Elbette biliyorum arkadaşım. Hidayet Allah'ın hediyesidir. O yakmadıktan sonra hiçbir kalpte nur yoktur. Fakat, 'Allahu a'lem!' kaydıyla diyeyim, tutuşmak için biriktirilecek bir sermayenin varlığını sezinliyorum ben. Nedir? 'Bedel'dir. Yani, hidayet, 'bedel ödemeye hazırlara' teşrif eden bir kıvılcımdır. Bilgiyle ancak 'bedelini ödemek üzere' muhatap olursanız hidayet eylemeye başlar. Bedeli göze alınmamışın hidayeti de yoktur. Malumat bedelsiz hayata dönüşmez. Yapılmak üzere dinlenmemiş nasihat tesir etmez. Bu yüzden, belki birçok müslümandan çok İslam'ı bildikleri halde, oryantalistlerin ekseri müslüman olmamıştır. Yine, Aleyhissalatuvesselam Efendimizi evlatlarından daha iyi tanıdıkları halde, pekçok müşrik hidayet pınarını yudumlayamamıştır. Evet. Hidayet silbaştan yeni bir varlık telakkisini yüklenmeyi gerektirir. O güne kadar sürmüş bozuk düzenin, içten dışa, değişmesi anlamına gelir. Belki bu değişim sırasında menfaatler yitirilecektir. Belki içimizdeki koca koca iddialar yıkılacaktır. Belki dostlar bile hasımlaşacaktır. (Allah razı olsun hepsinden: Sahabe, en ateşli şekillerde, ödenmesi gerekeni ödedikleri için başkadır.) Muannidlerse 'değişmek için' muhatap olmamışlardır zaten bilgiyle. Neşterin sızısını yüklenmemişlerdir. Nehir de ıslanmayı sevmeyen bu talihsizlerin yanından akıp gitmiştir. Gözlerine görünmüştür, hoş sesini duyurmuştur, ama parmaklarının ucunu dahi ıslatmamıştır.
Kibrin mübarek metinlerde böylesine kötülenmesinin hikmetini de buradan oku arkadaşım. Kibir zımnında 'değişimin reddini' de saklıyor. Kim ki kibirleniyor, özünü merkezleştiriyor, ‘olmazsa olmaz’ görüyor, ötesini detaylaştırıyor. Ayken dünyalık taslıyor. Dünyayken güneşlik kasıyor. Güneşken kendini samanyolu yerine koyuyor. Hatta, ayı dünyaya, dünyayı güneşe, güneşi samanyoluna, âlemi âleme peyk yapan Zât-ı Kudreti bile zerrecik cirminin uydusu zannediyor da, hevasından geçeni dinine ekliyor, geçmeyeni çıkarmaya teşebbüs ediyor. (Daha da beğenmedi mi inkâra gidiyor.) Şeriatı tenkid de buradan başlıyor, tahrif de, tahkir de. Her yanlışın başında 'değişmek için' değil 'değiştirmek için' muhatap olmak var. Kendini merkezden çekemeyiş var. Aslolanı karıştırmak var. Aynanın gösterdiği yerine oynaması var.
Yani, hâşâ, Allah'ın karşısında ‘Allahlık taslamak’ var. Halbuki İslam bidayette bir eksen değişimidir. Kul, kulluğunu kabul ettiği andan itibaren, bir daha kendini Allah sanmayacağını da kabul eder. Sandığı her yerden de tevbe eder. Kur'an, hangi şifalı hitabında mü'min kelimesini buyurur, hatırlattığı artık diğerleri gibi olmayacak yanlarımızdır. Elhamdülillah. Yine Allah’ın lütf u keremiyle bedel ödemeye ikna olduğumuz için hidayet bize hediye edildi. Tedavi için gereken işlemleri göze aldığımız için şifa nasip oldu. Evet, biz, artık odak algımızda diğerleri gibi değiliz. Değişiciyiz. Detaylaşıcıyız. Şeriatın buyruğu üzere başkalaşmaya yatkınız. Kurtarıldık kendimizden. Merkeziyet sanrımızdan. ‘Bana göre’nin köleliğinden. Hakiki yörüngemizi çözdük çünkü. Bizim için yalnız Allah Allah'tır. Bizse her sanrımıza rağmen kuluz. Hüda yörüngeye alınmaz. O, dilediğini, dilediği şekilde yörüngelere alır. Kullar Rabbine hesap soramaz. Ancak hikmetini öğrenmeyi dileyebilirler. Ve yanıldığını kabul etmeyene doğrunun nimetinden bahşedilmez.
