haklı bulduğu her intikam İslam'da yoktur!" Allah, şanına göre, şe'n-i Rububiyetine göre intikam alır; beşer, ancak Allah'ın şeriatına ve orada öğrettiği sınırlar dairesinde intikam alabilir. Yani "İntikam alınmaz!" denilmez. Belki "İntikam ancak Allah'ın şeriatının sınırları dairesinde alınabilir!" denilebilir. Ki, bunu doğrulayan bir hadis-i şerif de Hz. Aişe (r.anha) annemizden nakille Kütüb-i Sitte'de geçer:
"Resulullah aleyhissalatuvesselam iki iş arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka en kolayını tercih ederdi. Yeter ki bu günah olmasın. Eğer bir iş günah idiyse, günaha karşı insanın en uzak duranı idi. Aleyhissalatuvesselam kendisi için hiç intikam aramadı. Ama Allah'ın bir haramı ihlal edilince, Allah için intikam alırdı." (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5551)
Peki, biz, bu noktada artık Erdoğan'ı ve hissiyatına tercüman olduğu milyonları ne ile uyarmalıyız veya uyarabiliriz? Belki ancak şunun ile: Salt bir öfke ve garazla, Allah'ın ve masum kullarının hukuklarını hiçe sayarak, suçluyu ve suçsuzu ayırmaksızın yapılacak uygulamalarla intikam alınmaz. Böylesi ayrımları Allah'ın şanı, sünnet-i seniyyenin tatbiki ve şeriat-ı İslam'ın istikameti gereğince gözeten tarzlarla ve yollarla intikam alınır. Yani mazlumun zalimden hakkını almak adına, şeriat dairesinde ve şartlarıyla bağlı olarak, hikmetlice intikam alınır.
Bu açıdan da, tıpkı mürşidimin başka bir sadedde dediği gibi; "Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur." Allah'ın izin verdiği helal dairesi içinde, zalimi ve mazlumu birbirinden ayırarak, zalimden elbette bihakkın intikamımızı alabiliriz. Yalnız şuna dikkat edelim tıpkı İmam Ali'nin (r.a.) bize öğrettiği gibi: "Kafiri, yüzümüze tükürdüğü için mi, yoksa mü'minlere kılıç çektiği için mi öldürüyoruz?" Yüzümüze tükürdüğü için yapmaktan sakınalım. Niyetimizi ve fiilimizi marazdan arındıralım. Mezkûr hadiste öğretildiği gibi kendimiz/kinimiz için intikam aramaktan kaçınalım. Mazlumun hakkını zalimden almada elbette intikamın hakk-ı hayatı var. Buna kim/ne diyebilir? Erdoğan da bu sözü etmekle, belki, olayın dehşetinden duyulan bireysel intikam arzularına set çekti, işi devletin uhdesini aldı, aynı zamanda bir derece hukukun sınırları içine de aldı. Allahu'l-alem.
13 Mayıs 2016 Cuma
Peygamber neden tevbe eder?
İnsan da, İslam'ın ve imanın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın ve akaidin bütünü için Allah'a tevekkül eder. ('Hikmetinden sual olunmaz' tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Yani, şeriatın bütün uygulamalarının veya akaidin bütün parçalarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Hatta bu noktadaki bilgisi kendisini kurtaracak kadar da olabilir. Ancak bildiği kadarından/kadarıyla tanıdığı Rabbisi, kendisine emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez. Sahabenin "İşittik ve itaat ettik!" ifadesiyle işaret edilen kuvvetli inkıyadında böylesi bir Allah marifetinin payı elbette büyüktür.
Mürşidimin hayrı 'vücudî' ve 'küllî' şerri ise 'ademî' ve 'cüzî' olarak ifade edişinden ders almışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şer ise ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan bir kesb/kazanma sorunundan kaynaklanan cüzîdir. Bütünle bağı bu kazanma sorunundan dolayı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütünden kopan bir açıdan yokluğa düşer çünkü. Peki, biz birşeyi Allah'ın hilkatinden koparabilir miyiz ki o vücudîlikten kopmuş olsun? Hayır ve haşa! Fakat niyetle ve yorumla veya onunla amel edişle kendi küçük âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma ve saptırma olduğundan zulüm olur.
Bir büyük bütünün parçası olanı bütünden kopuk göstermek tevhidin karşısına kurulmuş şirkin cürmüdür. Kafirin aynası bir 'bütünden koparma' makinesidir. Bakışındaki ve yorumlayışındaki koparma refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Günahkâr mü'min ise bir koparma makinesi değildir. Aynasının kastı bu değildir. Fakat yeterince temizlenmediğinden onda da bazı nesneler birbirinden kopuk görünür arasıra. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'günah' ile 'kalpte oluşan siyah nokta' arasında kurduğu ilgi, aynadaki lekelenmenin yansıyan şeyleri de kusurlandıracağına dair uyarı içerir bizlere dönük.