Müslim'de geçen bir hadis-i şerifinde Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyuruyor ki: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez!" Sahabesi endişeyle soruyorlar: "Ya Resulallah, insan, elbisesinin/ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır?" (Yani bunlar da kibir sayılır mı?) Efendimiz cevap veriyor: Allah güzeldir. Güzeli sever. Kibir ise ‘hakkı kabul etmemek’ ve ‘insanları küçümsemek’tir." Doğrusu, bu güzeller güzeli eşikten bakınca, mürşidimin 'modern medeniyet(!)' ile 'Kur'an medeniyeti' kıyaslamasını da daha zengin anlıyorum ben. Sanki orada anlatılan her olumsuz şeyin merkezinde ‘parçaların kendisini bütün yerine koyması’ var. Böyle yapılınca da yörüngeler arasında niza çıkıyor işte:
"İşte, medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı 'lehviyattır.' Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."
Sen de bana katılır mısın arkadaşım: Hak merkezdeki kuvvetin 'ne üzere olduğunu' söyler. Kuvvetse parçanın 'neyi hak olarak vehimlediğini' anlatır. (Parça, Cenab-ı Hakkın kuvvetine dayanmak isterse, bütüne uyumla hakka; yok, yalnız parçalığının haklılığına inanıyorsa, bütüne uyumsuzlukla, şahsî kuvvetine dayanır.) Fazilet (ve derûnundaki rıza-i ilahî arayışı) 'bütünün üzerine kurulduğu şey için yaşamayı' ifade eder. (Yani faziletli olan bütünün menfaatinedir.) Menfaatse parçanın 'yalnız kendi varlığına hizmet etmesinin' tezahürüdür. (Yani, menfaat, yalnız bireyin faydasını kollayan bir sahte fazilettir.) Aynı yörüngeye hizmet edenler elbette birbirleriyle yardımlaşırlar. (Uyum için teavün kaçınılmaz görünür.) Fakat parçalardan herbiri, âlemi kendi merkeziyetine çağırdığında, oluşacak şey yalnız 'cidal'dir. Yani mücadeledir. Kavgadır. Anlaşmazlıktır. Uyumsuzluktur. Büyük balık küçük balığı yutardır. Eh, evet, pes. Yoruldum arkadaşım. Benden buraya kadar. Özetle ne demek istediğimi kavramışsındır zaten. Hazinenin geri kalanını gavvaslığına havale ediyorum. Dualarında beni unutma.
Neşter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Neşter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Temmuz 2023 Cuma
11 Haziran 2015 Perşembe
Belki de sorun kendimizi yeterince neşter altına itmemekte
Yazılarımda kalemimi önce kendime/hayatıma batırmayı severim. Bu, hem bildiğim bir yerden yola başlamamı sağlar ve yazmamı kolaylaştırır; hem de ilk bıçağı kendime çaldığım için, ilerde muhatabıma da ucu battığında; "Sen kendine bak!" deme şansı kalmaz. Çünkü bilir: Ben önce kendimi yerin dibine batırdım. Kendimden razı değilim. Bu haltları ben de yedim. Benim de kendilerinden Allah'a sığındığım kuytu köşlerim, kusurlarım var. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" cümlesini biraz da böyle anlarım. Ateşe senden bir adım daha yakın olan kişinin seni de ateşe koşturmasına kızmazsın. Ağır bir işte senden daha çok çalışan kişinin, seni ağır bir işe sevketmesinden gocunmazsın. Yükün fazlasının onda olduğunu bildiğin adama öfkelenmek hatırına gelmez. Sitemlerimiz hep 'ötekinin' bizden çok kendini kayırdığı, canına canımızdan daha iyi baktığı durumlara yöneliktir. Kayırmadığından emin olursak sitem de kalmaz.
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olan "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki..." beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. (Nasıl?) Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa; onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Allah Resulü. "Benim nefsim de Onun kudret elinde. Şimdi seninkinin de Onda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim." Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Muhatabından önce kendine bir hatırlatma. Bir keresinde Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu abi de birisinden naklen (Asım Köksal merhum olabilir diyeceğim, ama emin değilim) şöyle demişti nazil olan ilk ayetler için: "Allah Resulü, önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler, önce onu bir mübarek okumaya davet etti/emretti. Sonrakiler, halkı da çağırmasını söyledi."
Mürşidim de, Şualar'da, nebilerin dilinden şöyle demez mi: "Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz."
Bediüzzaman, 19. Söz'ün hemen başında şöyle söylüyor: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."
Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım. 1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım. 2) Nübüvvet, yani 'içimizden/insandan elçiler' üzerinden okunması lazım. 3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım. Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence "Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur..." şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini (ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden ruhu/yankısı olan sünnet-i seniyyeyi) kısmen veya tamamen terkeden 'Kur'an müslümanları'nda görünüyor.
Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere, vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar, giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek 'bilmede' dengesizleşiyorlar. Kainatı ve Kur'an'ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler, tatmin etmek istedikleri şey akılları ve hevaları olduğu için oluyor bu. Vahyin bir parçası olan Allah Resulünü denklemden çıkarmaya çalışıyorlar. Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur'an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan yaratıyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. İnsanî olan her yan ve yön bir bilme şeklidir Allah'a dönük. İbn-i Arabî'nin (k.s.) kalbin köşkünden, aklın sultanı Fahreddin-i Razi'ye (k.s.) dediği gibi: "Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır."
Başa dönersem: Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin manidar olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman, nübüvvet-kainat-Kur'an düzleminde dengeli bir marifetin yine sünnete, kainata ve Kur'an'a; enfüsî tefekkür de dediğimiz, insan üzerinden uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur'an'ın ifadesiyle onun 'içimizden birisi' olması da her insana dokunan yerini temsil ediyor.
Nübüvveti ve velayeti... Ondan bize gelişiyle bir elçi insan, bizden ona gidişiyle bir veli insan. Yani biz kendi hatıralarımız/tecrübelerimiz eşliğinde, Kur'an'ın, kainatın ve sünnetin mesajının izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. "Ha, demek burada aslında şu denilmek istenmiş!" diyoruz. Burada insanın, hem (nebiler de insan oldukları için) nübüvvete ve hem (kainata dahil olduğu için) kainata bakan bir tarafı var. Belki kainat, Kur'an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölge, insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.
Alternatif Bakış programına konuk olduğunda Doç. Dr. İshak Özgel Hoca; Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman'ınkiler kadar kalıcı olmamasının, revaç bulmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: "Onların insan tasavvurları eksikti." Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli... Size soğuk görünen bütün metinleri aklınızdan geçirin şimdi. Belki de sorun, kendimizi yeterince neşter altına itmemekte.
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olan "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki..." beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. (Nasıl?) Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa; onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Allah Resulü. "Benim nefsim de Onun kudret elinde. Şimdi seninkinin de Onda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim." Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Muhatabından önce kendine bir hatırlatma. Bir keresinde Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu abi de birisinden naklen (Asım Köksal merhum olabilir diyeceğim, ama emin değilim) şöyle demişti nazil olan ilk ayetler için: "Allah Resulü, önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler, önce onu bir mübarek okumaya davet etti/emretti. Sonrakiler, halkı da çağırmasını söyledi."
Mürşidim de, Şualar'da, nebilerin dilinden şöyle demez mi: "Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz."
Bediüzzaman, 19. Söz'ün hemen başında şöyle söylüyor: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."
Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım. 1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım. 2) Nübüvvet, yani 'içimizden/insandan elçiler' üzerinden okunması lazım. 3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım. Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence "Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur..." şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini (ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden ruhu/yankısı olan sünnet-i seniyyeyi) kısmen veya tamamen terkeden 'Kur'an müslümanları'nda görünüyor.
Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere, vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar, giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek 'bilmede' dengesizleşiyorlar. Kainatı ve Kur'an'ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler, tatmin etmek istedikleri şey akılları ve hevaları olduğu için oluyor bu. Vahyin bir parçası olan Allah Resulünü denklemden çıkarmaya çalışıyorlar. Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur'an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan yaratıyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. İnsanî olan her yan ve yön bir bilme şeklidir Allah'a dönük. İbn-i Arabî'nin (k.s.) kalbin köşkünden, aklın sultanı Fahreddin-i Razi'ye (k.s.) dediği gibi: "Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır."
Başa dönersem: Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin manidar olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman, nübüvvet-kainat-Kur'an düzleminde dengeli bir marifetin yine sünnete, kainata ve Kur'an'a; enfüsî tefekkür de dediğimiz, insan üzerinden uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur'an'ın ifadesiyle onun 'içimizden birisi' olması da her insana dokunan yerini temsil ediyor.
Nübüvveti ve velayeti... Ondan bize gelişiyle bir elçi insan, bizden ona gidişiyle bir veli insan. Yani biz kendi hatıralarımız/tecrübelerimiz eşliğinde, Kur'an'ın, kainatın ve sünnetin mesajının izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. "Ha, demek burada aslında şu denilmek istenmiş!" diyoruz. Burada insanın, hem (nebiler de insan oldukları için) nübüvvete ve hem (kainata dahil olduğu için) kainata bakan bir tarafı var. Belki kainat, Kur'an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölge, insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.
Alternatif Bakış programına konuk olduğunda Doç. Dr. İshak Özgel Hoca; Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman'ınkiler kadar kalıcı olmamasının, revaç bulmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: "Onların insan tasavvurları eksikti." Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli... Size soğuk görünen bütün metinleri aklınızdan geçirin şimdi. Belki de sorun, kendimizi yeterince neşter altına itmemekte.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...