Demek tevbe bir açıdan da aynayı temizlemektir. Tevbenin temizleyiciliğini ben 'itiraf' ve 'istiğfar' katmanlarında apaçık görüyorum ki, muhtemelen siz de gördüğümü tarifimin ardından kendi hayatlarınızda benzerlerini bulacak veya anımsayacaksınız. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda geçen bir cümledir: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar..." İşte tevbe insanda budur. Tevbe eden insan, tıpkı Birinci Lem'a'da Hz. Yunus aleyhisselam üzerinden bize anlatıldığı gibi; "Allahım, sen kusurlardan münezzehsin. Ben nefsime zulmedenlerden oldum!" diyen insandır. Kendisindeki sorunla yüzleşen, sorunu üzerine alan, elbette Allah'ı karşısında 'subhan' olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil, yansıyanda/yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir.
Bu itiraf, lekeyi silmek isteyene bağışlanmış en büyük nimettir. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf, lekenin yerini ve şeklini teşhis etmek sayılır. Lekenin nerede olduğunu bilen elbette cilasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize asl-ı insanı hatırlatmak gibi bir büyük faydası da var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynanın/aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine sadece bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır.
Peki, tevbe edilmezse ne olur? Bunun bizler için içerdiği en büyük problem, 'enfüsî tefekkür' diye isimlendirdiğimiz içsel yolculuğun sakat bir zeminde yaşayacağı sorunlardır. Lekelerini itiraf edemeyen ayna sahibinin, o aynadan yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna elbette lekelerin kendisindeki varlığını inkar edecek, ama lekelerin varlığını inkar edemeyecektir. Çünkü lekelerin üzerine denk geldiği yerleri okuyamamaktadır. Boşluklar yalanla bile olsun varlığa dönüşmeyeceğinden, boşluklarla/lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da boşluklar ve lekelerle dolu olacaktır. O boşlukları ayna sahibi kendi hevasıyla ve su-i tevilleriyle doldurmaya çalışır. Buradan dalalet çıkar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifete yaptığı izdüşümlerden/gölgelerden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."
17 Ekim 2015 Cumartesi
Önce 'amelinizde' rıza-i İlahî olmalı (2): Müslüman tarafsız olur mu?
Aynı zamanda her biri birer şeair-i İslamiye de sayılan zahir-i şeriatın parçalarını küçük görmek, insanı bâtının spesifik dünyasında savrulmalara götürür. Bâtın-ı şeriatı küçük görmek ise, şeriatı 'ruhsuz ritüeller bütünü' gibi görmeye ve göstermeye sebep olur. Zâhir-i şeriata muhtacız, çünkü spesifikliği ve bunun sonucu olan nötrleşmeyi/kimlik yitimini önler. Bâtın-ı şeriata muhtacız, o da amellerin içsel bir coşkuyla (huşû ve ihlas) yapılmasını ve başkalara aktarılmasını sağlar.
Modernizmin, her türüyle ve görünüşüyle, kendisini üzerine inşa edebileceği şeyin 'nötr' bir varlık algısı olduğunu düşünüyorum. Yani, insanı bir şekilde modernizmin etkisine açık hale getiren şey, varlığı hayır/şer, helal/haram ekseninde nötr olarak görmesidir. Bunun bir adım gerisi ise, 'bitarafane muhakeme' olarak da tabir ettiğimiz objektif bakıştır. Objektiflik, kalbinde iman yanan insanın (bu imanı 'teslim'le kök arkadaşı olan İslamiyet/müslümanlık gibi kelimelerle ifade ettiği düşünülürse) şükür ki sahip olamayacağı bir bakış açısıdır.
İman, hükmün açık olduğu hususlarda, bizi hakka taraf kılar. Akaid, inancı spesifiklikten kurtarır. 'Müslümanım' diyen insanın, hemen öncesinde 'elhamdülillah' demesi, ait olduğu şeyin arkasında da olduğunu gösterir. Hamdeder. Çünkü onu bir nimet olarak görmektedir. Bir müslüman, genel olarak imanı için 'elhamdülillah' der (hatta, daha çocukken, camilerde aldığımız ilk derstir bu) ama ırkı için 'elhamdülillah' demesi pek âdetten değildir. Çünkü bu ifade, zahirî manasının dışında, durduğu yerin şıklar içinde doğru yer olduğu iddiasını da taşır. Ancak nadir durumlarda, yine Allah'ın yarattığı bir aidiyetin diğer kullarca aşağılandığını hissettiğiniz zamanlarda, 'elhamdülillah' diyerek onu anarsınız. Bu anmadaki maksadınız da bellidir: "Benim durduğum yer de sizin durduğunuz yerler gibi Allah'ın mahlukudur. Sizinkilerden geri kalır bir yanı yoktur!" demektir bu. Kibrin değil, izzetin ifadesidir.
Tam bu noktada müslümanın varlığa bakışı modernistten farklılaşıyor. Modernist, kendisi müslüman dahi olsa, bakış açısı itibariyle inkarcıyla tehlikeli bir yakınlaşma içindedir. Çünkü inkarcı da varlığın inanç/inançsızlık noktasında tarafsız olduğunu düşünür. Dinlerin(!) sadece yorum farkından kaynaklanan nüanslar içerdiği iddiası her modernistin farklı ölçülerde vardığı bir sonuçtur. Bunun bir adım arkası zâhir-i şeriatı küçümsemedir. (Çünkü zâhir-i şeriat nötrleşmeyi engeller. Örneğin; tesettürlü bir müslüman kadın, asla diğer kadınlarla karıştırılamayacaktır.) Varlıkta inkarını destekleyecek deliller bulmakta zorlanan inkarcı, Bediüzzaman'ın şeytanla münazaralarında naklettiği şekilde, söylem değiştirerek şunu teklif eder bize: "Bitarafane muhakeme et, öyle bak!"
Bu eşik, biraz da modernizm ve post-modernizm arasında atlanan eşiktir. Fakat birbirlerinin devamı ve türevi olduklarından, ben, bu yazıda ikisini ayırmadan konuşacağım. Zira ikisinin de aynı şekilde eşyaya karşı tarafsız bakıştan beslendiğini düşünüyorum. İkisinin de başlangıcı; varlığı, iman ve küfür yorumunda nötr görmektir. Bu nötralizasyonun ardından inkar; "Bir de böyle düşün!" dedirtecek, yani Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şekilde 'taraf-ı muhalifi iltizam' sayılacak hamleler yapacak, hatta 'şıkk-ı muhalifi esas tutma'larla bizi savuracaktır. Bu hastalığın farklı sûretlerde bize de tesir ettiği kanaatine sahibim. Hatta bence, empatiye zorlandığımız her yerde bu sağlanmaya çalışılıyor. Taraf-ı muhalifi iltizam sayılabilecek bir eşitlikçiliğe zorlanıyoruz.
Liberal söylemde kutsallaştırılan empatinin en tedirgin edici yanı da bu. 'Anlamaya çalışayım' derken karşı tarafa geçmek. Mesela; Hollywood yapımlarında (ve onların Türkiye versiyonu olan yerli yapımlarda) sıklıkla rastladığımız 'eşcinselleri anlama çabaları' dindarlığından emin olduğum gençlerde bile şöyle soruların oluşmasına neden olabiliyor: "Abi, Allah onları da öyle yaratmış. Bundan mesul tutulabilirler mi?" Halbuki aynı genç takvasının içini doldurabilmek ve Kur'an'ın vaadettiği güzel akıbete kavuşabilmek için öyle yaratıldığı(!) pekçok şeyden sakınıyor. Harama bakabilecekken bakmıyor. Çalabilecekken çalmıyor. İçebilecekken içmiyor... vs. İmtihanın doğasını biliyor.
Fakat kendi hayatını anlamını şeriatın sınırlarıyla bulduğu ve memnun da olduğu halde eşcinselin hayatını artık "Kuvve-i şeheviyesine şeriat ile sınır koymaya mecbur edilemez! Çünkü öyle yaratılmış!" şeklinde yorumlayabiliyor. (AB ülkelerinde, müslümanların vatandaşlıkları sözkonusu olduğunda gündeme gelen anketlerin 'eşcinselliğe hoşgörü' eksenli sorularla dolu olması sizce tesadüf mü? Bence eşcinselliğe bakış, modernizmin veya post-modernizmin nötrleştirme hamlesi açısından kıymetli bir konuma sahip. Asimilasyona müsait olma tahlili.)
Empatiye zorlanmak ne demek? Hollywood yapımlarında (ve onların ayak izlerini takip eden yerli yapımlarda) şöyle bir temayül var: Eşcinsellerin tamamı, diğer bireylerin sahip olamadığı kadar iyi bir kalbe ve karaktere sahip oluyorlar. (Özellikle komedi yapımlarında.) Sanki fuhuş ve uyuşturucu sektörlerinin üzerlerinde döndüğü insanlar bu insanlar değillermiş gibi, nerede bir eşcinsel var, o içinde bulunduğu kurgunun en sempatik karakteri oluveriyor... İsmetin nübüvvet elinden (hâşâ) alınıp eşcinsellere verildiği bu duruma bir endoktrinasyon (beyin yıkama) demek doğru olmaz mı? Bence şu an hepimizin zihni böylesi bir endoktrinasyona maruz bırakılıyor. Kuvve-i şeheviyenin sapkınlığı olan bir durum 'doğal' olarak sunularak varlık algımız haram/helal noktasında nötrleştiriyor. 'O da olabilir, bu da olabilir...' gibi geliyor.
Algı saldırılarına karşı izzetli bir İslam müdafaası olduğunu düşündüğüm 17. Lem'a, belki biraz da bu yüzden, 9. Notası'nda bizi 'durduğumuz yerden emin olmaya' çağırıyor: "Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir..." Bu paragrafı okuduktan sonra hepimizin kendisine sorması gereken soru şu sanırım: Hâlâ doğru tarafta olduğumuzdan emin miyiz? İşte buna katkı sağlayabilecek detaylara dair bir sağlama sorusu daha: Eşcinseller hakkında fikriniz nedir?
29 Haziran 2015 Pazartesi
Nonoşlar normalleşirken
"Kaybettiğin gün de, Allah'a, galip getirdiği gün olduğu kadar inanıyor musun?" Onun emirlerine/nehiylerine, Allah Resulünün sünnet-i seniyyesine, selef-i salihinin uygulamalarına, mezhep imamlarına ve ictihadlarına... Bunlara hâlâ Mekke'yi fethettiğin günün sıcaklığında ve selabetinde inanıyor musun? Katıksız ve körkütük doğru olduklarını düşünüyor musun? Hakikatin yine senin elinde ve kalbinde kalan olduğuna emin misin? Eğer emin değilsen, işte o zaman mağlubiyetin hakikattir. Ve gerilemen kaçınılmaz. Nitekim karasal gerilemelerin sürekliliği, aslında itikadî gerilemenin kalplerde yaşanmasının bir sonucudur.
Bugün de aynı sorularla karşı karşıyayız. Modernizm, maddî galibiyetten gelen havasıyla aramızda dolaşırken; aç kalmaktan, ölümden çok İslam'ın "Doğru budur!" dediklerini doğru bulmakta zorlanmaktayız. Çünkü bize göre itikadî anlamda doğru olanın dünyada da bir getirisi/başarısı olmalı. Allah bunu garanti etmediği ve 'günleri çevirdiği' hakikatini bize Kur'an'da hatırlattığı halde, bizim dinden beklentimiz; bizi de en az Avrupalılar kadar zevk u sefa içinde yaşatması. Yaşatamıyorsa, o dinde hatalar var veya şimdiye kadar yanlış anlaşıldı.
Bütün ehl-i bid'a fırkalarına bakın hepsinin sapkınlıklarının arkasında bu beklentinin yıkılmışlığı/hırsı var. Dünyayı istiyordu. Allah vermedi. O zaman bu Allah'ın şimdiye kadar emrettiklerine bir bakmak gerek. Belki de yanlış şeyler emrediyordu? Bunu tabii böyle açıkça söyleyemiyor. Dediği daha çok şu: "Belki de şimdiye kadar bize yanlış anlattılar?" Ve bu yolda Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bizzat sözleri ve uygulamaları bulunan hususlarda bile, (hatta nass-ı Kur'an'da bile) "O zamanlar öyleymiş!" deme cüretinde bulunabiliyor bu heva köleleri. Peki sahabiler, diğer âlimler, mezhepler? Mezhepler zaten ilk kafasına taş vurdukları Habil. İster selefî, ister modernist; hepsinin okun yaydan çıkması gibi öfkeyle ve rahatlıkla teşebbüs ettikleri şey, bugünün başarısızlığı üzerinden üretilmiş bir "Yanlış yapmış olmalıyız!" argümanına yaslanıyor.
LGBT'nin Onur Yürüşü adını verdiği, fakat kalbinde zerre miktar imanı olan herkesin açık yüreklilikle dile getireceği şekilde 'onursuzluğun dibi' olan eylemi twitter'da büyük tartışmalara neden olurken; dindar gençlerin dahi dilinde aynı tereddüdü görebiliyorsunuz. "Saygı duymak lazım!" diyorlar. Belki "Devir hoşgörü devri..." diyen de var. "Onları da Allah yaratmış!" kabilinden daha bir aj/cıtasyonlu savunmalar geliştirenlere de rastlanıyor. Fakat hepsinin özünde gördüğüm: Bu gençler artık şeriatın onlara durmaları gerektiğini söylediği yerden emin değiller. Bırakın hadis-i nebevide söylendiği gibi elle veya dille bir yanlışa müdahale etmeyi, kalplerindeki buğzu bile diri tutamıyorlar. "Saygı duyuyoruz!" söylemi içerisinde muhatap oldukları fiil meşrulaşıyor. Kalpteki imanın en son delili olan 'buğz' dahi yüreği terk ediyor. "Önemli olan insan olmak!" cümlesi, Asr-ı Saadet'te vahyin gördüğü hürmete bedel bir hürmet görerek dolaşıyor dillerinde.
Fakat Allah, 'önemli olan insan olmak' diye buyursaydı; neden ahlakımızın en derununa kadar tesir eden, hayatımızın her anına dahlolan bir şeriat emretsindi? Kur'an'da altıbin küsûr ayet indireceğine, "Adam olun!" cümlesini mübarek nebinin dilinden iletse yetmez miydi? Ne gereği vardı; komşu hakkına, ana-baba hukukuna, cinsel hayata, alışverişe, hatta sokakta nasıl davranmak gerektiğine kadar teferruatlı bir din göndersindi bize? Öyle ya, madem insan olmak yetiyordu, Ebu Talib iman etmese de olurdu, neden üzüldü Allah Resulü onun dilinden kelime-i tevhidi duymadığı için? Ve Hz. Lut aleyhisselam, sapkın kavmiyle neden mücadele etti onca yıl? Saygıyla yaşayıp gitselerdi ya beraber!
Bakınız, küçük gibi görünebilir, ama hiç küçük değil. Biz müslümanlar bu tereddütler içinde şunları ima ettiğimizin farkında değiliz: 1) Kur'an sadece o zamanki insanlara indi. 2) Allah Resulü sadece kendi dönemindeki insanlar için konuştu. 3) Allah, bütün zamanları kuşatacak bir şeriat gönderemezdi. 4) Bizden öncekiler bu dini bozdular. 5) Allah Resulü ve arkadaşları, bu dinin özünü anlayamayacak kadar zevakette ve ferasette bizden geridelerdi. 6) Allah (haşa), insanlara zalim davranıyor... Daha say say bitmez. Zaten bütün normalleştirmelerin özünde yatan şey şu: Dinin de seküler ilimler gibi zamanla gelişiyor olduğu düşüncesi. Halbuki din zaten zirvesine vurdu ve Hz. Resulullah döneminde rıza-i ilahîye uygun yaşamanın en üst seviyesine çıkıldı. Bundan sonra biz geriliyoruz. Yapabileceğimiz en iyi şey, onların bize bıraktığı mirasa elimizden geldiğince sahip çıkmak. Üstüne çıkmamız diye birşey sözkonusu değil.
"Recep'le Şaban'ın aşkına Ramazam engel olamaz!" sloganıyla pankart açıp dinimizi alaya almalarını bir kenara bırakıyorum; o sapkınların, o çirkin fiileri üzerinden bir müminden talep edecekleri hiçbir saygı olamaz. Mümin harama saygı duyan değil, karşı durandır. Şartlar el veriyorsa eliyle, şartlar el vermiyorsa diliyle durdurmaya çalışacak; şartlar daha da müsaadesizse en azından kalbiyle buğzedecek olandır. Suyuna gidecek veya hoşgörecek insan değildir. Bu noktada onu sınırlayacak olan da liberal ahlak ve hümanist düşünce değil; şeriatın sınırlarıdır. Yani haram işleyene uygulanacak yaptırımlar şeriat dairesinde nass-ı Kur'an, sünnet-i nebeviye, kıyas ve icma yoluyla zaten belirlenmiştir. Fıkıhta hepsi açıktır. Bir müslümana düşen, "Ya bu zamanda olmaz öyle şeyler..." demek değil, Allah Resulünden kendisine temiz eller üzerinden taşınmış bu mirastan razı olmaktır. Şeriatın çerçevesinde, ifrat ve tefrite düşmeden, hal çaresine bakmaktır.
Laik bir devlette yaşıyoruz. Bu belki işin ancak bir devlet otoritesince sağlanabilecek kısmına dahil olamayışımızı açıklayıcı bir hale getirebiliyor. Fakat haramı hoşgörecek, 'bu zamanın ilcaatı' nevinden kılıf bulacak da değiliz. Ona da buğzederiz. Gücümüz yetiyorsa dilimizle, gücümüz yetiyorsa elimizle; yine hukuk-u şeriat içinde kalarak tepkimizi gösteririz, göstermeliyiz. Her günahın normalleşmesi, onu hoşgörmekle başlıyor. Hoşgörmek meşrulaştırmanın ilk adımıdır. "Ya onlar da öyle yaratılmış" deyip, sanki hiçbirimiz günah işlemeye müsait yaratılmamışız gibi imtihanın amacını unutmak yanlış.
Zaten imtihan 'günah işlemeye müsait yaratılmışların buna karşı koyması' üzerine dönüyor. Sen hırsızlık yapabilirdin, yapmıyorsun; ben içki içebilirdim, içmiyorum. O da kendi içindeki çirkin temayülata 'dur' demek zorunda. Hepimiz birşeylere 'dur' diyoruz. İmtihan bu. Kardeşlerim, son cümlelerim: Allah'ın dininden razı olun. Allah'ın emir ve yasaklarından razı olsun. Çünkü Allah, ancak dininden razı olanlardan razı olur.
26 Haziran 2015 Cuma
İstiklal marşı sorgulanmaz mı?
Bediüzzaman'dan 'fena ve fani' adamların dillerinden bile 'güzel ve baki' bir söz sâdır olabileceğini ders aldığımdan, kişiden ziyade söze bakarım, baktım. 'Hiç kişiye bakmadım!' demiyorum. Çünkü ne söylendiği kadar, kimin söylediği ve kime söylediği de önemlidir, bilirim. (Onları da sözün değerine değer katan veya değer çalan şeyler olarak görürüm.) Bu minval üzere hak gördüğüm şeyi delillerimle yazmaya çalışırım. Fakat insaf bir noktada spesifik birşey olduğundan dolayı, elbette beni insafsız bulanlar da olacaktır. Nitekim; Kürtçüler tarafından 'Türkler arasında asimile olmakla' ve Türkçüler tarafından 'Kürtçülük yapmakla' yaftalandım. Böylesi gariplikler 'ne mutlu o gariplere' hakikatini bilene zor gelmemeli. Kalabalık ifratta veya tefritteyse, garip kalmak, kalabalığa uymaktan iyidir.
Meclisteki yemin töreninden beri süregiden İstiklal marşı tartışmalarında da, yine bu çizgi üzerine, şeriatın sınırlarında kalmaya dikkat göstererek sarf-ı kelam edeceğim. Üstadım gibi derim: "Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin." Ve yine onun gibi derim: "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." Bu nokta-i nazardan sapan bir cümlenin dilimden sâdır olmamasını Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin'den dilerim.
Öncelikle şunu sormak istiyorum: İstiklal marşı nedir? Yani mecliste 12 Mart 1921'de kabulünden, yazılış sürecinden, yazarının hayatından, yüzyıla yakındır onu söylememizden ötede İstiklal marşının mısraları yalnızca nedir? Yalnızca şiirdir. İstiklal marşı diye kutsallaştırdığımız şey, aslında bir şairin yazdığı şiirden ibarettir. Bu noktada mezkûr metnin, bir şiirin uğrayabileceği her türlü eleştiriye uğrayabilmesi gerekir. 13. Söz müellifinin "Şüphesiz bir sana şiir öğretmedik..." ayetinin tefsiri sadedinde söylediği herşey, İstiklal marşı için de geçerlidir:
"Şiirin şe'ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur'ân'ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır." Ve yine Mesnevî-i Nuriye'de der ki Bediüzzaman: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de, âyetler, sahibinin şuûnat ve ef'âlinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle âdi şeylerden bahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir." Ve yine yine başka eserlerinde de Bediüzzaman, 'Kur'an'ın kendisini şiir olmaktan tenzih etmesi' üzerinden şiirin özü üzerine analizler yapar. Bilenler bilir. Muhakemat isimli eserinde de buna dair eleştirileri bulunur.
Dikkatimizi çektiği şudur Bediüzzaman'ın: Beşer kelamının en sanatlılarından olan şiir dahi, Kur'an'la muvazene edilemez. Çünkü insan elinden çıkmış olmanın kusurlarını taşımaya müsaittir ve taşır da. Mübalağa eder, hakikatin muvazenesini bozar, hatta kafiye denk gelsin diye bazen hakikati dahi incitir. Şiir bunu yapar ve yapmaya yapısı yatkındır. Fakat vahiy böyle değildir. Bu yüzden şeriat şiir üzerinden değil, vahiy üzerinden savunulur. Şeriat şiir olarak değil, vahiy olarak inmiştir. Allah Resulü de bir şair olarak gelmemiştir. Şiir dinlemiş, hakikatli olan şiiri sevmiş, ama şiir yazmamıştır.
Bu noktadan hareketle, müellifi kim olursa olsun, şiir metninin hataya müsait bir metin olduğunu takdir edebiliriz. Her ne kadar HDP çizgisinin İstiklal marşına karşı duruşu böylesi nitelikli ve entelektüel bir analize dayanmıyorsa da, bu noktada dayandıkları bir hakikat vardır ve bu hakikat, birazcık özüne indiğinizde, aslında şeriatın da bir hassasiyetine ilişkindir.
Bundan yıllar önce katıldığım bir umumî derste, dersi yapan profesör tam da Mesnevî-i Nuriye'den alıntıladığım ilgili kısmı okurken katılımcılardan birisi şu soruyu sormuştu: "Mehmet Akif'in şiirleri de mi bu gruba dahil?" Belki bu yazıda anılmasından hoşnut olmayacağı için ismini yâd etmediğim o profesör şöyle demişti: "Evet, elbette, Mehmet Akif'in şiirleri de bu hataya müsaittir. Mesela şöyle bir şiiri var: 'Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? /Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!' Buradaki 'Yok musun ey adl-i İlâhî!' ifadesi Allah'a karşı edebe uygun düşmez. O yüzden şiire karşı tereddüdümüzü korumamız lazım."
Böyle bir metin analizini Bediüzzaman'ın da Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerif'ine yönelik yaptığını görürüz. Elimden gelse, tüm metin eleştirmenlerine 'denge' bulmaları için okutmak istediğim bu metinde şöyle der Bediüzzaman:
"Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki, 'Habîbullah' lâkabı ona verilmiş. İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi, 'Ben sana âşık olmuşum' tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine 'Ben senden razı olmuşum' denilmeli."
Görüldüğü gibi burada şeriatın dengesi hatırına Mevlid-i Şerif metni gibi kutsallıkta herhalde İstiklal marşına bir hayli fark atacak ve ümmetin rağbetini görmede yine İstiklal marşından üstün bir metne Bediüzzaman'ın bir 'düzeltme' yapabildiğini görüyoruz. Bu bize şunu söylüyor: Hakkın hatırı şiirin hatırından da âlidir. Hatırasının sahip olduğu hatırdan da âlidir. Şairinin yanımızda sahip olduğu hatırdan da âlidir. Ne hatırasını, ne şairi incitmeden; ölçüyle 'tehlikeler' giderilmelidir.
İstiklal marşına dönüp yüzümüzü çevirdiğimizde de bence sorun bundan daha ötede değil. Kendim, şahsım adına, merhum Mehmet Akif 'i katiyyen ırkçı bulmuyorum. Kendisi ittihad-ı İslam ve ümmetin çileleri adına kalbi çatlayan bir insandır. Mazisi, mısraları ve hatıraları bunun örnekleriyle doludur. Fakat bir insanın hayatının böyle olması, metinlerinde kusur bulunmayacağını göstermez. Nitekim; daha 'ırk' meselesine gelmeden, "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım..." ifadesinde söyleyen için itikadî bir tehlike yok mudur? Metin içinde geçen 'ebedî'likler saadet-i ebediye ile açıklanabilirken (insan sonradan varolmuş bir varlık olduğu için) Cenab-ı Hakka mahsus olan 'ezel'in insana atfı bir sorun değil midir?
Metin içindeki ırk ifadelerinin de, üzerinden bu denli yoğun bir Türk milliyetçiliği (ve buna mukabil yükselmiş bir Kürt versiyonu) geçmiş bir millette kem çağrışımlar yaptığını kim inkâr edebilir? Haydi, yalnız Selahaddin Demirtaş ve HDP'liler yanlış anlıyor olsun Kürt tarafında; Türk tarafında bu ırk kelimesini 'ümmet' olarak anlayanların sayısı kaçta kaçtır? Ve hakikatte bu kelime ümmet ifadesini ne kadar karşılar?
Merhumun bu kelimeleri ne için seçtiğini bilmiyorum. 'Safiye'yi kafiyeye feda etmek...' kabilinden ahenk için olabilir. Aklına böyle bir tehlike gelmemiş olabilir. Şiirin, zamanın ve hâdisatın heyecanından olabilir. Ümmet davası çizgisinde yaşanmış bir ömür elbette onu temize çıkarır. Fakat hakikat-i şeriatın önünde hangimiz bu kelimelerin hakikatin ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz? Bundan ötede; "HDP'lilerin niyeti şudur. İstiklal marşını tenzih edenlerin gerekçesi budur. Her doğru her yerde söylenmez..." Geçiniz efendim geçiniz, ben niyete bakmıyorum. Çünkü "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." HDP'liler de aynını söylüyor diye hakikati terketmem.
14 Mart 2015 Cumartesi
Şeriat hepimizin iyiliği için geliyor
VICE’ı izleyenleriniz oldu mu bilmem. Ben beğenmedim. Fakat bütün o kurugürültünün içinde Dedektif Roy’un (Thomas Jane) bir tesbiti düşündürdü beni. Özet geçeyim önce: VICE adlı bir kurgu şehirde insanımsı robotlar ‘robotluklarını bilmeden’ yaşıyorlar. Her sabah uyandıklarında aynı gün başlıyor onlar için. Bir de bu şehre ücret ödeyerek giren hakiki insanlar(!) var. Hakikiler robotlara istediklerini yapmakta serbestler. Zaten ödedikleri bedel bunun için. Öldürüyorlar, işkence ediyorlar, aşağılıyorlar vs. Bütün bunları yaşayan robot ertesi güne tamir edilmiş olarak başlıyor. (Hafızası da sıfırlanıyor.) Ziyaretçiler de zulümleriyle tatmin olmuş bir şekilde yaşamlarına dönüyorlar.
Olanlardan rahatsız bir isim var: Dedektif Roy. Kurgu yaşam alanının varlığından mutlu değil. Bir suçluyu yakalamak için VICE’a izinsiz giriyor. Tam da bir kadın robotu döverken derdest ediyor adamı. Âmiriyle de kavgalı. O soruyor: “Orada ne yaptıklarından sana ne?” Roy cevap veriyor: “Çünkü VICE’ta yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar.” Yakaladığı adamın hikâyesini anlatıyor sonra. Adam şehirde bir kadını döverek öldürmüş. Roy, Julian Michaels’ın (Bruce Willis) aksine, VICE’ın kötülük arzusunu tatmin ederek insanların dışarıda zararsız hale gelmelerini sağladığına inanmıyor. Ona göre, burada kötülük işleme serbestisi kazananlar, dışarıda daha tehlikeli bir hale geliyorlar.
Eski Said eserlerini okuyanlar bilirler. O metinlerde ‘hürriyet’ genelde bir terkiple kullanılır. Takyid edilir. Mutlak bırakılmaz. Meşrutiyet ‘meşrua’ olduğu gibi hürriyet de ‘şer’iye’dir. Dinin sınırları her koşulda gözetilmesi gereken bir mihenktir mürşidime göre. “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz.” Hatta hürriyet bu metinlerde ikiye ayrılmış gibidir. Bir tanesinin adı ‘hürriyet-i mutlak’tır ve kötülenen bir hürriyet çeşididir: “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.”
Başka bir yerde ise bu ikili ayrımın altını daha kalın çizer: “Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.”
İşte tam bu noktada birşeyi daha derinlikli konuşmamız gerektiğini düşünüyorum arkadaşım. Nedir? Açayım: Bazen aynı kelimeleri kullanıyoruz da aynı manaları kastetmiyoruz. Mesela: Bize okullarda öğretilen hürriyet tanımı nasıldır? “Başkasına zarar vermediğin sürece istediğini yapabilirsin.” Peki Bediüzzaman yukarıda nasıl tarif etti hürriyeti? “Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” Gördünüz ya. Burada araya bir de nefs girdi. Yani insan ne nefsine zarar verebilme hakkına sahiptir ne de başkasının özgürlük alanına girmeye.
Bu tanımı nereden çıkarıyor peki? Elbette Kur’an ve sünnetten. Yani ehl-i sünnet çizgisinden. İslamî metinlerde insanın nefsine zulmünden o kadar bahis var ve zulmetmemesi yönünde o kadar nehiy bulunuyor ki; ister istemez; Kur’an’ın tanımladığı özgürlüğün ‘sadece başkasını’ değil, ‘insanın kendi nefsini de’ gözettiğini anlıyorsunuz. (Günahlardan men edilişimiz de biraz buna bakıyor elbette.) Kur’an’daki yasakların bir kısmı başkasının hukukuna tecavüzü engellediği gibi, diğer bir kısmı da, insanın nefsine ettiği zulmü engelliyor. Nisâ sûresi 110’nun kısa bir mealine bakalım mesela: “Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır.” Yahut da Zümer sûresi 53’e: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Demek ‘nefsine zulmetmemek’ Kur’an’ın emri. O halde bir mü’min özgürlük tanımını ‘nefsine zarar vermeme’ uyarısı hesaba katmadan yapamaz. Tam da bu noktada özgürlük talepleri ortasından çatlıyor. Dindar olanlarımız bu tanımı Bediüzzaman’ınkine daha yakın düşünüyor. Özel hayatta da sınırları tayin yetkisinin Allah’a ait olduğunu kabulleniyor. Sekülerlerimizse diğer özgürlük tanımına taraftar. Bu yüzden kürtaj ile ilgili bir tartışmada dindar insanlar “O bebeğin canını almaya ne hakkınız var?” derken sekülerlerimiz şöyle bağırıyor: “Benim bedenim benim kararım!”
Şu da var ki arkadaşım: Özgürlük tanımlarının altında ‘mülk algımızın niteliği’ de görünür oluyor. Müslüman için varlık Allah’ın mülkü olduğundan tasarruf yetkisini büsbütün kendisinde göremez. Ama seküler bir insan, mülkü zaten Allah’a bırakmayıp kendisine aldığından, istediği tasarrufu yapmaya kendinde hak görebilir. “Pornoma dokunma!” diye pankart açabilir mesela. Eşcinselliği savunabilir. Enseste dahi meşruiyet sahası açabilir.
Peki bu kadar laf kalabalığını neden yaptım ben? İki nedenden. Birincisi: Özgürlük hakkında konuşurken imanımızın gerektirdiği tanım farklılıklarını unutmamamız için. İkincisi: Kur’an’ın nefse dair koyduğu yasakların aslında ister istemez toplumu da ilgilendirdiğini aklımızda tutmamız için.
Roy’un endişesine geri dönelim. O haksız mıydı? Bence değildi. Eğer isimlerin yerlerini değiştirirsek ve VICE’ı orada yaptıklarımızdan sorumlu tutulmadığımız bireysel/nefsî hayatımız, şehri ise toplumsal hayat gibi düşünürsek, tıpkı Roy’un endişe ettiği gibi VICE’da pornosuna dokundurmayanlar şehirde tecavüze yeltenebilir. Çünkü insan hakikaten Roy’un gördüğü gibidir: “Çünkü VICE’ta yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar.”
Bunun pozitivist bir eğitimle tedavi edilebilir yanı yoktur. Tek çaresi: O insanı nefsine karşı haddi aşmaktan sakındırmakla toplum hayatını da korumaktır. Kendi sokağında sürat yapmaması dersi almış bir sürücünün otobanda hız sınırını aşması elbette daha zor olacaktır. Fakat ne yazık ki, bizim sekülerlerimiz ikincisine veryansın ederken, birincisine dair her düzenlemeyi “Şeriat geliyor!” korkusuyla bastıyorlar. Günah işleme serbestilerini kamu yararından ayırabileceklerini sanrılıyorlar. Elbette bu bir yanılsama. Onlara diyelim ki: Evet, şeriat geliyor, ama sizin de iyiliğiniz için geliyor. (1400 küsur sene önce de iyiliğimiz için inmişti.) Çünkü Allah hiçbirimizin kötülüğünü istemiyor.
“Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizaptır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. İşte, medeniyet-i hazıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bahusus Kur’ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.”
Hatırlarsınız: Kamuoyu birçok elim cinayetin ardından İslam’ın “Kısasta hayat vardır!” hükmünü hatırlattılar. Doğru. Elbette kısasta hayat var. Ama ondan önce takvada da hayat var. Tesettürde de hayat var. Namazda da hayat var. İmanda da hayat var. Yeter. Yeter. Yeter. Özgüvenle dile getirilmeli artık: Şeriatta da hayat var. Onun herbir detayının bir koruyucu hekimlik içerdiğini, bizi bir uçurumun kenarından çevirdiğini, terbiye ettiğini öğrenmeye daha kaç can feda edeceğiz? Modern hukukun ceza sistemi hangi suçun kökünü kazıyabildi? Kazıyamaz. Kazıyamayacak. Çünkü başlangıç noktasını yanlış ayarlıyor. İnsanın terbiyesi takvasından başlar. İşte şeriat bize, modern hukukun rağmına, bu bütünlüğü hatırlatıyor. Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bize yeniden rüşdümüzü ilham etsin. Âmin.
29 Ağustos 2014 Cuma
Muvazenesiz vaiz 2
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...